İnsanın yüreğinde bir hüzün yarası gibi durur ya bazı anılar, hiç
kuşkunuz olmasın işte öyle bir üzüntüydü o!.. Minicik bir yürekte
serzenişlerin tekme attığı, ıstırabın çile çektiği ve üzüntünün
kahrolduğu bir yara...
O çocuk var ya; kabusa bulanmış bir karanlık
rüyada yüreğini kaybetseydi bile bu kadar çok üzülmezdi herhalde...
Çünkü rüyalarından çıkmayan görüntü; başına adeta kaynar sular döktüren o
manzara değildi yalnızca...
Bir adamın belki de tek lüksünü, kim
bilir çaresiz kaldığında ekmeğe dönüştürebileceği tek zenginliğini
çocukça bir şımarıklığın ya da özlemin kurbanı etmişti ya, işte ona
kahroluyordu...
Hiç ağlayamadı o günlerde ama ağıt da, boğazında bir akreple yelkovanın koşuşturması gibi debelenip durdu!..
O
yüzden utangaçtı o çocuk... İşte o yüzden çaresizce, hatta suç işlemiş
bir masumun çekingenliğiyle gözlerini kaçırırdı herkesten... Bir kabahat
işlemiş masumun ufacık başını nereye gizleyeceğini bilememesi...
Bir küçük serçenin ekmek kırıntısı peşinde, panikle pusuya yatması!..
Ya da bir minik kedinin, süte muhtaç mahcubiyeti gibiydi...
O
çocuk, işte o üzüntünün acısıyla, cılız bedenine gizlenmiş buruk
yüreğiyle kahrolup durdu günler boyu... Sokaktaki her adamın, okuldaki
her öğretmenin ve çevresindeki her büyüğünün kollarına mahcup biçimde
bakarken hep o manzara geldi aklına...
Akrep, yelkovan ve kılıç!..
Bundan belki de 37 yıl önce... Bir ilkbahar gününde, Urfa’nın
kaçakçılarıyla ünlü Kötüler Mahallesi’nde, iki odalı briketten
gecekondunun tahta kapısı önünde yaşandı her şey...
Kıpkırmızı toprak
kokusunun, cimri yağmurlar sayesinde az da olsa gökyüzüne savrulduğu
bir sabahın coşkusuyla harekete geçti çocuk...
Makineyle tıraş
edilmiş saçlarıyla garip duran o çocuk, üzerinde eski püskü kıyafeti ve
masum çehresiyle gözlerini yine o gizemli ve çekici nesneye dikmişti...
Tüm
sevimliliği ve nazıyla, hatta bir babayı pes ettirecek şımarıklığıyla, o
köhne mahallede gümüş rengi bir radyonun dışında aykırı duran tek
zenginliğe odaklanmıştı:
Babasının bileğindeki siyah kayışa bağlı o beyaz ve de güzel saate...
“Nacar”
yazıyordu sanırım üzerinde... Çocukluk bu ya, buzdolabı ve televizyonla
tanışmadığımız; elektriğin bile henüz bağlandığı o mahallede,
gecekonduların arkasında birer korku abidesi gibi duran Bizans
mağaraları kadar gizemli geliyordu o saat...
Küçük yuvarlak bir
çemberin üzerini kapatan camın altında, birer minik kılıcı andıran iki
ince çubuğun birbirini kovalaması ne kadar da ilginçti?..
Küçük
“Memed” her sabah yatağından fırlar, babasının yastığın başucuna
bıraktığı o saati minik elleriyle kavrar, akrep ve yelkovanın
koşuşturmasını şaşkınlıkla izlerdi...
Hep şunu düşlerdi çocuk
aklıyla; “Küçücük ve incecik bir kutunun içinde minik adamlar vardı ve o
küçük kılıçları rakamların üzerinde onlar çevirip duruyordu!..”
Kutuya gizlenmiş forsa!..
Oysa o saat, tüm gizemine rağmen aslında hiç de masum değildi!..
Çünkü hayatın kısır döngüsü içinde, yaşamı acımasızca kısaltan bir
nesneydi saat!..
Bilmiyordu ki çocuk; o saat döndükçe aslında zaman,
kendisinin de çocukluğunu, hayatı kıskanan bir törpü gibi hızla
kemiriyordu!..
Bilseydi bunları; o küçücük saatin içinde forsa gibi düşlediği minik adamlara, bir mazlumun masumiyetiyle acır mıydı o çocuk?..
Babası,
küçük Memed’in gözlerinin her an ona odaklandığının farkındaydı ve işte
o bahar sabahı, dağlardaki çiğdemleri andıran nazlara dayanamadı ki,
kolundan saati çıkarıverdi...
Sonra da, şaşkınlıktan adeta dili
tutulan çocuğun incecik bileğine takıverdi... O siyah bez kemer, şark
çıbanlarının bir “güzellik” gibi yaralar açtığı buğday tenin üzerinde,
Bizans mağaralarında toza bulanmış bir antika kelepçe gibi
parlayıverdi!..
Tıpkı o saate kavuşmak, onu bileğinde görmek için
aylardır bekleyen küçük “Memed”in Harran toprağı kadar hasret çeken
kahverengi gözleri gibi...
O günlerde sayıları henüz dört olan
kardeşlerinin şaşkın bakışları arasında, babasının tek zenginliğini
bileğinde hisseden çocuk, yaşamının henüz baharında çok mutlu olmuştu...
Zaman artık nefes kesen nabzının heyecanlı vuruşlarıyla da
yarışıyordu!..
O zamanlar, kiralık elbiselerle fotoğraf çektirmeye
giden kaçakçıların, objektife böbürlenerek gösterdiği tek zenginlikti
saat!..
Fırat gibi akıyor zaman!..
Büyümenin sigara içmek, kahveye gitmekle kanıtlandığı o günlerde,
zamanı takip etmeyi kocaman olmakla eşdeğer tutan o çocuk, koluna
takılan gizemin coşkusuyla gün boyu sokaklarda caka sattı akranlarına...
Ta ki akşam olana kadar... Ta ki zaman; güneşin batışıyla doğuşu arasında o kısır döngüye saplanana kadar!..
Hava
kararınca, kolunda taşıdığı zamanı tüketmenin coşkusuyla eve dönen
çocuk, yüreğinde 37 yıl kapanmayacak o hüzünlü yarayla da tanışmış
oldu!..
Babasının, “saatin nerede Memed” sorusu, o masum gözlerini,
incecik bileğine odaklamasına yetti!.. Zaman işte asıl o an, bir kabus
filminin tek karede donmuş siyah beyaz fotoğrafı gibi duruverdi!..
“Başıma kaynar sular döküldü” deyimiyle o an tanıştı çocuk ve cılız bedenini, mağrur bir edayla taşıyan dizleri tutmaz oldu!..
Ağlayamadı
bile çocuk... Ağıt geldi boğazında kilitlendi, tıpkı pili bitmiş bir
saatin, zamanın devinimine yenilmesi gibi çaresizce tıkanıp kaldı...
O
gün o çocuk, babasının o sorusuna hiç yanıt veremedi... Aylardır
kolunda görmek için çırpındığı o saat; mahalle arasında coşkuyla
oynarken, belli ki siyah kemeri, ince bileğine büyük gelmiş olmalı ki,
kolundan uçuvermişti!..
Geçimini Suriye’nin mayınlı topraklarından
çay ve kahve getirerek kazanan babası Hüseyin, belki de o ana kadar ilk
kez kızmadı, bağırmadı ona... Keşke bağırsaydı ve keşke okkalı bir tokat
atsaydı da, o yara o gün kanayıp kurusaydı...
O saat, o gün
kaybedilen zamanlar gibi durdu ama merak etmeyin, o çocuk günde iki kez
doğruyu gösteren bozuk saatler gibi kalmadı!..
O gün bugün... Yıllar
boyu rüyasında yollara saçılmış saatler gören minik bir yürekteki
ıstırabı, 37 yıl sonra acıyla itiraf edebilecek kadar doğru durmaya
devam ediyor...
OKURLARA NOT: Bu gerçek öykü yaşandığında 10 yaşında
gibiydim o zaman... Tıpkı bugün 10 yaşını bitiren küçük oğlum Fırat
kadar... Bugün onun doğum günü... Bu öykü de işte ona, yaşamının her
saatini kayıp görmesin diye doğum günü armağanı...
Yorum Gönder