Şubat 2013
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Bir futbolcu genç, “din hocasından şike fetvası almıştı” da Türkiye bu olaya kilitlenmişti.
Çok zaman geçmedi.
Unutmuş olamazsınız.
Futbol yeteneği yüksekti.
Hızlıydı. Golcüydü.
Seviliyor. Alkışlanıyordu.
İbrahim Akın’ın adı FB Başkanı Aziz Yıldırım’ı ve diğer spor adamlarını uzun süre hapiste tutan iddianameye; “spor ahlakına para karşılığı hile-hurda-sahtekarlık sokan şikeci futbolcu” diye girmişti.

Polis dinlemeye almış.
İbrahim Akın sesi konuşuyor:
FB maçı vardı.
İbrahim gol atma.
Maç sonrası gel.
100 bin doları al.
Teklif buydu.
Erzurum’da imamlık yapan Ahmet isimli bir din hocası tanıdığım var. Telefonla aradım, “Hocam, maçımız var. Bana gol atmam değil atmamam teklif ediliyor, 100 bin dolar verecekler, dinen bir sakıncası var mı?” diye sordum.
Hoca “sakıncası yok” dedi.
Bana “gol orucu fetvası” verdi.
Aldığın 100 bin doların 10 bin dolarını caminin hayır işlerine harcarsın, yaptığın hilenin kefareti sayılır diye yol gösterdi.
Maçta gol atmadım.


Xxx

Şike yapan futbolcu İbrahim Akın’ın spor hayatı bitti.
Cezasını aldı.
İbret olsun.
Spora ve hiç bir şeye hile-hurda-şike karışmasın.
Fakat Türkiye’nin bütün futbolcularına, sporcularına ve gençlerine örnek olması gereken Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım Demirören’in “hesapsız çıktığı” halde görevine devam etmesini, ettirilmesini biri bize izah etsin.
Demirören, Beşiktaş Başkanıydı.
Genel Kurul toplandı.
Onun dönemini aklamadı.
Hesaplar tutmuyordu.
Genel Kurul delegeleri, Yıldırım Demirören’in Beşiktaş’ı zarara uğrattığı için  “hesap vermesi için mahkemede kendisi hakkında dava açılması” kararı da aldı. Yönettiği Kulübü’ndeki hesapları aklanmayan Yıldırım Demirören, bütçesi 250 milyon TL olan Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlığını yürütüyor.
Yürütmeye devam ediyor.

Xxx

Hapsi de isteniyor.
Bir aile şirketi kurmuş.
Taksim Gayrimenkul Yatırımı Geliştirme adlı bu şirket İstanbul Beyoğlu’nda tarihi doku üzerinde alışveriş merkezi yaptırmışlar.
Yanında tarihi cami var.
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi Doğan Tekel’in “Beyoğlu’daki Demirören AVM’nin imar palanına uyulmayarak yapıldığı” duyurusunda bulundu. Sonra İstanbul 2. Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’da  bu binanın “onaylı projeye aykırı olarak dikildiği” tespitini yaptırıp mahkemeye baş vurdu. Demirören aile üyelerinin (babası-annesi-erkek ve kız kardeşi) 5 yıla kadar hapsi isteniyor.

Xxx

Beşiktaş hesaplarında aklanmadı.
AVM’den de 5 yıl hapsi isteniyor.
Federasyon Başkanı olmaya devam.
O zaman “Erzurumlu hocadan fetvalı şike yapma izni alan İbrahim Akın adlı futbolcuya” haksızlık yapılmış olmuyor mu?
Biz ne biçim ülke olduk!


(uyan borusu)
Apo, çıtayı
yükseğe koydu!

Ziyaretine gidenlere verdiği 3 mektubun içeriği dün gazetelere sızdı. Bebek katili Sayın Abdullah Öcalan, “çıtayı yükseğe” koyuyor. Türkiye’de paralel iki devlet olacak. Batıda Anadolu Cumhuriyeti. Doğuda Mezopotamya Cumhuriyeti. Kendisi serbest bırakılacak. PKK’nın çekilmesi TBMM’nin  kararıyla olacak.  PKK’nın çekildiği topraklara jandarma sokulmayacak. Yeni Anayasa’nın nasıl yazılacağı ve Tayyip Erdoğan’ın nasıl bir Başkan olacağının kriterlerini de Apo verecek. Ya bunlara uyulacak ya da 50 bin kişiyle halk savaşı başlatacak. Başbakan ile adamlarının iddia ettiği gibi “çantada keklik” değil.

Köprü ve otoyolları işletme hakkı 25 yıl için Koç-UEM-Ülker konsorsiyumuna 5.7 milyar dolara devredilmişti. İhaleden sonra bedelin çok düşük olduğu, 25 yıllık otoyol ve köprü gelirlerinin ihale bedelinin çok üzerinde olacağı belirtilmişti.
Sonunda Başbakan Erdoğan duruma el koydu, bedelin çok düşük olduğunu belirterek ihalenin iptal edilmesini tavsiye etti.
Maliye Bakanlığı da bunu emir kabul ederek geçen hafta ihaleyi iptal etti.
Başbakan iptalden sonra şunları söylemişti: “Bu rakam beni tatmin etmedi. Ben bunun üzerine bir çalışma yaptırdım. Bu ihalenin olması gereken en üst rakam ne olabilir? Burada bunun iki katı bir rakam çıktı karşıma. Birisi 11-12 ise öbürü 8-9 civarında rakam çıktı. Peki en düşüğü ne olmalı? En düşüğü de 7 civarında çıktı. (Arkadaşlar böyle çıktıktan sonra ben bunu verirsem vatana ihanet ederim, halkıma ihanet ederim. Şimdi ne yapacaksınız?) dedim.”
Buraya kadar çok güzel. Elbette devlet halkın malını satarken çok dikkatli olmak ve kamu yararını gözetmek zorundadır. Nitekim iptal kararı, muhtemelen ihaleyi alanları hayli üzmüştür ama kamuoyunun bundan çok mutlu ve memnun olacağı da bir gerçek. Ancak, iki başka noktanın üzerinde durmak gerekiyor.
Birincisi, “devlet ciddiyeti” diye bir şey vardır. İhale açıyorsunuz, birbirinden güçlü onlarca şirket milyonlarca dolar harcayarak ihaleye giriyor. Şeffaf bir ihalede herkes teklifini sunuyor ve kurallara uygun olarak en yüksek fiyatı veren ihaleyi kazanıyor. Sonra siz “Beğenmedim” deyip iptal ediyorsunuz.
Fiyat düşük kalmış olabilir. Elbette kamunun hakkı korunacak da, “ihaleyi neden düşük seviyeden başlattınız?” diye sormazlar mı. Başbakan en düşük 7 milyar dolar olması gerektiğini söylüyor. O hâlde ihale neden hiç olmazsa 6.5 milyardan başlamadı?
İkincisi bana göre daha vahim. İhaleyi düşük tutan, sonunda oluşan bedeli kabul eden ihale komisyonunun suçu yok mu? Başbakan “ihanetten” söz ediyor. Peki bu heyet ihalenin açılış bedelini belirlerken neden 7 milyarı görmezden geldi, neden 5.2 milyarlık teklifi yeterli gördü?
İhale iptal edildi, peki Başbakan’a “ihanet” dedirtecek kadar düşük miktarı kabul edenlerden hesap sorulmayacak mı?


Sanki arkeolojik kazı yapılıyor

Yıldönümüne bir gün kala 28 Şubat soruşturmasında bir dalga daha geldi. 28 Şubat’ta Sincan’da tankları yürüttüğü söylenen emekli orgeneral Erdal Ceylanoğlu’nun da aralarında bulunduğu bazı emekli generaller ve bir muvazzaf albay ifadeye çağrıldı.

Ceylanoğlu’nun durumu ilginç. Birincisi tanklar yürüdüğü sırada izinli olduğu çoktan ortaya çıkmıştı. 28 Şubat’a katkısı olsa bile tankların yürümesiyle ilgisinin olmadığı biliniyor. Daha önemlisi; Başbakan Erdoğan Ceylanoğlu’nu Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirmişti. O günkü rivayetlere göre Erdoğan’ın en güvendiği paşalardan biriydi. Ancak Ceylanoğlu göreve getirildikten kısa bir süre sonra Jandarma Genel Komutanı Necdet Özel’in dışındaki tüm komutanlarla birlikte istifa etmişti. Böylelikle Özel beklemediği bir anda Genelkurmay Bakanı oluvermişti.
Eğer Ceylanoğlu istifa etmemiş olsa büyük bir olasılıkla bugün Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda oturuyor olacaktı.
Acaba yine soruşturmaya dâhil edilecek miydi?
28 Şubat dalgaları çok garip ilerliyor. Çünkü 28 Şubat, başı sonu belli, tüm sorumluları ortada, devletin ilgili kurumlarının işbirliği ve sivil bazı unsurların katılımıyla geliştirilmiş bir operasyondu.
Yani savcılar aslında tek hamlede tüm sorumluları ifadeye çağırıp mahkemeye sevkedebilir. Ama nedense sanki arkeolojik kazı yapılıyormuş da her gün yeni bir belge bulunuyormuş gibi dalga dalga tutuklamalar yapılıyor. Kimbilir belki intikamın keyfi böyle daha iyi çıkıyordur. Buna da hukuk ve adalet deniyor.

Kandil’de kimi veya neyi bombalıyoruz?

Bir taraftan “barış” nutukları atılıp “aman sürece zarar vermeyin” çağrıları yapılırken, öte taraftan Silahlı Kuvvetler Kandil’de yapılan bombalamaları duyuruyor kamuoyuna.
Gerçekten çok merak ediyorum; böyle bir aşamada Kandil’de neresi bombalanıyor?
Açıklamalarda bombalamalar anlatılıyor ama sonuçla ilgili bilgi yok. Etkisiz hâle getirilen terörist var mı, terör örgütünün yuvaları imha edilmiş mi, lojistik destekler kesilmiş mi, bunları bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, bu milletin vergileriyle alınmış bombaların dağa taşa yağdırıldığı. Terör örgütünden de bir tepki gelmiyor. Dünyada da bir etkisi olduğunu görmüyoruz. Peki Kandil neden bombalanıyor o zaman?

GÜNÜN SÖZÜ

Başbakan’ın, “AB’ye çok şey verdik, karşılığını alamadık” açıklamasını okuyunca ister istemez, “Bari ‘üye olduk’ gazıyla gündüz vakti patlattığımız havai fişeklerin parasını alsaydık” diyoruz! (Gani Yıldız)

Bugün, bazı çevrelerin “post modern darbe” olarak adlandırdıkları 28 Şubat’ın 16’ncı yıldönümü...
Ve kaderin cilvesine bakın ki (!) Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen 28 Şubat Soruşturması kapsamında dün yeni bir “dalga” daha geldi: 4’ü emekli 1’i muvazzaf beş subay daha gözaltına alındı.
Gözaltına alınan isimlerden biri eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Erdal Ceylanoğlu... 28 Şubat’ta Sincan’da tank yürüten komutan!
Diğeri, Hayrünnisa Gül’ün elini sıkmamak için protokolü terk etmesiyle gündeme gelen dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Emekli Orgeneral Aslan Güner...
Adaletin kestiği parmak acımaz; savcıların kimi, neden sorguya çağırdığı, gözaltına aldığı, mahkemenin neden tutuklama kararı verdiği ya da vermediği sorgulanmaz...
Da... Bu 28 Şubat soruşturmasında beni en çok rahatsız eden şey, zamanlama!
Soruşturma, geçen yıl hemen 28 Şubat’tan önce açıldı...
Bu yıl 28 Şubat’a saatler kala da dönemin çok önemli komutanları gözaltına alındı.
Üstelik bu yazıya son noktayı koyacağım saatten bu akşam 24.00’e kadar polisin daha kaç asker ya da sivilin koluna gireceği de belli değil...
Ama dünkü gözaltılar; aylardır bekleniyordu. Herkes, “28 Şubat’a doğru çok önemli tutuklamalar olacak” diyordu.
İşte rahatsız olduğum nokta bu...
Kaçmadılar!
Bu “zamanlama”, soruşturmaya “rövanş” gölgesi düşürüyor... Gözaltıların ve olacaksa tutuklamaların üzerindeki “inandırıcılığı” azaltıyor, operasyona “intikam” kokusu katıyor...
Oysa hukukta intikam olmaz...
Hukukçuların duygudan arınmış olması gerekir!
Dün polisin, çok sayıda komutanın koluna girmesinden sadece birkaç saat önce çok ilginç bir olay yaşandı.
İstanbul’dan Ankara’ya nakillerini isteyen Balyoz davasında hüküm giymiş 11 muvazzaf subayı taşıyan araç, yolda bozuldu.
Yaklaşık bir buçuk yıl boyunca “kaçma şüphesi” gerekçesiyle tutuklu olarak yargılanan bu subaylar ne yaptı biliyor musunuz?
Yolda kalan aracı gişelere kadar itti... Hem de kilometrelerce! Biri bile kaçmaya kalkışmadı!
Dün gözaltına alınan komutanlar hakkında kararı verecek olan sayın hâkim, umarım şu anlattığım olayı da aklının bir yerinde bulundurur ve...
Ülkeye bunca yıl hizmet eden insanların asla kaçmayacaklarını bilerek kararını ona göre verir...

Hitabe!

Gazi Üniversitesi öğrencisi Sinem Gülcan, geçen yıl Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in üniversitede katıldığı tören sırasında salon dışında arkadaşlarıyla birlikte Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okumuş...
Bu yüzden de Nene Hatun Kız Öğrenci Yurdu’ndan atılmış, aldığı öğrenci bursu da iptal edilmiş!
İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal bu konuyu bir süre önce Meclis’e taşımış ve soru önergesi vermiş...
Gençliğe Hitabe’nin ne zamandır ceza gerektirdiğini sormuş...
Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, bu soruyu Meclis Genel Kurulu’nda yanıtlayarak, olayı doğrulamış... Ancak söz konusu öğrencinin “izinsiz gösteri ve toplantı düzenlemek, eylem yapmak” fiillerinden dolayı yurttan atıldığını söylemiş...
Sayın Bakan’a bu kez ben sormak istiyorum:
Gazetenin önüne çıkıp, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okuyacağım... Kimden izin almam gerekiyor?
Almazsam, ne yapacaksınız?

GÜNÜN SORUSU

AKP hayranı arabeskçi Nihat Doğan, gündemde kalabilmek için her türlü numarayı deniyor... Bu kez de bir tweet atmış ve “Bugün Deniz Gezmiş 66 yaşında... Mekanın cennet olsun, benim dava arkadaşım. Seni unutmayacak, unutturmayacağız” demiş... Sorum size:
Bu haberi okuyunca ne hissettiniz?

Uyan Türkiye... (2)

İnönü Üniversitesi’nin eski Rektörü Fatih Hilmioğlu, Ergenekon soruşturması kapsamında 17 Nisan 2009 tarihinden bu yana tutuklu...
Ağır hasta... Mahkeme, Hilmioğlu’nu “sağlık sorunları nedeniyle tahliye etmek” yerine, ikide bir Adli Tıp’a göndererek zaman kaybetmesine neden oluyor.
13 Ekim 1994’te Silopi’de kolunu, bacağını, gözünü kaybeden ve daha sonra yılmayarak avukat olan Emekli Üsteğmen Avukat Serdar Öztürk de hasta... Uykuda solunumu duruyor; her an için kalp kirizi geçirebilir ya da felç olabilir, aort damarı yırtılabilir. Ancak bu kahraman asker, “Benden daha acil durumda olan Fatih Hilmioğlu tahliye edilinceye kadar hiçbir tedaviyi kabul etmiyorum” diyerek tedaviyi reddediyor.
Dün hep birlikte ilgili mahkemeye ulaşmaya çalıştık; bugün sıra Cumhurbaşkanı’nda...
Eğer siz de yapılanları haksızlık olarak görüyorsanız, Cumhurbaşkanı’na bir mektup yazın ya da özel kalemine telefon edin; soruna el koymasını isteyin.

İletişim bilgileri şöyle:
Adres: T. C. Cumhurbaşkanlığı, 06689 Çankaya, Ankara
Tel : (0312) 470 23 08
Faks : (0312) 470 13 16
E-posta : cumhurbaskanligi@tccb.gov.tr

Türkiye'deki siyasal atışmalar yüzünden bilimsel gerçekler bile ters yüz ediliyor. Herhalde danışmanlarının verdiği yanlış bilgiler yüzünden Başbakan Erdoğan Türk milletini kafatasçı sanıyor.  Sayın Başbakan; Salı günü Türkiye'de 1930'larda kafatası ölçümleri yapıldığını söyleyip bunun kafatası milliyetçiliği olduğunu vurguladı. Böylece; bugün kendisine karşı çıkanları, ırkçı, katil konumuna getirdi... Ama bu kafatası ölçümünün niçin yapıldığını bilmediği de ortaya çıktı.

*Bilinmelidir ki  19. Yüzyıl'dan başlayarak antropoloji, özellikle de fiziksel antropoloji bilim dalı olarak insan bedenini incelemiştir. Böylece insanları üç gruba ayırmışlardır: Dolikosefal (uzun kafa),  Brakisefal (kısa kafa),  Mezosefal (orta kafa).

Bu ölçümler 1960'a kadar Batının bütün üniversitelerinde yapılmış ve kimse de bunu kafatasçılık yahut ırkçılık olarak reddetmeye kalkışmamıştır. Antropoloji bugün de bir bilim dalı olarak üniversitelerde öğretilmektedir.

*Batılı emperyalist siyasetçiler; Türkleri, Mongol (Moğol) kafa grubu insanlar arasında göstermişlerdir. Böylece Türkleri "gelişmemiş" yani aptal ilan etmişlerdir. Mongol (!) Türkleri adam etmek -oraya medeniyet götürmek- adı altında da Osmanlı Devleti'ni parçalayacak adımları atmışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra işte bu ırkçı görüşü çürütmek için 1930'larda Türkiye'de 60 binden fazla kafatası ölçülmüştür. Bu ölçümlerin sonucunda; Türklerle bazı Avrupalı grupların aynı kafatası ölçülerine sahip insanlar olduğu gerçeği ortaya konulmuştur.
Yani; 1930'larda Türkiye'deki bu antropoloji çalışmaları; kafatasçılık yapmak için değil; Batılılıların Türkleri aşağılayan iddialarını çürütmek için yapılmış bilimsel çalışmalardır. Bu çalışmalar; Anadolu'da yaşamış olan insanlar üzerinden yürütülmüştür. Cumhuriyet rejimi bu ölçümleri kullanarak başka milletleri kötülememiştir.

HERKESİN MİLLETİ VARDIR

Bugün dünyadaki bütün devletler; bir millete dayanır. ABD'deki 250'den fazla etnik yapı (Yani bizdeki Kürt, Çerkezç, Laz, Arap gibi etnik yapılar) orada tek potada eritilerek Amerikan milleti yaratılmıştır. Almanya; 2007'de uyum yasası çıkartarak Almanya'da yaşamak isteyenleri Almanca öğrenmek zorunda bırakmıştır. Neden kimse Almanya'ya ırkçılık suçlamasında bulunamıyor?
Şu temel gerçeği unutmayınız: Milliyetsiz insan; ailesiz insan gibidir. Nasıl ki her insanın bir ailesi var ise; o insan ailesine kan bağı ve ruh bağı ile bağlı ise; her insanın yine milleti vardır. Millet; insanlık âleminin aileleri gibidir. Bugün Türk milleti de Türklerin ortak ailesidir.
Bu milli kimliği reddeden insan; ailesini reddeden kişi gibidir.
Tanrı bizleri o tip insanlar arasına katılmış olmaktan korusun...

TÜRK BAYRAĞI

Türk milletinin büyüklüğünü yok etmeye çalışanlar; şimdi Türk bayrağına taktı. Bayrağa; "Türkiye Bayrağı" demeye kalkıyorlar.
O ay-yıldızlı bayrak sadece Türkiye bağrağı değildir. O bayrak; bugünkü Moğolistan, Türkistan, Kazakistan, Ukrayna, Romanya, Macaristan, Kuzey Hindistan, Afganistan, İran, Anadolu, Balkanlar, Arnavutluk, Mısır, Arabistan, Tunus-Fas-Cezayir gibi çok geniş bir coğrafyada dalgalanmış; buralarda Türk bayrağı diye adlandırılmıştır.
Birileri hazmedemese bile, Türk bayrağı Türkiye'nin çok ötelerinde halen dalgalanan bir bayraktır. Onu bugünkü Türkiye sınırlarına hapsetmeye çalışanlar; bayrak tarafından yenilgiye uğratılacaktır.

PKK’nın başı Abdullah Öcalan’ın, silahlı terör örgütü mensuplarını bazı isteklerinin yerine getirilmesi karşılığında, kademeli olarak yurtdışına gönderileceğini söylemesine rağmen, örgütte tam tersi bir uygulamanın yaşandığı ortaya çıktı. Teröristlerin, ülke topraklarından çıkmak yerine, Kuzey Irak’ta bulunan kamplarından Türkiye’ye küçük gruplar halinde girmeye çalıştıkları, güvenlik güçlerinin ise bunların kaçakçı olabileceğini dikkate alıp ateş etmedikleri, başlarının belaya girmemesi için askerlere “yakalayabiliyorsanız sağ yakalayın” denildiği belirtiliyor.

21 Mart Nevruz bayramı öncesi, Kuzey Irak’tan sızmaya başlayan teröristlerin “sığınak yapma”, “silah-mühimmat depolama”, “gıda ikmali yapmakla” görevlendirildikleri ve bu hazırlıkları yapmak üzere görevlendirildi.

Devlet yetkilileriyle PKK’nın başı arasında yürütülen görüşmeler sanki yokmuş gibi hareket eden “yeni bir eylem yılına” hazırlanan teröristlerin yanı sıra, kışı köy ve mezralardaki yakınlarının yanında geçiren teröristlere de “görev yerlerine dönmeleri” talimatı verildi.

Emin olunmadan ateş edilmiyor
Ulude’de 35 vatandaşın terörist sanılarak hava harekatı sonucu öldürülmesinden sonra, güvenlik güçlerinin sınır boylarında daha dikkatli hareket ettiklerini belirten makamlar, şunları söylediler:

“Güneydoğu’da, zaten var olan kaçakçılık olayları, Uludere’de yaşanan üzücü olaydan sonra daha da arttı. Çünkü, asker sınırdan her geçen kişinin artık terörist değil, kaçakçı olabileceğini öngörülüyor. Ona ateş edilmesi halinde, ‘sivili öldürdükleri ya da yaraladıkları’ için hesap sorulacağını biliyorlar. O yüzden, gelen kişilerin terör örgütü mensubu olduğunu yüzde 100 anlamadan askere ateş etmemesi tavsiye ediliyor. Tabii bu durum, terör örgütü elemanlarının sınırı dtaha kolay geçmelerini sağlıyor. Asker mümkün olduğunca ateş etmiyor, geçişlere seyirci kalıyor. İşin gerçeği böyle…”

Teröristler yığınak yapıyor
Türkiye topraklarında kışı geçiren terörist sayısının 600, köy ve mezralarda bulunanlarla birlikte bu sayının 800 civarında olduğunu belirten yetkililer, bunların yurtdışına çıkması için henrüz bir hazırlık olmadığını belirttiler.
Kuzey Irak’ta bulunan kamplardan, Türkiye’ye geçişler başladığını belirten yetkililer, büyük gruplar halinde geçişlerde de terör örgütünün farklı yöntemler kullanmaya başladıklarını söylediler.

Röntgenle kaplayıp geçiyorlar
Isıya duyarlı insansız hava aracına yakalanmamak için terör örgütü militanlarının farklı yöntemler uygulamaya başladıklarını kaydeden yetkili, teröristlere yol ve yöntem gösteren yabancı uzmanlar olduğunu değerlendirdi ve şunları söyledi:

“İnsansız hava aracına yakalanmamak için teröristlerin yeni yöntemlerinden birisi de, her tarafını röntgen filmiyle kaplamaktır. Ayrıca kamuflajla şemsiyenin altında yürüyerek insansız hava aracına yakalanmıyorlar. Bazıları da üzerini ıslatıp dışarıya ısı vermemesi için ıslak elbisenin üzerine naylon sarıyor.”

PKK 54 askeri kaçırmış
CHP Milletvekili Melda Onur, Bilgi Edinme Yasası çerçevesinde Milli Savunma Bakanlığı'na başvurdu. Onur, 1980’lı yıllardan itibaren Güneydoğu’da PKK ile mücadele kapsamında kaçırılan, akıbeti belli olmayan, hakkında gaiplik kararı bulunan, şehitlik mertebesi verilip mezarı belli olmayan asker, sivilkamu görevlerilerinin isim listesini, nerede, ne zaman kaçırıldıklarını sordu.

Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri Albay Erhan Sipahioğlu tarafından gönderilen 11 Temmuz 2012 tarihli yazıda, acı bir tablo rakamlarla ortaya kondu:

"Söz konusu dönem içerisinde toplam 62 personelden 54'ü terör örgütü tarafından kaçırıldı. 8 personel çatışma/devriye görevi esnasında kayboldu. Kaçırılan 54 personelden 27'si daha sonra serbest bırakıldı, 2 personel operasyonla kurtarıldı, 3 asker ise şehit edildi. 15 personelle ilgili gaiplik kararı bulunmakla birlikte takibine devam edilmektedir. Kaçırılan siviller ile ilgili bilgileri ise İçişleri Bakanlığı'ndan talep edebilirsiniz."
Bakanlık, hakkında gaiplik kararı bulunan 15 personelin takibine devam edildiğini, kimlik bilgilerinin ise açıklanamayacağı, sivillerin durumunun da İçişleri Bakanlığı’na sorulması istendi.

Bilinen 11 kişi var
Askeri yetkililer, ellerindeki bilgilere göre terör örgütünün elinde halen 11 kişi bulunduğunu, bunlardan 6’sının asker olduğunu söylediler.

PKK’lılar tarafından kaçırılan ve halen terör örgütünün elinde sağ olduğu tahmin edilen asker, korucu ve sivillerin isimleri şöyle:

- Astsubay Abdullah Söpçeler
- Piyade uzman Çavuş Zihni Koç
- Jandarma Uzman Çavuş Kemal Ekinci
- Jandarma Er Ramazan Başaran
- Jandarma Er Reşat Çecan
- Jandarma Er Hadi Gizli

- Kaymakam Adayı Kenan Erenoğlu
- Polis Memuru Nadir Özgen
- Korucubaşı Eshet Faruk Işık
- Geçici Köy Korucusu Sadi Özatak
- Silopili sivil: Masum Yuvalak

Pazarlık unsuru yapılıyor
PKK’nın, elindeki rehine 11 kişiye karşılık, KCK’lıların serbest bırakılmasını istiyor. 25 Şubat 2013 tarihi itibariyle KCK davasında 16 kişi hüküm giydi, halen 830 kişi tutuklu. Süren davalarda 3 bin 110 sanık bulunuyor.

Mehmet Perinçek bir akademisyen...
Henüz 35 yaşında bile değil. Neredeyse 15 yıldır Rus devlet arşivlerinde “Ermeni meselesi” üzerine çalışmalar yapıyor... Mükemmel derecede Rusça, Almanca ve İngilizce biliyor. Ve çalıştığı konular üzerine tam altı kitabı var... Dört kitabı ise Rusça, Almanca, Farsça ve Azeri Türkçesinde yayımlandı...
Mehmet Perinçek’in son kitabı, “Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi”ni okuyorum. Elimdeki kitap, Ermeni milliyetçileri arasında büyük tepki ve öfke yarattı. Perinçek’le konferanslarda, sempozyumlarda karşı karşıya geldiler ve her defasında bırakın yayımladığı belgeleri çürütmeyi, doğruluğunu ve değerini arttırdılar... Öyle ki, 2011 yılı 24 Nisan sözde soykırımı anma toplantısında kürsüye çıkıp, “Mehmet Perinçek’in bulduğu belgelerden daha fazlasını bulacağız, söz veriyoruz” diye ateşli konuşmalar bile yaptılar!..
Çünkü kitaptaki belgeler, daha 1915 Ermeni Tehcirinin çok öncesinden başlayarak Anadolu’daki Müslüman ahaliye karşı nasıl bilinçli ve toplu kıyımların yapıldığını, bir zamanlar “Millet-i Sadıka olarak adlandırılan Osmanlı Ermenilerinin akın akın nasıl Rus ordusuna katıldığını tek tek anlatıyordu!.. Mehmet Perinçek, kitabın 6. baskısına yazdığı önsözde bir büyük müjde daha veriyordu:- Birinci Dünya Savaşı sırasında Çarlık Askeri Mahkemelerinin Ermeni çetelerinin Müslüman nüfusa yönelik katliam ve yağma politikasını ortaya koyan tutanaklarını da yayına hazırlıyoruz. İki cilt olarak basılacak bu tutanaklar, 800’e yakın arşiv belgesinden meydana geliyor.
Müthiş değil mi?.. Her türlü tehlikeyi göze alarak, dünyanın dört bir yanında dişe diş mücadele eden ve hep kazanan bu genç adamın kitaplarının yayımlandığı ülkelerde “Ermeni meselesi”ne dair ezberler darmadağın olmuş durumda... Hele yeni belgeler yayımlanınca sözde soykırımın 100. yılı olan 2015’e hazırlanan Ermeni Diyasporası’nın tezgâhının büyük darbe yemesi hiç de sürpriz değil... di!..- Ama dostu olmaktan büyük onur duyduğum sevgili kardeşim Mehmet Perinçek tam 18 aydır tutuklu olarak Silivri’de ikamet ediyor!..


***

Pekii, Mehmet niçin tutuklu?..
Yukarıda anlattıklarım yüzünden, iyi mi?!.. Savcı, iddianamesinde suçlamasını aynen şu sözcüklerle yapıyor:- Milli bir meseleyi sahiplenme görüntüsü altında insanların milli duygularını istismar ettikleri, bu sayede toplumun çok farklı kesimlerine hitap edebildikleri, güvenlerini kazandıkları bu topluluğu Ergenekon Silahlı Terör Örgütü’nün amaçları doğrultusunda yönlendirmeyi amaçladıkları anlaşılmıştır...
Suçlama bu... İstenen ceza ise 15 yıl... Bir başka deyişle Rus arşivlerinde geçen her yıla karşılık 1 yıl ceza!.. Ancak şöyle bir çarpık ve de komik bir durum var; Mehmet bu araştırmalarını Dışişleri Bakanlığı’nın görevlendirmesi, Rus hükümetinin Türk Milli Eğitim Bakanlığı emrine verdiği bursu hak kazanarak yapmış, iyi mi?!.. Haa unutmadan, Dışişleri Bakanlığı tarafından görevlendirildiği dönem Abdullah Gül’ün bakan olduğu dönem... - Bu kurumların iddianamede adı bile yok!..
Üstelik Mehmet Perinçek hakkında da bilimsel çalışmalarının, yayımlanan kitap ve makalelerinin dışında tek bir delil veya tanık da yok!.. Daha da acısı; PKK’nin iki numarası Şemdin Sakık’tan kız kardeşini pazarlayanlara, katillere, oto hırsızlarına kadar geniş bir tanık yelpazesini dinleyen Silivri Mahkemesi heyeti, Mehmet’in çalışmalarından doğrudan bilgi sahibi olan dönemin Dışişleri müsteşarını, dönemin ve bugünün Moskova büyükelçilerini, şu an Cumhurbaşkanlığı’na bağlı olan Türk Dili Konuşan Ülkeler Konseyi Genel Sekreteri’ni tüm taleplere karşın dinlemeye lüzum görmedi!..
Ermeni Diyasporası’nın yalanlarını paçavraya çeviren yürekli bir yurtseverin hazin hikâyesidir bu... Hem de 100. yıl saldırısına ramak kalmışken...
- Ahh be kardeşim Mehmet, sen niçin Sevgili Doğu Perinçek’in oğlusun?!..

Şayet gazetelerde (örneğin dün Hürriyet’te) çıkan haberler doğruysa; İmralı’daki sayınönder caniden yansıyan bilgiler beklentileri doğrulamıyor...
Sayın önder caninin yazdığı üç
mektubun ilki, MİT posta servisi aracılığıyla Barış ve Demokrasi (Kürt) Partisi’ne ulaştı.
Günlerce yazılan iktidar kaynaklarınca yalanlanmayan haberlere göre; önder sayın cani PKK örgütüne Silahları bırak, yurtdışına çık talimatı veriyordu mektubunda.
Acaba gerçek böyle mi? Mektupta gerçekten PKK’nin bir iki ay içinde silah bırakarak yurtdışına çıkmasını emrediyor mu? Oysa:
Örgüte verdiği talimatta silah bırakın falan dediği yok!
Hükümetin attığı adımlara bakılmaksızın Türkiye sınırları içindeki PKK unsurları sınır dışına çıkacak... Süreci, Türkiye sınırları dışında izleyeceksiniz” diyor. (Hürriyet, 27 Şubat) O kadar!
***
Çözüm sürecinde devleti amaçlarına zorlayabilmek için kullanacakları silah PKK. Sayın önder caninin de içerideki siyasal Kürt hareketinin de sonuç almalarını sağlayacak tek dayanakları, tek güvenceleri, adeta can simidi PKK!.. Silahsız bir PKK neye yarar?..
Bu gerçekçi nedenlere bakarak; RTE dayattı diye örgütü silahtan arındırarak yurtdışına çıkmasının sağlanacağına inanmak? Hamhayal!
Üstelik, mektubu yayımlanmadan yıllardır uyguladığı silaha dayalı siyasal ve eylemsel stratejiyi bilenler; örgüte emrettiği sonucu daha önceden tahmin etmekte güçlük çekmediler: “Gider gibi olsa da PKK, silah elde sınırın hemen ötesinde içerideki gelişmelere göre harekete hazır bekleyecek (Güncel, 26 Şubat).
***
Düne kadar TV’lerin, kimi gazetelerin manşetlerinde okunan büyük başlıklarda; önder caninin mektubunda ne demokratik özerklikten ne de Türk ve Kürt diye iki halktan söz ediliyordu.
Bu, ne demekti? İmralı, yıllardır eylemlerinde eksik etmediği temel dayatmalarından vaz mı geçmişti? Yoksa, RTE ile hazırlayacakları yeni anayasada kimi dayatmalarının yer almasında mutabık mı kalmışlardı?  
Heyetlerden önceki beş ayda, MİT aracılığıyla pazarlığın önkoşullarını saptayan RTE; örneğin İmralı ile daha görüşmelerin başında; “özgür iradesiyle kendini bu ülkeye bağlı hisseden herkes Türkiye vatandaşıdır” tanımıyla ya da “eşit vatandaşlık kavramının” yeni anayasada yer almasında mutabık kaldı.
Ne derece inandırcı ve kalıcı olduğu kuşkulu, federasyon tezinde direnilmesini istemiyor güya, bölünmeye karşı Bay Apo, üniter devletin savunucusu!
***
Üstelik Türk ve Türk milletini savunacak ana muhalefet lideri de olmadığına göre…
....Taha Akyolun Hürriyet’te yazdığı gibi; “millet adının Türk milleti, bayrak adının Türk bayrağı olması, bu toprakların bin yıllık tarihinin reddedilmez ve tabii sonucuolmasına karşın ve lakin...
…..Türk’üm diyemeyen RTE ile Türk değil, Kürt olduğu bilinen bu ikilinin; Türk ve Türk milletini anayasadan çıkarmakta mutabık kalmaları kadar doğal bir olay yoktur!
Milletvekili Türk değil, Arnavut’um dediği için eteklerinde bayramlık ziller çalan RTE’den Türk ve Türk milleti sözcüklerini savunmasını beklemek abesle iştigal!
***
Sen Kasımpaşalı mısın, mert, sözü özü bir kişi, üstelik şeffaf mı şeffaf biri misin? Öyleyse kanıtladı.
Bin dereden su getirerek bütün konuşmalarında kıvıra kıvıra yan çizerek yeni anayasadan sileceğini ve bu sonucu sağlamak için muteber kişiliğe dönüştürdüğün sayın caniyle uzlaştığını... 
….badem bıyıklı suretini görmekten usandığımız TV’lerden birine çık.. ve:
“...Ben Türk değilim. Rizenin bir zamanlar adı Rum olan bir köyünde doğma, rivayete göre Gürcü kökenliyim” deyiver de boyunu bosunu görelim!
***
Bu (hangi?) milletin barış ve huzuru için baldıran zehri de içermiş!..
Artistlik yapma lan!

Bir anda hiç beklenmedik bir haber: “167 kişi yakalanmış...”
Kadın, erkek, çoluk çocuk!..
Gazeteler gözaltına alınan, yani tutuklanıp içeri atılanların sayısını veriyor, ama adları, kimlikleri yok!
Olmaz olur mu? Ama yazmıyorlar!
Niye toplamışlar ordan burdan insanları? Hemen her ilden, ilçeden...
Haberi okurken sorar mısınız, ne yapmışlar, niye 167 kişiyi toplamış, suçlamışlar!..
Alışıldı bunlara! Suçla, içeri at! Orda beklesin bir ay mı bir yıl mı? Daha mı çok!..
Yüzlerce yurttaşımız mahkemeye çıkarılacakları günü bekliyor. Varsın beklesinler. İçerde, bir sıkıntıları yok nasıl olsa, gerekenler yapılmış! Zamanı gelir yargı önüne de getirilirler, ne olacaksa olur!
167 kişiyi alelacele toplamanın nedeni ne olabilir? Bu haberi duyan, okuyan şöyle düşünmez mi; acaba işin içinde bilinmez, öğrenilmez önemli bir olay mı var? Aldırmazlık da yaygınlaşmış, “Bana ne, başkalarını ilgilendirir”...
Bana ne, diye diye yıllar geçer gider. Adalet işlerine yeni bir anlam kazandırmaya kimse yanaşmaz. Yanlış bir anlayış sürüp gider. Acımaksızın, fazla düşünmeksizin... Bizim dışımızda olan, nedense pek çoğumuzu ilgilendirmez...
Ben o 167 tutuklanmış insanımıza seslenmek istiyorum. Ama ne diyeceklerini biliyorum: “Ben de bilmiyorum, bir şey de söylemediler ki suçumu, kabahati anlayayım!”Yanıtsız sorularla akıp gider zaman! İçerdesindir, ele geçmişin bir kez, bir fırsattır, yaşanacak bir denemedir. Bu yüzden topluma da yararlı olabilir, gerçeği öğrenebilmesine. Ne var ki bugün hapisteki yüzlerce insanımız bu soruların altından kalkamaz.
İnsanlar yasaların ya da yasadışı tutumların fırtınasında yaşar gider.
Bir isyan, bir başkaldırma var mıdır, olabilir mi?
Sen de bilirsin bunu, ama susarsın. Ne demiş büyüklerimiz; susmak en büyük erdemdir... Sarıl erdemine, yat uyu öyleyse!..

Elindeki kitaptan kafatası resimlerini gösterdi...
Salon sessizleşti...
Görüntüler ürpertici; tek parti dönemi, sararmış eski bir kitabın sayfalarında sıra sıra kafatasları görülüyor...
Dehşeti daha da işlemek için:
Bakın, kafatasları, sayfa on, kafatasları raflarda...
*
Korku filmi gibi...
Bülent Arınç ağlayacak ama, kafataslarının sahibini tanımıyor...
*
Başbakan, Atatürk döneminin kafatasçıolduğunu kanıtlamaya çalışıyor... Gösterdiği resimler, Antropoloji Enstitüsü’nün laboratuvarları...
*
Cehaletin bu kadarı olmaz...
*
Antropoloji (insanbilim); insanın biyolojik geçmişini, kavimleri, göçleri, ırkların akrabalıklarını, yapılarını, tiplerini inceleyen bilim dalıdır...
Doğal olarak kazılardan çıkan kemikleri, kafataslarını, iskeletleri inceler...
Diyelim ki Amerika’daki Kızılderililerin hangi anakaradan oraya geldiği böyle belirlendi... Ya da Kapadokya’da o yeraltı şehirlerini yapanların kim olduğu...
Tarihi kazılarda kim ne bulsa oraya gönderir...
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, 1925’te Antropoloji Enstitüsü kuruldu...
1929’da İstanbul Üniversitesi bünyesine alındı, 1935’ten bugüne kadar da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin bir bölümü...
*
Şu anda antropoloji bölümü olan diğer üniversiteler:
Hacetepe Üniversitesi, Mardin Artuklu Üniversitesi, Yeni Yüzyıl Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Dicle Üniversitesi, Karabük Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi, Cumhuriyet Üniversitesi, Kırşehir Üniversitesi, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi...
En az yarısını açan kim?
Kendisi...
Gitse kafataslarını görecek...
*
Tüm amacı; önünde engel gibi gördüğü milliyetçilik, ulusalcılık, Türklük gibi duyguları yaralamak...
Atatürk ve laik cumhuriyeti aşağılamak...
Kafatası resimleri bulmuş kütüphaneden...
İlk kez gördüğü için...
Gösteriyor...
İyi ki müzedeki kılıçları suç aletidiye alıp getirmedi...
*
Ne yapacaksınız...
Cehalet, cahilin sermayesidir...

Sistem eziyor, yok ediyor...
Hayırlara vesile oluyor böylece!
Alkol veren lokantalar, kafeler artık ülkenin pek çok yerinde yok.
Beş yıldızlı oteller var, orada...
Bu işler hep böyle olmuştur!
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden!
Önce yerel yönetimlerin elinde bulundurduğu mekânlarda uygulayacaksın bu yasağı çaktırmadan, sonra düğünlerde ve nişanlarda...
Futbolcu Arda evleniyor ya!
Başbakan düğüne geliyor, nikâh şahidi olacak...
Alkol yasağı konmuş!
Sanırım düğünde “gül şerbeti” verilecek...
Sistem insanın ruhunu kavrar önce, ondan sonrası kolaydır.
10 yılı aşkın süre iktidarda olduğuna göre, ağır ağır çıkacağın merdivenlerin sonuna gelmişsindir!
Birkaç basamak daha var!
Yorulmaz zirveye çıkar oturursan, dilediğini yaparsın...
Ama dikkat edin, sizi sistem izliyor yakından!

***

Göz renginiz, ayakkabı numaranız, parmak iziniz...
Alnınıza “terörist damgasını” vurup, boynunuza “terör örgütü üyesi” yaftasını asmak artık çok kolaydır.
Zamanında “yetmez ama evet” dediniz, şimdilerde muhalifsiniz.
Utanmadan sıkılmadan “Ben sosyalistim” deyip “Kemalist solcular”a yükleniyorsunuz.
Hedefiniz bile yanlış...
Saldıracaksanız şu şovenistlere saldırın...
Özgürlük beklerken, bir baktınız ki sizi zımbalamışlar, düşüncelerinizi tutkallaştırmışlar, çalıştığınız gazeteden atmışlar.
Öfkelenme, kızma, bağırıp çağırma.Otur bir köşeye, uzun uzun düşün!

***

Bu ülkede yurtsever olanlar bölünüp parçalanmayacak gün geldiğinde.
Gözlerini kapa, bir süre sonra aç!
Sosyalistler, sosyal demokratlar güçlenecek, göreceksin...
Sancılı bir dönemden geçiyor Türkiye...
Şovenizm kuşatıyor ülkeyi...
O yüzden at iziyle it izi karışıyor, ben bu konuyu daha önceleri çok yazdım.Ahmed Arif’in dediği gibi bir gün dağlarımıza mutlaka bahar gelecek, etnik milliyetçilik, ırkçılık, din ve mezhep ayrımcılığı yapılmayacak.
Kimse Mustafa Kemal Atatürk’ün, laik demokratik cumhuriyetin arkasına gizlenerek “Vatan elden gidiyor” diye düşünüp darbe planları yapmayacak.
Kurunun yanında yaş yanmayacak!
Sınır boylarında çocuklarımız ölmeyecek, şehit cenazeleri kalkmayacak...
Ne Türk anaları ağlayacak ne de Kürt anaları...

***

Çocuklarımızın gözlerinde çiçekler açacak!
Dağlarımız, ormanlarımız, ovalarımız, koylarımız, büklerimiz çokuluslu şirketler ve altın avcılarınca yağmalanmayacak.
Ben de çiçekler, böcekler, kelebekler, ceylanlar, kırlangıçlar üzerine yazılar yazacağım...
Çocuklarımıza “süt fetvası” verilmeyecek, şiirler, romanlar, öyküler sansürlenmeyecek.Hakkâri’de, Bingöl’de, Şemdinli’de, Şırnak’ta çöplükten atık yemek, ekmek toplamayacak çocuklarımız.
Buldukları bombayla oynarken paramparça olmayacak bedenleri...
Sevdamız çoğalacak, şarkılarımız hiç bitmeyecek...
Bir orman gibi kardeşçesine!

***

Ülkemin kimi aydınları “din eksenine” oturmuş siyasal hareketlerin ne olduğunun farkına varacaklar.Demokrasi ve özgürlüklerin ancak laiklik temelinde yükseleceğini savunacaklar.Sermaye-emek çelişkisini, emperyalizmle sömürgecilik arasındaki ayrımı, finans kapitali anlayacaklar.
Türkiye bugün ezen ve ezilenlerin ülkesidir!
Türkiye yağmalanmaktadır!
Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerin geliştiğine inanmak körlüktür.
HES ve çevre eylemleri dalga dalga yayılacaktır...
Sosyal demokrasiye güven, sosyalistlere yakınlaşma, yurtseverlerin kıpır kıpır atan yürekleri kucaklayacaktır halkımızı...
Ne kadar umutsuz olsam da o kadar umutluyum!

Doğrusu büyük bir düşünce terörü baskısı altında hissediyorum kendimi: Hükümetin önümüze koyduğu çözümü tartışacağına, kabul et... Konuşsam bir türlü sussam iki türlü... Ne yapsam acaba?
AKP MK üyesi profesör oradan bağırıyor: “Ben burada Başbakanımın Kürt meselesinde başlattığı çözümü, kişisel ikbali için, yeni anayasa ile başkanlık sistemini kabul ettirme ve başkan olma amacıyla yaptığını söyletmem.. yakından biliyorum ki bu düşüncede değil, ikisi tamamen ayrı iki ayrı süreç...
Demek ki bu konuda hassasiyetleri tavan yapmış durumda! Başbakan ikbali için böyle şey yapmaz! Evet iki ayrı süreç, ama birleştirilmiş süreç oldu... Zamanlamaya diyecek yok. Başbakan’ın siyasi sonuçlarını ve kendi kariyerini hesap etmeden attığı tek adım görsem inanacağım ve bu durum büyük bir raslantıdiyeceğim!!
Bir gazetecimiz, “Bir başka öneri yoksa herkes sussun diyor. Başbakan hangi siyasi veya kişisel hesapla bu işe başlarsa başlasın... Bir başka gazetecimiz “yoksa bölüneceğiz” diyor. Evet, başkanlık sistemi olasılığı var ama bu şimdinin sorunu değil...
Herkes, iktidarın ve Apo’nun önümüze koyduğundan farklı görüş dile getirenleri ve RTE’nin amacına işaret edenleri hizaya getirme telaşında! Déjà vu halindeyim! Hoş geldin 2010 referandumu..
Zaten bir şey yapamayız, burada ukalalık etmekten ve olayın başka yönlerine işaret etmekten.. Dur ne yapıyorsunuz mu diyeceğim.. Ama insaf bırakın da konuşalım! Demirel zamanını aratmayın! Herkesin demek ki içindeki minik diktatörü dışavurma zamanı var. Yooo şaka şaka!
***
Başbakan bu süreci başlattık baldıran zehri içsem bile.. Yani siyasi intihardan bahsediyor. Aman, bu kadar iddialı olmasını istemem, eğer baldıran zehrini içebilmeyi göze alıyorsa, aynı zehri millete içiriyor demektir. Ama Başbakan’ın önemli bir risk aldığı doğru. Başkanlık anayasasının, Apo-RTE ittifakına rağmen milletten onay alacağının hiçbir garantisi yok. Hatta reddedilebilir! Belki de Ruşen buna güveniyordur! Ama Başbakan’ın kendine güveni son derece yüksek.
Fakat, daha şimdiden, başkanlık anayasasına karşı, eski yetmez ama evetçilerden de bir barikat oluşuyor. Kürt meselesinin çözümünün başkanlık sistemine bağlanmasını reddedenlerin sesi yükseliyor. Düşünsenize, Hasan Cemal bile!
Ama RTEnin hesabı farklı: Kendine özel anayasa referandumunda reddedilirse, Kürt meselesi çözümü de reddedilmiş olur. Türkiye yeniden 2010 referandumu gibi ikiye bölünecek... Çözüm için diktaya evet, yaygaralarını dinleyeceğiz... Şimdiden mızraklarını hazırlıyorlar görüyorum... Hükümet, elindeki devlet aygıtı ve boğazlarından sıktığı bütün güçlerle, evetin üzerine yüklenecektir... Bakalım bu yol ayrımında neler olacak! Başbakan’ın bal gibi iyi bir diktatör olabileceğine ilişkin yorumlar bile sökün eder mi eder!
***
Türkiye’nin bölünme tehlikesi şüphesiz ki var, ama bu o kadar kolay bir iş değil. PKK, umutsuzluk gördüğünde kentlerde terörü tırmandırabilir mesela, öyle ki illallah dersiniz, hadi herkes evli evine durumu yaratılabilir. Daha on yıllarca acılar içinde yoğurulacağına Türkiye, Türk-Kürt ayrılığı bir daha bütünleşemez bir noktaya geleceğine, kendi adıma söylüyorum, okurlar kızsa bile, Türkiye Cumhuriyeti’nin birleştirici bir şemsiye olmasını kabul ederim... Benim için bir sakıncası yok. Türkiye adı bana yeter!
Fakat bu meseleyi bir dikta anayasasına bağlamak niye?
Küçük akıllı kardeşim “Çözümün yoksa sus diyor. Dört yazı kadar öncesine bakabilir. Orada genel düşüncelerim var, egemenlerin çözümünü kabul etmek zorunda değiliz. Bizim çözümümüz şimdilik uygulanabilir değilse, RTE-Apo’nun çözümüne evet demek zorunda mıyız? Benim kurmak istediğim dünya başka, onlarınki başka... Şu anın reel politikin cenderesi içinde kalırsak sürekli, egemenlerin çözümünden çözüm beğenir dururuz..
İşte yeni bir öneri sunuyorum: Bırakın başkanlık sistemi anayasasını... Türkiye Cumhuriyetinin Türk-Kürt dahil herkesin ortak şemsiyesi olduğunu öngören bir değişikliği gündeme getirin tartışılsın. Millet katılsın, sonra değişikliği referanduma sunun... En sonunda milletin buna karar vermesi gerekmiyor mu? Bir de isterseniz baraj koyun, birleştirici olması için, mesela yüzde 60 gibi...
Niye çözümü mutlaka RTE diktasına bağlı kılıyorlar, hadi ben anlamıyorum, sizler de mi anlamıyorsunuz?!
***
Ama sesler duyuyorum şimdiden: Peki Kürtlerin diğer ulusal, etnik isteklerini nasıl karşılayacağız? Evet, konunun aslına geliyorsunuz o zaman... Ama Apo bile resmi dil Türkçe diyorsa, mesele ne? Yerel ayarlamalarla, bütünlük korunarak, tartışarak, ortak ülkümüz var mı yok mu anlarız.. yoklayarak gideriz...
Mehmet Bedri Gültekin, Silivri’de, İşçi Partisi Başkan Yardımcısı, Kürt Meselesine Çözüm başlıklı yazıma, kendi önerilerini gönderdi. Bu yazıyı ve görüşleri önemli buluyorum...
Gültekin özetle “Alternatif programın özeti, söz konusu ülkelerin toprak bütünlüğünün ve egemenliklerinin korunması, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerinin her bir ülkenin bütünlüğü içinde çözülmesi, ülkeler arasında ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri alanlarda gerçekleşecek yakın işbirliğidir. Hedefi, Batı Asya Birliği olan bir işbirliğidiyor.
Gültekin’in bu katkısını bloguma koyuyorum, lütfen okuyunuz: http://orhanbursali.blogspot.com

13 Nisan 2009 sabahı güvenlik güçleri ÇYDD ve 36 şubesine baskın düzenlemişti. Bilgisayarları, dosyaları, cep telefonları kamyonlara yüklenip götürülmüş, yönetim kurulu üyeleri, şube başkanları, gönüllüleri üç dört gün gözaltında tutulmuşlardı. Türkan Saylan’ın evine yapılan operasyon, çevre sakinlerinin evinin önünde toplanıp operasyonu protesto ederek kendisine sevgi gösterisi yaptıkları, Sevgili Türkan Saylan Hoca’nın camdan gülerek, onurla seslenişinin görüntüleri, balık hafızalı bir toplum olmaktan sabıkalı sayılsak da çok sıcak belleklerimizde...
Zaten ileri derecede kanser hastası idi... Gelecek kuşaklara çağdaş insanın onurlu duruşunun son derslerini vererek... Bir kampanya, bir konser, yarım kalmış işleri hasta yatağında tamamlamayı sürdürerek, bir ay kadar daha nefes alıp verebildi... Sevgisini, çalışma gücü, direnme enerjisini, sorumluluk görevini arkadaşlarına, gelecek kuşaklara devrederek aramızdan uçup gitti...
İşte Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği yöneticileri tam da bu sorumluluk ruhu içinde, o günden bugüne gelişmeleri, yaptıkları işleri anlatmak üzere dün bir basın toplantısı düzenliyorlardı ki... İki ayrı bakanlığa bağlı denetçiler dün yine; bir daha, bir daha kaçıncı kez yapıldığı sayılamayacak kadar üst üste teftişlerini yeniden başlatmışlardı... Maliye, dernekler masası teftişleri için evrakların, dosyaların, her tür belgenin taşınması, hesabının verilmesi, davalar, verilen cezalar arasında.. ömür törpüsü zaman tüketilir, gönüllü çalışmalarda moral değerler aşağı çekilmek istenirken... Çağdaş Türkiye’nin gelecek kuşaklarına, ağırlıklı genç kızlarımızın okutulmasına, yoksul çocuklara eğitim bursu sağlanarak geliştirmek, bir adım ileri eğitimlerinin çağdaş yaşma dönüştürülmesine yönelik gelişimlerinde katkılar üretmek... Çağdaş yaşama, çağdaş insanların var oluşlarına düşman iktidarları, ideologlarını, giderek daha çok yelerinden zıplatıyor olmalı ki.. ÇYDD’ye yapılan çelenk bağışı üzerinden bile dava açılabiliyor. Halen ÇYDD’nin üç yöneticisi terör örgütü üyeliğinden yargılanırken, çağdaş yaşama açılan yolu, çalışmaları kırmaya yönelik şeytana pabucunu ters giydirebilecek baskı yöntemleri denenirken, köklerini derine uzatan çınar gibi güçlenerek yola devam ediliyor...

***

ÇYDD Başkanı Prof. Aysel Çelikel’in sunumunu yaptığı belgesel, verilerle 13 Nisan’dan günümüze yolculukta, sorunun değil çözümün parçası olmak, insan haklarına saygılı, çağdaş bir yaşam, eğitim felsefesine ulaşmak amacıyla 13 Nisan 2009’dan günümüze ÇYDD 12 şube daha açarak şube sayısını 102’ye çıkarmış. 30 bin olan kız öğrenciye burs desteği 55 bine ulaşmış. 33 bin olan üniversiteliye burs sayısı 2012 yılı sonunda 69 bine çıkmış, 13 Nisan 2009’dan bu yana burs verilen öğrenci sayısı 124 bin öğrenciye varmış. Burs vermekle yetinilmemiş, sosyal sorumluluk projeleri geliştirilmiş. Kişisel gelişim çalışmalarında görev almak üzere yurtdışına öğrenci gönderme programları, burslu öğrenciler için profesyonel yaşam, kariyer koçluğu, sanat yarışmaları, okul, yurt, eğitim evi üniversite birimi, yurt yapımı, okullara eğitim malzemesi, kitap-kırtasiye, çeşitli donanım yardımları.. çalışmaları gündeme girmiş...
ÇYDD Başkanı Prof. Aysel Çelikel’in, Atatürk devrimleri, Cumhuriyet kazanımlarını koruma yolunda çağdaş, aydınlanmacı bireyler kazandırma, dernek çalışmalarına yönelik baskılardan yola çıkarak ülkemizde yaşanan yargı krizine ilişkin açıklamalarını haberler sayfalarımızdan okumuş olmalısınız... 45 yıl süreyle hukukçu, savcı, yargıç yetiştirmiş bilim insanı, bakanlık yapmış biri olarak yargının işleyişinde milyonlarca sayfa iddia, delille karar verilebilmesinin insana, gerçeğe, doğaya aykırı olacağının, “Bu iş bitmiştir” saptamasının altını çizmekle yetineceğim...
Yeri gelmişken KAGİDER-KADER’in yaklaşmakta olan seçimlerle bağlantılı kadınların siyasete atılmaları çağrı ve çalışmalarını anımsamakta yarar var. Bir koşulla; kadınların iş, toplumsal yaşam, siyasete katılmalarının yaşamsal öneminin altı çizilip vurgulanırken günümüzdeki kavram karmaşasında “kadın üzerinden siyasetin” ucuzluğunun, kadın haklarını gasp etmeye yarayan boyutlarının da açığa çıkarılmasıyla... Kadınları vitrine alarak seçim şanslarını katlayan siyasi partiler ne yazık ki günümüzde, en çok biat kültürüne, çıkara teslim kadınları kullanarak en yaşamsal alanlarda gerçek kadın haklarının gasp edilmesinde çok başarılı kullanma yönetmlerini geliştirdiler... Sadece kadına acımasız bakan ilkel şeriat düzenlerinde, Afganistan, İran, Hizbullah.. uygulamalarındaki vahim kadınların sömürüsünden de değil, ülkemizden, ABD-AB’den, çok fazla kadın üzerinden kadın haklarının gasp edilmesiyle ilgili olumsuz örnekleri saymaya bu köşemizde yer yok... Ancak kadın hakları savunucusu örgütlenmelerimizi, çok sayıda kadını siyasete sokma kısırdöngüsünün üstüne çıkmaya, kadın kimliğiyle birlikte gerçek kadın hakları savunuculuğu kriterlerini aramaya çağırmakla yetinelim...

Stockholm’de hava eksi sekiz derece. Pırıl pırıl bir güneş… Ama şu anda ne soğuk ne kuzey güneşinin ışık oyunlarını düşünecek haldeyim… Aklım fikrim biraz sonra başlayacak toplantıda…
Uluslararası PEN Yazarlar Birliği’nin İsveç merkezinin düzenlediği bir toplantı bu. İnsan haklarını, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmak ve kollamak, dünyanın neresinde olursa olsun, yazarların, şairlerin, edebiyatçıların asal sorumluluğu.
Siz şu aksiliğe bakın ki, tam da toplantının olacağı gün Uluslararası PEN’in Hapisteki Yazarlar Komitesi 2012 yılının temmuz-aralık dönemine ilişkin raporunu yayımlamış. Rapor anında PEN’e üye tüm ülkelerin internet sitelerinde, tüm basınında yer almış… Yani bizdeki gibi değil. Medya önemsiyor bu haberleri. Raporda, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü açısından en kötü durumda olan dört ülkenin Çin, Vietnam, Özbekistan ve Türkiye olduğunu biliyor toplantıya gelenler.
Stockholm’ün göbeğinde, belediyenin kültür merkezindeyiz. Salon tıka basa dolu. Çoğu İsveçli, az sayıda Türk ve Kürt dinleyici… Sahnede İsveç PEN Başkanı Ola Larsmo, bir yanında PEN’in eski genel sekreteri, Türkiye’yi yakından tanıyan yazar Eugene Schoulgin; öte yanında PEN Türkiye Merkezi’ni temsilen ben… O soruyor biz yanıtlıyoruz…
Anımsayacaksınız; Fazıl Say, mahkemeye sevk edilince PEN Türkiye Yönetim Kurulu olarak, Fazıl Say’ın yanında olduğumuzu belirten bir açıklama yayımlamıştık. 2012 Haziranı’ndaydı. 2013’ün Ocak ayında bir şikâyet üzerine İstanbul Cumhuriyet Savcılığı her birimizin ifadesini almıştı… Türk Ceza Yasası o çok tartışmalı 301. maddeye göre (Türklüğü, Türk devletinin manevi şahsını aşağılamak vb.) 6 aydan 2 yıla hapis cezası istemiyle dava açılması söz konusu.
Sahnede Ola Larsmo soruyor, biz yanıtlıyoruz… O gün yayımlanan raporu, hapisteki gazetecileri soruyor. Benimkilerin yanı sıra farklı görüşleri de dile getiriyorum. “Hükümete göre onlar gazeteci değil, terörist” diyorum. (Yani Mustafa Balbay gazeteci değilse ben de Japonum!) Eugene ekliyor: “Hükümete göre onlar hırsız, tecavüzcü…” Hükümetin yargı reformu için on yıldır nasıl canla başla çalıştığını, Başbakan’ın hükümsüz uzun tutukluluklar için ne çok, ne çok üzüldüğünü ve bunu sık sık dile getirdiğini söylüyorum.
Türkiye’deki kitlesel duruşmalar (Ergenekon, Balyoz, KCK); İstanbul Barosu Yönetim Kurulu’na yönelik suçlamalar geçiyor sahneden… İsveç PEN’in araştırması, Türkiye’de hapisteki gazetecilerin yüzde 70’inin Kürt oldukları geçiyor sahneden…
Geçen kasım ayında Uluslararası PEN’in kalabalık yönetici kadrosuyla Türkiye’ye gelmesi; Cumhurbaşkanı’yla ve Egemen Bağış’la görüşmeleri ardından yayımladıkları mektup geliyor sahneye…“Özetlersek” diyor Ola Larsmo, “Ülkenizin ünlü piyanisti, 11. yüzyıl şairinden 4 satır tweet’lediği için mahkemeye verildi; siz de bunu kınadınız, eleştirdiniz diye hakkınızda dava açılabilir… Doğru anlamış mıyım?”
Ne kadar anlatsanız, bu yabancılar bir türlü anlayamıyor bazı şeyleri!
Ola Larsmo’nun bu sorusuna, o sahnede “doğru” dememek için ömrümden birkaç yıl seve seve verirdim…
Sustum, sustum, sustum… Sonunda “Doğru” dedim!
İşte sevgili okurlar, dışarıdan bakıldığında “ileri demokrasimizin” hali… Sahi, kim aşağılıyor bu ülkeyi, bu devleti?..

Mahalle yerine site, sokak yerine blok, çarşı yerine AVM’lerde Selçuklu kapıları!

Son günlerin en heyecan verici “kentleşme haberi” özetle şöyle: “TOKİ ‘yöresel mimari’yi yeğleyecek. Karabük-Safranbolu, Erzincan, Nevşehir, Gaziantep-İslahiye, Malatya, Niğde, Düzce, Amasya-Merzifon, Gaziantep-Nizip, Bolu-Mengen, Mardin, Kocaeli-Çayırova ve Çanakkale’de yapılacak konutlar geleneksel mimariyle tasarlandılar.”
Ülkemizin tüm bölgelerinde yıllardır “aynı tip” mimariye imza atan TOKİ, bu “kimliksiz” ve “çevreye saygısız” kentleşmenin adeta “kamusal önder”(!)liğini üstlendi… Bu nedenle sadece mimarların değil, kültürel ve doğal karakterlerimize önem veren herkesin eleştiri yağmurundan kurtulamıyor.
Şimdi, aynı eleştirilere adeta “yanıt” verircesine ilan edilen “yeni proje anlayışı” haberlerinde şu ayrıntılar var: “Konutlarda geleneksel Türk mimarisindeki en ve boy oranına uygun pencereler yer alacak. Pencere söveleri bölgeye göre biçimlendirile-cek. Doğu’daki söveler taş, Batı’dakiler ahşap olacak.
Böylece, elde edileceği varsayılan “yöresel görünümlü” binalarda Türk mimarisinden nasıl esinleneceği ise şöyle açıklanıyor: “Apartman girişlerinde Anadolu Selçuklu ‘taç kapı’sı uygulanacak. İlin en ünlü tarihi yapılarından, örneğin Erzurum’da Çifte Minareli Medrese’den, Konya’da Karatay Medresesi’nden, Safranbolu evlerinden örnek alınabilecek.

Kimlikli olabilmek
Bütün bunlar gösteriyor ki TOKİ’nin mimarisine kimler karar veriyorlarsa, asıl esinlenilmesi gerekenin “geleneksel kent dokularımız”daki hemşerili kültürümüzü de yaratan “insani”lik olduğunu hâlâ kavrayabilmiş değiller… Ya da bilse-ler bile yeni kentsel çevrelerin eski şehir dokularımızdaki “toplumsal değerler”i gözeten bir çağdaşlıkta tasarlanıp uygulanmasını önemsemiyorlar; belki de istemiyorlar..
Çünkü “kimlikli kent” demek, Selçuklunun anıtsal yapılarındaki taç kapılarını günümüzün kimliksiz apartmanlarına takmak ya da “blok nizam kuleler”e asla yakışmayacak “pencere söveleri” yapıştırmak değildir.
Bir kamu kurumu olan TOKİ’den asıl beklenen, sözgelimi kentin diğer tüm sakinlerini güvenlik paranoyasıyla katil, hırsız yerine koyan, çevresi bir tür sur(!)larla çevrilmiş tek girişli “site”ler yerine, zengin-fakir herkesin “eş saygınlık”ta yaşadıkları “bize has çağdaş mahalleler” kurmak değil midir?
Siteler toplumu hemşerilik kültürüne yabancılaştırır. Mahalle ise tasada ve kıvançta, saygı ve sevgiyle birlikte yaşamanın adıdır. Sözde “muhafaza”kâr TOKİ’ciler ise mahalle değil de site peşindeler; neden?
Benzer şekilde yine geleneksel kent kültürümüzün şaheserlerinden “sokak”larla oluşmuş yeni yerleşimler planlamak yerine, alt kattakinin üst kattakini tanımadığı “blok nizam” yapılar yeğleniyor! Sokak üzerine sayısız şiir, makale hatta roman yazmış edebiyatçılarımızın aynı duygularına “blok”lar ilham kaynağı olabiliyor mu?
Ve özellikle en insani alışverişin, “asma ya da çınar altı”nda hoş sohbetli birlikteliklerinin ve halkın kendi esnafıyla dayanışmasının tarihsel mekânları olan çarşılarımızı, pazarlarımızı geliştirmek yerine, “sömürgeciliğin tüketim hangarları AVM’lere bu sevda nedendir?
TOKİ, o sevimsiz apartmanlarında tarihsel mimariden “göstermelik motifler”le asla kimlikli yerleşmeler yaratamaz.
Toplumu kulelere hapseden bloklarında yabancılaşmanın hizmetkârı olmaktan kurtulamaz.
Bu nedenle asıl yapılması gereken, mahalle, sokak ve çarşı-pazar kültürümüzü çağdaş yaşamla bütünleştiren bir planlamayı yaşama geçirmektir.

Halklar bir şarkı ya da türküyü benimsemek için onda neler arar acaba?
Ya da yıllarca, nesilden nesile söylerken belki de kendileri bile fark etmeden onda ne bulurlar?
Eğer “dertlerini ve duygularını” diyorsanız, gelin şu hepimizin bildiği “Kadifeden Kesesi”ni köşemizde dillendiriverelim.

İki ayrı söylenişi var: biri bizim buralarda, diğeri çıkış yeri olan Kırım’da.
Birincisi hepimizin bildiği şarkı:

“Kadifeden kesesi
Kahveden gelir sesi
Oturmuş kumar oynar
Ah ciğerimin köşesi”

İkincisi, Kırım’lı tatar sanatçı Asiye Salih’in bizim TRT’mizde de söylediği kendi yöresinin türküsü:

“Kadifeden kesesi
Ovadan (bahçadan) gelir sesi
Oturmuş sazını çalar
Ciğerimin köşesi”

İkisinin arasındaki bazı farklılıklara ne dersiniz?
Keseler kadifeden, tamam.
Ciğerim diyen kadının erkeğine duygusu da aynı.
Ama birinde adamın sesi ovadan gelirken diğerinde kahveden geliyor
Birinde sazını çalıyor, diğerinde oturmuş kumar oynuyor.
Neden?

Galiba daha öncesinde ovada, bahçede oturan sesi oradan gelen erkek daha sonra erkek-egemenliğin rahatlığına alışmış ve gidip kahvede vakit öldürmeye başlamış.
Oturmakla da kalmamış, sazını bırakıp kumara dalmış.
Kadınsa hep aynı:
Adamı ovada, bahçede de olsa, kahvede kumar da oynasa hep “ciğerimin köşesi”.

***
Tarımla, hayvancılıkla uğraşan ve sesi kırlardan gelen adamlarımız tarihin bir başka enstantanesinde, coğrafyanın bir başka karesinde acaba neden kahve köşelerine tıkılmış, kumara takılmış?
Çalışma hayatında kadından kopmasından mı?
Onu üretimden koparan, kahvede kumara oturtan ne?
Adam ne yaparsa yapsın, ne kadar değişirse değişsin, kadının onun ardından hala “cigerim” diye seslenişini, ona bakışını değiştirmeyen nedir?

***
Şimdi gelin buradan ani bir dönüş yapalım ve siyasette erkek egemenliğine karşı, siyasi partilerin örgütlenme ya da seçim düzenlemelerindeki “kadın kotası” konusuna geçelim.

Doğal olarak nüfusumuzun yarısı kadın ve diğer yarısı erkek olduğu halde, siyasi nüfusumuzda kadınların yüzdesi oldukça düşüktür.
Peki siyasetin daha çok erkekler tarafından yapılacağı hakkında yasal bir düzenleme mi var? Ya da özel teşvikler mi?

Eğer yoksa bu çarpık durumun nedeni, kadınlarımızın siyaset alanında erkeklerle aynı başarıyı elde edememeleri midir?
Yoksa siyasete girmek konusunda kadınca bir çekingenlik göstermeleri mi?
Acaba kadın kotaları konduğunda kadınımız siyasete daha fazla mı katılacaktır?

Siyaset, toplumumuzda neredeyse erkek işi olmuşsa, kotalarla siyasete taşımak istediğimiz kadınlarımız kendilerine ancak özel düzenlemelerle sağlanan bu imkânı kolayca siyasi etkinliğe çevirebilecekler midir?
Ya da en iyisi soruyu şöyle soralım:
Konan kotalar kadınlarımızın siyasette erkekler kadar etkin olmaları için yeterli önlemler olabilecek midir?

***
Tutun ki çok etkili bir düzenleme yaptınız ve hem örgütün hem seçilmiş politikacılarınızın yarısını kadınlardan oluşturmayı başardınız.
Bu tablodaki dengeler acaba sadece “sayısal” bir denge mi olacaktır yoksa “siyasal” bir denge mi?
Acaba sadece böyle yapmakla siyasetteki etkinlikte kadını erkekle aynı düzeye getirmeyi başarmış olabilecek miyiz?
Yani sonuçta kadınlarımız siyasette erkekler kadar “belirleyici” olabilecekler midir?

***
Bu soruların cevabını vermek gerçekten zor ama yine de tartışmaya açmak için bir iki şeyi öne sürmekte yarar var:

1.Kadın, sesi ovadan, bahçeden de gelse kahveden de gelse her iki durumda da adamının kesesinin “kadifeden” olduğunu söylüyorsa, buradaki kadının ekonomik özgürlüğünün istenen ölçüde olmadığını hissetmek gerekir.
Nasıl ki, birileri siyasette birileri tarafından finanse edildiğinde gerektiği kadar özgürce davranamazsa, ekonomik özgürlüğü olmayan kadın da özgür siyaset yapamaz.
Siyasette daha fazla ağırlık koymalarını istediğimiz kadınlarımızın ekonomik özgürlüklerinin, mutlaka şimdikinden daha ileri olması gerekir. Bunun için, istenen denge kurulana kadar siyasetteki pozitif ayrımcılık gibi, çalışma hayatında da pozitif ayrımcılık sağlamak gerekir.

2. Kotalar koyarak siyasette daha fazla seçilmiş kadın olmasını sağlayabilirsiniz ama o seçilmiş kadınlar ekonomik özgürlükleri kadar hukuken de, yeterince özgür değillerse yine beklenen sonuç alınamaz. Kadınlarımızın hukuk yönünden de kuvvetlendirilmesi için medeni hukukumuzda bile pozitif ayrımcılığa yer vermek gerekecektir.

3.Kotaları koyabilir, kadınlarımızı davet edebilirsiniz ama eğer onlara erkekler kadar eğitim imkanı sağlayamamışsanız, bu kotalar belki sayısal olarak dolar fakat siyasal ağırlık olarak aynı etkinliği sağlamakta güçlük çekersiniz. Siyasette kadının güçlenebilmesi için, ona yine bu güç dengesi sağlanana kadar eğitiminde de pozitif ayrımcılık yapılması, iyi eğitim imkânları verilmesi gerekir.
Siyasetteki kotanın gerçek anlamda doldurulmasının “olmazsa olmazı”, kadına eğitimde yapılacak pozitif ayrımcılıktır.

4.Siyasette bütün bunlar yapılmadan da kendisini ispatlamış, her zoru aşmış, hatta bazı alanlarda erkeklerin önüne geçmiş olan kadınlarımız yok mu?

Var elbette.
Ama ne yazık ki bu noktada bile bir başka sorun yaşanıyor: Genel algıda kadın öncelikle bir ana/eş olarak düşünüldüğü için, kendisinin ancak “kadınsı” işlerde başarılı olacağı düşünülüyor ve o noktaya gelirken “kota”ya bile ihtiyaç duymamış kimi kadınların siyasette önleri kesilebiliyor. Siyasette seçici durumda olanların mutlaka bunu da göz önünde bulundurmaları, başarılı kadının önünü tıkayan kanalları açmasında yarar var.

Sonuç olarak:

Sadece kadın kotaları, kadının siyasetteki etkinliği için tek başına yeterli değildir.
Kota verip işin arkasını bırakmak da çözüm değildir.
Kotaların amacı, -kim ve ne olursa olsun- sadece siyasete “cinsiyeti kadın” olanı doldurmak değil, ekonomik açıdan bağımsız, hukukta kuvvetli, eğitimi yüksek “kadın insangücü”nü erkekle eş değerde toplumun hizmetine sunmak olmalıdır.

Aksi halde, bu günün toplumunda da, yarının toplumunda da, adamın kesesi “kadifeden” sayılmaya devam edecek sesi kahvedeki kumardan da gelse, kadının “ciğerinin köşesi” olarak görülmeye ve toplumda bu farklılıklar yaşanmaya devam edecektir.

Bir film düşünün, erkek ve kadın oyuncuları en iyi değil; yardımcı erkek ve kadın oyuncuları da en iyi değil; hatta yönetmeni de en iyi değil. Ama film en iyi film!
Bu yıl en iyi film ödülünü alan Ben Affleck’in Argo isimli İran karşıtı filminden bahsediyoruz. Aslında filmin Oscar törenindeki sunumunu First Lady Michelle Obama’nın yapması bile bu filmin neden “en iyi” ilan edildiğine tek başına bir göstergedir. Çünkü Oscarlar ABD’nin emperyalist politikalarına uygun olarak dağıtılıyor!
Eskiden bunu daha usturuplu yaparlardı, şimdi iyice alenileştirdiler ve CIA operasyonu filmlere doğrudan Beyaz Saray üzerinden ödül vermek durumunda kaldılar! Kuşkusuz bu ölçüsüzlüğün ABD’nin siyasal gücünün inişe geçmesiyle doğrudan bir bağı vardır.
ORYANTALİST BİR FİLM
Filme gelirsek…
Film, İran’da ABD Büyükelçiliğinin basılması ve 52 kişinin rehin alınması sırasında, Kanada Büyükelçiliği’ne sığınan 6 Amerikalının, bir CIA operasyonuyla Tahran’dan çıkarılmasının hikâyesi: CIA bir film şirketi kurar ve 6 Amerikalıyı o filmin bir parçası yaparak kurtarır.
Yani ABD, 444 gün boyunca 52 diplomatının rehin alındığı o yenilgisine 34 yıl sonra “casus Rambo” ile yanıt arar ve bu filmle “aslında o kadar da başarısız değildik”  demiş olur! Kısacası Afganistan’da ABD’nin onurunu Rambo’nun kurtarması türünden bir CIA güzellemesi…
Sonuç olarak filmde ne ABD’nin 1979 öncesinde İran’ın iç işlerine müdahalesi var ne de CIA’nın katliamlara varan gizli operasyonları. Haliyle İran halkının ABD karşıtı haline gelmesinin de doğal bir sonuç olduğu anlaşılmıyor. Geriye kötü İranlılar ve iyi beyaz Amerikalılar kalıyor. (Filmin girişindeki kısa tanıtımda, sadece Şah’ın emperyalizmle işbirliği yaptığı, bunun da Humeyni’yi kurtuluş umudu haline getirdiği belirtiliyor.)
Öyle ki, ABD’de kimi yayın organlarında bile film, Batı merkezli ve oryantalist olması nedeniyle eleştirildi.
RUZİ NAZAR’IN ARGO’DAKİ ROLÜ
Film doğrudan Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Sadece İran sahnelerinin ülkemizde çekilmesi nedeniyle değil elbette; Tahran’daki operasyonda imzası olan CIA istasyon şefi Ruzi Nazar’ın Ankara’da uzun yıllar görev yapması nedeniyle de…
Özbek asıllı Ruzi Nazar, ikinci dünya savaşında Rus ordusundan kaçıp önce Nazi oldu sonra da CIA görevlisi. Ancak önemi 11 yıl kaldığı Türkiye’de MİT’i CIA’ya bağlamasında ve ülkemizde kendisine bağlı bir NATOTürkçü birim oluşturmasındandır.
Eski MİT görevlisi Enver Altaylı işte bu Ruzi Nazar’ı yazdı şimdi. Altaylı’nın bir bakıma hocası da olan Ruzi Nazar kitapta Argo filmine konu olan operasyon hakkında da bilgiler veriyor.
Altaylı şu övgülerle başlamış o bölüme: “Bir kurtarma operasyonu yapılacaksa güncel, doğru bilgilere ihtiyaç vardı. Merkezden birinin Tahran’a gitmesi ve orada bir süre çalışması gerekiyordu. Bu tehlikeli ve belki de ölümle sonuçlanacak görevi kim yapabilirdi? Ruzi, tecrübeli ve cesur bir istihbaratçıydı. Bölgeyi, İran halkını ve bu halkın örf ve adetlerini iyi biliyordu. Ayrıca Müslüman’dı. Bu zor ve tehlikeli görevi, örgütünde Ruzi’den başka hakkıyla yerine getirebilecek tek kişi yoktu.”(Enver Altaylı, Ruzi Nazar: CIA’nın Türk Casusu, Doğan Kitap, Şubat 2013)
Altaylı’nın görevi açıklarken “Ruzi ayrıca Müslümandı” demesi önemli. Şimdilik “Ah Müslüman maskeliler, ah” diyerek ve onların Türkiye’nin Küçük Amerika sürecindeki rollerinin bir gün mutlaka cilt cilt yayımlanacağını bilerek geçiyoruz…
İRAN’IN VERDİĞİ FAKAT ALINMAYAN DERS!
Ruzi bu görev için Afgan halı tüccarı kılığında İsviçre Havayolları’nın bir uçağıyla Pakistan’ın Karaçi şehrine gider ve dönüşte uçağı Tahran havaalanına “mecburi iniş” yapar! CIA şefinin 11 günlük görevi böyle başlar.
Altaylı CIA’nın rehineleri kurtarmak için birinin merkezinde Ruzi Nazar’ın, diğerinin merkezinde de Tony Mendez’in bulunduğu iki ayrı operasyonun varlığından bahsediyor.
Mendez’in operasyonu Argo’ya konu olandır. Altaylı, Ruzi Nazar’ın anlatımlarıyla iki operasyonu birbirine bağlıyor ve “Ruzi’nin yerinde derlediği bilgiler ve yaptığı çalışma olmasaydı, Mendez operasyonunun başarısı mümkün olmazdı.” diyor.
Ruzi Nazar’ın bu bilgileri Müslüman ve Türk kimliğini kullanarak İran Azerilerinin üzerinden edindiğini özellikle not edelim.
Kitapta uzun uzun anlatılan bu süreci, şu notumuzla bitirelim: İranlı öğrenciler ABD’nin katliamlarına haklı tepki nedeniyle büyükelçiliği basmış ve 52 diplomatı rehin almıştı. İranlı öğrenciler, o dönemin simgesi olan ABD Başkanı Jimmy Carter’in seçimleri kaybetmesinden sonra rehineleri serbest bıraktılar. Hem de yeni başkan Ronald Reagon’ın yemin ettiği günün gecesinde…
Bu gerçek bile İran düşmanı filmin tüm maskesini indirmeye yeter!


Bebek katili Apo sayın olduktan sonra anlamını yitirdiği için pek sayın başbakan diyerek Erdoğan’a soruyorum.
Sizi iktidara getiren hangi millettir başbakan?
Bir türlü söyleyemediğin bu Türk Milletidir değil mi?
O zaman nasıl olurda “Bu süreçte kimse bizim karşımıza Kürtlükle de Türklükle de çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız. ” Diyebilirsin?
Böyle sormayacağım, zira Tayyip Erdoğan bu, asar da keser de. Başbakanlığı kaç yıl önce 23 Nisanda bir çocuğa böyle anlatmamış mıydı?
 Pek sayın başbakan gömlek değiştirdim diye iktidara gelebilir, hatta kendisi gömlek değiştirmeye müsait bir karakterde de olabilir.
 Ancak;
Türk milliyetçiliği ayaklar altına aldım demekle değiştirilecek bir gömlek değildir.
Şimdi de pek sayın başbakanımız Türk Antropoloji Enstitüsü’nü kuran Atatürk’ü ırkçı ilan ediverdi.
Başbakan kaş yapayım derken göz çıkartmaya başladı.
Irkçılık: İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne sürerken,
Milliyetçilik: Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluktur.
İşte Atatürk milliyetçiliği de budur.
                ****
Gelelim başbakanımızın T.A E ‘sünün Türk Kafasının Zaviyesi Üzerine yapmış olduğu çalışmalar hakkındaki sözlerine.
“Şimdi soruyorum bizim millet tasavvurumuz bu olabilir mi?
Hay Allah’ım hay! Güleyim mi yoksa ağlayayım mı şaştım ya!
Anadolu'dan toplanan 64 bin kafatasının bir bilim adına incelenmesini başka taraflara çektirmeye kalkmanın ırkçılıkla, millet tarifi ile ne ilgisi olabilir anlayabilmiş değilim.
Başbakanın kafatası resimlerini göstermesinin altında elbette ki halka Atatürk’ü bir suçluymuş gibi tanıtmak istemesinden başka bir şey değildir.
Bütün dünyanın Atatürk’ü bir Dahi olarak kabullenmesini, nedenini anlayamamış ve onu sevmeyen, adeta nefret eden bir başbakan ile yönetilen Türkiye’de yaşıyoruz ne yazık ki.
Milletimizin beyinlerini bulandırmak istiyor. Türkleri ırkçı belki de ileride Padişahının İngiltere’ye kaçmış bir imparatorluğun, emperyalist güçler tarafından parçalanmasını da Atatürk ve Türklere yükleyecektir.
Zaten elinden gelse bu Ergenekon davalarını oraya kadar götürecek Atatürk’ü yargılatmaya hatta itibarını kaldırmaya kalkacaktır.
Tabi elinden gelse ama gelmeyecek, hayalleri halkın gücü ile yıkılacaktır.
İstiklal Savaşımızın zaferle taçlandırmamız düşmanlarımız tarafından mucize olarak söylenmiştir. Kolay değil elbette 7 düvele karşı o günkü şartlarda 8 yıl savaş meydanlarında binlerce şehit vererek ve karşı güçleri eze eze bağımsızlığımız kazanılmıştır.
Öyle birileri istiyor diye ne Atatürkçülük ne de Türklük biter.
Türk veya Türklük MÖ ki yıllarda vardı, bazı bilim adamları tarihin Türklükle başladığını söylerler. Milattan 10 bin yıl önce Türklerin inşa etmiş oldukları piramitler, yapmış oldukları mumyalar vardır. M.Ö. 17.000 yılında Uygur devletinin altın çağını yaşadığı Çin efsanelerinde geçmektedir.
Tarihimizi araştırdığımız zaman Türklerin ne kadar güçlü ve akıllı olduklarının yanı sıra haçlıların neden Türkleri yok etmek istedikleri de daha iyi anlıyoruz. Bizlerden korkuyorlar.
Bundan dolayı bizleri tarihten silmek isteyenler, bizi güçsüz kılmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bundan dolayı aydınlarımızı, ordumuzun yürekli askerlerini, komutanlarını, gazetecilerimizi esaret altına almışlardır. O esaret gün gelecek bitecektir, kimsenin kuşkusu olmasın.
Kimse merak etmesin Mustafa Kemal’in askerleri bir ölürse bin doğar ve bitmez.
 İşçi Partisi Lideri Doğu Perinçek’e gelince, onun ne kadar Amerika karşıtı olduğu bilinmektedir. Bugün demir parmaklıklar ardından partisini yüreklice yönetmekte ve muhalefet nasıl yapılırmış dosta düşmana göstermektedir. Değerli eşi Şule Perinçek sevgili eşinin ve oğlu Mehmet Perinçek’in zindanlara kapatılmış olmalarının acısını kalbine gömmüş. Yollara düşüp karda kışta şehir kasaba dolaşıp halkı doğruları anlatarak bilgilendiriyor.
Ana muhalefet Partisi CHP ‘in yapması gerekenleri yapmaları, İŞÇİ Partisine katılımları çoğaltmakta ve parti hızla büyümektedir. Bu kıskanılacak değil, takdir edilecek bir olaydır.
Helal olsun diyorum onlara.
Ben doğruları yazdığım için bazen benim parti değiştirdiğim söyleniyor. Hayır değiştirmedim, ben CHP ye yıllarını veren bir insanım ve halen partimin yanlışlardan dönmesini isteyen bir üyesiyim.
                                                                 ****
 Başbakan diktatörlük veya padişahlık isteği ile tıpkı Musolını İtalya’sındaki gibi kendisine karşı çıkan, vatanın bölünmesini istemeyen herkesi düşman belleyen bir kişiliğe bürünmüştür. Aradaki fark o ülkesindeki var olan farklılıklara kan kustururken bizim pek sayın başbakanımız Kürtçülere itibar etmektedir.
Bu itibardan yüz bulanlar Türkiye Cumhuriyetini, devletini tehdit yağmuruna tutmakta adeta alay etmektedirler.
PKK’nin meclisteki uzantısı oldukları bilinen BDP’nin Genel Başkanı öylesine sözler etmektedir ki yenilir yutulur cinsten değildir.
Türkiye’nin birinci gündem meselesinin bebek katili Öcalan ile hükümet arasındaki görüşmeler olduğunu utanmadan, çekinmeden söyleyebiliyor.
İşsizlik, yoksulluk ve hak arayan onca insan kendilerini ilgilendirmiyor bile.
Üstüne üstlük bunca evliliklere, çoluk çocuklara rağmen biz Türklerle et ve tırnak değiliz diyor.
Efendim iki onurlu millet olduklarını iddia ederek;
“Tarih kitaplarında Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiştir diye yazıyor. Benim çocuğum okurken kendi tarihini görüyor mu” diye soruyor.
Ben ona Türklük tarihini okumasını öneriyorum. Türkler ’in dünyaca ünlü yapıtlarının yanında bir tek Kürtçe yazıta bile rastlanmamıştır. Haydi, meydana çıkartsın da görelim.
Benim vatansever, ayrımcı olmayan Kürt kardeşlerimle hiçbir sorunum olmamıştır, olmaz da ama sizin gibi bölücü ve emperyalizm ile işbirliği içerisinde olan hainleri susturana kadar işim bitmez.
Sizler benim gözümde birer vatan hinlerisiniz. Yazık ki hala bizlerden kesilen vergilerle maaş alıyorsunuz.
Cennet gibi bir vatanda yaşıyoruz ama sizler ille de BOP projesi denilen haritayı çizdirmek istiyorsunuz.
Allah, kitap tanımıyor ve korkmuyorsunuz. Benim senden fazla ne gibi bir hakkım var bu ülkede ha?
Nürnberg Kanunları (1936) “Alman ırkından olan vatandaşları diğerlerinden ayırıyor, Almanlara özel haklar verirken diğerlerine kısıtlamalar getiriyordu. İki taraf arasındaki “karışık evlilikleri” de yasaklamıştı. Atatürk Cumhuriyetinde böyle bir şey yapıldı mı?
Bizim aramızda ne fark var?
Fark şu, bizler vatansever, sizler vatan hainleriniz. Hain olmasanız Doğuya yapılan, yapılacak olan yatırımları yakıp yıktırmaz, engellemezsiniz. Küçük çocukların önce beyinlerini yıkayıp sonra örgütleyip, şehirleri alanları yakıp yıkmazsınız. Kamu mallarına zarar vermez, Askere mayın döşeyip kurşun sıkmazsınız.
Ey genel başkan! sana bir şey diyeyim mi, siz Kürt vatandaşlarımızı değil emperyalistleri temsil ediyorsunuz.
Kürtlerin bölünme, bağımsızlık, federasyon gibi dertleri yok. Sizlerin ne yapmak istediğinizi herkes anlamış durumda. Bütün iddialara rağmen Güneydoğu'daki vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu , Türkçeyi ortak bir dil olarak kullanan ve hiç bir şekilde Türkiye’den ayrılma isteği olmayan vatandaşlarımızdır.
Son söz, size ve iktidara rağmen vatanımız böldürmeyeceğiz gerekirse bunun için öleceğiz. Haberiniz olsun.
Sevgiyle kalın
http://www.milliyetciforum.com/tarih-turklerle-baslar-mo10000-de-insaa-edilmis-turk-piramitleri-17714.html

Mustafa Kökten yazmış.
Sizinle paylaşacağım.
Hadislerde yok.
Zebur'da yok.
İncil'de yok.
Tevrat'ta yok.
Kuran'da  da yok.
Kitap ta yok.
Akıl da yok.
Vicdan da yok.
Zehir içmek yok.
Ya söyleminde samimi değilsin ya inancında samimi, değilsin.
İnsanlık tarihinde baldıran otu içen bir kişi var.

O da Sokrates.
Başka yok.

Xxx


Bir şey daha var.
Baldıran otunu gözünü kırpmadan içecek kadar cesur ve yürekli olan birisi,
1500-2000 korumayla dolaşır mı?
Yeni Anayasa taslağına eklenecek bir madde de şöyle olmalı: “Anayasayı değiştirirken gözümden kaçan maddelerin yakama yapışması halinde,
Amerika'ya kaçıp yerleşmeyeceğime, ant içerim”
Zehri içmek mi kolay,
Bu yemini etmek mi?
Hodri meydan.
Bugünkü söyleme baktım.
Güvenlik güçlerimiz operasyon heveslisi değil” diyorsunuz.
Allah Allah!
Operasyon, yani terör örgütüne karşı operasyon hevesle mi yapılır.
Anlayamadım.

Xxx

Bu ülkeyi 90 yıldır birlikte tutan bölünmezlik sürecekse; Abdullah Öcalan, kendisini ziyarete gidenlere; “Türkiye’nin eskimiş Cumhuriyet paradigması Ortadoğu’da kurulmakta olan yeni dünyaya uymuyor. Bundan böyle İslam’daki millet yaklaşımının referans alınması gerekir” lafını etmeye ihtiyacını niçin duyuyor?
Ortadoğu’da kurulanı görüyoruz.
Irak üçe bölündü.
Petrolüne el konuldu.
Kürt piyon devlet yaratıldı.
Bağdat Müzesi talan edildi.
5 bin antika mühür çalındı.
Irak’ın bütünlüğü katledildi.
Üniversiteleri perişan kılındı.
Öğretim üyeleri öldürüldü.
Korkutularak kaçışa zorlandı.
İşgalci ABD askerleri üniversite laboratuarlarını makineli tüfeklerle taradılar. 30 bin bilgisayarı içindeki bilgilerle paramparça ettiler. Ülkenin hem bütünlüğü bozuldu hem eğitimi çökertildi. Okuma yazma oranı 25 yıl öncesine geriletildi.
Kültür kurumları çökertildi.
Binlerce öğrenci okulu bıraktı.
Kız öğrencilerin yüzde 75’i okullarına gitmez, gidemez oldular. Okulların yüzde
80’nu kullanılamaz hale geldi. 2 bin doktor, yüzlerce hukukçu, 376 gazeteci, binlerce meslek sahibi planlı şekilde öldürüldü.
Irak Cehheneme döndü.
Çocuklar açlık çekiyor.
Kaçırılıyor, öldürülüyor.
Uyuşturucu satıcılığına zorlanıyor. Şu anda Irak’ta anasız-babasız çocuk sayısı 5 milyonu buldu. 500 bini sokakta yaşıyor ve dileniyor. (Irak’ta olanların ayrıntılarını Türkkaya Ataöv’ün dünkü Cumuhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan; “Kemalizimden Kurtulmak mı?” başlıklı yazısından okuyabilirsiniz)

Xxx

İşte Öcalan’ın “Ortadoğu’da kurulmakta olan yeni dünya” dediği bu Irak tablosu… ABD ile İsrail Ortadoğu’da “Kürtleri Piyon” yapıp ülkelerin bütünlüğünü bozarak; Irak ve Hazar çevresi petrolünü, Dicle ve Fırat sularını kontrol etmek için “Büyük Kürdistan” kurduruyor.
Bu plana alet olanları!
Baldıran da kurtarmaz.


(uyan borusu)
Dönmedi, gelişti (!)

Abdullah Öcalan, PKK’yı Doğu ve Güneydoğu’nun gaddar toprak ağalarının zülüm ettiği marabaları (topraksız köylü) örgütlemek için kurdu. Allah tanımaz, Marksisti. İmralı’da kendisine izlenecek yolu öğrenmeye gidenlere Hazreti Muhammed’in  “Arap’ın Acem’e. Acemin’in Arap’a üstünlüğü yoktur” hadisini okudu. Ve yeni anayasa yapılırken İslam’daki millet yaklaşımını referans alınmasını öğütledi. Tayyip Erdoğan, AKP’yi kurduğunda  “mili görüşten vazgeçtik” demişti. Döndü diyenlere de “dönmedik, geliştik” diye cevap vermişti. Öcalan da “dönmedim, geliştim” diyecektir.

Silivri Cezaevinin bulunduğu bölge jandarmanın sorumluluğunda. Burada duruşmalarla ilgili gerginlikler yaşanırken, son dönemde Jandarmanın tutumu da hayli eleştiriliyor. Jandarmanın sıktığı tazyikli suyun kumlu olduğu yolundaki şikayetler de ayrı bir tartışma konusu oluyor. Duruşmaya katılmak isteyen milletvekilleri de, sanık avukatları da salona giremiyor… Dışarıda tazyikli su, gaz….

Emekli Tümgeneral Osman Özbek, Silivri’deki duruşmalara sıkça giden isimlerden birisi. Ergenekon olarak bilinen davanın başladığı günlerde “Amaç, bir genelkurmay başkanını tutuklatmak” dediği zaman içimden “Osman Paşa’da amma atıyor” diye geçirmiştim.

18 Şubat’ta Silivri’de duruşma salonu çevresinde jandarma ile vatandaş karşı karşıya geldi. Jandarma Genel Komutanlığı’nda genel sekreterlik, genel plan ve prensipler başkanlığı, harekat başkanlığı görevlerinde bulunan Özbek, iki bölgede de jandarma bölge komutanlığını da yürütmüştü. “Silivri’de jandarmanın tutumunu anlatmak istiyorum” dedi. Söz emekli Tümgeneral Osman Özbek’te:

Orada hiç subay bulunmaz mı?
“Genelkurmay başkanının yargılandığı bir dava benim için çok önemlidir.Emekli Subaylar Derneğinin organizesiyle, duruşmayı izlemek üzere Ankara’dan otobüsle Silivri’ye gittik. TEM otoyolunda, yani duruşma salonuna yaklaşık 1,5 kilometre uzaklıkta otobüsten indirildik. Saat 06.00 civarında çoğu yaşlı, kadın olan insanlar yağmur altında yürüyerek cezaevinin karşısına geldik. O saatte, rüzgarın,. Yağmurun altında insanları yürütmek doğru mu?

Geldiğimiz noktada bir jandarma engeliyle karşılaştık. Arama kapılarının üzerinde ‘polis’ yazıyordu. Jandarmanın görev yaptığı bir yerde, üzerinde ‘polis’ yazan geçiş kapıları olmasını kabul edemiyorum. Jandarma bu görevi yapıyorsa, orada jandarma yazılmalıydı…

Orada, bir subayla muhatap olmak istedik. Ancak, arama noktasında subaylar bulunmuyor. Bizim muhatap olduklarımız ise yetkisi az olan uzman çavuş ve genç astsubaylardır. İsteklerimizi ve şikayetlerimizi iletmekte, muhatap bulmakta zorlandık. Bir ara bir yüzbaşı geldi ona durumu ilettik. Ancak bir daha da kendisini görmedik. Bizim istediğimiz bir an önce kontrol noktasından geçip duruşma salonu önüne geçmekti. Arama noktasından geçişlerin saat 08.00 başlayacağı söylendi.

Asker, sözünü tutmalıydı
Saat 08.00 olduğunda “açın kapılar” denildiğinde arama noktasından geçiş yine yapılmadı. Oysa, asker söz verdiğinde o kapı açılmalıydı. Gelen herkes söyleniyor ve jandarmaya kızıyordu. Orada jandarmanın yaptığı hukuksuzluk ve işkencedir.

Saat 08.15’e kadar kapı açılmayınca, İstanbul Jandarma Bölge Komutanını arayıp konuyu iletmek, karşılaştığımız muameleyi anlatmak istedim. Ancak herhangi bir rütbeli subaya ulaşmam mümkün olmadı. Bir erle konuşabildim. Not bırakmama rağmen komutanın dönüşü olmadı. Kapılar hala açılmayınca üzüntümüz ve sıkıntımız daha da arttı. Bunun üzerine Jandarma Genel Komutanlığı Kurmay Başkanını aradım.

Komutana ulaşamayınca, emir subayına, jandarmanın burada vatandaşa kolaylık göstereceğine her türlü zorluğu gösterdiğini, iki saattir soğukta bekletildiğimizi, bize adeta işkence uygulandığını, buradaki yaşananları birinci ağızdan dinlemesi için durumu kurmay başkanına anlatmak istediğimi belirttim. Ancak, aradan neredeyse 10 gün geçmesine rağmen ne Bölge Komutanından, ne de Kurmay Başkanından bir cevap alamadım.

33 yıl görev yaptığım jandarma teşkilatında, bizden sonra gelen kardeşlerimizin bizlere bu vefasızlığı göstermesini kabul etmiyorum. Kendinden sonra gelenlerin aynı hataları yapmamaları için bunları anlatmayı gerekli ve zorunlu gördüm.”

Habur’da teröriste gösterilen saygı

Osman Özbek’e, “Peki asker ne yapmalıydı?” diye sorduğumda, “Jandarma TEM yolunda durdurmak yerine, duruşma salonuna en yakın yerde durdurmalıydı. Açık yapılan bir duruşmaya, vatandaşın en kolay yoldan ulaşması için önlem almak yerine, bu tür engelleri koymamalıydı. Halkla bütünleşmiş jandarmadan beklenen şudur: gelenlere bir çay ikram edilebilirdi. Çünkü gelenler emekli subay, onların eşleri, tutukluların yakınlarıdır. Onların kolaylıkla tuvalet ihtiyaçlarını karşılayacak seyyar tuvaletler yapılırdı. Habur’da teröristlere, Suriye sınırında mültecilere gösterdikleri yakınlığı dörtte biri bile bize gösterilse yeterdi. Ancak bunlar yapılmadı” diyor.

Üç jandarma genel komutanı, iki kurmay başkanının tutuklu yargılandığı davalarda, jandarma teşkilatının çok daha hassas olmasını yalnız Osman Özbek değil, asker eşleri de, duruşmalara katılan emekli askerler de istiyor, bekleniyor. Önceki genelkurmay başkanı, üç kuvvet komutanı ve jandarma genel komutanının tanıklık için geldiği bir günde orada yaşatılanlar açıkçası onları da üzdü. Dilekleri de, 18 Mart’ta bunların yaşatılmaması oldu…

Bugün size bir belgeden bölümler aktaracağım. Bu belge ünlü İslamcı şair Necip Fazıl'ın çıkarmış olduğu 11 Mayıs 1951 tarihli Büyükdoğu Dergisi'nden alınma. Cumartesi günü bu dergiyi Star Gazetesi ek olarak verdi. Bulabilen oradan tümünü okuyabilir.
Bu belge; Demokrat Parti'yi ve  1960 askeri müdahalesinden sonra asılan Başbakan Adnan Menderes'i tanımamız açısından çok ilginçtir. Bilindiği gibi Necip Fazıl; koyu bir İsmet İnönü düşmanıdır. Öyle ki bu dergide; rahmetli Mevhibe İnönü gibi bir hanımefendiye bile edepsizce dil uzatılmıştır. CHP küfür partisi olarak anlatılmıştır; yerden yere vurulmuştur. Necip Fazıl gibilerin sıkı  desteği ile 14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti, "demokrasi ve özgürlük vaat ederek"  iktidara gelmiştir. Adnan Menderes başbakandır; Celal Bayar ise cumhurbaşkanı. Aradan bir yıl geçtikten sonra Necip Fazıl; kendi deyişi ile istemeden olsa bile İsmet İnönü'yü övmek zorunda kalmış ve onunla ittifak yapmak istediğini de yazmıştır. Şimdi o methiyenin can alıcı noktalarını okuyalım:
(...)
"Evet, Sayın İnönü! (...) arada bütün aykırılık ve düşmanlık kutupları yerli yerinde kalmak şartiyle, sizinle belli başlı bir hedef üzerinde ittifak arayışımdaki mânayı sezer ve bütün gücünüz ve şevkinizle bu mânaya doğru koşarsınız.  

TESİR ALTINDA KALMADINIZ
(...)
1- Siz ve Partiniz, nazarımda, simsiyah bir dalâlet ve nasipsizliğin devamlı mümessili oldunuz! Buna rağmen siz ve Partiniz, en mutlak mahrumiyet ve en bâtıl zihniyet içinde, Türk kalmak, Türk çocuklarından ibaret bulunmak hassasını kaybetmediniz. Fenaydınız; fakat Türkün sağlam kumaşına ve mayasına rağmen, yine Türktünüz. Masonluğun, Dönmeliğin, Yahudiliğin, kozmopolitliğin günlük tesiri altında kalmadınız. (...)

2- Kimseyi, mâna sahasında arkasından vurmak, yalan ve dolanlarla çürütmeğe çalışmak gibi bir hale asla düşmediniz. Beni, ister uğramak ihtimalim bulunsun, ister bulunmasın, meyhanede, umumhanede, kumarhanede ve daha bilmem hangi rezalethanede yakalatmak ve Müslümanların gözünden düşürmek için bundan başka bir çareye malik bulunmamak gibi bir metoda asla yanaşmadınız.

3- Zalim kanunlarınız vardı; fakat bunlar açık ve samimi idi. Bir neşir suçu, ancak neşir vâki olduktan sonra cürüm teşkil etmek gibi hukuki bir umde haysiyeti belirtiyordu. (...) Bir neşir vâkıasında ağır cezalı bir suç isnadı, mutlaka ve her hal ve kârda mevkufluğu mecburî kılıyordu. Bunlar yanlıştı, fakat böyleydi; ve bunların böyle olduğu açıktı, malûmdu.
Hiç siz, Matbuat Kanununu değiştirip, (...) vücut bulmamış bir suçu vâki göstermek, üstelik suç sahibini imzası bulunmadığı için kanun nazarında Aksaraylı Pembe Hanım kadar mesuliyetsiz olmasına rağmen imtiyaz sahibi diye tâyin etmek, üstelik yazılara hayalen dahi münakaşası imkânsız mânalar atfetmek, üstelik mevkufiyeti kaldıran bir Adalet taahhüdüne rağmen onu zindana atmak gibi bir muameleye razı olabilir miydiniz? Asla!.. Bu bakımdan sizi, devrinizi ve kanun anlayışınızı kat'i olarak tenzih ederim!"
Necip Fazıl; son bölümde, Demokrat Parti'nin; basına özgürlük vaat etmesine karşın; yayımlanmamış yazılar yüzünden bile ceza vermeye kalkışmasını eleştiriliyor. Tıpkı; 2012'de, daha basılmamış kitaba ceza verilmesi gibi... DP ile AKP dönemini nasıl da benzeşiyor.
Beyoğlu'ndaki bir kumarhanede basılıp gözaltına alınmasını; kendisine kurulmuş bir tuzak olarak gören ve bunu  CHP'nin asla yapmayacağını itiraf eden Necip Fazıl'dan umarım ki İsmet İnönü'nün günümüzdeki yeminli düşmanları bir ders çıkarırlar.

"Adnan Hoca"cı olarak bilinen Ayşegül Hûma Babuna ve Aylin Atmaca’nın, Silivri’de tutuklu Gazi Üsteğmen Serdar Öztürk hakkında açtıkları "hakaret ve iftira" davasına Ankara’da devam edildi. Bu duruşmada da Mahkeme Başkanı, avukatlar ve izleyiciler arasında birbirinden ilginç diyaloglar yaşandı.

Emekli Albay Levent Göktaş Ergenekon’dan tutuklandı. Kısa bir süre sonra da Göktaş’ın avukatlığını yapan Serdar Öztürk bürosunda "İrticayla Mücadele Eylem Planı"nın ıslak imzalı belgesi bulunduğu iddiasıyla Silivri’ye kondu. Mahkemedeki savunmasında Öztürk, Ayşegül Hûma Babuna ve Aylin Atmaca isimli kadınların bürosuna gelmesinden sonra bu komploya maruz kaldığını anlattı.

Her iki isim de Öztürk hakkında “iftira ve hakaret” davası açtı. Ankara 14. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 26 Eylül’de yapılan ilk duruşmaya Babuna ve Atmaca katılmadı. 29 Ocak’taki duruşmada sadece Babuna hazır bulundu. Babuna ve Atmaca’nın avukatlığını üstlenen ismin emekli savcı Ahmet Gündel olduğu görüldü. Öztürk’ün avukatı Demet Reçber o duruşmada mahkemeden aldıkları Babuna ile Serdar Öztürk arasındaki telefon kayıtlarını dinletmek istedi. Ancak Gündel: "Bunların yasal olup, olmadığını bilmiyoruz." diyerek kayıtların dinletilmesini engelledi.

Dünkü duruşmaya ise Aylin Atmaca katılırken, ses kayıtlarının muhatabı Babuna gelmeyince merakla beklenen telefon konuşmaları bir kez daha dinletilemedi. Avukat Ahmet Gündel bu defa da: "Ses kayıtları Serdar Öztürk’ün dinlenmesi kararı açısından yasal olabilir, ama müvekillerim açısından yasal değildir, tesadüfen elde edilmiş delil niteliğindedir" diyerek kayıtların dinletilmesine yine karşı çıktı. Gündel, Öztürk’e komplo veya bürosunda "İrticayla Mücadele Eylem Planı"nın bulunması konularının bu mahkemenin değil, Silivri’deki 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin işi olduğunu da öne sürdü.

Gündel, Öztürk’ün avukatı Demet Reçber’in, Aylin Atmaca’ya sorular sormasını da engellemeye çalıştı. Ancak Mahkeme Başkanı Avni Mis’in devreye girmesi üzerine Atmaca soruların bir kısmını cevapladı. Reçber, cevaplardaki çelişkilere dikkat çekerek bunların tutanaklara geçirilmesini istedi.

Aylin Atmaca savunmasında, Öztürk için: "Akıl sağlığıyla ilgili problemi olabilir" ifadesini kullandı. Atmaca, Öztürk’ün tutuklanmasından sonra arayan yardımcısı Avukat Demet Reçber’in kendilerini büroya davet ettiğini, ancak televizyonlarda Öztürk’ün bürosunda "İrticayla Mücadele Eylem Planı" bulunduğu için tutuklandığını duyunca gitmediklerini de anlattı.

Bunun üzerine Avukat Reçber, Öztürk’ün bürosunda sözkonusu belgenin bulunduğunu kendilerinin de ilk kez 12 Haziran’da Taraf Gazetesi’nde yayınlanan haberle öğrendiklerini belirterek Aylin Atmaca’yı bu tarihten önce aradığını vurguladı.

Reçber, Aylin Atmaca’nın telefon görüşmeleriyle ilgili Telekominikasyon İletişim Başkanlığı’ndan gönderilen iki kayıt arasında farklılık olduğuna dikkat çekerek, "16 Ekim tarihli belgede 25 kayıt, 9 Ocak tarihli belgede 4 kayıt görünüyor. Acaba TİB’te tanıdığı mı var? Bu kayıtlar böyle nasıl azaldı?" diye sordu.

Bunun üzerine Mahkeme Başkanı Avni Mis: "Tanıdığı olsa bile hiç söyler mi?" karşılığını verdi.

Duruşmada, Mahkeme Başkanı Mis ile izleyiciler arasında bol bol Silivri sohbeti de oldu. Kalabalık izleyici grubunu gören Başkan Mis: "Silivri’yle buranın yolu karıştırılıyor galiba. Bu ekip Silivri’ye de gidiyor mu?" diye sordu. Bir ara: "Bu duruşmanın üzerine düşüldüğü, buradakiyle ilgilenildiği kadar Silivri’nin de üzerine düşülse ya!.." dedi. İzleyicilerden birisinin izin isteyerek duruşmadan ayrılması üzerine: "Demin mahkememizi methediyordun, şimdi bırakıp gidiyorsun; beğenmedin mi?" esprisini yapan Başkan Mis’in, avukatların 13. Ağır Ceza Mahkemesi ifadelerini tutanaklara, "Silivri" olarak geçirmesi de dikkat çekti.

Bir sonraki duruşma 10 Nisan’a ertelendi.

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler...

Müyesser Yıldız
27 Şubat 2013

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget