İkinci kapı. Yine yalınayak. Dedektör daha da hassas. Yüzüklere bile çalıyor. İki binayı ayıran yolu yürüyerek aşıp, uğursuz duvarların arasındaki ağır, zımbalı çelik kapıya doğru ilerliyoruz.
Bu üçüncü kapı. Özgürlüklerin üstüne kapananı. Yolun sonu. İnfazhane. Giriyoruz. Ankara’dan bakanlık onayı henüz gelmemiş. “Gelir” diyor Atilla Sertel. Az sonra onay geliyor. Son aramada, kadın ziyaretçiler sutyenlerini de çıkarmak zorunda kalıyor. Göz biyometresinin karşısına oturduğumda, ruhuma tecavüz ediliyor duygusuna kapılıyorum ve bakışlarımla direniyorum. Beyin tanrısal bir güç. Nihayet “açık görüş” salonuna alınacağımız ızgaralı döner kapıyı açıp kapatan sensör, gözlerimi tanımlayamıyor! Uzun uğraşlardan sonra geçebiliyorum.
Tuncay Özkan, 23 Eylül 2008’den beri tutuklu. “Her şeyin çaresi var, hasretin yok. Özgürlük, kesik bir uzuv gibi. Varmış sanıyorsun, özgürsün sanıyorsun geceleri. Sonra uyanıyorsun. Okuma yazma alışkanlığımız olmasa, bu duyarlık çıldırtır insanı” diyor. “Hücrede 517 gün yalnızdım, biliyorsunuz. Bir baykuşla göz göze geldim, bir gece, pencerede. Nasıl sevindim, bilseniz…”
Son iki yılda iki kitap yazmış Tuncay. Biri şiir, öteki bir tiyatro oyunu. “İkisi de Duygu ambargolu” diye gülüyor. Ben birkaç şiirini okumuştum, olağanüstü güzellikte aşk şiirleriydi. Eşi Duygu Dikmenoğlu, kitapların Tuncay çıkınca yayımlanmasını tercih etmiş. Duygu, benim tanıdığım en güzel insanlardan biridir. Mutlaka doğru düşünüyordur. “Peki çıkarırlar mı seni, sizi?” diye soruyorum. “İdam cezası olsaydı bizi asarlardı!” diyor. “Cumhuriyet hukuku kirletilmiştir. Tuncay Özkan’la ilgili sorun hukuki değil, siyasidir. Bizim buradan çıkışımızı, ancak toplum baskısı sağlar. 18 Şubat’ta herkesi buraya çağırıyoruz, bu zulmü ancak kalabalıklar yenebilir! Zalime acıyan, zulmüne ortak olur…”
Mustafa Balbay, badem ağacının çiçekleri, demişti. Tuncay Özkan, “Manolya ağaçlarını özledim” diyor. “Ben yılda üç kez gider, manolya ağaçlarına sarılırdım. Onlara sarılmayı özledim.” Sonra bir ağacın yerini bile tarif ediyor, Arnavutköy’de. “Git benim yerime sarıl, katmerli manolyadır o!”
Aklımdan, acaba o çıkana kadar İstanbul’da manolya ağacı kalır mı, sorusu geçiyor.
Tuncay, sanki iç sesimi duymuş gibi durup, “Sence 5 yıl daha kalır mıyım içeride?” diye soruyor. Ne diyebilirim ki? “Kalmazsın” derken, çok emin değilim. Lafı havada yakalıyor, “Kalmam değil mi? Beş yıl daha kalmam burada, kanatlarım çıkar benim, uçarım…”
Ne demek istediği besbelli. Ürperiyorum.
Çıkarken, biyometri sensörü yine tanımadı gözlerimi. Izgaralı kapı açılmadı. Sensörü devreden çıkarıp öyle saldılar. Bir an, çıkamayacağım diye korktum. Ama değdi. Gözümün bebeği zabıtlara geçmedi!
G NOKTASI
Üçüncü kapıda, önümüzde incecik, zarif bir kadın vardı. Polisin masanın üzerine yayıp denetlediği erkek gömleklerini, pantalonlarını katlıyordu. Kendisine baktığımı hissedince, dönüp elini uzattı. Müge Tekin. Danıştay ve Cumhuriyet gazetesine saldırı düzenlemekle suçlanan emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin’in eşi. “İç çamaşırlarını kendileri, tepinmatikle yıkıyorlar, gömlek, pantolon gibi giysileri de biz temizleyip getiriyoruz” dedi. Tutuklular, leğene bastıkları çamaşırları çiğneye çiğneye yıkıyor, buna ‘tepinmatik’ diyorlarmış. Müge Tekin, bir an durup ekledi: “Yedi göbek asker ailesiyiz, biz.” Titriyordu sesi. Belli ki böylesi bir sadakatin, iftirayla gelen zulmü hak etmediğini düşünüyordu.
Silivri’deki açık görüşte, ilk kez Hikmet Çiçek’le de tanıştım. Çiçek, Silivri’nin en yaşlı tutuklu gazetecisi. 63 yaşının 20 yılı zindanda geçmiş, hâlâ da zindanda. Ama tutsaklık, bir İngiliz soylusuna benzeyen Hikmet Çiçek’i hiç eskitememiş, zerafetini hiç eksiltememiş!
“Hukuku, halklar üretir. Halklar hukukla ilgili değilse, zalimin zulmü gelir.”
TUNCAY ÖZKAN
Yorum Gönder