Nisan 2015
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Müjde yarın 1 mayıs özgürlükleri durdurma bayramı!..
AKP iktidarı ne diyor?

1982 Darbe Anayasası, bu millete dar geliyor, biz bu darbe Anayasasını tümüyle değiştirip, insan odaklı kişi hak ve özgürlüklerini daha da genişleten, özgürlükçü yeni bir Anayasa yapacağız.

Lafla peynir gemisi yürümüyor.

AKP iktidarı, her konuda olduğu gibi, özgürlükler konusunda da milletimizi aldatıyor. Elindeki o beğenmediği ve darbeci olarak yaftaladığı 1982 Anayasasının özgürlükçü maddelerini dahi uygulamıyor ve sözüm ona az bulduğu bu özgürlükleri dahi milletimize ve işçilerimize çok görüyor.

AKP iktidarı söylediklerinin tam tersini yapıyor. Darbeci Anayasa olarak tanımladığı 1982 Anayasasını yapan darbecilerin çıkardıkları yasalarla getirilen %10 seçim barajı ile 7 Haziran seçimlerine gidilmesine göz yumuyor, daha nice anti demokratik yasa hükümlerine sığınarak, kendisine siyasal rant sağlamaya çalışıyor.

Beğenilmeyen ve AKP iktidarı tarafından daha iyisinin yapılacağı vaat edilen 1982 Darbe Anayasasının insan hak ve özgürlüklerine ilişkin bazı maddelerine bakmakta yarar görüyoruz.

Darbe Anayasası Madde 13-Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.

Darbe Anayasası Madde 15- Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.

Darbe Anayasası Madde 23- Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir.
..............................................................................................................................
Seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek;
Amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir.

Darbe Anayasası Madde 34- Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.

AKP iktidarı ise; bu Anayasa hükümlerine rağmen,yarın kutlanacak olan 1 Mayıs Emek ve Dayanışma (İşçi) bayramı için, en başta İstanbul, Ankara ve İzmir gibi üç büyük ilimiz olmak üzere,tüm büyük kentlerimizde hangi önlemleri almaya çalışıyor?

O beğenmediği ve darbeci olarak yaftaladığı 1982 Anayasasının milletimize ve işçilerimize tanımış olduğu,yukarıda belirttiğimiz özgürlükleri yok etmeye, kullandırmamaya, durdurmaya ve askıya almaya çalışıyor.

Oysa, 1982 darbe Anayasasının yukarıda yer verdiğimiz ilgili maddeleri ne diyor;

-Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir,

-Temel hak ve hürriyetlerin kullanılması, kısmen veya tamamen, ancak ve ancak,  Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde ve milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla ve durumun gerektirdiği ölçüde durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir,

-Seyahat hürriyeti, kanunla sınırlanabilir, diyor.

Ülkemizin tamamında veya İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük illerimizde, Anayasada belirtilen organlar tarafından alınmış ve ilan edilmiş kararlarla uygulanmaya konulmuş bir savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hal var mıdır ki; İstanbulda 10 bin polisi, tomaları, biber gazlarını, tazyikli suları, jopları devreye sokarak, bu da yetmedi, otobüs, vapur ve metro gibi vasıtalarla sağlanan ulaşım ve seyahati durdurarak, meydanlara ve yollara barikatlar kurarak, o beğenmediğiniz 1982 darbe Anayasasına aykırı bir şekilde insanlarımızın ve işçilerimizin toplantı ve gösteri yürüyüşü, seyahat hak ve özgürlüklerini engellemeye ve durdurmaya çalışıyorsunuz?

Türk Milleti, Türk İşçi ve Emekçisi; AKP iktidarının, kendilerine reva gördüğü bu iki yüzlü, topal ve onuncu sınıf özgürlük anlayışını artık görmeli ve 7 Haziran seçimleriyle eline geçmiş bulunan fırsatı çok iyi değerlendirerek, 2016 senesinin 1 Mayıs kutlamaları için, 8 Haziran 2015 tarihi itibariyle, İstanbul Taksim Meydanındaki yerini ayırtmalıdır.

Bu vesileyle biz de, tüm Dünya işçileri de dahil olmak üzere, kendi milletimizin tüm işçi ve emekçilerinin,1 Mayıs Bayramını yürekten kutluyoruz.

30/04/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Türkiye’nin "Masraflı" Adaylık Sistemi Ve Yoksulların Demokrasideki Yeri
“Türkiye demokrasisinde sadece zenginler aday olur, yoksullar onlara oy verir” dersek buna basbayağı b“abartma”dır der misiniz?
Doğrusu ben de biraz öyle düşündüğüm için “Şunu biraz araştırayım” dedim.
İşte ulaştığım bilgiler ve “vaziyetimiz”:
Türkiye İstatistik Kurumu yani TÜİK, 2014 Eylülünde yayınladığı “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması”nda “halkımızın durumu” için diyor ki:
• %39,7’sinin konutunda “sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi vb.” sorunları vardır.
• %42,2’si oturduğu konutta “izolasyondan dolayı ısınma sorunu” yaşıyor.
• %65,4’ünün hanesinin -konut alımı ve konut masrafları dışında- taksit ödemeleri ve borçları var.
• %78,5’i “evden uzakta bir haftalık tatili”, %49’u “beklenmedik harcamalarını” ve %75,5’i “yıpranmış ve eskimiş mobilyalarını yenileme ihtiyacını” ekonomik nedenlerle karşılayamıyor.
*
Bu arada Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da 2013 yılında internette yayınladığı “Türkiye’de Aile Yapısı Araştırması”nda şöyle bir durum tesbit etmiş:
Türkiye’de bulunan yaklaşık 19 milyon aile’nin:
-1,2’sinin aylık geliri 5.600 TL ve üzeri.
- 3.8’inin aylık geliri 3.200-5.500 TL arası.
- 16.5’inin aylık geliri 1.900-3.000 TL arası.
- 16.9’unun aylık geliri 1.250- 1.870 TL arası.
- 23.1’inin aylık geliri 815-1.200 TL arası.
- 32.1’inin aylık geliri 450-810 TL arası.
- 6.4’ünün aylık geliri 430 TL civarında.
Bu hesaba göre, Türkiye’deki 19 milyon ailenin yüzde 1,2’si (19.000.000x1,2/100=) 228.000 aile ediyor değil mi?
Şimdi kendimize soralım:
-Peki, Türkiye’de bırakın milletvekilliği gibi hayli “masraflı” işleri, belediye başkanlığı, hatta çoğu zaman orta büyüklükteki beldelerde belediye meclis üyeliği de dahil, “aday” olup seçime girmek ve “siyaset yapabilmek için, 2013 ölçülerinde de olsa aylık 5.600 liralık gelir sahibi olmak yeterli midir?
Haydi partiniz size yük olmak istemediğinden sırf "aday “adaylığı kaydı” için herhangi bir “kaydiye” ücreti talep etmedi deyip devam edelim:
Ailenizin aylık 5.600 liralık geliri ile en az altı aylık bir seçim kampanyası sürdürüp; araçlar giydirip sokak sokak dolaştırabilir, caddeleri bayraklarla, duvarları boy boy afişlerinizle donatabilir, seçim yüzü suyu hörmetine her türlü dernek, ibadethane, futbol takımına “makul bir destek” atıp iyi kötü birkaç bin ailenin geçimine ufak bir koli yiyecek ile “katkı”da bulunabilir misiniz?
Bana kalırsa bu paralarla yapamazsınız.
Ama haydi “yine de yaparım, bal gibi de yapılır” dediniz.
O zaman devam edelim:
Ayda 5.600 lira geliri olup, ben bu işin üstesinden gelirim diyenler, eğer bütün Türkiye’de yani kabaca 76 milyonluk nüfusumuz içinde sadece 228.000 aileden çıkacaksa;
ve baba-oğul siyaset yapan birkaç kişi dışında her aileden ancak bir kişi adaylığa soyunacak olsa Türkiye’de seçilmek için ancak ve ancak 228.000 kişi çıkabilecek değil midir?
Hatta aylık 5.600 lira ne ki, örneğin ayda bunun üç katı, 16.800 lirayı cebinde göremeyen ne çoluk çocuğunun nafakasını çarçur etsin, ne yarı yolda pes edip girdiği siyaseti mahçup etsin derseniz, benim hesabıma göre bu memlekette “ben seçimlerde aday olabilirim” diyebilecek ve sonunu getirebilecek kişi sayısı (228.000/3=) 76.000 kişidir sadece.
Ne enteresan değil mi?
-Nüfus 76 milyon,
-“Seçilme” şansı olan kişi sayısı 76 bin.
Yani her bin kişide bir kişi.
*
Yine bu yukarıdaki verilere göre Türkiye’deki 19 milyon ailenin yüze 95’inin aylık geliri 3.200 liranın altındadır.
Bu rakamı “o eskidendi derseniz” iki defa yüzde on oranında arttırıp enflasyona endekslerseniz, 2015 yılı için (3.200x1,1x1,1=) 3.872 liraya ulaşırsınız.
O zaman, kabaca, “2015 yılında” bu memleketteki 19 milyon ailenin yüzde 95’inin aylık geliri 3.872 liranın altındadır diyebiliriz değil mi?
Nedir bu rakamın bir başka tanımı peki ?
Söyleyelim:
Bu rakam, Türk-İş’in yaptığı araştırmaya göre, “dört kişilik bir aile için” bu günlerdeki “yoksulluk” sınırı olan 4.344 liranın 472 lira da altındadır.
*
Şimdi…
Türkiye’nin çarpık gelir dağılımından dolayı söylenebilecekler bir yana; bu çarpıklığın siyasetteki etkisi çok vahim.
Rakamlar gösteriyor ki, Türkiye’de bu gün için, ortalama aylık 3.872,- liralık geliri olmayan ailelerin (ki bunlar Türk-İş’in hesabına göre yoksulluk sınırını aşamamışlardır) yüzde doksan beşinin aileden birini “seçilebilmek için” siyasete katma yani aday yapma şansı bulunmamaktadır.
O zaman şöyle bir durum ortaya çıkıyor:
-Nüfusun yüzde doksan beşi, kendi refah düzeylerinin yoksulluk sınırını aşabilmesi için asla siyasette “göreve” talip olamayacaklar, bunun için ancak başkalarına oy vereceklerdir.
-Siyaset yapma şansı olan ve bu işin masrafını göze alabilen sadece 76 bin kişi aday olabilecek, seçilecek ve siyasete yön verecektir.
-O söylediğimiz 76 bin “hallice” kişinin ne kadarı, kendi gelir düzeyindekilerinin dünya görüşünü benimsemiştir ve o yönde oy kullanır, ne kadarı fakir fukara için siyaset yapar onu da oturun siz hesabedin.
Sonuç olarak şunu söyleyebilir miyiz o zaman?:
-Türkiye’de siyasete katılıp söz sahibi olmak, nüfusun ancak binde birlik bir oranı için mümkündür.
-Mevcut siyasi uygulama, parası olanın “aday”, olamayanın ise sadece “seçmen” olabilmesi gibi bir sonuç yaratmaktadır.
-Siyasette “yoksulluğun varsıllar eliyle kalkındırılması” diye bir “umut” safdilliktir demeli miyiz bilemiyorum; ama o yoksulların siyasette söz sahibi olabilmesinin en “garantili” yolu, her halde pek para-pul gerektirmeyen bir yolla, örneğin çağın getirdiği İnternet imkanlarını da kullanarak bir an önce örgütlenmek ve lehlerine siyaseti “başkalarının lütfu” olarak beklememektir.

 Bülent Soylan

Korkunun Ecele Faydası Yoktur - Gündüz Akgül
Türkçemizdeki güzel deyimler, olayları çok güzel açıklayan kısa ve öz söylemlerdir…
Başlıktaki deyim, “Ne kadar korkarsan kork her şey olacağına varır, senin korkun sonucu değiştirmez" anlamında kullanılmıştır…
7 Haziranda yapılacak Genel seçimlerde MHP hariç, barajı aşma olanağı olan partiler seçim bildirgelerini açıkladılar…
13 yıldır iktidarda olan AKP, şimdiye kadar yapılan seçimlerde kendinden emin ve tek başına iktidara geleceğini bilerek diğer partilerin seçim bildirgeleri ve seçim vaatleri ile pek ilgilenmiyordu…
Geçmişten ders alan muhalefet partileri (CHP, HDP), bu kez somut vaatler ve çözümlerle halkın huzuruna çıktıklarında AKP’yi bir telaştır aldı…
İşleri, güçleri muhalefet partilerinin vaatlerini ve seçim bildirgelerinde önerdikleri somut çözümleri çürütmeye kalmaya çalışıyorlar…
AKP Genel Başkanı ve partinin diğer yetkilileri bu işi yapsalar siyasetin gereğidir der geçerdik…
Anayasada yazılı, seçildikten sonra partisi ile ilişiğini kesmesi gerekeceği ve tarafsız kalacağı konusunda namus ve şerefi üzerine ant içen Cumhurbaşkanı bu işe bulaşınca, bize de bunu eleştirmek hakkı doğuyor…
CHP’nin seçim bildirgesinde çiftçilere mazotu 1,5 liradan vereceği vaadi, her ne hikmetse tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanının çok rahatsız etmiş olacak ki katıldığı bir programda, Adeta AKP Genel Başkanı gibi CHP’yi ve Genel Başkanını topa tutarak, "Mazot desteğini hep konuşuyorlar. Bunu 2003 yılında ilk defa biz başlattık. Bazıları mazot üzerinden çiftçilerimize selam göndermeye çalışıyor. Bu hak gaspıdır"  demekte sakınca görmemiştir…
 Şaşırmamak elde değil…
Senin başlattığının daha iyisini ve çiftçi lehine olanı başkasının yapma hakkı yok mudur?
Seninle hiçbir siyasi bağı olmayan muhalefet partisi seçim vaadinde bulunurken senden mi izin alacaktı?
Bu korku niye?
Yapılan son kamuoyu yoklamalarında AKP’ oylarının %40’ın altına düştüğü korkusu mu sardı?
AKP, iktidardan düştüğü takdirde, yolsuzlukları, usulsüz kadrolaşmaların, hukuku tanımamalarının, şu andan düşman bellediği ve paralel yapı olarak nitelendirdiği Cemaatle birlikte yaptığı kumpasların hesabının sorulacağının bilincinde olarak,  gün geçtikçe sertleşmekte ve hukuk dışı işlemlere başvurmaktadır…
İşte bunun için diyoruz ki korkunun ecele faydası yoktur…
Gün gelecek bunların hesabı bir, bir sorulacak…

29.04.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet savcısı

Güner Yiğitbaşı: Ayıptır ve günahtır!..
Tayyip Bey; ATO Congresium'da Türkiye Tarım ve Kırsal Kalkınma Hamlesi Proje Uygulamaları Tanıtım Programı'na katılarak burada bir konuşma yapmış, çiftçilere mazot'u 1.5 liradan satacakları vaadinde bulunan CHP'yi ve lideri KILIÇDAROĞLU'nu eleştirerek, çiftçilere mazot desteğini ilk kez kendilerinin başlattığını hatırlatarak, "Mazot desteğini hep konuşuyorlar. Bunu 2003 yılında ilk defa biz başlattık. Bazıları mazot üzerinden çiftçilerimize selam göndermeye çalışıyor. Bu hak gaspıdır" diye konuşmuş.
Ayıptır ve günahtır.
Tayyip Bey, muhalefet partilerinden ne istiyor?
En başta CHP olmak üzere, muhalefet partilerini acımasızca eleştirmek, tarafsız olması gereken bir cumhurbaşkanına hiç yakışıyor mu?
Beni halk seçti, bu nedenle ben alışılmışın dışında bir cumhurbaşkanı olacağım,yetkilerimi zorlayacağım, çok çalışacağım, koşacağım, yorulacağım ve terleyeceğim diyerek yola çıkan Tayyip Bey'in; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına uyan ve Anayasanın öngördüğü koşulları taşıyan tarafsız bir cumhurbaşkanı olamadığına, AKP Genel Başkanı gibi AKP yararına çalışmasına, AKP'nin propagandasını yapmasına, ister istemez alıştık ve sineye çekmek zorunda kaldık diyelim, ama, doğrudan muhalefet partilerine dil uzatarak, onları haksız ve acımasız bir şekilde pervasızca  eleştirmesini, muhalefet partilerinin en doğal hakları olan, seçim beyannameleri ile kamuoyuna açıkladıkları, seçimi kazandıkları taktirde halkımıza sunacakları hizmet ve vaadlerini, kendi ön yargısını kullanarak gerçekleştirilemez vaatler olarak karalamasını, muhalefet partilerine doğrudan sözle saldırmasını anlamak ve hoşgörmek, asla mümkün değildir.
Tayyip Bey; hiçbir hukuk kuralına, hak ve adalet kavramına, seçimlerin dürüstlüğüne ve selametine uymayan ve dünyadaki hiçbir parlamenter  demokraside bir örneğine rastlanamayan bu kural tanımayan keyfi tutumuyla, 7 Haziran seçimlerine fesat karıştırdığının, seçimlerde hangi parti veya partiler başarılı olurlarsa olsunlar, bu koşullarda yapılan bir seçimin adil bir seçim sayılamayacağının farkında mıdır?
Tayyip Bey; kendisini bu ülkenin cumhurbaşkanı olarak görüyor ise, artık başbakanlık dönemini ve başbakan olarak yaptığı icraatlarını unutmak ve Anayasanın Cumhurbaşkanına tanıdığı görev ve yetkileri yerine getirmekle yetinmek zorundadır. Hadi diyelim ki, AKP ile ilişkisini kesemiyor, AKP'nin propagandasını yaparken, hiç değilse muhalefet partilerinin yaptıkları propaganda ve seçim vaatlerini görmezden gelmeli ve onları açıktan eleştirmemelidir.
Tayyip Bey; çiftçilere mazot desteğini, 2003 yılında ilk kez kendilerinin başlattığını beyan ettikten sonra, 7 Haziran seçimlerini kazanmaları halinde, mazotu çiftçiye 1.5 liradan satacaklarına ilişkin KILIÇDAROĞLU'nun vaadini kötülüyor ve KILIÇDAROĞLU'nu, mazot üzerinden çiftçilerimize selam göndermeye çalışmakla suçlayarak, bunun hak gaspı olduğunu beyan ediyor.
Çiftçiye mazot desteğinin 2003 yılında ilk kez Tayyip Bey ve AKP tarafından başlatılmış olması, mazot üzerinden propaganda yapma hakkını; kullanım hakkı sadece Tayyip Bey'e ve AKP'ye ait ve muhalefet partilerinin kullanması yasak olan, tescil ettirilmiş ve özel marka haline getirilmiş kendi tekelleri altındaki bir (icat) hak haline mi getirmiş oluyor?
Tayyip Bey o kanıda olmalı ki; mazot fiyatları üzerinden seçim propagandası yapan CHP ve onun genel başkanı KILIÇDAROĞLU'nu, çiftçiye mazotu 1.5 liradan vereceklerine ilişkin vaatleri nedeniyle, hak gaspında bulunmakla suçlayabiliyor.
Bize göre, Tayyip Bey; bu akıl almaz ve hukuk dışı tekelci çıkışıyla, CHP ve KILIÇDAROĞLU'nun emeklilerimize iki maaş ikramiye sözünden sonra, çiftçiye 1.5 liradan mazot satacakları vaadinin de tuttuğunu ve CHP'nin iktidar alternatifi bir parti haline geldiğini itiraf etmiş oluyor.
Tayyip Bey şu gerçeği iyi bilmelidir ki; Başbakan iken yaptıkları, kendisine ve AKP'ye, sadece kendilerinin kullanabileceği tescilli bir marka hakkı bahşetmez, başka partiler de, aynı icraatları, geliştirerek ve daha da iyiye götürerek, halkın yararına sunabilir ve bu konudaki seçim vaatleri de, hiçbir şekilde, bir hak gaspı olamaz.
Bizden hatırlatması,Tayyip Bey; konuşmalarına biraz daha dikkat etmelidir, zira, mazot konusundaki bu tekelci düşünce ve beyanlarıyla, kendisini diktatörlükle suçlayan kesimlerin eline yeni bir koz vermektedir.

29/04/2015
Güner YİĞİTBAŞI 
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Büyük Yalancı - Cüneyt Arcayürek
Yıllardır tepemizde ulusal nefret duygusunun kaynağı, ikide bir ben ulusal iradeyim diye demokrasinin oy nimetini kafamıza vurarak saltanat süren…
…. yoksulun cebinden aldığı milyarlarla inşa ettiği Kaçak Saray’da millete dik tavırlar sergileyen bu adam……
…nedir ne değildir? Başbakan mıdır, parti başkanı mı yoksa oylarını cebine indirdiği cumhurun başkanı mıdır, diye sorguladığımız sırada çıktı ekranlara…
…halkı, toplumun zinde, aydın kesimlerini budala yerine koyan, tabii ertesi günü medyada tek sözcüğünü göremediğiniz şaşırtıcı, hayret verici bir açıklama yaptı.
Bu açıklamanın bir de öncüsü var.
Tepedeki adamın vesayetindeki AKP Genel Başkanlığı’na getirdiği, başbakan sıfatı verdiği Bay AD!
Bay RTE’den birkaç gün önce Bay AD, Kaçak Saraylı’nın tarafsız bir cumhurbaşkanı olduğunu söyledi de üç beş köşede alaya aldık bu sözünü.
Bu da başbakanlık seviyesinde yalakalık, diye omuz silkip geçtik.
***
Meğer Bay AD’nin ciddiye almadığımız bu sözü, İstabul’a gittiğinde geceleyeceği bir sarayı milyarlar harcatarak onaran, hatta oturacağı taht misali koltuğu altınla kaplattığı iddia edilen Bay RTE’nin birkaç gün sonraki inanılmayacak açıklamalarına zemin hazırlamakmış!
TV’de izleyemediğiniz bu açıklamalarda Bay RTE, bir başbakan, parti genel başkanı gibi yaptığı, AKP’ye halkın bu seçimde 400 milletvekili bağışlamasını istediği bütün partici konuşmalarını şöyle yorumladı:
“Ben herhangi bir partinin genel başkanı değilim” diye, sahada AKP genel başkanı olduğunu kanıtlayan ilk hayret veren cümleyle başladı söze ve…
“Gördüğüm yanlışlar varsa… (oysa düpedüz seçim vaatlerini ele aldığı muhalefete saldırıyor)… bunları da uyarma gibi bir görevim var” diye tanımlıyor.
Şimdi sıkı durun, her gün AKP’ye oy dilenirken AKP’den başka hiçbir partiye sıcak bakmayan Bay RTE, “Tarafsızlığım bunu gerektirir” diye anayasada yazılı zorunlu bitaraflığı yerine getirdiğini içeren muazzam bir yalan söylüyor.
***
Dahası var.
Yok yahu bu kadarı da olmaz diyeceksiniz ama nafile.
Zira Bay RTE, muazzam tarafsızlık yalanına ikinci bir yalan içeren şu eki yapıyor:
“Ben bütün siyasi partilere eşit mesafedeyim” diyor.
Hani bize açtığı davalara bir yenisini eklemeyeceğini bilsek, bu açıklamalar kocaman bir yuhhh hak ediyor, diyeceğiz ama..
Tarafsız ve bütün partilere eşit mesafede olduğunu söyleyen Bay RTE, bu söylediklerini aynı konuşmada yalanın yalancısı olduğunu şu ifade ile kanıtlıyor:
“Seçim sürecinde (muhalefetin) ortaya saçtığı vaatlerini nasıl olsa iktidara gelemeyeceklerinin ürünü olarak görüyorum. Sırtlarında yumurta küfesi olmadığı için akıllarına düşeni, ağızlarına geleni vaat ediyorlar.”
***
Yalancının mumu yatsıda da değil...
Hep söyler durur: Millet muhalefetin hesabını görür diye.
Öyleyse bir gün olsun, tarafsızım, partilere eşit mesafedeyim dediğin sözünün arkasında dur bari!
12 yıl ekonomiyi yönettim, diyorsun.
Pekâlâ CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “Sen yakutta, incide, yatta, elmasta vergiyi indiriyorsun. Ben de köylünün mazotunu sıfırlıyorum” saptamasını nasıl olur da muhalefetin uçuk vaadi diye yaftalayabiliyorsun.
Martın 10’nundan 30’una kadar TV’lerdekii naklen yayınlarda haddini aşarak, konumunu çiğneyerek tam 100 dakika muhalefete saldıran konuşmalarını ne yapacağız?
Tarafsız ve partilere eşit mesafede isen sus da, hiç olmazsa 7 Haziran’ı bekle!

Cüneyt Arcayürek /Cumhuriyet

Sadece Hakimler değil herkes haddini bilecektir!..
Ülkemizde yaşanan son tahliye krizinden, mevki ve makamları ne olursa olsun, herkesin kendisine bir ders çıkararak, anayasanın ve yasaların kendisine tanıdığı görev ve yetkilerin sınırlarını zorlayarak sorumsuzca davranmaması gerektiğinin bilinci içinde görevini yerine getirerek, toplumu boş yere gerip bir kriz ortamı yaratmamaları zorunludur.

Hukuk devleti olduğunu iddia eden ve hukukun üstünlüğünü kabul eden, bunu anayasasına da yazan demokratik ülkelerde, yargı yetkisini Türk Milleti adına kullanan mahkemelerimizde görev yapan hakimlerimiz, yargı görevlerini, usul yasalarında belirtilen usul kuralarına uyarak yerine getirmek zorundadırlar.

Usul yasalarımız, her mahkemenin ve hakimin görevlerini açıkça belirlemiştir. Usul kuralları; kamu düzenine ilişkin kurallar olup, bu nedenle usul kurallarındaki yasal değişiklikler geriye yürür ve usul kuralları, esastan da önce gelir. Esasa ilişkin bir sonuca, usul kurallarına uymak suretiyle ulaşmak zorunludur.

Bir mahkemenin, bir hakimin hangi görevleri yerine getireceğini ve o görevin gerekli kıldığı yetkileri kullanacağını usul yasalarımız açıkça belirlemiştir.

Burada görev ve yetkinin ne anlama geldiğini kısaca izah etmek gerekirse;

Görev; aynı yargı çevresi içindeki çeşitli mahkemelerimizin ve hakimliklerimizin, hangi tür yargısal faaliyetleri ve davaları yürüteceğini belirler. Her görev, aynı zamanda bir yetkiyi de içerir. Ancak, görevin içerdiği bu yetkiyi, mahkemelerimizin ve hakimliklerimizin, kendi yargı çevreleriyle sınırlı olan teknik anlamdaki yargı yetkileri ile karıştırmamak gerekir.

Bu itibarla, yargı dilinde teknik anlamda mahkemelerimizin ve hakimliklerimizin yetkilerinden söz ettiğimizde,mahkemelerimizin ve hakimliklerimizin,yer itibariyle, başka bir anlatımla, yargı çevreleri itibariyle yapabilecekleri görevler akla gelmelidir.

Yani mahkemelerimiz ve hakimliklerimiz, usul yasalarının kendilerine verdiği yargısal faaliyetleri ve görevleri, yer itibariyle, ancak görevli oldukları kendi yargı çevreleri içinde ve bu çevre ile sınırlı olarak yerine getirme yetkisine sahiptirler. Bir örnek vermek gerekirse, adam öldürmek suçunun failini yargılamaya Ağır Ceza Mahkemeleri görevli ve yetkili iseler de, İstanbul Ağır Ceza Mahkemelerinin görevli oldukları İstanbul belediye sınırları içinde kalan İstanbul yargı çevresinin dışında kalan Ankarada işlenen bir adam öldürme suçunun failini yargılama konusunda, İstanbul Ağır Ceza Mahkemelerinin yetkileri bulunmamaktadır. Suç ağır ceza mahkemelerinin görevine girdiğine göre, bu cinayet failini Ankara Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılamayalım, İstanbul Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılayalım diyemeyiz.Aksi halde, usul yasalarında yer alan ve adam öldürme suçunun  işlendiği yerdeki (yargı çevresi içindeki )görevli ağır ceza mahkemelerini yetkili kılan usul kuralı çiğnenmiş olacaktır.

Nasıl, adam öldürme suçunun failini yargılamakla görevli olan bir ağır ceza mahkemesi, kendi yargı çevresi içinde işlenmemiş olan adam öldürme suçunun failini yargılama konusunda yetkili değilse, aynı yargı çevresi içinde bulunsalar dahi, bir yargı işini yerine getirme görevi bir mahkemeye veya hakimliğe verilmişse, o yargı işini başka bir mahkeme üstlenerek yerine getiremez.

Ceza Muhakemesi Yasamız, henüz hakkında kamu davası açılmamış ve sanık sıfatını almamış ve hakkındaki hazırlık soruşturması devam etmekte olan  şüpheli konumundaki zanlıların tutuklanmalarına ve tahliyelerine ilişkin taleplerin değerlendirilmesi işinde sulh ceza hakimliklerini görevli kıldığından, bir yargı krizine neden olan tahliye kararı konusunda, İstanbul Asliye Ceza Mahkemelerinin bir görev ve yetkileri bulunmamaktadır. Bu nedenle, 32.Asliye Ceza Mahkemesinin tahliye kararı, Ceza Muhakemesi Yasasına aykırı olarak alınmış bir karar olup, İstanbul Sulh Ceza Hakimliği tarafından alınan, bu tahliye kararının yok hükmünde olduğuna ilişkin karar da, Ceza Muhakemesi Yasasına aykırı ve yok hükmünde olan bir karardır.

Burada yapılması gereken; İstanbul 32. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından görevli olmadığı halde alınan tahliye kararını geçersiz kılabilmek ve uygulamamak  için, bu karar aleyhine İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde itiraz kanun yoluna başvurmak olmalıydı.

Bu yargı krizi; kendi hukuk ve anayasa ihlallerini görmezlikten gelen, anayasaya aykırı olarak, anayasayı askıya alarak parlamenter sistemi fiilen bekleme odasına, tarafsızlığını ve ettiği tarafsızlık yeminini ayaklar altına alan Tayyip Bey'in  ve şakşakçılarının, çifte standart hukuk ve demokrasi anlayışlarını yeniden gözler önüne sermiş ve bu ülkede, sadece ben yasaların ve anayasanın üzerine çıkabilirim diyen bir kişinin söz sahibi ve etkili olduğu bir Türkiye profilini ortaya koymuştur.

Şayet, bu ülkede, gerçekten hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir hukuk devletinin var olduğunu iddia etmeye devam edeceksek, en sade vatandaşından başlamak üzere, hakimlerinin ve cumhurbaşkanının da yasalara ve anayasaya saygılı olmaları ve hadlerini bilmeleri gerekmektedir.

28/04/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Yargıyı Çökerttiler - Gündüz Akgül
Bağımsız yargı hukuk devletinin olmazsa olmazıdır...
Yargıda görev alan tüm Yargıç ve Cumhuriyet Savcıları, belli bir siyasi görüşte olabilirler, aydın kişiler olarak bu gereklidir de…
Yargıç ve Cumhuriyet Savcılarının daima iki şapkalarının olması kaçınılmazdır…
Özel yaşantılarında giyecekleri sivil şapkası altında, kişiliklerine zarar vermeyecek şekilde serbestçe davranabilmeleri gayet doğaldır…
Ancak yargı görevini yaparken giymeleri zorunlu olan yargı şapkası altında istedikleri gibi davranamazlar…
Görev yaparken, adil ve bağımsız yargının gereğini yerine getirmekle yükümlüdürler…
Aksi halde adil ve bağımsız yargıdan söz etme olanağı yoktur…
Bu şekilde davranmadıkları takdirde, hem yargıya olan güven sarsılır, hem de keyfi karar verme yolu açılır…
Bunun zararı da yurttaşların tümüne dokunur…
AKP döneminde Yargıç adaylarının alımında, yandaş adayların alındığı, sözlü sınavlarda adaletsizlikler yapıldığı yıllardır yazılıp söylenmektedir…
17-25 Aralık olaylarına kadar iktidarın iki ortağı (AKP –Cemaat) al gülüm, ver gülüm hesabı çok iyi geçinip tüm kurumlarda ortaklaşa kadrolaşırken, ortaklık bozulunca sonuçları yargıda da görüldü…
Daha önce malum (Ergenekon, Balyoz ve diğerleri)  davalarda kahraman olarak gösterilen Yargıç ve Cumhuriyet Savcıları, ortaklık bozulunca açığa alındılar, soruşturmalara uğradılar, Orduya kumpas yaptıkları, görevlerini kötüye kullandıkları anlaşıldı…
Erki elinde tutan iktidar partisi 11 yıllık ortağını paralel, Haşhaşi diye suçlamaya başladı…
Bu arada ne olduysa, uzun süre tutuklu kalan asker, aydın ve yazarlara oldu…
Bu olaylar sonucunda %80 güven duyulan yargıya, güvenen yurttaşların oranı %30’lara kadar indi…
Son rezalet, tutuklu olan polislerin tahliyelerinde yargının nasıl ikiye bölündüğünü gözler önüne serdi…
Kimin doğru, kimin yanlış karar verdiği hukuktan yeteri kadar haberi olmayan ve şaşkınlık yaşayan yurttaşları bilgilendirmek amacıyla yasal dayanaklardan bahsederek olayı açıklamaya çalışacağım…
5235 Sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri İle Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş Görev Ve Yetkileri Hakkındaki Yasanın İkinci bölümünün 8. Maddesi ceza mahkemelerini, Sulh Ceza, Asliye Ceza ve Ağır Ceza Mahkemeleri ile özel kanunlarla kurulan diğer ceza mahkemeleri, şeklinde saymıştır…
Türk Ceza Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 6545 Sayılı Yasanın 46. Maddesiyle, 5235 sayılı yasanın 8. Maddesindeki “Sulh Ceza” sözcükleri madde metninden çıkarıldığı için, Sulh Ceza Mahkemeleri tarih oldu…
Ancak;
 6545 Sayılı yasanın 48. Maddesiyle, 5235 Sayılı yasanın 10. Maddesini başlığı ile birlikte değiştirilerek “Sulh Ceza Hâkimliği”  adıyla yeni bir yargı kurumu oluşturulmuştur…
Maddenin başlığı “Sulh Ceza Hâkimliği” olarak değiştirilirken, madde içeriğinde ise Hâkimliğin görevleri şu şekilde belirtilmiştir…
“Kanunların ayrıca görevli kıldığı hâller saklı kalmak üzere, yürütülen soruşturmalarda hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları almak, işleri yapmak ve bunlara karşı yapılan itirazları incelemek amacıyla sulh ceza hâkimliği kurulmuştur.
İş durumunun gerekli kıldığı yerlerde birden fazla sulh ceza hâkimliği kurulabilir. Bu durumda sulh ceza hâkimlikleri numaralandırılır. Müstakilen sulh ceza hâkimliğinde görevlendirilen hâkimler, adli yargı adalet komisyonlarınca başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez…”
Gelelim İstanbul’da karışıklık yaratan olaya…
Bu yasal açıklamalardan sonra İstanbul 32. Asliye Ceza Mahkemesinin tutuklu sanıkları salıverme (tahliye) yetkisi bulunmamaktadır…
Olay soruşturma aşamasında olup,  iddianame ile mahkemeye dava açılmadığına göre sanıklar hakkında her türlü kararı vermek yetkisi Sulh Ceza Hâkimliğinindir…
Umarım anlaşılabilir bir açıklama olmuştur…
Yargıç ve Cumhuriyet Savcısı onun, bunun adamı olamaz ve olmamalıdır…
Bu tür yıpratıcı savlar, yargıya 32 yılını veren biri olarak, içimi acıtmaktadır…
Ayni zamanda vicdanıyla adil ve bağımsız yargıyı gerçekleştirme gayretini gösteren meslektaşlarımızı da töhmet altında bırakmaktadır…
Herkesin yargıdan elini çekmesi ve yargıyı, yargıya bırakması ülkenin ve hukuk devletinin yararınadır…

26.04.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Sevgili okuyucular, ülkenin sayısal parametrelerle okunan bir analizini toplumsal olguların niteliksel varlığını anlamak için kullanamazsak bataktan çıkamayız. Söylenen, yazılan ve okunanların doğru olup olmadığını sayısal analizlere dayandıkları zaman daha iyi anlıyoruz. Bu, pazara giden adamın cebindeki parayı bilmesi kadar önemlidir. Bu bir cahil megalomanisidir. Köyden kente akıp gelmiş, kente daha ısınamamış insanlara yapışan bir yeni hastalık gibi.

Sayılar ve Nitelikler - Doğan Kuban
Türkiye’nin geçmişinde nereden nereye geldiğimizi kendi yaşamım üzerinden gözden geçirdim. Bazı sayısal ve niteliksel gözlemler bana bugünün dengesizliğini daha iyi anlatıyor gibi geldi. Sayının yaşamın, matematiğin de uygarlığın olmazsa olmaz bileşenleri olduğuna inanıyorum.

Yurtdışına üniversite bitene kadar çıkmadığım için 1954’e kadar köylerden, yurtiçinden, Ankara ve İstanbul’a, nüfus, kent, gelir, ev kirası, gıda fiyatları üzerinde bilgilerim var. Memurların, işçilerin, köylülerin, ustaların, mühendislerin, subayların kaç para aylıkla yaşadığını biliyorum. İnsanlar ve gelenekler, okullar, öğretmenler, halk, küçük kentler, başörtüsü, çarşaf konularında da doğrudan yaşam bilgilerim var. Bugün bunlar, Cumhuriyetin başından bu yana ilginç bir değişme süreci anlatıyorlar. Bunu benden daha iyi anlatacak pek çok insan olduğunu da biliyorum.

1932-33’de İstanbul Cerrahpaşa’da Davutpaşa İlkokulunun birinci sınıfına gittim. Cerrahpaşa, Davutpaşa mahalleleri eskimiş, bakımsız kent köşeleriydi. En önemli öğeler Cerrahpaşa ve Davutpaşa camileri ve Cerrahpaşa Hastanesiydi. O sırada otomobil falan yoktu. Anneannem ve büyük teyzem çarşaflı, annemin ablası başörtülü, annem, kız kardeşi, büyük amcamın kızı başı açık idiler.

1933-34’de Beşiktaş Akaretler’de ikinci sınıfa gittim. Ihlamur’la Yıldız’da Harp Akademisi arası bir parktı. Kadın öğretmenlerin ve kız çocukların başı açıktı.

34 -35’de Elaziz’e gittik. Kentin nüfusu 10.000 civarında idi. Bölge Şeyh Sait isyanının etkilerinin daha unutulmadığı bir dönemi yaşıyordu. Memurların eşlerinin başları açıktı. Başörtülü, çarşaflı halk normaldi.

EV KİRASI 8 LİRA
1935-37’de Eğirdir’de okudum. Öğrencilerin başı açıktı. Memurların eşlerinin başları açıktı. Kasabanın kadınları başörtülü idi. Oturduğumuz Yazla Köyü’nde Dağ Talimgâhı kumandanının evinin aylık kirası 8 lira, bir büyük Isparta halısı 100 lira, Barla nahiyesinden gelen bir eşek yükü kavun – karpuz 80 kuruş, bir  okka üzüm 3 kuruştu. Eğirdir’in biri Kale içinde, biri Kale dışında, iki mahallesi vardı. Gölde Çapak denilen bir balıkla, Siroz denen ve yumurtasıyla birlikte yakalanan büyük balıkları hatırlıyorum. Göldeki adalardan biri büyüğünde bir Rum mahallesi vardı ve sessiz sinemayı halka askerler ilk kez seyrettirdiler.

1937-38’de Denizli’de orta mektebin 1. sınıfında okudum. Kentin nüfusu 15.000 civarında idi. Kadın hocaların, memur eşlerinin, kız öğrencilerin başları açıktı. Yerli kadınların başörtüleri vardı. Çarşaf anımsamıyorum. Uzak yerlere, örneğin İncili Pınar denen havuzlu bahçeye, piyade ve topçu alaylarının kışlalarına paytonla (fayton) gidilirdi. Evler bahçe içinde, en çok iki katlı idi. Bahçeler birbirlerinden yüksek duvarlarla ayrılmışlardı. Sokaklarda açık su kanalları vardı. Kentin büyük, ve o zaman Anadolu’da ünlü olan bir lisesi vardı. Bana matematiği sevdiren, gencecik bir kadın öğretmendi. Kente futbol yeni gelmişti.

1938-1943 yılları arasında Ankara’da Samanpazarı’nın altında, Hergele Meydanı’nda, galiba E. Egli’nin tasarladığı modern Gazi Lisesi’nde okudum. Ankara’da iki erkek bir kız lisesi vardı. Yenişehir’de Yüksel caddesinde oturuyorduk. Bahçe içinde tek katlı bir evdi, kirası 65 TL. idi. Babam albaydı, maaşı 240 lira idi.

1943-49’da İstanbul’da Yüksek Mühendis Mektebi ve sonra Teknik Üniversite’de yatılı okurken, ailem ayda 30 lira harçlık gönderirdi. Tramvay 3 ve 5 kuruştu. 1949’da üniversite mezunu olduğum sırada İstanbul nüfusu 800.000 idi. Yüksek mühendis maaşı 175 liraydı. Asistan olarak tezimi bitirdiğim zaman maaşım 280 lira oldu. Ev kirası Anadoluhisarı’nda 100 lira idi. 1965’de profesör olduğum zaman Anadoluhisarı’nda bir yalı kirası 500 lira idi. Boğazın üst kesiminin nüfusu 50 000 idi. Bunlara biriki sayı daha eklenebilir. Doğduğum zaman Türkiye’nin nüfusu 10 milyon civarında imiş. 1933’de 15 milyondu. 1949’da üniversiteyi bitirdiğim zaman belki 20 milyon olmuştu.

1923’de nüfusun %90’ı köyde yaşıyordu. Bu sayılar ilk Cumhuriyet idaresi yerini Demokrat Parti’ye bıraktığı zaman Türkiye’nin ne kadar küçük bir ülke olduğunu anlatır. Savaşlar dönemini savaşa girmeden atlatmış nadir ülkelerden biri idi.

Bugün uluslararası istatistiklerde, gelişmişlik ve öğretim performansı gibi alanlarda utandırıcı düzeylerde bulunuyoruz. Türk insanı Japon insanının 250’de biri kadar kitap okuduğu için ülke ‘ha babam’ yöntemi ile idare ediliyor.

Ankara’nın Ulus’dan Kavaklıdere’ye ve Cebeci’den Maltepe’ye giden iki caddesi ve bir de Ulus’dan İstasyon’a giden üç önemli caddesi vardı. Dışkapı’dan Ulus Meydanı’na gelen büyük caddede İstasyon Caddesi kavşağında Büyük Millet Meclisi, meydanda büyük heykel, sonra Kavaklıdere’ye uzanan tek caddede Sümerbank Binası, Merkez Bankası, Maarif Vekaleti ve biriki banka, Bonatz tarafından operaya çevrilen Şevki Balmumcu’nun sergi evi, Belediyeler Bankası, Radyo Evi, Kız Enstitüsü, Sağlık Bakanlığı, Orduevi, Kızılay, İç İşleri ve Bayındırlık Bakanlığı, arkada Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı vardı. Sonra sefaretler geliyordu.

Ankara’da sadece otobüs işlerdi. Sinema 25 kuruş, okul harçlığım 15 kuruştu. Liseyi bitirdiğimde kentin nüfusu 150200.000 arasında idi.

ÇAĞDAŞ DÜNYAYI ÖĞRENMEYEN TOPLUM 
Batmış imparatorluk hayalleriyle yaşayan, fakat İslamı, Osmanlıyı, Cumhuriyeti ve çağdaş dünyayı öğrenmeyen bir toplum var. İş adamları, politikacılar ve kentleşmeyen bir halk, Batının yönetiminde gelişmiş bir düşünce manipülasyo nu ile, tüketici bir sömürge ekonomisin kurbanı. Batılı jargonda boğulmuş, kendi söylemi ile zehirlenen, bilmem kaçıncı Cumhuriyetçi, Osmanlıcı, Türkçü, dinci ne idüğü belirsiz şamata söylemcilerinin yarattığı düşüncesiz, müsrif kalabalıklar  oluşmuş.

Çoğunluğu İstanbul’da yaşayan, tek amaçları para kazanmak olan yoz ve amaçsız bir kentlileşememiş toplum var. Bu halk bu iktidarla örtüşüyor. Fakat sistemin celladı da yine bu halk olacak! Televizyonlarda, vitrinlerde gördüklerini alamadıkları zaman, televizyonlu başörtülüler, AVM seyircileri, şişirilmiş istekleri yerine gelmediği, kendilerini yolda bırakılmış olarak algıladıkları zaman, kendi iktidarlarının celladı olacaklar.

Dünyada iki temel insan grubu var, çağdaşlar ve şaşkınlar. Eskimiş Avrupa politik jargonunu kullanan bilmem neci medya Türkiye’nin gerçeklerini aydınlatmıyor. Halkı şaşkına çeviriyor. Şaşkınlık kaynağı ise teknolojide ileri olan kapitalist ülkelerin, bu açgözlülerin önüne sürdüğü yalancı bir gelecek cennet imgesi.

Sevgili okuyucular,
Değişik bir sömürgecilik aşamasına geldik. Dünyada tek bir evrensellik var: Bilim ve teknolojinin tanımladığı ve herkesin ona ayak uydurmaya çalıştığı yeni bir dünya imgesi. Müslümanlar bunu hâlâ Hıristiyanların yarattığı bir dünya ve bir antagonizma olarak gördükleri için sürünüyorlar. Bilim ve teknoloji öğreneceklerine, Batının müşterisi olarak yaşıyorlar. Geleceklerini Batılı kapitalistlerin kumar masalarındaki oyunlarına bağlamışlar. Kuşkusuz ‘ha babam’cılık ve garip bir mirasyedicilik (Bu hangi miras ise!) boş bir çabadır.
Ama acı çeken ve çekecek halka ne olacak?

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

AKP’yi İndirmenin Adresi CHP’dir! - Mustafa Balbay
MHP dışında Meclis’te grubu bulunan siyasi partilerin tümü seçim bildirgelerini açıkladı. Medyadaki genel algıya bakıldığında en çok gündem oluşturan bildirgenin CHP’ninki olduğu görülüyor. CHP’nin önünde şimdi, kaynaktan kadroya kadar bu vaatlerini nasıl ve kimlerle yerine getireceğini toplumun en geniş kesimlerine anlatma sorumluluğu var.
Anadolu’nun kahvelerine, semt pazarlarına kadar ulaşan CHP bildirgesinin hem ciddi bir destek aldığı hem de öteki partiler katında telaş uyandırdığı dikkati çekiyor. Bir söz vardır; ne kadar büyük doğruları söylersen söyle, söylediklerin halkın anladığı kadardır.
Geçmişte AKP’ye oy veren seçmenlerin bir bölümünün CHP’nin vaatlerini anlamaya ve inanmaya çalıştığını birebir sahada gördük.
HDP’nin vaatleri ise Türkiye partisi olma çabasının tipik bir yansıması.
AKP’nin bildirgesi, matbaaya giderken düşen boşluklar doldurulduktan sonra tamamlandı. Eğer Davutoğlu, “son eklemeleri ben yapmamıştım, araya birisi koymuş” demezse AKP’de seçmenin karşısına bu bildirgeyle çıkacak.

***

Siyaset gündeminin son dönemdeki ana konusu şu:
AKP oylarındaki erimeye karşılık hangi parti ya da partiler yükseliyor, AKP iktidarının sandığa gömülmesi hangi koşulda gerçekleşir?
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, bu denklem üzerinden kurban keserek şu saptamayı yerleştirmeye çalışıyor:
“AKP tek başına iktidar sınırında, HDP barajı geçme sınırında.”
Bu denklemi Türkçeye çevirdiğinizde Demirtaş şunu söylemeye çalışıyor:
“Ey Türkiye’nin AKP iktidarından bıkan kesimleri, bu hükümetin sandığa gömülmesi bizim barajı geçmemize bağlı.”
HDP’nin böyle bir siyaset üretmesi elbette hakkıdır. Risk alarak girdiği seçimlerden, güçlü çıkmak isteyecektir.
Ancak, gerçek denklem bu değil, şu:
CHP’nin yüzde 31’den itibaren alacağı her yeni oran AKP’nin iktidar koltuğundan düşme olasılığını güçlendiriyor. Bir başka deyimle CHP oylarının 30’ların üzerinde olması demek, AKP oylarının da 40 bandında olması anlamına geliyor. Bu da AKP’nin çıkaracağı milletvekili sayısını kesinlikle 300’ün altına indiriyor. Olasılık hesaplarını çeşitlendirince AKP 260 - 270’te kalıyor.
Seçimlere 1.5 aylık bir süre kaldı. Dalgalanan gündem, bugünkü hesapların tümünü altüst edebilir. CHP’nin ana hedefi tek başına iktidar. Yukarıdaki olasılıklar gelişmeleri olabildiğince tarafsız izleyenlerin paylaştığı görüşler.

***

Türkiye’de seçmenin ortalama yüzde 15’lik dilimi seçimlere 3 ay kalana dek oy vereceği partiyi netleştirmez. Bu dilimin ana özelliği kararının başına “Bu sefer” ibaresini koymasıdır.
Gözlemlerimiz o ki bu yüzde 15’lik dilimin yüzde 5’i kararını netleştirdi. Ortada çok belirleyici olmaya aday yüzde 10’luk bir dilim var.
Bu dilimin aslan payını alan seçimin de aslan payını alır.

 Mustafa Balbay /Cumhuriyet

‘Kaynak’ Öcüsüne 3 İhtimal - Çiğdem Toker
Bütçe, basit anlatımla bir tercihler demetidir.
Siyasi doğrultusu, ideolojisi ne olursa olsun her iktidarın, neye öncelik verip neyi geri planda tuttuğunu gayet açık resmeder.
• Başbakanlık’a alınacak araç sayısını, bir önceki yıla göre 12 kat arttırmak, bir tercihtir.
• Emniyet bütçesini yüzde 20 artırmak bir tercihtir.
• Diyanet bütçesinin 12 bakanlık bütçesini geride bırakması bir tercihtir.
• Halktan toplanan vergiler 12 yılda 4 kat artarken örtülü ödeneğin 12 kat artması esaslı bir tercihtir.
• 40 kişiye ödenebilecek asgari ücret tutarını bir günlük elektrik faturasına denk kılmak,
•“Şeffaflık” diye yola çıkıp 12 yılda Kamu İhale Kanunu’nu 40 kere değiştirmek, milyarlık ihale sözleşmelerini kamuoyuna açıklamamak, bu sözleşmelerin açıklanacağı Sayıştay raporlarını Meclis’ten gizlemek de öyle.

***

Karmaşık hesaplara gerek yok. Kendi bütçenizi düşünün.
Geliri harcayacağınız yerlerin tercih sırasını değiştirdiğinizde, yaptıklarınız değişmiş olur. Yaptıklarınız değişince, gündelik hayatınız da değişir.
Peki, mesele bu kadar yalın ortadayken “kaynak” konusunu, “Öcüler sizi ham yapar” tadında itiraz edenler niye ediyor?
Üç seçenek var:
• Ya bütçe gelirlerini, harcamalara dağıtma işinin siyasi bir tercih olduğunu gerçekten bilmiyorlar (iyi ihtimal).
• Ya mevcut pozisyonlarını kaybedip refah düzeylerinin düşmesinden ölümüne korkuyorlar (yakın ihtimal).
• Ya da bütçeyi hakikaten tükettiler ve bunun korkulu bilgisiyle soruyorlar (kötü ihtimal).

***

Bu konuda, Sayıştay’ın 2013 yılı bütçesine ilişkin Genel Uygunluk Bildirimi’ne bakmak fikir verebilir. Raporda, “bütçe disiplini ve gerçekleşme değerlendirmesindeki en önemli göstergenin başlangıç ile yılsonu ödenekleri arasındaki sapma” olduğu vurgulanmış. Ardından da bütçesi en çok sapma gösteren 10 kuruluş sayılmış.
Başbakanlık, bütçesinde yüzde 56 oranındaki sapma ile listenin beşinci sırasında. Ulaştırma Bakanlığı yüzde 89 sapma ile üçüncü sırada.
Sayıştay; Ulaştırma Bakanlığı’nın 2013’te demiryolu, limanlar ve havalimanı projeleri için 4 milyar 229 milyon TL ödenek istediğini, ancak yılın sonuna gelindiğinde hedeflerle ilgili hiçbir bilgi yer almadığını raporuna geçirmiş.
Özeti, “kaynak” sorusundaki telaşın ipuçlarını, iktidarın çok övündüğü mali disiplinin “su alıyor” olmasında, gerçek kayıtları yansıtmayan, saklanan bütçe harcamalarında görmek de mümkün.

***

CHP’nin ardından dün HDP’nin açıkladığı seçim bildirgesinde, iki partinin de kullandığı ortak bir sözcük vardı: Yaşam...
CHP’nin “Yaşanacak Bir Türkiye” için yoksulluğu gidermeye, HDP’nin kadınlara ve gençlere “yaşam” vaat eden; yıllardır alıştığımız “onlar” ve “bunlar” yerine “biz” diyen, korku yerine cesareti özendiren, yüreklendiren söylemlerin iktidarı rahatsız etmesi tesadüf değil.
HDP bildirgesi okunurken sosyal medyada “Keşke iki partiye de oy vermek mümkün olsa” dileğinin hızla yayılması da öyle.
Üzerinde polis devleti sopası sallanan bir “istikrar” vaadinin yaşam değil, ölüm ürettiğinin en çok farkında olan iktidarın kendisi çünkü.
“Kaynak” sorusu ise bu temel sorunun gülünç bir maskesinden ibaret.

 Çiğdem Toker / Cumhuriyet

CHP Darülaceze Değildir! - Mustafa Balbay
2011 yılında yapılan genel seçimler öncesinde, toplumun CHP’ye oy vermeye eğilimli politize kesimlerinde şöyle bir yaklaşım oluştu:
“Aman MHP barajın altında kalmasın... Kalırsa, AKP anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip olur. CHP’ye oy verecek aileler aralarında anlaşsınlar, oylarından birini MHP’ye versin...”
MHP, özgüveni yüksek bir parti olarak elbette böyle bir istem içinde değildi. Ancak, her koşulda Türkiye ile nefes alıp veren CHP seçmeni böyle bir sorumluluğu üstlenme gereği duymuştu.
Kaderin cilvesine bakın ki; 2011 seçimlerinin ardından 2015 seçimlerinde de CHP çevrelerinde benzer bir dalgalanma var. Girişteki cümlelerde yer alan MHP sözcüğünü alıp HDP koyun!
Yani şu fısıltı var:
“Aman HDP barajın altında kalmasın... Kalırsa, AKP anayasayı değiştirebilecek, Erdoğan’ın bugünkü hukuksuz başkanlık dayatmasını meşrulaştıracak bir çoğunluğa sahip olur. CHP oylarının bir kısmı HDP’ye giderse AKP istediği güçte gelemez...”

***

HDP bir süre kendi içinde tartıştı ve ciddi bir adım attı; genel seçimlere bağımsız değil parti tabelası altında girme kararı aldı. Öyle anlaşılıyor ki; barajı aşarsa ayrı, aşmazsa ayrı bir planı programı var.
HDP’nin bir Türkiye partisi olma hedefini önemsediğimizi yeri geldikçe vurguluyoruz. Bu bağlamda adaylarını Ankara’da açıklamaları sembolik de olsa önemli bir adım.
Gelişmelere CHP penceresinden bakılırsa şunu vurgulamak gerekir:
HDP’nin barajı geçmesi, CHP’nin sorunu değildir.
Kürt sorunu, CHP’nin sorunudur.
Türkiye’nin bundan kaynaklanan iç barış sorunlarını AKP-HDP tahterevallisinden kurtarmak gerekir.
Bunu CHP yapabilir.
HDP, son yıllarda siyasal oyununu AKP ile oynamıştır. Pazarlığı AKP ile yapıp oyu CHP tabanından istemek en azından samimi değildir.
HDP’nin Erdoğan’a “Seni başkan yapmayacağım” çıkışı seçim dengelerini AKPHDP ikilemine oturtma gayretinden başka bir şey değildir.
Rakamlar ve siyasetin iklimi bu dengenin AKP-CHP çekişmesine oturacağını göstermektedir.

***

CHP’nin 19 Nisan’da açıkladığı seçim bildirgesi fiilen bir hükümet programı gibi tartışıldı. Ertesi gün yazılı basının bütün yelpazesinde ana konu CHP’nin vaatleriydi. Merkez medyanın ortak bakışı “CHP iktidarı istiyor” diye özetlenebilir.
AKP’nin yarı ve tam resmi yayın organları ise “kaynak nerede”, “onları zaten biz yapıyoruz” gibi başlıklarla CHP gündeminin parçası oldu.
CHP önseçim süreciyle bir hava yakalamıştı. Seçim bildirgesiyle bu havayı bir doz daha yükseltti.
Önümüzde 45 günlük bir süre var. Bu zaman diliminde CHP’de oklar içe değil tamamen dışa döndüğünde, gündemi belirleyen parti özelliğini koruduğunda, vaatlerini inandırıcı bir biçimde toplumun bütün kesimlerine anlatmak için seferber olduğunda, 8 Haziran iktidar değişikliği getirecektir.
CHP Darülaceze değildir, paylaştıracak oyu yoktur, ulaşması gereken daha geniş kitleleri vardır.

Mustafa Balbay /Cumhuriyet

Kesmişiz abi Ermenileri…..! - Gürbüz Evren
Türkiye’de, Soykırım çok rahatça dillendirilen bir kavram oldu çıktı. Bazıları ise Ermenistan’da kullanılan “Büyük Felaket” ifadesini gerçek anlamını bilmeden kullanıyor.
Ermenistan’da, Ermeni Soykırımına "Meds Yeghern" yani “Büyük Felaket” denir. Bu ifade soykırımdan daha ağır bir tanımlamadır. Amerikan Başkanı Obama, son 2 yıldır 24 Nisan’da yaptığı konuşmalarda, Büyük Felaket demiştir. Bizimkiler de, şükürler olsun soykırım kelimesini kullanmadı diye sevinmiştir. Bazıları da, 24 Nisan’da değil ama Mayıs ayında soykırım diyecek diye kahırlanıyor. Oysa adam "Meds Yeghern" diyerek, soykırımın daniskasını dile getirmiştir. Daha ne olsun.
Gelelim konumuza. Soykırım iddiasındaki çevrelere göre, 1,5 milyon Ermeni öldürülmüştür. Sanki insanlar öldürülüp yollara, derelere, uçurumlara atarken, onlar da orada ellerinde kalem kâğıt, tek tek sayıp, hesap tutmuşlar.
1897-1903 yılları arasında “Osmanlı İstatistik Umumi İdaresi Müdürü”nün Mığırdıç Sınabyan isimli bir Ermeni olduğunu biliyor muydunuz? Sınabyan döneminde yapılan nüfus sayımlarında Ermeni nüfusu, 1897 yılında 1 milyon 42 bin 374 ve 1903 yılında başlanıp 1906 yılında tamamlanan sayıma göre de 1 milyon 50 bin 513’tür. Sınabyan sayımlar sırasında özellikle Ermeni nüfusun gerçek sayısını bulmaya çalışmıştır. En son 1914 yılında yapılan nüfus sayımında ise Ermeni nüfusu 1 milyon 299 bin 007’ye ulaşmıştır. Daha da önemlisi zorunlu göçün uygulandığı ve Ortodoks Ermenilerin yaşadığı 6 Doğu vilayetindeki Ermeni nüfusu 490 bin civarındadır. Şimdi soralım, bu rakamların içinden 1,5 milyon ölü nasıl çıkar?
Hemen belirteyim, sayılar üzerinden demagoji yapanlardan değilim, çünkü 1 kişi de hayatını kaybetse, konu geçiştirilmeyecek kadar önemlidir.
Tehcir
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı’nın savaş halinde olduğu Rus ordusu Doğu Anadolu’da ilerlerken, en büyük yardımı Osmanlı Devleti vatandaşı Ermenilerden almıştı. Kimi Ermeniler çeteler halinde kimileri de Rus üniforması altında kendi devletlerine karşı savaşıyor, korumasız sivilleri katlediyordu. İşte bu katliamlar, Rus askerleri, Mart 1915’te Van’a girdiğinde en üst düzeye ulaşmıştır.
Gelişmeler üzerine Osmanlı yönetimi, Ermenilerin önde gelenleriyle İstanbul’da bir toplantı yapmış, isyana ve katliamlara son verilmesini istemişti. Uyarılar işe yaramadığında ise 27 Mayıs 1915 tarihinde, adına “Tehcir” denilen karar alınarak, özellikle Doğu Anadolu’daki Ortodoks Ermeniler, İmparatorluğun güneydeki eyaletlerine zorunlu göçe tabi tutulmuştu. Olayın özetinin de özeti budur.
Aşağıda paylaşacağım bilgiler ışığında Tehcir’in katliam, karşılıklı kıyım ya da soykırım olup olmadığına siz karar verin.
10 Haziran 1915 tarihli İçişleri Bakanlığı talimatnamesi, Tehcir’e tabi tutulan Ermenilere, gidecekleri yerlerde arazi ve ev verilmesini, iş yapacaklara sermaye ve araç gereç sağlanmasını, tarıma uygun bölgelere yerleştirilmesini, uygun kasaba ve köy yoksa yeni köylerin, çiftliklerin kurulmasını istemektedir.
Tehcir sırasındaki masrafların karşılanması için 250 milyon kuruşa ulaşan bir bütçe ayrılmıştır. Kafilelerin ihtiyaçlarının karşılanması, her bir kişi için 2 para ile 10 para arasında değişen günlük harçlık verilmesi de, bu bütçe sayesinde olmuştur.
Paranın yetmediği görüldüğünde ise Adana, Konya, Ankara, Eskişehir, İzmit, Urfa, Maraş, Halep gibi vilayet ve sancakların yönetimlerine ek ödenekler gönderilmiştir.
Katledilmek istenilen insanlar için ev, arazi, sermaye, araç-gereç verilir mi? Bunca ödenek ayrılır mı? Günlük harçlık verilir mi?
Devam edelim. Osmanlı İçişleri Bakanlığı, Haziran ayından itibaren, Erzurum, Elazığ, Bitlis, Trabzon, Konya başta olmak üzere birçok vilayetin valisine gönderdiği telgraflarda, zorunlu göçe tabi tutulan Ermenileri yol boyunca koruyamayan, eşkıya baskınlarına, soyulmalarına, öldürülmelerine engel olamayan ve kötü davranan yetkililer hakkında işlem yapılmasını, askeri mahkemelere sevk edilmelerini emretmiştir.
İşte bu süreçte, 1916 yılının sonbahar aylarına kadar mahkemeye çıkarılan Osmanlı memur ve subayları ile bazı sivillere cezalar verilmiştir. Mahkemeler, 67 kişiye idam, 524 kişiye hapis, 68 kişiye de para ve sürgün cezası vermiştir.
Katledilmek istenilen insanlar için yüzlerce devlet görevlisi mahkemeye çıkarılıp idama, hapse ya da sürgüne mahkûm edilir mi?
10 Haziran 1915 tarihli İçişleri Bakanlığı talimatnamesinin bir başka özelliği ise Ermenilerin, ayrıldıkları yerlerde bıraktıkları malları koruma altına almasıdır. Buna göre, Ermenilerin geride bıraktıkları tüm varlıkları, mühürlenerek kayıt altına alınıp korunacaktır. Ambarlarda, tarlalarda, evlerde kalan ürünleri, yiyecekleri açık artırma ile satılarak parası sahipleri adına kaydedilecektir. Bu işleri Taşınmaz Mallar Komisyonu yapacaktır. Kayıtların örnekleri vilayet ve sancak yönetimlerinin yanı sıra kiliselerde de tutulacaktır.
Katletmek istenilen insanların taşınmazları, malları, ürünleri kayıt altına alınıp korunur mu?
18 Aralık 1918 tarihinde, Osmanlı Hükümeti, Ermeniler için Geri Dönüş Kararnamesi çıkarmıştır. Buna göre Ermenilere evleri, arazileri geri verilecek, kilise, okul, yetimhane vb yerlerdeki eşyaları teslim edilecek, içine göçmen yerleşmiş evlerin tasfiyesi gerçekleştirilecektir.
Katledilmek istenilen insanlar için geri dönüş ve mal varlıklarının iadesi amacıyla kararname çıkarılır mı?
Bu son örneği verdiğimde, bir açığımı bulmuşçasına heyecanlanan soykırım iddiacıları, “Savaşı kaybetmiş Osmanlı yöneticilerinin, Tehcir’den 3,5 yıl sonra aldığı Ermenilerin geri dönüşü kararı inandırıcı kanıt değil. Zaten Ermeniler, müttefikler sayesinde dönecekti” diyerek beni sıkıştırdıklarını sanırlar.
Bu sözlere de yanıtım hazırdır. 10 Haziran 1915 tarihli talimatname ile kısmen başlayan Zorunlu Göç, tüm vilayetlere ve sancaklara gönderilen emirle, 25 Kasım 1915’de geçici olarak durdurulmuştur.
15 Mart 1916’da ise tamamen durdurulmuştur. Hatta zorunlu göç için yolda olan kafilelerin, o sırada bulundukları yerlerde iskân edilmeleri emri verilmiştir.
Soykırım iddiacılarının bilinmesini istemedikleri bir başka konu ise Zorunlu Göç uygulaması dışında tutulan Ermenilerdir.
İçişleri Bakanlığı’nın vilayetlere, sancaklara gönderdiği 9 Haziran 1915, 17 Haziran 1915, 26 Haziran 1915, 4 Temmuz 1915, 4 Ağustos 1915, 15 Ağustos 1915, 17 Ağustos 1915, 18 Eylül 1915, 23 Ekim 1915, 4 Kasım 1915, 13 Mart 1916, 30 Nisan 1916, 3 Mayıs 1916 tarihli telgraf, yazı ve diğer belgelerinde bu durum açıkça ortadadır.
Söz konusu belgelerde, Katolik ve Protestan mezhebinden Ermenilerin, devlet memuru olarak görev yapan Ermenilerin ve ailelerinin, komitacılarla ilişkisi olmayan Ermeni tüccarları ve ailelerinin, 5 bin civarında Ermeni askeri ailesinin, kimsesiz Ermeni çocukların, hasta, engelli ve bazı özel durumu olan Ermenilerin Tehcir kapsamı dışında tutulması emredilmiştir.
Yok edilmek istenen insanlar, farklı mezhepten, meslekten, özellikten diye ayrılıp, bu uygulamanın dışında tutulur mu?
Tehcir’in binlerce insanın ölümüne neden olduğunu, Ermenilerin büyük acılar çektiğini kabul etmemek mümkün değil. Savaş şartlarında çıkarıldıkları yollarda kafileler daha iyi korunabilir miydi? Sorusu başta olmak üzere daha birçok soru sorulabilir. Bunların yanıtlarını bulmaya çalışalım, ancak işin bir de diğer tarafı var. Türklerin komiteler tarafından katledildiğini çocuk, kadın ve yaşlı sivillerden oluşan 500 bin civarında insanın öldürüldüğünü, evlerinin, tarlarının, ahırlarının yakıldığını, yerlerinden sürüldüğünü yok sayacaksınız, sadece Ermenilerin acılarını hatırlatarak soykırımı kabul edin baskısı yapacaksınız.
1915 olayları, önce Rusya, ardından da Fransa ve İngiltere’nin kullandığı Ermeni komitelerinin Türk ve diğer Müslüman unsurlara karşı başlattığı katliamlara zaman içinde karşılık verilmesidir. Karşılıklı kıyımdır. Ermeni kayıplarının çoğu ise zorunlu göç yolunda olmuştur. Kafkasya’ya, Ermenistan’a, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa başta olmak üzere batılı ülkelere giden, Suriye’de, Lübnan’da kalan Ermeniler hiç hesaba katılmadan, tüm Ermeni nüfusunun yok edildiği iddia edilir. Göç yollarında, soygun, saldırı, salgın hastalık gibi nedenlerle ölenlerin sayısı ise 200 bin olarak verilir. Yeri gelmişken soralım, 1915’te dünyanın en büyük Ermeni nüfusunun yani 100 bin Ermeni’nin yaşadığı İstanbul’da neden tek bir Ermeni’nin burnu kanamamıştır?
Son 10-15 yıldır, tek bir belgeyi incelemeden, bırakın Türk kaynaklarını, tek bir yabancı kaynağı araştırmadan, “Bıktık artık, soykırım yok tehcir var açıklamasından” diyenler, Ermeni komitelerinin katlettiği 500 binin üzerindeki Anadolu insanını yok sayarlar. (Asala’nın katlettiği diplomatlarımızdan bahsetmedim bile). Çünkü onlara göre, Anadolu insanının hiçbir değeri yoktur. Hepsi de öldürülse olur. Çünkü bu insanların adı Türk’tür ve Türkler her zaman suçludur, vahşidir, barbardır. Öyleyse Türkler her zaman haksızdır, ama karşılarındaki kim olursa olsun mazlumdur ve haklıdır. Buna rağmen biz Ermenilerin acısını paylaşalım diyoruz da, Türklerin acısını paylaşalım diyen neden olmuyor? Neden Ermenistan’dan, Ermeni diyasporasından bir kez olsun bunu duymuyoruz? Anadolu insanı “Acıların Çocuğu” mu?
Türkiye’nin batısında yaşayanlardan bazıları Ermenileri kesmişiz diyerek kestirip atmaktadır. Ama bir de, Kahramanmaraşlılara, Erzurumlulara, Bayburtlulara, Karslılara, Vanlılara, Erzincanlılara, Ardahanlılara, Iğdırlılara, Bitlislilere, Elazığlılara sorun bakalım ne diyecekler.
Batılı ülkeler ise bu konuda maalesef Haçlı zihniyeti ile hareket ediyorlar. Bunu ben söylemiyorum, onların ağzından çıkan sözler ortaya koyuyor. Bunun son örneği Papa Francis’in soykırımı tanıması oldu. Ben onu geçip, size daha somut bir örnek veriyorum.
Fransa’da Demokrasi İçin Birlik Partisi (UDF) Milletvekili ve İssy Les Moulinaux Belediye Başkanı André Santini, 18 Ocak 2001’de, Ulusal Mecliste, Ermeni Soykırımı Yasası görüşülürken yaptığı konuşmaya şöyle başlıyordu: “Haçlı Seferlerinden bu yana bizimle olan Ermenileri sevgiyle selamlıyorum.”
“Kesmişiz abi Ermenileri” diyerek, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara” sesleniyorum, cahillik de bir çeşit soykırımdır. 1915 olayları konusundaki görüşünüzü oluşturmadan önce lütfen okuyun, araştırın, inceleyin.
İnternet üzerinden rahatlıkla bulabileceğinize inandığım, “Sömürgecilik Tarihi Işığında Ermeni Sorunundaki Çıkar Odakları”, “Dikkat Türkiye Soykırım Suçlusu İlan Edilecek: Son Celse” ve “Emperyalizmin Oyuncağı Ermeni Sorunu” adlı kitaplarımı da okuyabilirsiniz.

  Gürbüz Evren

Siyasette yapıcı eleştiri, yıkıcı eleştiri ve Bektaşi’nin çözümü üzerine
Bilmem dikkat ettiniz mi?
Bizim siyaset anlayışımızda herkes “demokrat” olmasına çok iddialı biçimde demokrattır da; eleştiriye tahammülü olamamak gibi ufak bir kusuru vardır. Hatta bu nedenledir ki, birileri bir biçimde karşısındakini eleştiriye niyetlenecek olsa, sırf tedbir olsun diye daha ağzını açarken:
“Aman yanlış anlaşılmasın, izninizle ben ‘yapıcı’ bir eleştiri yapacağım” gibi bir şeyler söyleme ihtiyacını duyar.
Oysa “eleştiri” denen eylem, nereden bakarsanız bakın bir fikir, bir tavır ya da; örneğin bir siyaset biçiminin üzerine yapılan farklı “değerlendirme”dir sadece.
Yani ne bir övgü ne de bir yergidir.
Siz o değerlendirmeye katılırsınız ya da katılmazsınız, eleştiride ileri sürülen görüşler hoşunuza gider ya da gitmez; ama sonuçta sadece bir “alternatif” bakış açısını yansıtır karşı tarafa.
Dolayısıyla, eleştirinin yapıcısı ya da yıkıcısı olamaz.
Ve de her zaman yarar sağlar.
Aksine; bir görüşün, bir kişinin sürekli övgüye boğulması kadar “olumsuz” bir durum olamaz.
Çünkü, doğası gereği sürekli övgü altında bırakılmak ve yanlışların görmezden gelinmesi, dile getirilmemesi hata yapanın ikaz edilmemesi hali, bile bile karşı tarafa yapılmış en büyük kötülüktür.
Siz hiç tehlikeli biçimde araç kullandığını gördüğünüz birine sırf “yapıcı olmak”, eleştiri yapmamak adına “aman ne de güzel araba kullanıyorsun” diyebilir misiniz?
Böyle bir tavır, özünde yapıcılık mı olur yoksa bir kötüye gidişe seyirci kalmak, arabayı devirecek olmasına ses çıkarmamak, hatta hatta yol açmak mı sayılmalıdır?
*
Siyaset aslında düşüncelerin en fazla karşı karşıya gelmesi, yapılan eleştirilerden sonra doğrularla yanlışların birbirinden ayrılarak topluma en doğru olanın sunulması gereken bir alan değil midir?
Siyasetin hiç eleştirilemediği rejimler; en nefret edilen, topluma en büyük zararları veren yönetimler değil midir?
Gerçekler, fikirlerin çatışmasından doğar anlamındaki “barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar” sözünü atalarımız söylememiş midir?
Peki, eğer her eleştirisizlik bir yanlışlıksa; bu eleştirisizliğin ister “Sıkı taraftarlıklarda” olduğu gibi sevgi ve tartışmasız biattan; isterse diktatörlüklerde olduğu gibi baskı ve korkudan kaynaklanmasının ne önemi vardır ki?
Sonunda her ikisinde de “doğrular ve yanlışlar tartışılamadığı için” yine aynı toplumsal sorunlar doğmakta değil midir?
*
Tuhaftır; siyasi partilerimizde her iki nedenle “eleştirisizlik “ sinmiştir üzerimize.
Korkulur:
“Aman eleştirirsek yanlış anlaşılır ve maazallah karşı ekipte olduğumuz düşünülür” denir ve eleştiriden kaçınılır.
Sevilir:
Bunda hiç tereddüt yoktur, ama bu kez de duyulan sevgiden, iyi niyetten dolayı eleştirmekten kaçınılır. Hatta birileri eleştirdiğinde, bunun iyi niyet ve gereklilikten değil, sırf karşıtlık olsun diye yapıldığı vehmine kapılınır.
Böylece, eleştiri olmayan yerde fikirlerin bir doğruluk ve uygunluk testinden geçme, yani doğru ile yanlışın ortaya çıkma, çıkarılma şansı kaybedilmiş olur.
*
Peki, o zaman siyasette samimiyet ve doğruluk arayışında olanlar ne yapmalıdırlar sizce?
Yanlış da olsa her şeye “fevkalade isabetlidir” deyip kuvvetli bir taraftar görülmek mi?
Yoksa bütün bu demokrasi eksikliğine rağmen “iç muhalif” sayılmayı göze alıp açıkça eleştiride bulunmak mı?
Galiba, bizim siyasal partilerimizdeki en büyük sıkıntılardan biri işte bu iki farklı tavrın her ikisinin de bir arada görülmesi ve sonuçta, eleştiriyi göze alanların “iç-muhalif” sayılıp onlarla araya mesafe konmasından. Diğer taraftan, her şeyi alkışlayanların, düzeltilmesi gereken açık yanlışları bile her koşulda göz ardı etmelerinden dolayı siyasi hayatımızda bir ala-turka’lık yaşanmakta, çok yararlı olabileceği halde “eleştiri”nin nimetlerinden yararlanılamamaktadır.
Bu yazının satır aralarında bile çok şeyler aranır mı bilemiyorum.
Ama gelin işi tatlıya bağlayalım; biz yazımızın gerçekten ve sadece bir eleştiri yazısı olarak kaleme aldığımızı bilsek bile, “her ihtimale karşı” yine de bunun “yapıcı” olduğu söylemeye ve bir öneriyle göstermeye çalışalım.
Diyelim ki “eleştiri” her durumda pek kolay göze alınabilecek bir şey değil.
Ama içiniz içinize sığmıyor, söylemeniz de gerekiyor bir biçimde…
Herkesle çok kötü olmadan bir şeyler yapmak lazım…
Ne yapılabilir söyleyebilir misiniz?
Önerim şu;
Sakın aynı parti içinde eleştiride bulunmayın.
Gidin karşı partiye, oradan bu tarafa doğru istediğiniz her şeyi söyleyin; kimse bir şey demez, eleştirmek muhalefet etmek ya!
Muhalifseniz yapmanızdan doğal ne var? Üstelik çekip gitmişsiniz ve sizden kurtulmanın sevincini de yaşatıyorsunuz birilerine.
Söylediniz, yanlışları bir bir sıraladınız; peki içiniz rahatladı mı?
Rahatlamış olmalı.
Çünkü karşı tarafa açık vermemek için mutlaka o sizin söylediklerinize dikkat edilecek, yanlışlardan dönülecektir.
Şimdi maksadınıza ulaştınızsa, dönün tekrar eski saflarınıza.
Bizde karşıdan transferler her zaman makbuldür. Herkes sizi kucaklayacaktır yeniden.
Farkındaysanız, aynı siyasetten olsa bile eleştirenler sevilmez ama karşı siyasetten çıkar gelirseniz kimse sizin önceden ne dediğinizle, neye hizmet ettiğinizle ilgilenmez bile.
Bu durum biraz “mekik diplomasisi”ni andırıyor değil mi?
Bana başka bir şeyi daha hatırlattı; bir Bektaşi fıkrasını…
Onu da anlatıp işi şimdilik şakaya bağlayalım.
Bektaşi bir ramazan günü arkadaşıyla içki içerken basılmış, zaptiyeler bunları kaptıkları gibi çıkarmışlar kadının huzuruna.
Kadı, “Bre zındık demiş, sen nasıl olur ki, herkesin oruçlu olduğu bir zamanda sakalından bile utanmadan böyle içki içmeye cür’et edersin?
Bektaşi yutkunmuş; “Aman kadı efendi demiş ben gayrı müslim bir adamım, bizde böyle bir yasak da yoktur orucun farzı da. O zaman neden oruç tutayım, neden utanayım!
Kadı şaşırır, diyecek bir şey bulamaz, “peki salın bu adamı” der.
Sonra döner süt dökmüş kedi gibi duran öteki kişiye basar cezayı…
Adamcağız olanlardan şaşkın, başına gelenlerden perişan bakınırken Bektaşi bu sefer döner Kadıya;
Ey kadı efendi der, peki şimdi ben bu mübarek ramazan gününde hidayete erip Müslüman olsam, şu arkadaşımın cezasını affeder misin?
Kadı iyicene şaşırmıştır.
Reddetse günaha gireceğinden endişeli, kabul ederse göz göre göre içkici adamı salacak; ama bu gün bir adamı dine kazandırmanın sevabı her halde daha büyük olmalı diye düşünür ve cezasını affedip onu da salar.
Mahkemeden çıkarlar, kapı önünde adam sorar bektaşi’ye; yahu baba erenler der, pes vallahi sende iman falan yok, bir öyle bir böyle maşallah!…
Bektaşi, “sus” der, bu gün gayrımüslim oldum kendimi kurtardım, müslüman oldum seni kurtardım daha ne istiyorsun?
Ne dersiniz?
Bu kıssadan bir hisse çıkar mı ?

 Bülent Soylan

Bu telaş niye? - Gündüz Akgül
Genel seçimlere 48 gün kaldı…
Seçimlere girecek ve barajı aşacak siyasi partiler seçim bildirgelerini açıklamaya başladılar…
Kendisinden çok emin olan ve yandaş araştırma şirketleri tarafından % 48-50 bandında gösterilen İktidar partisi AKP’de bir telaştır gidiyor…
Nedeni ise yıllardır somut bir önerisi olmadığı savunulan ve yurttaşlarda da bu algı oluşturulan CHP, bu seçimdeki bildirgesini 19 Nisan’da açıklayınca, CHP’nin iktidarına hasret kalanlarda büyük bir beğeni ve sevinç, AKP ve yandaşlarında ise bir telaş gözlemlendi…
Yıllardır hep partimiz CHP’yi iktidarı eleştirmeyi bırak, biz ne yapmak istiyoruz? yurttaşlara neler vaat ediyoruz? Onu söyle diye kendi aramızda öz eleştiri yapıyorduk…
Bu kez öz eleştiri yerine partimizin somut ve uygulanabilir somut önerileri karşında, İşte CHP budur, bu olmalıdır diye seviniyoruz…
CHP’nin somut önerilerinin tümü demokratik hukuk devleti için zorunlu olması gereken önerilerdir…
-Üstünlerin hukuku yerine, hukukun üstünlüğü…
-Yargı bağımsızlığı…
-Demokrasilerde yeri olmayan %10 ucube seçim barajının kaldırılması…
-Eğitimin yeniden çağdaş eğitim dönüştürülmesi…
-Aile sigortası…
-Emeklilere 2 maaş ikramiye…
-Asgari ücretin net 1500 TL olması…
-Yoksullara kira desteği, yoksul öğrencilere kredi yardımı…
-Taşeron işçilerin kadroya alınması
 –Ve diğerleri…
Yabana atılmayacak ve sosyal devlet gereği olması zorunlu olan vaatlerdir…
Bu vaatlerin yerine getirilmesi için kaynak gerektiği bilinmektedir…
İktidar partisi ve Televizyonların kadrolu yandaşları koro halinde “kaynağı nereden bulacaksınız” diyerek, bu vaatleri uygulanamaz olduğunu yurttaşlara anlatmanın telaşına girdiler…
20.04.2015 gecesi CNN de Ahmet Hakan’ın programına çıkan CHP ekonomi uzmanı Faik Öztrak, çok net bir şekilde kaynakları nereden bulacağını açıklarken, tartışmacılar arasında bulunan iki yandaşın telaşı görülmeye değerdi…
CHP yöneticilerine naçiz önerimdir…
Bu seçim döneminde AKP’nin yaptıklarını eleştirmek yerine, her biri yurttaş lehine olan bu vaatlerinizi herkesi anlayabileceği şekilde açıklamaya çalışın…
Yurttaşlar, iktidarınızda bu vaatleri yerine getireceğinize inanmaları halinde iktidara yürümeniz kaçınılmazdır…
AKP ve yandaşlarını telaşları bundandır…
CHP yönetimi bu kez dersini çok iyi çalışmıştır…
Yolun açık olsun CHP…

21.04.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Akp'nin İktidardan Uzaklaştırılması En Büyük Ekonomik Kaynaktır!...
Geçtiğimiz pazar günü CHP Genl Başkanı Sayın KILIÇDAROĞLU seçim bildirgesini kamuoyu ile paylaştı.

Ekonomi ağırlıklı, sosyal adaleti ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin olumsuz etkilerini gidermeye yönelik, dar gelirli vatandaşların biraz olsun nefes almalarını ve daha rahat bir şekilde yaşamalarını sağlayacak olan vaadleri içeren seçim bildirgesi, kamuoyunda  oldukça ses getirdi.

CHP, son yılarda ilk kez böyle somut öneri ve çözümler içeren bir ekonomi paketini seçmenlerin tercihlerine sunmuş bulunmaktadır.

Bugüne kadar, CHP'yi, seçmenlere karşı somut çözüm önerileri üretip sunamamakla suçlayan, en başta AKP omak üzere, tüm muhalefet çevreleri, CHP'nin, ezilen yoksul  halkımızın, emeklilerimizin ve çiftçilerimizin ekenomik sorunlarını çözmeye yönelik bu somut çözüm önerilerine de bir kulp bulmuşlar ve ekonomi alanındaki bu vaadlerini yerine getirebilmek için gerekli olan ekonomik kaynağı nereden bulacaksın? Diye sorarak, bağırmaya ve saldırmaya başlamışlardır.

Anlaşılıyor ki, CHP'nin önerileri, kamuoyunda hatırı sayılır bir şekilde benimsenerek ses getirmiş ve özellikle AKP kanadında bir endişeye neden olmuştur.

Bize göre; AKP'nin, CHP lideri KILIÇDAROĞLU'na sorduğu, ekonomi alanındaki bu vaadlerinizi hangi ekonomik kaynakla yerine getireceksiniz? Sorusuna verilebilecek olan en gerçekçi ve yerinde yanıt; “ Hazineyi gereksiz olan lüks ve örtülü harcamalarla boşaltmayı kendisine görev bilen AKP'nin, seçimleri kaybederek iktidardan uzaklatırılması ve devlet hazinesinden elinin çektirilmesi, başlı başına en büyük ekonomik kaynağımız olacaktır”  şeklindeki yanıt olmalıdır.

Biz vatandaşlar olarak; AKP iktidarının, gizli örtülü ödenek, lüks uçak ve lüks makam otomobilleri için yaptığı harcamaları, lüks kamu binalarına ödediği yüksek  kiraları, lüks saray harcamalarını savurganlık olarak eleştirirken, geçtiğimiz günlerde basında yer alan bir habere göre, AKP Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem, yaptığı bir konuşmada; Başbakan’ın niye özel uçağı olmak zorunda diye sorulmakta olduğunu, bırakınız Başbakanı, bakanların dahi özel uçaklarının olmasının gerektiğini, çünkü Türkiye’yi başka türlü büyütmenin mümkün olmadığını beyan etmiş ve savurganlıktan bıkan ve AKP ikitdarının savurganlığını ve lükse olan düşkünlüğünü eleştiren halkımızı yeni bir hayal kırıklığına uğratmıştır.

İşte AKP zihniyeti budur, savurganlığı, Başbakan, Cumhurbaşkanı, Bakan ve bürokratlar için yapılan gereksiz ve lüks harcamaları, israfı, hayat tarzı olarak kabul eden ve bunu Türkiyenin büyümesi ve büyültülmesi olarak algılayan  bir zihniyet. Gelişmiş Avrupa ülkeleri bu şekilde mi kalkınmışlar?Sormak gerekir.

Bu zihniyet şimdi kalkmış, CHP'nin yoksul halk yararına yapmayı düşündüğü icraatlarının kaynağını sorgulayarak, CHP'nin yapacaklarını, dolaylı olarak eleştiriyor ve yoksul halkımıza çok görüyor.

Tekrarlıyoruz, AKP iktidarının seçimler sonunda iş başından uzaklaştırılması ve devlet hazinesinin onların savurgan ve lüks düşkünü tasallutundan kurtarılması sonucunda, CHP, vaadlerini gerçekleştirmek için yapacağı harcamaların büyük bir bölümüne otomatikman kavuşacaktır.

Olası bir CHP iktidarında, kaynak yaratması için bizim de CHP'ye bir önerimiz olacaktır.

Şayet CHP iktidar olursa yapacağı ilk iş, acele bir yasa çıkararak, kaçak Cumhurbaşkanlığı Sarayını boşalttırarak, Cumhurbaşkanlığı makamını yeniden Çankaya Köşküne taşımak olmalıdır.

Boşaltılacak olan ve oda sayısı hala netlik kazanmayan, bir rivayete göre 1150 odalı kaçak saray ve tüm eklentileri, Başbakanlık ve sığabildiği ölçüde diğer bazı Bakanlıkların çalışmalarına tahsis edilmeli ve bu nedenle boşalacak olan Başbakanlık ve Bakanlık binaları da, başka alanlarda değerlendirilmelidir. Bu şekilde Devletimizin büyük bir tasarruf sağlayacağını ve yeni kaynaklar yaratacağını değerlendiriyoruz.

Halkımız; AKP iktidarının, devlet hazinesini kendi lüks merakını tatmin amacıyla kullanarak israf ettiğini, yoksul halkını düşünmediğini artık görmelidir.

21/04/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat


Noter - Güner Yiğitbaşı
Noter, noterlik mesleğini ve görevlerini icra eden kişidir.

Peki noterlik mesleği nedir?

1512 Sayılı Noterlik Kanununun 1. maddesien göre; noterlik, bir kamu hizmetidir. Noterler, hukuki güvenliği sağlamak ve anlaşmazlıkları önlemek için işlemleri belgelendirir ve kanunlarla verilen başka görevleri yaparlar.

Noterlik Kanununun 60. maddesinde noterlerin görevleri belirtilmektedir.

Noterlerin en büyük özelliği, bizzat düzenledikleri hukuki işlemler,sahtelikleri ispat edilmedikçe geçerli ve mutebirdir.

Yine noterlerin resen kendileri tarafından düzenlenmemiş de olsa, dışarıda düzenlenerek getirilen hukuki işlemlerdeki imza, mühür ve tarih noterler tarafından onaylanmışsa, bu hukuki işlemdeki imza, mühür ve tarih de,sahteliği ispat edilene kadar hukuken muteber ve geçerlidir.

Noterlerin bizzat düzenledikleri, ya da imzasını onayladıkları hukuki işlemler altında imzası bulunan kişiler, bu imzalarını inkar edemezler.

Bu açıklamalarımızdan da anlaşıldığı üzere, kişiler, işlerini sağlama almak, imza inkarlarıyla karşılaşarak yaptıkları hukuki işlemlerin geçersiz sayılmaması ve  hak kayıplarına uğramamak için, işlemlerine noter vasıtasıyla bir resmiyet ve sağlamlık kazandırmak isterler.

Peki, noterlerle ilgili bu bilgileri niçin yazma gereği duyduk?

Belki anladınız. Başbakan Ahmet Bey, son günlerde, sık sık, biz AKP olarak, KILIÇDAROĞLU'nun yaptığı gibi notere değil, millete gideceğiz diyor ve demagoji yapıp kafa karıştırıyor.

CHP lideri KILIÇDAROĞLU'nun, emeklililere her yıl iki maaş ikramiye vereceğiz vaadi, Ahmet Bey'i oldukça korkutmuş olmalı ki, KILIÇDAROĞLU'nun, bu  yılda iki maaş ikramiye vaadini değersizleştirmek için, biz notere değil, millete gideceğiz diyor.

Ahmet Bey'in, noter yerine millete gideceğiz söylemi, dam üstünde saksağan vur beline kazmayı denebilecek cinsten, kel alaka ve geçersiz bir söylem.

KILIÇDAROĞLU, emeklilere yönelik yılda iki maaş ikramiye ödeneceği  vaadini, noter vasıtasıyla yapmak ve bu vaadinin altındaki imzasını notere tastik ettirmek suretiyle, ileride seçimleri kazanıp da Başbakan olursa, bu ikramiye vaadini inkar etmenin, ben böyle bir vaadde bulunmadım, böyle bir vaadin altına imza atmadım diyerek yan çizmenin olanağını ortadan kaldırmış, kendisini bu vaad ile bağlamış ve bu vaadine, hukuki bir geçerlilik ve sağlamlık kazandırmıştır.

Bu itibarla, KILIÇDAROĞLU'nun, ileride emeklilere karşı kendisini bağlayan iki maaş ikramiye vaadini inkar etme yollarını kapayan,iki maaş ikramiye vaadini noter vasıtasıyla yapması, tenkit edilecek değil, taktir edilecek ve bir politikacı olarak vaadinin arkasında duracağını gösteren asil bir davranıştır.

Notere giderek, seçimleri kazanıp iktidara gelmeleri halinde, her sene emeklilere iki maaş ikramiye vereceklerini  vaad eden KILIÇDAROĞLU da, seçimleri kazanmak için öncelikle millete gidecek, şayet iktidar olursa, bu vaadini yerine getirecektir.

KILIÇDAROĞLU, ben notere gittim, artık millete gidip oy istemeyeceğim demiyor ki, bu Ahmet bey, milleti salak mı zannediyor da, biz notere değil millete gideceğiz diyebiliyor.Ahmet Bey'in yaptığı tam bir demagojidir.

Ahmet Bey'e bizim tavsiyemiz, KILIÇDAROĞLU'nu manasız bir şekilde eleştireceğine, kendisi de, seçimler için millete gitmeden önce, en yakınındaki bir notere giderek, milletimize yapacaklarını vaad ettiği şeyleri, ileride inkar edemeyecek şekilde noter tastikine tabi tutup, resmileştirmek olmalıdır.

Ancak, hepinizin tahmin ettiği gibi, Ahmet Bey'in gideceği yer, noter olmayıp,Kaçak Saray olacaktır.

19/04/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Zihniyete bakar mısınız? - Gündüz Akgül
Medyaya yansıyan bir haberde, Alevi yurttaşların dini anlayışını sorgulayan ve aşağılama amaçlı olduğu sırıtılan bir sorunun, okullarda yapılan deneme sınavlarında sorulduğunu hayret ve ibretle okudum…
Gaziantep İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından okullarda yapılan 7. Sınıfların deneme sınavında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi testinin bir sorusunda...
I. Hz Ali sevgisi
II. On iki imam sevgisi
III. Kur’an sevgisi
IV. Doğa Sevgisi
"Yukarıdakilerden hangisi Alevilik-Bektaşiliğin dayandığı karakteristik özelliklerdendir"...
Yanıt şıkları ise şöyle sıralanmış...
A) I ve II B) II ve III C)II ve IV D) I, II ve III
Yanıt anahtarında ise doğru yanıtın A olduğu belirtilmiş...
Bu zihniyette olanalar;
-Mezhep ayrımcılığı yapmaktadır...
-Alevi Yurttaşları aşağılamayı amaçlamaktadır...
-Yurttaşlar arasında birlik ve beraberliği bozmaktadır...
Çünkü...
Bu ülkenin aydınlık yüzü olan Alevi yurttaşlar, İslam dininin şekil koşullarını sünniler gibi yerine getirmemekle birlikte, dinimizin kutsal kitabı olan Kur’an’a onlar kadar inanmaktadır...
İstisnasız tüm Alevi yurttaşlar, o güzel Alevi felsefesi (Eline, beline , diline) gereyi yaşantılarında insanı temel değer  aldıkları gibi doğaya da aşıktırlar...
Soru yanlış ve maksatlı sorulmuştur...
Genç beyinlerin Aleviler hakkında olumsuz koşullanmasını sağlamak amaçlıdır...
Bu savın aksini savunanlar, Alevileri iftira atmaktadırlar...
Bunun nereden biliyorum...
Çünkü ben Alevi bir yurttaşım...
Aleviler, Sünni Müslüman olsun, Hırıstiyan olsun, Musevi olsun, Ateist olsun, hiç kimsenin dini inanışını hor görmez ve dinin Allah ile kişi arasında manevi bir bağ olduğuna inanırlar...
Bu zihniyeti şiddetle kınıyorum...

19.04.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Dersim'den Özür Dileyenlerin Strazburg (A.P.) Gözyaşları!..
Genel kurulu Strazburg'da toplanan Avrupa Parlamentosu, hepinizin bildiği gibi, iki gün önce,Türklerin Ermeni soykırımını kabul etmelerini isteyen yasa tasarısını görüşerek kabul etti.

AKP iktidarı döneminde iyice yalnızlaşan, dünya ülkelerine güven vermekten ve sözünü kabul ettirebilmekten, insan hak ve özgürlüklerine, demokrasinin en temel ilkelerine, hukukun ve Anayasanın üstünlüğüne olan saygıdan tamamen uzaklaşan,ülkenin birliğinden sorumlu olanve ülkemizin yüzlerce sorununa rağmen, ülkenin tek sorununun başkanlık sistemi olduğuna halkını zorla inandırmaya çalışan Cumhurbaşkanının, eylem ve söylemleriyle ülkeyi kamplara  böldüğü, ülkemizin dış itibarının ve saygınlığının giderek azaldığı, ülkenin bağışıklık sisteminin çöktüğü bugünlerde, Avrupa Parlamentosundan böyle bir yasanın çıkmış olmasına, ülkesini çok seven bir vatandaş olarak çok üzüldük, ancak, böyle bir yasanın çıkabilmiş olmasına, ne yalan söyleyelim, hiç de şaşırmadık.

Fransa, 2011 senesinde buna benzer bir yasayı kendi parlamentosundan geçirmek istediğinde, 21/12/2011 tarihli “Dersimden Özür Dileyenlerin Paris Gözyaşları” başlıkı bir makale yazmış ve AKP iktidarına şöyle seslenmiş idik;

“Türk Halkı; tarihi, kendi akıllarınca yorumladıktan sonra, yargısız infaz yaparak, Dersimde katliam yapılmıştır hükmüne vararak, Dersim Halkından özür dileyen AKP iktidarının, Paris'e yönelik gözyaşlarını ibretle seyrediyor.

Lafı nereye getireceğimizi anlamış olmalısınız.

AKP iktidarı, Başbakan ERDOĞAN ve Cumhurbaşkanı, sözde ermeni soykırım iddialarını inkar etmeyi suç sayan bir yasayı parlamentolarından geçirmek isteyen Fransaya ateş püskürüyorlar.

Tarihi, parlamentoların yorumlayamayacağını, bu iddiaların, tamamen gerçek dışı ve haksız iddialar olduğunu dile getirerek, böyle bir yasanın çıkarılamayacağını savunuyorlar. Bu savunma, bize göre de, özünde tamamen haklı ve yerinde bir savunma.

Ancak; AKP ve yandaşlarının, tabi söylemeye gerek yok, AKP lideri ve T.C. Başbakanı Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN'ın, meydanlarda yaptığı konuşmalarla, hiç gereği yok iken, sırf Cumhuriyet Halk Partisini halkın gözünden düşürerek,AKP için siyasal rant elde edebilmek amacıyla, tarihe mal olan Dersim olaylarını gündeme getirip kaşıyarak, Dersimde, en başta büyük Atatürk olmak üzere, zamanın CHP yönetimi tarafından katliam yapıldığını kabul ederek, Dersim Halkından özür dilemek suretiyle, tüm dünya uluslarının gözleri önünde, zamanın CHP yönetiminin, Türk Halkının bir kesimine karşı katliam yaptığını ihbar etmeleri karşısında, bizim için tamemen yabancı bir ulus olan Fransadan, başka ne bekliyebiliriz ki?

Siz, bu ülkenin yönetiminde bulunan ve bu ülkenin evladı olan kişiler olarak, siyasal amaçla, siyasi rakiplerinizi zor durumda bırakarak, siyasal rant elde etmek için, gözünüzü kırpmadan ve kendi ülkenize  vereceği zararları düşünmeden, Dersimde katliam yaptık, özür dileriz derseniz, Osmanlı döneminde yapıldığı iddia edilen  Ermenilere yönelik sözde Ermeni soykırımı iddiaları nedeniyle, Fransayı nasıl suçlayabilir ve Türk Milletini, bu utanç veren gerçek dışı ve haksız iddialara karşı, nasıl savunabilirsiniz?

Şimdi yaptığınız gibi, Ermenilere yönelik sözde soykırım iddialarını inkar ederek, ülkenizi savunmaya kalksanız dahi, inandırıcı olabilir misiniz?

Elin gavurları, size; hem de Cumhuriyet döneminde, kendinizden olan Dersim Halkına  karşı dahi katliam yapmışsınız, üstüne üstlük, bu katliamı, en yetkili ağızlardan  doğrulayarak, bir de özür dilemişsiniz, demek ki, katliam yapmak genetik yapınızda var, Osmanlı'nın çöküş döneminde Ermenilere karşı yapıldığı iddia edilen soykırım iddiasını nasıl inkar edebilirsiniz, diye sormazlar mı?

Sizler, Türk Ulusunun bir ferdi olarak, Dersim katliamı iddiasına ilişkin tarihi, meydanlarda yaptığınız konuşmalarda yorumlayarak, Türk Ulusunun fertleri olan Dersimlilere Atatürk döneminde katliam yapıldığı hükmüne vararak Dersimlilerden özür dilerseniz, teşbihte hata olmaz, bizde sıkça tekrarlanan, çok afedersiniz, “İmam osu....., cemaat sı...” sözünde geçen cemaat konumundaki Fransa ve diğer yabancı devletlerin Ermeni soykırım iddialarına ilişkin densizliklerini yüzlerine vurmakta zorlanırsınız.

Bugün, Fransa Devlet Başkanının; yaklaşan seçimler nedeniyle, siyasal rant elde etmek ve Ermeni oylarını alarak yeniden seçilebilmek amacıyla sergilediği, sözde Ermeni soykırımı iddialarını istismar eden haksız tutumu gibi, Sayın ERDOĞAN'ın; Dersim olaylarına ilişkin olarak, zamanın CHP yönetimi üzerinden, bugünkü CHP ve Genel Başkanı Sayın KILIÇDAROĞLU'nu yıpratarak siyasal rant elde etmek amacıyla, Dersim olaylarını istismar eden ve CHP'yi suçlayan konuşmaları üzerine, hatırlarsanız, Sayın KILIÇDAOĞLU, ERDOĞAN'ın bu konuşmalarının, ileride, Ermeni soykırımı iddiları konusunda bize zarar verebileceğini dile getirmişti.

Biz de, Dersim tartışmaları üzerine yaklaşık bir ay önce yazdığımız 22.11.2011 tarihli makalemizde; endişelerimizi, “ Dersimde katliam ve soykırım yapıldığını iddia ederek, bu iddiaları, hiç gereği yokken yeniden gündeme getirenler, Ermeni Diasporasının,  sözde Ermeni soykırım iddialarına yeşil ışık yaktıklarının farkındalar mı?” diye sorarak dile getirmiştik.

Sorumlu devlet adamları, sarf ettikleri her söze dikkat etmek zorundadırlar.

Seçim kazanmanın, sorumlu devlet adamı olmaya yeterli olmadığı bir dönemden geçiyoruz.

Fransa ve Fransa gibi düşünen eski sömürgeci ulus ve devletleri, Türkiye Cumhuriyetine yönelik haksız Ermeni soykırım iddiaları nedeniyle, bir kez daha şiddetle kınıyoruz.”

Evet değerli okurlar, 21/12/2011 de bunları yazmışız.

Avrupa Parlamentosunun; Ermeni soykırımını kabul eden ve bizim de kabul etmemizi isteyen yasayı kabul etmesi nedeniyle, bugün, biz; Dersim'den özür dileyenlerin Paris gözyaşları dememizden dört yıl sonra, Dersim'den özür dileyenlerin Strazburg-Avrupa Parlamentosu- gözyaşları demek zorunda kalıyoruz.

Dış politikayı, iç politikadan soyutlayamazsınız beyler, iç politikada siyasal rant elde etmek için, haksız bir şekilde eski dönemleri kötüleyerek sorumsuzca konuşur ve zamanın özel koşullarına göre şekillenen bazı tarihi gerçekleri istismar eder ve saptırırsanız, sözde Ermeni soykırımı icat eden dış emperyalist güçlere karşı ağzınızı açıp savunma yapmakta zorlanır ve inandırıcı olamazsınız.

17/04/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget