Mart 2020
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Ölümlük Kalımlık Kefen Parası
Ülkemiz; bulunduğu coğrafya itibariyle, sürekli depremlere maruz kalmakta ve bu husus, ilmen de sabit olup, sık sık tekrarlanan ölümcül ve yıkıcı depremler, bu gerçeği açıkça ispatlamıştır.
Yani, ülkemiz için deprem, beklenmeyen, olağanüstü bir afet değildir.
Rutin haline gelen depren afeti için bile, yedek akçe ayırmayan, deprem için toplanan vergileri dahi, lüzumsuz başka alanlarda kullanarak yok eden bizi yönetenlerin; şimdi içinde bulunduğumuz ve tüm Dünya'yı saran Korona virüsünden kaynaklı bir sağlık afetine karşı hazırlıksız yakalanmış olması da, çok doğaldır.
Nerede o Devlet aklı bizi yönetenlerde, nerede o ileri görüş? Ara da bulasın.
Cahili ve okumuşu, halkımız bile, anasından babasından, dedelerinden miras, güzel bir adeti kendileri için uygulamakta ve öngöremedikleri muhtemel ölüm, kalım, hastalık gibi zor günlerinde kullanmaları için; ölümlük, kalımlık ve  kefen parası dedikleri belirli miktardaki parayı, bir kenara koyup saklamaktadırlar.
Ülkemizi de etkisi altına alan son Korona Virüs salgını gösterdi ki; bizi yönetenler, cahil halkın bile öngördüğü, ölümlük, kalımlık bir kefen parasını bir kenara koyamamışlar. Halkın; bir donunu almadıklarının kaldığı, verginin dahi vergisini aldıkları,1999 Gölcük depremi için geçici olarak konulan ve deprem vergisi olarak anılan vergiyi dahi, sürekli hale getirdikleri, fakir halkın kanını emen binlerce kalem ağır vasıtalı ve vasıtasız vergilerle topladıkları katrilyonları; bir miras yedi gibi, plansız ve programsız, ihtiyaç sıralaması yapmadan hoyratça harcayarak tüketmişler ve hazineyi boşaltarak, fakir halka el açar hale getirmişlerdir.
AKP Genel Başkanı ERDOĞAN; salgın nedeniyle herkesin evlerine kapanmaları, piyasanın ve alış verişlerin durma noktasına gelmesi nedeniyle işsiz kalan, gün kazanıp gün yemek zorunda olan; küçük esnaflara, taksicilere, inşaat işçilerine, amelelere, hamallara, berberlere, gündelikçi ev çalışanlarına, pazarcı esnafına, ayakkabı boyacılarına ve aklımıza gelmeyen emeğiyle çalışan milyonlarca fakir ve çaresiz insanımıza, nakdi ve mali yardım edemez durumda olup, onların sadece devlete olan borçlarını erteleme, kredi verme, uçamayacakları uçak biletlerinden alınan KDV'yi %1'e indirme, gidemeyecekleri kapalı olan otellerdeki konaklama vergisini erteleme, konut kredi faizinde indirim yapma gibi, akıl almaz, karın doyurmayan ve milletin aklıyla alay eden bir paketi ancak açıklayabilmişlerdir.
Baktılar bu tedbirler bir işe yaramıyor, halka el açarak, halktan yardım dilenme, yardım kampanyası açma yolunu seçmişlerdir.
Kampanya'yı dün açan AKP Genel Başkanı ERDOĞAN; lütfetmiş ve yedi aylık maaşını, bu kampanya'ya bağışladığını açıklamıştır. Adama sorarlar, niçin bir yıllık veya dönem sonuna kadar ki maaşını değil de, yedi aylık maaşını bağışlıyorsun? Seni, bu millet zaten 1150 odalı sarayında yemen ve içmen dahil bedavadan ağırlayıp misafir etmiyor mu, sen Dünya'nın en zengin insanlarından birisi değil misin, niçin yedi aylık maaş, bu yedi ayın bir anlamı mı var sizin için?
ERDOĞAN'ın bu kampanyası fazla ilgi görmez, halk artık kendisine inanmıyor ve güvenmiyor. Bu kampanya'ya; ancak, yandaş iş adamları, halkın parasını soyan yandaş müteahhitler, ERDOĞAN korkusuyla katkı sunabilirler o kadar.
Halkımızın güveni kalmadığı için halkımızın bu kampanya'ya destek vereceklerini sanmıyoruz. Zaten halkımızın yardım etme gücü kaldı mı ki?
Devleti yönetenler, halkın vergileriyle toplanan kamu gelirlerini; kamu hizmetlerini ve yatırımları önemlerine ve aciliyetlerine göre bir öncelik sırasına koyarak, iktisatlı ve planlı bir şekilde harcamak ve bunun da hesabını halkımıza vermek zorundadırlar.
Devleti yönetenler; topladıkları halkın parası vergilerden, bu afet günlerini düşünerek, ölümlük ve kalımlık bir parayı bütçede bir fasıl açarak ayırmalıydılar. Bunu yapmadıkları gibi, ayrılan halk yararına birçok fonda biriken paraları dahi, istedikleri yerlerde lüks ve israf için, taşa, betona ve toprağa yatırdılar. Merkez Bankasından aldıkları kefen parası tabir edilen yedek akçeyi dahi, bir çırpıda harcayıp tükettiler. Plan,bütçe ve bütçe disiplini diye bir şeyle, asla tanışmadılar.
Halktan yardım dilenen ERDOĞAN'ın; halkına güven aşılaması ve peşinden gelmelerini isteyebilmesi için, acilen yapması  gereken bazı zorunlu  fedakarlıkları, burada sıralamak istiyoruz.
ERDOĞAN öncelikle;
Yedi aylık değil, görevinin sonuna kadar alacağı tüm maaşlarını bu yardım kampanyasına bağışlamalıdır.
Nereye gittiği çok şüpheli olan ve yasa gereği soruşturulamayan örtülü ödenek harcamalarına derhal son vererek, mevcut örtülü ödeneğinin tamamını, bu salgından ekonomik olarak etkilenen kişilere düzenli olarak dağıtmasını sağlamalıdır.
Sarayın 1150 odasını doldurabilmek için, etrafında oluşturduğu ve adlarına danışman denilen paralel devlet yapısına derhal son vererek, aslında kendilerinden bir kelime dahi danışmadığı, tümü zengin, birkaç yerden maaş vesair geliri olan, işe adam değil adama iş icat edilerek saraya doldurulan yandaş danışmanlar ordusunun işlerine acilen son vererek, bunlara bütçeden beyhude ödenen ödenek ve maaşları, fakir halkın istifadesine sunmalıdır.
Sarayın günlük masrafının ağır yükünü bu şartlarda taşıyamaz hale gelen halkın durumuna acıyarak, bütçenin kamburu olan saray'a kilit  vurmalı ve ATATÜRK'ün ve sonraki Cumhurbaşkanlarının şerefle ve severek ikamet edip mesai yaptıkları ÇANKAYA KÖŞKÜNE taşınarak, bütçedeki saray yüküne ve israfına son vermelidir.
Kullanımındaki uçan saray tabir edilen uçaklardan birini muhafaza ederek, geri kalanları satışa çıkarmalı ve elde edilecek paralar bütçeye gelir kaydedilerek, halkın istifadesine sunulmalıdır.
Kanal İstanbul denilen; saçma ve gereksiz, halka zorla dayatılan projeden vaz geçildiği, derhal halkımıza deklere edilmelidir.
Marmaris’teki yazlık ve Van Gölü kenarındaki, ne olduğu belirsiz saray yapımları kaldığı yerde dondurulmalı ve ileride tamamlandığında, turizme devredilmelidir.
Uçan ve uçmayan sarayları, yatları, lüks ve ihtişamı, israfı, devletin itibarı sayan yanlış ve köhne Osmanlı zihniyetini terk ederek, artık ülkenin gerçekleri ile yüzleşmelidir.
Salgın sona erdikten sonra da, kendisinin ve devlet büyükleriyle bürokratların gereksiz ve temelinde gezme amacı yatan sözde görev amaçlı yurt dışı seyahatlerine sınır getirmelidir.
Lüks makam otomobili saltanatını sonlandırmalıdır.
Yap, işlet devret modeliyle ve kar garantisiyle devlete iş yapan yandaş müteahitlerle masaya oturarak, tüm ihale anlaşmalarını, ortaya çıkan olağanüstü hal nedeniyle yeniden uyarlayıp güncellemeli ve şimdi devlete daha da ağır bir yük haline gelen kar garanti ödemelerinin, bu salgın boyunca tamamen silinmesini sağlamalıdır. Anayasanın bile çok kolay ihlal edildiği ve uygulanmadığı ülkemizde; gerekirse, bunun için hukuk ihlallerini halkının geleceği için göze alabilmelidir. Orta vadede de, bu yap işlet devret modeliyle yapılan kar garantili tüm tesisleri, süreleri dolmadan bedeli mukabilinde devletleştirmelidir. Bundan sonra da, yap işlet devret modeliyle tesis yapmaktan kaçınmalıdır.
Devlet ve bürokrasideki her türden lüks harcamalara derhal son vermelidir.
Diyanet İşleri Başkanlığının dikkati çekilerek, kuruluş amacının dışına çıkmaması sağlanmalı, ihtiyaç fazlası cami yapımından ve buralara din görevlileri atanmasından vaz geçilmeli, hatta her sokağa ve mahalleye yapılmış olan ihtiyaç fazlası camiler belirlenerek kapatılmalı, burada çalışanlar başka yerlerde görevlendirilmelidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı 2020 yılı Bütçesinin %50 si; derhal, Sağlık Bakanlığına aktarılmalı, Diyanet İşleri Başkanlığı geri kalan para ile idare etmesi ve yasasındaki kuruluş amacının dışına çıkmaması gerektiği konusunda şiddetle uyarılmalıdır.
Dinci vakıfların hortumları kesilmeli, bu vakıflara kamudan bir kuruş dahi aktarılmamalı, vakıfların; yardım edilen değil, kendi öz varlıklarıyla yardım eden kurumlar olduğu gerçeği hatırlanarak uygulamaya konulmalı, dinci tüm vakıflara daha önceki zamanlarda, belediyeler ve devlet kurumları tarafından aktarılan değerler, geri çekilmeli ve halkımız için kullanılmalıdır.
Sayın ERDOĞAN; sadece yedi aylık maaşını bağışlayarak değil, yukarıda saymaya çalıştığımız ve bizim unuttuğumuz diğer tedbirleri alarak yürürlüğe koymalıdır ki; halkımız, onun peşinden yürümek değil, salgının vurduğu ihtiyaç sahibi insanlar için, seve seve koşsunlar.
Bunun başka yolu yok, Sayın ERDOĞAN.
Bize ve halkımıza kaybettirdiğiniz, size olan  güven ve inancı  yeniden kazandırabilmeniz için, yukarıda saymaya çalıştığımız bu adımları acilen  atmanız zorunludur.
Bekliyoruz, tüm halkımız ve tabi bendeniz de.

Güner Yiğitbaşı

31/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Cinsel Saldırı Suçlarında Af Ve Kanıt Sorunu
Malum, şu sıralarda Meclis gündeminde adına af mı dersiniz, infazda iyileştirme, cezaevlerinde yer açma mı dersiniz, ne derseniz deyiniz, cezaevlerinden yetmiş bine yakın mahkumun, bazı koşullarla salıverilmelerine imkan tanıyacak bir yasal düzenleme çalışması bulunmaktadır.
Bu iyileştirmeden yararlanacak suçlu tipleri, her iyileştirmede sorun olmuş ve büyük tartışmaları beraberinde getirmiştir.
Aslında, gerçekten zor bir durumdur bu.
Her suçun mağduru; kendisini mağdur eden, kendisine yönelik suç işleyen suçlunun cezasını tam olarak çekmesini arzular, haklı olarak.
Aslında, kişilere yönelik; onların canlarına, bedensel bütünlüklerine, ırz ve namuslarına, özgürlüklerine ve mallarına yönelik suçun suçlarının, o suçun mağdurlarının rızaları olmadan, Devlet tarafından affedilmeleri, cezalarında indirime gidilmesi yerine, Devlete karşı, Devletin bazı makamlarına karşı işlenen suçlar diye adlandırabileceğimiz, en başta Cumhurbaşkanına hakaret olmak üzere, hükümeti devirmeye, parlamentoyu çalışmaz hale getirmeye teşebbüs, terör örgütüne üye olmak gibi malum suçların suçlularının cezalarında indirimlere gidilmesi, insanların rızaları alınmadan yapılabilmelidir.
Devlet ise; haklı olarak, kendisine yönelik suçların suçlularının affına hiç sıcak bakmamakta, terör suçu, hükümeti devirmeye teşebbüs suçu denilince aklı başından çıkmakta, başına kaynar sular dökülmektedir.
Devlet; kendi organlarına, kendisine yönelik suçların suçlularının cezalılarında iyileştirme yapılmasına karşı ise ,sade vatandaşın canına, ırz ve namusuna, özgürlüğüne, bedeni bütünlüğüne ve malına karşı suç işleyen suçlunun cezasında iyileştirme hak ve yetkisini kendisinde nereden bulmaktadır?
Şimdi gelelim cinsel saldırı suçlarına; ülkemizde bu tür suçların giderek arttığı, bu suçların beraberinde, cinsel saldırıya uğrayan kişinin öldürülmesine kadar uzandığı, kadına şiddetin kol gezdiği, on beş yaş altı çocukların imam nikahıyla evlendirilerek çocuk gelinlerin her geçen gün arttığı ülkemizde, Devletin bu suçlara ilişkin ceza siyasetinin çok katı olması ve bu konuda, insanlara cesaret veren af veya ceza iyileştirmelerinden kaçınması zorunludur.
Değerli sınıf ve facebook sayfa arkadaşım Emekli Hakim Leyla ALKAN; sayfasında,

”REŞİT OLMAYANLA CİNSEL İLİŞKİYE ,CİNSEL SALDIRMA ve CİNSEL TECAVÜZE AF GELİYOR”  şeklinde, bu tür suçlara affı kabul etmeyen bir paylaşımda bulunmuş, bir arkadaşı da bu paylaşıma; “ Geçen yine bir haber vardı konuşamayan (LAL)galiba 16 yaşında bir kız çocuğuna tecavüzü suç saymadı mahkemenin .suçluları serbest bırakma gerekçesi de kızın bağırmamasıymış. İnanılır gibi değil kız engelli bir defa. acaba bağırabilmiş mi.ki .ve bu hakim hangi vijdanla verdi bu kararı.” yorumunu yapmış.
Bu yoruma göre; mağdur, hem de konuşma özürlü, haki; 16 yaşındaki cinsel saldırıya uğrayan kızın bağırmamasını, sanığın lehine delil sayarak, suçluyu serbest bırakmış. Kararı görmedik dosyadaki diğer delilleri de bilmiyoruz.
Ancak, mağdurenin bağırmamış olması, tek başına suçlunun lehine kanıt olamaz.
Evet, bu tür suçlarda, suçun; genellikle, kimsenin görmediği ıssız ve tenha yerlerde, iki kişi arasında vuku bulan bir suç olması nedeniyle, doğrudan tanık kanıtı bulmak, ya çok zor, ya da mümkün değildir.
En önemli kanıt; diğer yan delillerle takviye edilen, mağdurun şikayet ve beyanlarıdır. Uygulamada, hakimlerimiz; mağdur kişi, kendisine yönelik olmayan bir saldırıyı olmuş gibi dillendirmez, bu hayatın olağan akışına aykırıdır, olmayan bir saldırıyı dillendirmek, olmuşundan daha zarar verir kendisine, bu nedenle söyledikleri doğru olmalıdır mantığıyla, mağdurların beyanlarına kural olarak itibar etmektedirler.
Bazen, şikayetin geç yapılması nedeniyle, mağdurda zora dayalı yara bere, tırnak izi, sıyrık, ekimoz, meni lekesi gibi maddi bulguların elde edilmesi de imkansızlaşmış olabilir. Mağdurenin vajinasındaki zarın elastikiyeti nedeniyle yırtılma olmamışsa veya tam duhul söz konusu değilse, kızlık zarı muayenesi ile de cinsel saldırının doktor raporuyla delillendirilmesi mümkün değildir.
Bu suçlarda hakimlerimizin işi, eylemi kanıtlandırmak açısından oldukça zordur.
Mağdurenin eylem sırasında bağırmaması; çeşitli nedenlere bağlı olabilir, örnek olayda mağdurenin konuşma özürlü olduğu söyleniyor, bu özürlü mağdurenin bağırmasını beklemek büyük iyimserlik olur, bazen olayın şokuna giren mağdure, istese de  bağıramayabilir veya mağdur; daha önce, yakınlarına ve kendisine büyük zararlar verileceği konusunda tehdit edilmiş olabilir, sanık çok yakını olabilir ve o an bağırınca olabilecek aile faciasından çekinmiş ve bu nedenle bağırmamış olabilir veya damgalanmamak için korkudan bağırmamış olabilir.
Bu nedenle, bağırmadı öyleyse isteyerek bu ilişkiye girmiştir, on beş yaşını da tamamladığına göre, rızası da var,suç yoktur denilemez.
Tüm dosya içeriğine, mağdurenin geçmişine, içinde bulunduğu koşullara, kültür seviyesine, yetişme tarzına, yetiştiği ortama, bir genç kızın olmayan kendisine yönelik bir cinsel saldırıyı olmuş gibi göstermesinden kaynaklı bir yararının bulunup bulunmadığının,”şuyuu vukuundan beterdir” sözünün ışığında ve hayatın olağan akışına göre, hakim tarafından vicdani kanaat oluşana dek değerlendirilmesi ve ona göre bir sonuca varılması gerekir.
Bu tür suçlarda; bazen bağırıp çağırmanın yanlış sonuçlar verebileceği de unutulmamalıdır. Bu nedenle; bağırıp çağırma, tek başına bu suçun kanıtı olmadığı gibi, ibazen iftira atmanın bir yardımcısı olabilir.
Bizim bir savunmamızda dile getirdiğimiz o örneği vermek istiyoruz. Özellikle büyük şehirlerdeki çok katlı apartman ve işyerlerinde asansörler kullanılır bildiğiniz gibi. Diyelim ki, aynı iş yerinde veya apartmanda oturduğunuz, size şu veya bu nedenle kızan ve sizden öç almak isteyen bir bayanla, hem de bir yaz günü yarı çıplak kıyafetlerin giyildiği bir günde, tesadüfen ve tek başınıza asansöre binmek durumunda kaldınız, o kötü niyetli, size iftira atmak isteyen bayan, yarı açık bulüzünün düğmelerini de çekip kopararak, tırnaklarında deri izi kalmayacak şekilde hafifçe göğüs nahiyesinde çizikler oluştursa ve bu arada da imdat imdat, bana saldırıyor diye bağırsa, ne olacak? Al başına belayı. Bağırmadı suç yok, bağırdı suç var mı diyeceğiz?
Bu nedenle ben, bir hukukçu olarak, tanımadığım bir bayanla asansöre asla tek başıma binmem.
Gördünüz mü, özellikle cinsel taciz suçlarında, hakimlerin işlerinin ne kadar zor olduğunu. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık.
Yargılarken de, affederken de çok dikkat edilmesi gereken bir suç tipidir cinsel saldırı suçları.

Güner Yiğitbaşı

30/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Atatürk Diyaneti Saray'ın Soytarısı Olsun Diye Kurmadı
Sayın Diyanet İşleri Başkanı; oturduğun koltuğun değerini bil ve o koltuğa layık, gerçek bir Müslüman ve din adamı gibi davranarak, halkının çoğunluğu Müslüman olan bizleri, daha fazla rencide etme ve küçük düşürme lütfen.
ATATÜRK; şimdi sizin koltuğunda oturduğunuz Diyanet İşleri Başkanlığını, Allah'a değil de, kendisi de fani bir kul olan Saray'a kulluk ediniz, Saray'ın soytarısı olunuz diye kurmadı.
ATATÜRK, çok inandığı Yüce İslam dininin yozlaşmaması, politikaya alet olarak siyasallaştırılmaması, cemaat ve tarikatların elinde tanınmaz ve paçavra bir din  haline getirilmemesi, gerçek İslam’ı milletimize öğretmesi ve milletimize rehber ve rol model olması için kurdu.
Dikkat ediyorum, siz göreve geldiğinizden bu yana, zaten yozlaşan ve siyasallaşan Diyanet ve  İslam dini, tamamen yozlaştı ve adeta tanınmaz hale getirildi, kurucusu ATATÜRK'e yönelik bir tetikçi ve bütçenin kemiricisi haline dönüştürüldü.
Unutmadık, ATATÜRK düşmanı geberip giden o fesli Kadir denilen deli bozması soytarıya, resmi kıyafetiniz ve makam aracınızla yaptığınız vip ziyareti.
O Fesli deli Kadir ne demişti? ATATÜRK'e ağıza alınmayacak küfürler etmiş ve keşke Yunan galip gelseydi dememiş miydi? siz bu sözleri söylediğini bile bile, vatan haini bu adamı, büyük bir hayranlıkla ziyaret eden iyi dilekler sunan ve onun günahlarına sahip çıkarak ortak olan, günahkar bir zatsınız.
Son yaptığınız rezalete ne demeli?
Ülkemizde ve tüm Dünyada bir salgın hastalık var, insanlar hastalanarak ölüyorlar, siz gecikerek de olsa, camilerde toplu Cuma ve diğer toplu namazları halka yasaklıyorsunuz, ama bir bakıyoruz, bu yasağı delen de sizsiniz, Saraydaki halka kapalı camide, seçmece karpuz seçer gibi seçtiğiniz ve ölüm korkusundan aralıklarla saf tutturduğunuz değerleri kendilerinden menkul insanlara imamlık yaparak, vip cuma namazı kıldırdınız.
Ben, sizin kadar sözde Müslüman değilim ama, anayasanın eşitlik kuralına da aykırı olan bu ayrımcılıkla kılınan bu vip cuma namazı, Allah katında muteber bir namaz olarak kabul edilemez asla.
Bana göre; siz, sevap değil, aslında günah işlediniz.
Namaz niçin vardır? insanların ruh ve beden sağlıklarına yapacağı olumlu katkılar için vardır.
Allahın, kullarının namazına ihtiyacı yoktur, namazı kendisi için değil, kullarının beden ve ruh sağlıkları için farz kılmıştır. Kaldı ki; herkesin, evlerinde tek başlarına namaz kılma imkanları da vardır, bu yasak değildir.
Salgın hastalık; sağlık için gerekli olan dini vecibelerin üzerine çıkacak derecede insan sağlığına zarar verir hale gelmişken, siz, Allah'ın ihtiyacı olmayan kullarının sağlıkları için farz kıldığı cuma namazını, hem de insanlar arasında ayrım yaparak, seçkin insanları arkanıza alarak, cemaat halinde kılarak kendi yasağınızı asla delemezsiniz. Buna, ne insan olarak, ne de din adamı olarak, hakkınız ve yetkiniz yoktur.
Bana göre, siz Müslüman değilsiniz, hatta onurlu bir insan da değilsiniz.
Diyelim ki; emrinde olduğunuz Saray'dan, böyle bir vip cuma namazı kılınması emri ve teklifi aldınız.
Onurlu bir insan ve sözde en büyük din adamımız olarak; niçin, ”Sayın Cumhurbaşkanım, biliyorsunuz ülkemiz büyük bir salgınla karşı karşıya, bu nedenle cemaat halinde toplu namaz kılınmasını yasakladık, şimdi biz halkın önderleri olarak, kendi aldığımız bu yasağı deler ve seçilen az sayıdaki cemaatle bir toplu cuma namazı kılmaya kalkışırsak, halkımıza kötü örnek oluruz, halkımız nezdinde inandırıcılığımızı kaybederiz, kaldı ki; bu şartlarda, ayrımcılık yaparak kılacağımız cuma namazı da, Yüce Allah katında hoş karşılanmaz, bu namazı beyhude kılmış oluruz ve hem sizin ve hem de benim itibarım, iki paralık olur, lütfen bu niyetinizden vaz geçiniz, aksi halde, beni bu görevden affediniz” niçin diyemediniz, bu cesareti ve insanlığı niçin gösteremediniz, onurlu ve vicdanlı davranamadınız ve kul'a kulluk yaptınız?
Anlamak mümkün değil. Sayın Diyanet İşleri Başkanı; bir hukukçu olarak, size ancak bu kadar ağzımı bozabiliyorum, aslında siz daha kötü sözleri hak ettiniz onu da biliniz lütfen.
İslam sizlerin ellerinizde yok oldu.
Sizler Müslümansanız, batsın böyle Müslümanlık, ben sizin anladığınız ve öğrettiğiniz gibi Müslüman değilim, Allah sizlerin cezasını vermediği sürece, Hristiyan’ım bundan sonra.
Allah'ın yerinde olsaydım, sizleri secdedeyken taş keser ve ibreti alem için, o şekilde kaskatı bırakırdım, Müslümanlığı rezil ettiğiniz için.

Güner Yiğitbaşı

29/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Devletin itibarından tasarruf olmaz!
Devletin itibarından asla tasarruf olmaz. Aksi halde, güçlü devlet olunmaz.
Allah, insanları; doğar doğmaz gördüklerinden, büyürken, okurken, evlenirken ve evlendikten çoluk çocuğa karıştıktan sonra sürekli olarak içinde bulunup yaşadıkları tüm zenginlik ve imkanlarından, alışkanlıklarından, görgülerinden asla yoksun bırakmasın.
Alışmış, kudurmuştan beterdir derler, bu nedenle Allah kimseyi, alışkanlıklarından mahrum bırakmasın.
Biz diyoruz ki; bu itibar, atalarımızdan bize miras, Osmanlı atalarımız, dedelerimiz, at sırtında Dünya'yı fethetmişler, elde ettikleri ganimetlerle, lüks ve ihtişam içinde saraylarda, haremlerde Dünya'nın dört bir yanından gelen cariyelerle muhteşem bir hayat sürmüşler, tüm Dünya'yı dize getirmişler, itibarlı bir imparatorluk kurmuşlar, itibarlarından hiç ödün vermedikleri için de, itibarlı bir şekilde itibarsızlaşarak çöküp gitmişlerdir.
Ama olsun, itibarlarından asla taviz vermemişler ya.
Bu nedenle, Osmanlının küllerinden yeniden kurulan günümüz Türkiye Cumhuriyeti Devletinde de, bizi yönetenler, Osmanlı mirası bu itibarı, taviz vermeden devam ettirerek, özlemle ve hayranlıkla andıkları Osmanlının yeniden diriltilmesi için çaba sarf etmektedirler.
Bugün de, Osmanlının küllerinden yeniden doğan ve kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin itibarından asla tasarruf edilmemekte, devletimizin itibarı için anayasa dahi değiştirilerek, Osmanlı gibi, tek adam tarafından yönetilmektedir.
Devletin itibarı için, öncelikle parlamenter demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden vaz geçilmiştir.
Uçan saraylar, itibarlı Osmanlının yadigarı İstanbul’daki onca saray itibarımıza yeterli gelmemiş, bu devletin kurucusu itibardan yoksun(!) ATATÜRK'ün gecekondu(!) Çankaya Köşkü terk edilerek, Ankara Beştepe’de devasa 1150 odalı saray yaptırılarak, bizi tek başına yöneten zamanımız padişahı devlet reisimiz, bu sarayda ikamet ve mesai yapmaya başlamıştır.
Bu da yetmemiş, Marmaris’te bir yazlık saray ve Van Gölü kenarında bir kaçak saray inşaatı devam etmektedir.
Devletimizin itibarı söz konusu olduğunda akan sular durmuş ve yine devletimizin itibarını korumak ve daha da göklere çıkarmak, Karadeniz’in sularını Marmara'ya akıtmak ve çok küçük kalan İstanbul'a(!) yeni bir İstanbul ilave etmek ve içinde bulunduğumuz bilgisayar ve uzay çağına son verip, yeni bir çağ açmak amacıyla(!) Kanal İstanbul yapmak üzere, yeni modern çağa uygun maskeler ve eldivenler takılarak atılan imzalarla, dün itibariyle ilk adım atılmıştır.
En başta Çin olmak üzere, devletimizin itibarını ve ihtişamını kıskanan dış güçler, Korona virüsü denilen bir virüsü ortalığa salmışlar ve maalesef aldığımız eksiksiz  tüm tedbirlere(!) rağmen, bu virüsü ülkemize de bulaştırmak da başarılı olmuşlardır.
Ancak, ülkemizin ve devletimizin itibarına bu Korona virüs salgını yoluyla dahi, asla mani olamayacaklardır. Önemli olan, ülkemizdeki; halkımızın sağlığı, iş sahibi olup olmadıkları, işsizlik, yokluk, pahalılık, üretim açığı, cari açık, ödemeler dengesi, cahillik, hazinenin iflası, lüks ve şatafata harcanan israflar değil, önemli olan devletimizin olmazsa olmazı, itibarıdır. Ülkemizdeki tüm olumsuzluklara rağmen, tek yapacağımız iş, devletimizin itibarını korumak ve itibarından tasarruf etmeye, ödün vermeye kalkışmamaktır.
Devletimiz; uçan ve uçmayan sarayları, vip yatları ve uçakları, lüks harcamaları, gelir garantili köprüleri, havaalanları, otobanları, tünelleri ile itibarlı kılındığı sürece korkmayınız.
Korona virüsü dahi, devletimizin itibarı ve ihtişamına yenilecek ve en kısa sürede ülkemizin sınırlarını terk etmek zorunda kalacaktır.
Biz, boşuna mı; Devletin itibarından asla tasarruf edilmez diye dil döküyoruz, işte bunun için sevgili vatandaşlarım!

Güner Yiğitbaşı

28/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Aklını Başına Topla Recep Tayyip Erdoğan
Kimse işi şakaya almasın lütfen, durum çok ciddi.
Bu Korona virüsü tüm Dünyayı sardı ve bizim ülkemizi de kıskacına aldı, siz bakmayınız açıklanan resmi rakamlara, bizden ileri ve medeni ve daha temiz ülkelerde bile bu kadar çok salgın olacak, geri kalmış tüm sınır kapıları kevgire dönmüş, tüm milletten insanın yaşadığı, göçmen kaynayan ülkemizde, virüs salgın halinde olmayacak öylemi? Buna çocuklar bile gülerler.
Felaket tellallığı ve halkı paniğe sevk etmek değil amacımız, işin ciddiyetini en başta bizi yöneten tek adam, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN olmak üzere herkes kavramalı ve aklını başına toplayarak, politik kaygılardan arınarak, en başta genel sokağa çıkma yasağı olmak üzere, sosyal ve ekonomik tüm tedbirleri alarak, derhal uygulamaya koymalıdır.
Yarın çok geç olabilir, insanlarımız telef ve zaten kırılgan olan ekonomimiz, yerle bir olabilir.
Bu salgın, zecri tedbirlerle dizginlenemezse, kontrol altına alınamazsa, hastalarımıza bakacak ve tedavi edecek doktor ve hastane dahi bulamaz hale geliriz ileriki günlerde.
Recep Tayyip ERDOĞAN; ülkesini ve milletini seviyor ve düşünüyorsa, virüse karşı alacağı sosyal, ekonomik ve kısıtlayıcı tedbirler yanında, halkın karşısına çıkarak, şu takıntı haline getirdiği, İstanbul’u yok edecek ve ülke ekonomisini mahvedecek, fakir ve işsiz halkı daha da fakir ve işsiz kılacak, Kanal İstanbul projesinden kesin olarak vazgeçtiklerini, bunun için ayırdıkları veya ayırmayı düşündükleri ödeneği, ülkenin öncelikli işleri ve korona virüsü salgını için alınacak olan sosyal ve ekonomik önlemler için kullanılacağını, açıkça hakkımıza açıklamalı ve virüs ile mücadelede halkımızdan talep edeceği fedakarlıkları hak etmelidir.
Biz ülkesini ve halkını çok seven sorumluluk taşıyan elli yıllık hukukçu bir aydın olarak, her türlü sorumluluğu yüklenerek, bu çağrıyı yapıyoruz.
Bu çağrıyı, bu ülkenin yetiştirdiği ve bu ülkede yaşayarak karnını doyuran bir kişi olarak, ileride vatanımıza ihanet etmiş olmanın rahatsızlığını duymamak için yapıyoruz.
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN'dan, işin ciddiyetini, halkımıza tarafsız bir Cumhurbaşkanı gibi önder olmasını, ilk iş olarak, şu Kanal İstanbul projesinden vaz geçtiklerini, ülkenin kısıtlı imkanlarını bu salgın hastalıktan korunmak için kullanacaklarını ivedi açıklamasını bekliyoruz.
Aksine bir davranışın ve bu salgının önlenmesi için alınması gereken tüm tedbirlerin alınmayarak, sadece halka sokağa çıkmamaları nasihatı yapılmasının, vatana ihanet olacağını buradan alenen ilan ediyoruz.
Türk Milleti, her türlü zorluğu aşacak güce ve morale sahiptir, bu virüs salgınından da kurtulacak ve ilelebet yaşayacaktır.

Güner Yiğitbaşı

26/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Ülkenin Genel Manzarası
Korona virüsü Dünya'yı esir aldı, olumsuz etkileri sadece bizim ülkemizde değil.
Ancak, bu virüs den çok daha az zararla çıkabilme şansımızın olmasına rağmen; maalesef, siyasal iktidarın, ülkenin ihtiyaçlarına öncelik sırası veremeyerek hazinedeki paraları, lüzumsuz, öncelik arz etmeyen işlere, taşa, toprağa, betona, lükse ve şatafata harcayarak sıfırı tüketmesi ve alınması gereken tedbirleri, dinsel nedenlerle zamanında alamaması, umreye gidişlere, toplu namazlara zamanında yasak getirmeyi göze alamaması, okulları zamanında tatil edememesi ve hala, ülkede genel bir karantina kararı alamaması  ve benzeri nedenlerle, bu virüsün daha fazla yayılmasının önüne geçilememiş ve bu salgın nedeniyle acilen alınarak  uygulamaya konulması  gereken ekonomik ve sosyal yardım paket ve  tedbirleri, uygulamaya konulamamıştır.
Ülke adeta sahipsiz kalmış, zaman zaman, Sağlık Bakanı medyanın karşısına çıkarak, salgının tahribatını sayılarla açıklamakta, ancak şeffaf bilgiler vermekten, özellikle salgının ülkenin hangi şehir ve kasabalarında yaygın olduğu konusunda bilgi vermekten kaçınmakta, bu gizlilik de, insanların bu salgınla mücadelesinde menfi etki yapmaktadır.
Her gün meydanlara çıkarak, kapalı salon toplantılarına katılarak, yandaş  muhtarları ve yandaş iş adamlarını ve sanatçıları sarayda toplayarak siyasi nutuklar atan, partisinin propagandasını yapan, muhalefete ağıza alınmayacak laflar eden partili ve taraflı Cumhurbaşkanı, inzivaya çekilmiş ve vatandaşlarını, her saniye sesini duyma alışkanlık ve bahtiyarlığından esirgemiştir!
Denizcilikde bir kural vardır, bir tehlike halinde, gemiyi en son o geminin kaptanı terk eder. Gemiyi batırmamak için, olmadı gemideki yolcuların can güvenlikleri ve tehlikeden zarar görmemeleri, gemiyi sağ limen terk etmeleri için, sonuna kadar canla başla çalışır ve gerekirse hayatını verir yolcuları için.
Bizler, iyi günlerimizde ağzından çıkanın emir ve yasa olarak kabul edildiği, her şey de kesin ve son söz sahibi olan ülkemiz gemisinin tek yetkilisi, Allah'dan sonra gelen kaptanı cumhurbaşkanını, salgın hastalığa dayalı bu ev hapsi günlerimizde televizyonlarda daha sık görmek, bu salgın için alınan ve alınması düşünülen kararları, onun sesinden duymak isterdik.
Ama, bizim geminin kaptanı kendi canının derdine düştü, iyi günlerde değerleri kendilerinden menkul insanları bile saray'ında kabul eden ve şereflendiren, kaptan köşkünde ağırlayan kaptanımız, bu salgın nedeniyle yaptığı toplantıyı dahi, o beğenmediği ve dışladığı ATATÜRK'ün Çankaya köşkünde yapma gereği duydu, kendi bürokrat ve bakanlarını dahi sarayına kabul etmekten çekindi, mikrop bulaştırırlar endişesiyle.
Şimdi gemisini, kapalı kapıların ardından, dört duvar arasında, tek başına ve beğenmediği Hristiyanların icadı teknolojinin imkanlarından yararlanarak sözde yönetmeye çalışıyor, daha doğrusu yönetmeye çabalıyor.
Ama, sorun çok, Merkez Bankasının kefen parası dedikleri, ülkenin bu afet ve zor günlerinde devreye sokulması gereken  ihtiyat akçeleri dahi, yendi ve tüketildi.
Bu makale, kimseyi eleştirmek ve insanlarımızı kötümserliğe sevk etmek amacıyla yazılmamıştır. İnsanlarımız her şeyin farkındadırlar, biz belki ilerisi için ders çıkarılır ümidiyle, bilinen gerçekleri şöyle bir toparlamak istedik o kadar.
Buradan, hukukçu olarak şu anda mecliste üzerinde çalışılan cezaevlerini boşaltma amaçlı infaz düzenlemesiyle ilgili olarak düşüncelerimizi de açıklamak istiyoruz.
Bize göre, cezaevlerini boşaltarak, binlerce hükümlünün dışarıya salıverilmesinin zamanlaması yanlıştır. Şu anda hükümlüler, devletin gözetiminde emin ellerde karantina altındadırlar. Genel bir sokağa çıkma yasağının dahi gündemde olduğu şu salgın günlerinde, infaz yasasında yapılacak bir düzenleme ile yaklaşık yüz bin civarında insanın sokağa salıverilmesi, bu salgının yayılma riskini artıracaktır.
Evet, bir saniye dahi özgülükten yoksun kalmak savunulamaz, ancak bugüne kadar özgürlüklerinden mahrum kalan hükümlülerin, hiç değilse salgının yavaşlayacağı günlere kadar cezaevlerinde tutulmaya devam edilmesi, hem kendilerinin ve hem de ülkenin geneli için yararlı olacaktır.
Zira, salınan her mahkum, özgürlüğüne kavuştuğunda daha büyük bir risk altına girecek, örf ve adetlerimiz gereği, evler geçmiş olsun ziyaretçileriyle dolup taşacak, dışarı çıkmama disiplini delinecek, ister istemez kucaklaşmalar, sarılmalar ve öpüşüp koklaşmalar çoğalacak ve korona virüsünün yayılmasına yol açılacaktır.
Bu nedenle, bize göre öncelikli olarak en başta haksız olarak tutuklanan gazetecilerden başlamak üzere, tutukluların durumları savcılar ve hakimler tarafından yeniden değerlendirilmeli ve haksız olarak cezaevlerinde yatan kişilerin salıverilmesiyle yetinilmeli, salgın tehlikesi geçtikten sonra da, çok kapsamlı, eşitlik ilkesi gereği suç ayrımı yapılmadan infaz sisteminde iyileştirme yoluna gidilmelidir.
Hepinize, sağlıklı ve mutlu günler diliyoruz.

Güner Yiğitbaşı

25/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Devlet(İdare) Halkın Zararlarından Sorumludur
Korona virüs salgını ülkemizde de yaygınlaştıkça görülmüştür ki; iş başındaki iktidar, bağırarak geliyorum diyen bu tehlike için alması gereken tedbirleri; ya hiç almamış veya geç ve eksik almış olup, bundan dolayı bu salgının yol açtığı ve açacağı tüm ekonomik zararlarından dolayı vatandaşlarına karşı doğrudan sorumludur.
Hala bazıları çalışmak zorunda olan 65 yaş ve üstündeki vatandaşlar, alınan sokağa çıkmaya ilişkin yasaklama kararı nedeniyle işlerine gidemeyerek, işlerini kaybetmekle burun buruna gelmiş, halkın salgından korunmak için evlerine kapanması nedeniyle, iş yapamaz ve iş yerlerini kapatmak zorunda kalan veya kapatmasalar da işleri bozulan esnaf, çalışanlarının işlerine son vermek veya onları ücretsiz izne çıkarmak zorunda kalmış, ücretli öğretmenler derslere giremedikleri için ücretlerini alamaz hale gelmişler, salgın nedeniyle can derdine düşen az gelirli ücretleriyle çalışan insanlar, adeta açlığa mahkum edilmişlerdir.
Kimse darılmasın ama, devletin terör için aldığı tedbirleri, muhtemel bir salgın hastalık için almadığı, bu konuda hazırlığının ve planlarının olmadığı, bu sağlığımızı tehdit eden salgın için tahsis edeceği, zarar gören insanlarımıza doğrudan maddi destek sağlayacağı yeterli bir kaynağının olmadığı, anlaşılmaktadır.
Daha önce yazıp yayınladığımız ve devletin sorumluluğunu izah ettiğimiz makalemizde de açıkladığımız gibi, bu salgın nedeniyle ortaya çıkan zararlardan, devletin; hizmet kusuruna veya kusursuz (objektif) sorumluluk esasına göre sorumluluğu vardır.
Devlet yetkililerinin; bu salgın hastalığın önlenmesi için yapması gereken hizmeti, alınması gereken tedbirleri alarak yerine getirmemesi, eksik veya geç yerine getirmesi nedeniyle, hizmet kusuru içinde bulunduğu, her geçen gün ortaya çıkmaktadır.
Bu hastalığın, bağıra bağıra geliyorum demesine rağmen; laik bir devlete yakışmayan, dine, sağlıktan öncelik tanınarak, farz olmayan umrenin yasaklanmaması. binlerce insanın mikrop yuvasına başıboş salıverilmesi ve dönüşlerinde de tümünün karantinaya alınmaması, okulların camilerin ve statların kapatılmasında gecikilmesi ve benzeri alınmayan tedbirler, devletin kusura dayalı hizmet kusurundan kaynaklı sorumluluğunu gerektirmektedir.
Bir an için devletin tüm tedbirleri almasına ve hastalığın yayılmasında ve bu nedenle ortaya çıkan zararlarda hiçbir hizmet  kusurunun bulunmadığını kabul etsek dahi, devletin; kamu yararı ve halk sağlığı ve  bu hastalığın yayılmaması nedeniyle alacağı tedbirlerden dolayı vatandaşların uğrayacakları zararları, kusursuz(objektif) sorumluluk ilkeleri gereğince karşılamak zorundadır.
Devlet memurları ve emeklileri maaşlarını alacaklar ama, ücretli öğretmenler okulların zorunlu olarak kapatılması nedeniyle hak edemeyecekleri ücreti alamayacaklar, emeğiyle çalışan özel sektör çalışanları iş verenin ücretsiz izne çıkarmaları veya kazanamadıkları gerekçesiyle ödeyemedikleri ücretlerini alamayacaklar, öncelikle bu ücretlerin devlet tarafından karşılanması devletin yasal sorumluluğu ve sosyal devlet olmanın gereğidir.
Devletin, hastalığın yayılmaması için evlerinizden çıkmayın demesinin hatta bu konuda yasaklar getirmesinin bedelini devlet karşılamak ve çalışamayarak veya işten çıkarılarak açlığa mahkum edilen kişileri, sosyal devlet koruması altına almak zorundadır.

Güner Yiğitbaşı

24/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu
NOT;Bu makalemizi tamamlarken aldığımız
         bir habere göre, devlet bu makalemizdeki sorumluluğunu
         hatırlayarak gerekli kararları almış olup, bu sevindiricidir.

Virüslü Coronalı Günler
Dünyayı istila eden, milletleri, devletleri perişan eden virüslü günleri yaşıyoruz.  Ben de 75 yaşında bir vatandaş olarak Corona virüsüne karşı savunmadayım, çaresizim, herkes gibi ben de sadece önerilere uymaya çalışıyorum. İşte bu virüslü günlerimden birini size anlatmak istiyorum.
BADİ ve GARİP:
Benim 12 yıl önce oğlumdan kalan Jekrassıl Terrier model “Badi” adında bir köpeğim var. Bu köpeği oğlum Dr. Celil Cüneyt 12 yıl önce bana bırakmıştı. Benim böyle köpek bakmaya zamanım yoktu. Oğlum İzmit’de görevli iken 12 yıl önce evine alıyor; evde Badi yalnız kaldığında koltuk ayağı gibi ahşap kısımlarlı kemirirmiş. Aldıklarından altı ay sonra köpeği bana getirdiler; “bu köpek bize sorun çıkaracak, babam nasıl olsa emekli oldu, Badi’yi ona götürelim” diye düşünmüşler ve Badi’yi bana getirdiler.
Getirdiklerinde de, “baba bu şimdilik sen de kalsın, altı ay sonra alacağız” dediler ve böylece bırakıp gittiler.
Oğlumun hatırası diye bu sevimli küçük cins köpeği özenle bakmaya başladım. Bu köpek benim elime ayağıma dolaşmasına, bakımı zor olmasına karşın, oğlumun hatırası diye bakıyor, besliyor, onu sabah akşam gezmeye çıkarıyordum. O da böylece bana müthiş alıştı, evde bile yanımdan hiç ayrılmaz, hangi odaya girsem, yanıma gelip yatmak istiyor. Eşim de o kadar sevmeye başladı ki, ona “kuzum” diyor zaman zaman.
İşte o Badi’yi 12 yıldır sabah akşam ama her gün parklara gezdirmeye çıkarıyorum. Dışarı çıkmamız biraz gecikse, gelip paçalarıma sarılıyor, etrafımda siniliyor, dört dolanarak böylece “beni dışarı gezmeye çıkar” demek istiyor.
Virüslü Coronalı Günler

Günlerim böyle devam ederken, 2019 Haziran’ında, Badi ile her gün uğradığımız evime yakın parkta, nereden geldiğini bilmediğim kocaman bir kurt köpeğine rastladım. Terk edildiğini tahmin ettiğim bu kurt köpeği öylesine zayıftı ki, kemikleri sayılıyordu, durmadan kaşınıyor, yiyecek içecek bir şeyler arıyordu. Çok yaşlı idi, öyle ki, yaşlı insanların kırışık buruşuk yüz gibi yüz derileri kırış kırıştı.  Acıdım bu kurt köpeğine ona da bakmaya başladım. Ağaçların altında park bekçisinin ağaç suladığı hortum ile onu iki kez yıkadım ve beslemeye devam ettim. Bu kurt köpeğinin adını da “Garip” koydum. Kış gelmeden, yere yatık duran bir otsu ağacın üstüne bir komşu yardımı ile kocaman bir naylon çadır yaptık, altına da çöpe atılmış yorgan döşek bulduk, öylece orada yatıp kışı geçirdi.
Ama ben, Badi’ye nasıl mama alıyorsam, Garip için de mama alıyordum. Komşulara da rica ediyordum, mama yiyecek getirmelerini istiyordum. Komşular da beslemeye başladı, ben lokantalardan kemik, yemek artıklarını getiriyordum, o onları çok seviyordu. O ilk gördüğümde kemikleri sayılan çok zayıf olan zayıf Garip, 2020 Martına doğru öylesine bir kilo aldı, çok sağlıklı yiyip içiyor.
İşte böylece, sabah akşam Badi ile gezmeye çıkıyoruz, ilkin parka uğrayıp Garip’in maması kalmamışsa mama bırakıyorum, suyu bitmişse su koyuyorum. Birkaç güne bir, Badi ile gezmeye çıkarken, elimde 5 l lik su dolu pet şişe ona su taşıyorum.
KORONA VİRÜSÜ BAŞLAYINCA
İşte böylece Badi ve Garip ile günlerim devam ederken, sadece ülkemizde değil, dünya genelinde Corona virüsü ve salgın bulaşma ölüm olayları başlayınca, biz de buna ayak uydurmaya, talimatlara uymaya başladık.

POLİSTEN 155 TEN RAKI İSTEYEN YAŞLI

Virüslü Coronalı Günler
Bu yazıyı yazmaya başladığım sırada bir arkadaş, cep telefonuma bir 65 yaş üstü güncel fıkralı video göndermiş. Videoda şöyle bir muhabbet vardi:
65 yaş üstü vatandaşların dışarı çıkmamalarını öğütlendiği şu günlerde, bizim 65 yaş üstündeki azgın bir vatandaşımız, 155 i açmış, peynir vb yiyecekler yanında, bir de rakı istemiş. Videoda polis amirine telefon ediyor, " amirim adam bunları bunları bir de rakı istiyor ne yapalım", diyor. Amir de gırgıra alarak, "bir de buz götürün buz buz" diyor ve kahkahayla gülüşüyorlar. İyi de, önceden ilan ettiniz, “ihtiyaçlarınız olursa, siz sokağa çıkmayın 155 i falan arayın biz getirelim” diye. Hemen aklıma, uyar mı bilmem,  bizim köyde küçüklüğümde söylenen bir atasözü geldi: "eşeği süren ossuruğuna katlanır"...
Demek ki bundan böyle bu virüs devam ettikçe, artık mizahi temaya da bürünebilecek.
65 üstü vatandaşlarda virüs daha etkili olduğu için 65 üstü vatandaşların sokağa çıkma yasağı sorunu başlayınca, ben kendimden çok Badi ile Garip’i düşünmeye başladım. Bunların gezme, mama sorunu ne olacak diye düşünmeye başladım.
YAKIN ÇARŞIYA GİTMEK ZORUNDA KALDIM
Evde eşim, “yarın sütçü gelecek paran var mı”  deyince, cüzdanda paranın olmadığını anladım.
23 Mart 20 günü akşamüstü Badi’yi gezdirmeye çıkınca, elimde eldiven, ağzımda maske en yakın ATM den para çekmek için, yolu uzatarak Özmen Çarşı’ına doğru yürümeye başladık. Badi karıncayiyen gibi burnunu yerden kaldırmıyor, öteki köpeklerin bıraktığı her idrarı kokluyor, her idrarın üstüne o da bir imzasını atıyordu. Bazen taze bırakılmış idrarı kokluyor, kokluyor idrarın dişi mi erkek mi olduğunu seçiyor, kendi erkek olduğu için dişi köpeğin o idrarını yalıyor. Böylece kaldırımı takip ederek çarşıya doğru yürüyoruz.
Böyle giderken, sık sık bahçe demirlerine asılmış bayatlatılmış ekmek poşetlerine rastlarım, onları alıyorum, Garip’in yuvasına yakın bir düz yer var, oraya götürüp ekmekleri parçalayıp saçıyorum, beni gören güvercinler dalış uçuşu ile gelip attığım bayat ekmekleri kapış kapış yiyorlar. Bunu hemen her gün, denk gelirse yapıyorum.
Kaldırımda yürürken, bahçe demirine asılmış bir poşet, poşetin içinde atılmış bir kg kadar sigara böreği gördüm, Garip için onu yanıma aldım. Yollarda tek tük in san gelip gidiyorsa da, her zamanki kalabalığı görmek mümkün değildi.
Nihayet Özmen Çarşısı’na geldim, iki ATM den birinden para çektim, orada çarşı içinde bulunan bayiden bir sayısal veya süper oynayayım, dedim bayiye girdim. Önümde beş altı kişi sırada idi. Biraz ağzı kalabalık, yüksek perdeden konuşan tezgâhtaki adam, en arkada duran eli eldivenli, ağzı maskeli beni görünce, beni azarlarcasına “amca senin gelmemen lazım, sen niye geldin” deyince benim nevrim attı, “para bitti ATM den para çekmeye geldim” dedim. Baktım adam beni adeta azarlıyor, işimi yapmaz endişesi ile hemen dönüp gittim.
Bu kez Rajiv Gandi Caddesinin kaldırımlarından aşağılara eve doğru Badi ile yürümeye başladık.
Kaldırımda giderken, çöp konteynerin yanında çeşitli çöp dolu poşetlerin yanında içinde çok belirgin çeşitli ilaçların bulunduğu dolu poşeti gördüm. Ne yazık ki birçoklarımızın evinde kullanılmayan, “iyi oldum sonra kullanırım” düşüncesi ile biriktirilen, bu nedenle son kullanma tarihi geçmiş nice ilaçlar vardır. Böylece bir süre sonra böylece bu ilaçlar çöpe atılıyor, diye düşünerek yürüdüm.
Caddenin sonunda bir köpek maması satan pet-şov dükkânı vardı, Garip için mama aldım, Garip’in evi tarafına doğru yürüdük. Garip’in yuvasının bulunduğu parka gelince, yanıma aldığım sigara böreğini Garip’in mama kabına koydum, azalan suyunu doldurdum.
Oraya yaklaşırken, hemen yakında bulunan oturmak için banklar ve üstünde güneşlik tahta tente vardı, iki delikanlı oturakları bırakmışlar, anormal bir şekilde o tahta tentenin üstüne çıkıp oturmuşlar, bir şeyler mırıldanıyorlardı.
SİGARA VE PARA İÇİN ŞANTAJ
Virüslü Coronalı Günler

Ben Garip’in suyu maması ile uğraşırken 18-19 yaşlarındaki iki delikanlıdan birisi oradan inip yanıma doğru gelmiş, bana “amca sende sigara var mı, bir sigara verir misin” dedi. Ben irkildim, hiç sigara içmediğim için, -tam adamını buldun ben sigara içmem Yeşilaycıyım, üzgünüm sigara yok, dedim.
Badi ile epey dolaşmıştık; Garip’le su-mama işini bitirince, Badi geciktik eve doğru gidelim, dedim, onun tasmasını tutarak o iki gencin yanından geçmekte olan patika yoldan yürümeye başladık. Lisede okuduklarını sandığım bu iki gençten gölgeliğin-tentenin tepesinde oturan öteki genç, “amca 15 liran var mı” dedi. Benden sigara parası istediklerini anladığım için, “üzgünüm yok aybaşında gelirsen olur” dedim.  Akşamüstü cebimle onların anormal görünümünün fotoğrafını çekerken, yüzlerini montları ile kapatıyorlardı. Biz eve doğru yürürken, o yukarıda oturan genç sesini değiştirerek ukalalığa başladı ve şöyle dedi:
Virüslü Coronalı Günler

­“-Amca sen 65 yaş üstü değil misin, dışarıda niye geziyorsun, seni şikâyet edeceğim, yoksa ya para verisin, ya sigara verirsin”, dedi. Ben de, -şu köpeği gezdirmeye, şu çalının altında yatan Garip’e de bakıyorum, onun suyu maması için çıktım-, dedim.O tehditvari havalanmaya başladı, cep telefonu ile numara çeviriyormuş gibi oynuyor, “gitme seni 153 e şikâyet edeceğim”  diyordu. Biz eve doğru yürüyorduk, onun arkamızdan sesi geliyordu, telefondan, “abi burada 65 yaş üstü bir adam var, parklarda geziyor” diyordu. Arkam süre de, “gitme amca gitme polis geliyor”  diyordu. Biz 100 m kadar uzakta olan eve doğru hızlandık.
Baktım karşı kaldırımda, uzun süre bekârların oturup gittiği, şimdi Özbekistan’dan gelen bir karıkoca’nın oturduğu, pek de bakımlı olmayan bu komşu evde belediye ekipleri dezenfektan işlemi yapıyorlardı.
Karşı kaldırımdan bir komşu da “Jefi” adlı köpeğini gezdirmek için yollarda idi. Eve geldik eşim, “ne oldu bu gün geciktiniz, endişe ettim” dedi.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 
Fotoğraflar: Badi’yi gezdirirken yollarda cebimle çektiğim fotoğraflar.

Zorunlu Hapis Günlerinin Düşündürdükleri
Korona virüs salgınının ülkemizi de etkisi altına almış olması nedeniyle, bilinçli insanlarımızın çoğu kendi özgür iradeleriyle sokağa çıkmıyorlar ve kendilerini ev hapsine alıyorlardı.
Maalesef, bazı duyarsız insanlarımızın tehlikeyi ve halkımızın sağlığını hiçe sayarak sokağa çıkmaya, parklardaki banklarda yan yana oturmaya devam etmeleri üzerine, hastalığın daha da yayılmaması için, devletimiz bir karar alarak, 65 yaş ve üstü insanların sokağa çıkmalarına yasak getirmek zorunda kaldı.
Biz de 65 yaş üstü olmamız nedeniyle, zaten kendi arzumuzla çıkmadığımız sokağa çıkma yasağına tabi olan insan konumuna geldik.
İnsanın; kendi sağlığını düşünerek, bir yasaklama olmadığı halde, istediği zaman sokağa çıkabileceğini bilmesinin rahatlığı ve huzuru içinde, kendi özgür iradesiyle sokağa çıkmamasına karşın, getirilen yasak nedeniyle sokağa çıkamaması halinde, değişik ve farklı duygular yaşamaya başladığına tanık oluyoruz.
İnsanın, bir yasağa tabi olarak, sokağa çıkamayarak evde kalıp özgürlüğünden mahrum kalmasının, insanı tedirgin ve rahatsız ettiğini, özgürlüğünün değerini daha fazla hissettirdiğini anlamış olduk.
65 yaş ve üzeri insanların; çocuklarını okutup evlendirerek yuvadan uçurdukları, sağ ise, eşiyle iki başına kaldıkları düşünüldüğünde, bu iki yaşlı insanın aynı evde izole yaşayarak, ne kadar birbirlerine manen destek olsalar da, kendilerini; okuyarak, yazarak, medya'yı izleyerek vakit geçirmeye çalışsalar da, dört duvar arasında hapis kalmanın, ruh sağlıkları üzerinde mutlaka kötü bir iz bırakacağı yadsınamaz. Ancak, sağlıklı ve hayatta kalabilmenin; bugün süresi bilinmese de,gelip geçici olan  bu hapis hayatından geçtiğinin bilinciyle, bu zor dönemi en az zararla atlatacağımıza güvenmeli ve kendimizi buna alıştırmalıyız.
Virüs nedeniyle; 65 yaş altı olmalarına rağmen, özgür iradeleriyle kendilerini ev hapsine almak zorunda kalan savcı ve hakimlerimiz de özgürlüklerinden mahrum kalacaklardır. Bize göre, savcı ve hakimlerimiz bu ev hapsi dönemlerinin olumsuz etkilerini, özgürlüğün ne demek olduğunu, kendi ruh halleri üzerinde gözlemleyip hissetmelilerdir ki; yasaları zorlayarak, tutuksuz yargılamanın asıl, hukuk sistemimizde zorunlu tutuklamanın olmadığını, yasal tutuklu nedenleri olsa dahi, hakimin tutuklama kararı verip vermeme konusunda özgür ve yetkili olduklarını, özgürlüğün insanların devredilemez en doğal ve tabii hakları olduğunu, bu vesileyle artık fark ederek, tutuklama kurumunu kötüye kullanma alışkanlıklarından kurtulmalıdırlar.
Bu zorunlu veya iradi ev hapsi günleri için, devletimize de bazı ekonomik görevler düşmektedir. Devlet olarak, kamunun sağlığı ve geleceği için alınan bazı yasaklayıcı kararlar nedeniyle, insanlar işlerini ve aşlarını kaybetmemelidir.
İşverenler işçi çıkarmasın demek kolaydır, ancak bu sağlık afeti nedeniyle iş yapamayan para kazanamayan küçük ve orta boy esnaf çalışanlarına ücretlerini ödeyemezse ki, çoğu ödeyemeyecek, devletin (idarenin)kusursuz sorumluluğu ilkesi gereğince, gerekirse özel sektör çalışanlarının ücretlerinin de devlet hazinesinden objektif sorumluluk ilkesi gereğince ödenmesi zorunludur. Bunun için, normal zamanlar için geçerli olan işsizlik fonu devreye sokulmak zorunda değildir.
Ülkemizde Varlık Fonu kuruldu sözüm ona, aslında adının varlık olmasından başka hiçbir varlığı olmayan.
İşte, varlık fonu böyle olağanüstü durumlar için kurulur, varlıklı devlet kurumlarını bu fona alarak içlerini boşaltmak için değil.
Bizim bu salgın nedeniyle bir önerimiz daha olacak, şu yap işlet ve devret modeliyle yapılan tüm hastane, yol, köprü, tünel, havaalanı ve benzeri yerler için verilen devlet garantisi, içinde bulunduğumuz dünyayı sarsan ve beklenmeyen salgın nedeniyle, yeniden uyarlanmalı ve bu salgın geçene kadar, devletin garantisi kaldırılmalıdır, hatta yasal ve idari alt yapısı hazırlanarak orta vadede bu tür tüm tesisler, bedeli mukabilinde devletleştirilmeli ve butün yap işlet ve devret modeli tesislerin yapımından vaz geçilmelidir.
Bu salgın nedeniyle evlerimizde hapis kalmanın; sağlığımız ve ülke ekonomisi ve geleceği için  olumlu sonuçlara vesile olacağını düşünerek, huzur bulmaya çalışıyoruz.
Hepinize sabırlar ve sağlıklar diliyoruz.

Güner Yiğitbaşı

23/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

İslamın beş şartı öyle mi?
Şu Korona virüs, gerçekten iyi oldu, isterse Dünya'nın ve ülkemizin  yarısı, ölsün yok olsun, inanın ki  umurunda değil. Her şerde bir hayır vardır.
Hatta ben de yakalanıp öleyim hiç önemli değil.
Artık, Milattan önce, Milattan sonra diye Bir şey kalmadı.
Bundan sonra; Korona dan önce, Korona'dan sonra var artık.
İslam’ı, İslam’ın ortaya çıktığı Araplardan çok daha fazla önemseyen,
İslam dinini, Allah ile kul arasındaki kişisel bir manevi bağ olarak görmeyip, İslam’ın katı sosyal, ailevi ve ekonomik kurallarını, Devletimizin uyulması gereken temel esasları haline getirmek için çaba sarf eden,
Hem Müslüman ve hem de laik olunmaz diyerek seçim üstüne seçim kazanarak, ülkeyi 18 yıldır hak etmediği halde çok kötü yöneten,
Ülkemizi adeta esir alan,
Bilimden uzaklaşan,
Anayasamıza göre bir devrim yasası olan ve anayasanın koruması altında bulunan, laik eğitimi esas alan  öğrenim birliği yasasını rafa kaldıran, Müslüman gençlik yetiştireceğiz diyerek laik eğitim kurumlarını bir bir kapatarak, imam yetiştiren imam hatip liselerine dönüştüren,
Gençlerimizi pozitif bilimden ve bilimin rehberliğinden uzaklaştıran,
İslam’ı, siyasallaştırarak yozlaştıran ve tanınmaz hale getiren, İslam dini diye bir din bırakmayan,
İslam’ın beş şartı olarak bilinen beş şartdan, sadece; namazı, orucu ve haccı ön plana çıkaran, İslamı adeta üç şarta indirgeyen,
Ancak, bize göre İslam’ın altıncı şartı olması gereken; yalan söylememek, iftira atmamak, namuslu olmak, kul hakkı yememek, hırsızlı ve yolsuzluk yapmamak gibi en önemli şartının üzerini, namaz, oruç ve hac şartlarıyla örtüp gizlemeye çalışan,
İş başındaki bu iktidar ile bizim bu Korona illetinden kurtulmamız, kurtulsak da ileride karşılaşacağımız birçok tehlikeyi atlatmamızı sağlayacak gerekli bilim adamlarına, doktorlara, teknolojiye sahip olmamız asla mümkün değildir.
Politikacısından seçmenine ve en sade insanına kadar, bu halkın; artık aklını başına toplaması, dini kendi içinde gizlice yaşaması, dini inançlarını açık etmemesi, ibadet de gizli günah da gizli politikasını izlemesi, dini cemaat ve tarikatların, mezheplerin piyonu olmaktan kurtulması, tek tapılacak ve inanılacak ve yolundan gidilecek varlığın ,Yüce Allah olduğunu, Allah'ın yeryüzünde hiçbir temsilcisinin bulunmadığını, ahlaklı değilse, yani; yalan söylüyorsa, hırsızlık ve yolsuzluk yapıyorsa, önüne gelene iftira atıyorsa, kılacağı namazın, tutacağı orucun ve gideceği haccın hiçbir işe yaramayacağını, Müslüman sayılamayacağını bilmesinin vakti gelmiştir artık.
Korona virüsünün yayılmasında büyük etken olduğu söylenen umre ziyaretinin farz olmaması nedeniyle, niçin yasaklanmadığını anlayamıyoruz.
Aslında anlıyoruz ama anlayamıyoruz.

Ülke laik olmazsa, İslam dini sanki devletimizin anayasal resmi dinimiymiş  gibi algılanırsa, Diyanet İşleri Başkanlığı çoğu bakanlıklardan daha önemli konuma getirilirse, bu fakir halkın vergileri Diyanet İşleri Başkanlığına peşkeş çekilirse, Diyanet İşleri Başkanı; eski Osmanlının Şeyhülislamı gibi, el üstünde tutulur, protokolde kendisine üstün bir yer verilirse, laik devletin tesislerinin açılışının baş konuğu olur ve onun duası ile bu tesislerin kurdelası kesilirse, kısacası laiklik ilkesi dama atılırsa, bu ülkede ihtiyaç olmadığı halde her sokağa bir cami yapılır, din adına yapılan en kötü işler dahi tabu haline getirilirse,
Bu ülkede; umre ve gerekirse hac yasağı getirilsin demeye, kimseler cesaret edemez.
Ben biliyorum, bazı insanlar, özellikle daha önce hacca gidip oraları görenler, hele ülkemizin kışı ağır geçen yerlerinde ikamet ediyorlarsa, kışı sıcacık ve ucuz bir şekilde geçirmek adına umreye gitmekte ve kış boyunca oralarda kalmaktadırlar. Bunun dini vecibeleri yerine getirme ile dindarlıkla ne ilgisi var Allah’ınız aşkına? Umre dini bir turizm faaliyetinden  ibarettir.
Bu ülkede demokrasi var ama, demokrasinin de bir sınırı vardır, ülkenin çoğunluğunun yararına ve sağlığına aykırı olan uygulamalara, laik devlet bir dur diyebilmelidir.
Bu ülkede, kadınlarımız; kadınlar gününde bile seslerini duyuramıyorlar, bir adım atıp yürüyemiyorlar, sorunlarını dile getiremiyorlar, aksi halde devlet terörü ile karşılaşıyorlar, biber gazı ve coplarla durduruluyorlar, ama sözde İslam adına, insanlar mikrop yuvası umreye serbestçe gönderiliyorlar ve dönüşlerinde de karantinaya alınmadan, birar canlı virüs bombası olarak yurdun dört bir yanına dağılabiliyorlar.
Biz buradan, tabuları yıkmak adına diyoruz ki; İslam’ın Kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek ve zekat verme şeklindeki beş şartı eksiktir.
İslam’ın en önemli altıncı şartı da, bize göre; namuslu ve dürüst olmak, yalan söylememek, iftira atmamak, ölünün arkasından kötü konuşmamak, huzurda bulunmayan insanların yokluğunda onlara ağır sözlerle yüklenmemek, hırsızlık ve yolsuzluk yapmamak, dini siyasete alet etmemek, İslam’ı siyasallaştırmamak, bilime önem vermektir.
Bunları yerine getirmeyenler diğer beş şartın tümünü de yerine getirseler asla Müslüman sayılamazlar, Cennetin tapularının satıldığı ülkemizde, kimse bunu Allah bilir demeye kalkışmasın lütfen.
Var mı bir itirazı olan?
Hodri meydan.

Güner Yiğitbaşı

22/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Neymiş Efendim, demek ki;
Büyük lokma yiyeceksiniz ama, büyük ve yalan konuşmayacaksınız
Allah'ın sopası yok; adama, yalan da olsa söylediklerini günün birinde yalatır, işte böyle.
Şimdi, değerleri kendilerinden menkul bazı insanlar, bizim bu yazımızı okuyunca, birlik ve beraberlik içinde olmaya ihtiyaç duyduğumuz, korona virüsü salgınından kaynaklı bu kritik ortamda böyle bir yazıya gerek varmıydı diyerek itiraz edeceklerdir mutlaka.
Onlara cevabımız şudur; oy uğruna, dini politikaya alet eden din bezirganı, yalanı kendilerine  şiar edinmiş bazı siyasilerin; ATATÜRK ve İNÖNÜ'ye yönelik din düşmanı olduklarına, camileri kapatıp ahır yaptıklarına, ezanı yasakladıklarına, bunların iki ayyaş olduklarına dair, haksız ve yalan suçlamalarına cevap vermenin tam zamanı, bugündür.
Neymiş efendim, demek ki; Yüce Allah’ın yarattığı değerli kullarının can sağlıkları, yaşamları söz konusu olduğunda, salgın hastalıkların daha da yayılmaması için,bazı kritik zamanlarda, umumi ibadet yerleri olan camiler dahi, geçici olarak kapatılabilirmiş.
Din bezirganı, oy uğruna bilerek yalan söyleyen bu ülkenin kurucularına iftira atarak, ahlak ve İslam dininin en önemli kuralı olan yalan söylememe ve kul hakkı yememe ilkelerini ihlal ederek, aslında gerçek Müslüman olmadıklarını gösteren bazı siyasilerin düşündüklerinin aksine, Allah’ın; kullarından, kendisi için bir beklentisi yoktur, Allah'ın kullarının camide namaz kılmalarına asla ihtiyacı yoktur. Onun tüm emirleri, kullarının  ruhen ve bedenen daha sağlıklı olmalarıdır. Bu nedenle, ruh sağlıkları ve temizlikleri için, yalan söylememelerini, hırsızlık yapmamalarını ve kul hakkı yememelerini emretmiş, beden sağlıkları ve temizlikleri için de beş vakit namaz kılmalarını istemiştir. Her şey kulları içindir. Allah’ın, bizim namazımıza asla ihtiyacı yoktur.
Bu itibarla, kullarının ruh ve beden sağlıklarını kurumlarını isteyen Allahlımız adına ;kullarının sağlıkları için, zorunlu olarak, savaş, salgın hastalık ve benzerleri kriz dönemlerinde, namazlarını evlerinde kılmak üzere, camilerin geçici olarak bir süre kapatılmasında dinen hiçbir sakınca olmamalıdır.
Tüm Dünyanın yaşamakta olduğu salgın korona virüsü nedeniyle, geç de olsa, siyasal iktidar camilerde cemaat halinde kılınacak cuma ve vakit namazlarını askıya almış olup, başka bir deyimle, camiler geçici olarak ibadete kapatılmıştır.
Hiçbir zaman camileri kapatmamış, camileri ahır yapmamış ve ezanı anlaşılır kılmak için Türkçe okutma dışında asla yasaklamamış olan, ülkemizi ve ülke insanımızı, Yüce Allah’ın kullarını, ikinci Dünya harbinin yıkımından korumak için bazı elzem tedbirleri almak zorunda kalan özellikle İNÖNÜ'ye yönelik olmak üzere, iki devlet kurucumuza ve büyüğümüze  yönelik yalan ve iftiraları atanlar, bakalım şimdi utanacaklar mı?
Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız diyerek şiir okuyan ve hapis yatan ERDOĞAN'ın okuduğu bu şiirde yer alan, camilerin kışla olmasının kabulü halinde, o savaş yıllarında henüz tam anlamıyla motorize olmayan ordumuzun bel kemiği olan süvari birliklerinin atlarının da, zorunlu olarak kışla olan camilerin bir bölümünü barınak, yani ahır olarak kullanmalarından daha doğal ne olabilir, sonunda Allah’ın sevgili kullarının burunlarının dahi kanamamış olmasından daha önemli bir şey var mıdır?
Bugün de, camilerin ibadete geçici olarak kapatılmasının, kullarının salgın hastalıktan korunmalarına vesile olacak olması nedeniyle, Yüce Allah’ı memnun edeceğini herkes bilmelidirler.
Gözle görülmeyen virüs deyip geçmeyiniz, boya posa bakmayınız, boy devede de var biliyorsunuz, bu gözle görülmeyen virüs; Dünyayı hizaya getirdi, her şerde bir hayır vardır derler ya, bu virüs; en başta temizlik olmak üzere, insan sağlığı için camilerin dahi geçici olarak ibadete kapatılabileceği, her şeyin başının insan sağlığı olduğu gerçeğini, bazı kafalara adeta mıhladı.
Sağ olasın Korona, sevildiğini bil ve tadında bırakarak en kısa zamanda uzaklaş artık hayatımızdan!
Hepinize, Korona ve görünen ve görünmeyen her tür diğer mikroplardan uzak, sağlıklı ve mutlu  günler diliyorum.

Güner Yiğitbaşı

20/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

“Dost sohbetleri” adlı sosyal paylaşım sitesinden ilginç, birbirinden güzel yazı, video gibi yararlı kaynak ve paylaşımları gönderen arkadaşım Araştırmacı Yazar Hüsnü Merdanoğlu, aşağıdaki ibretlik bir öykülü alıntı yazısı göndermiş. Kendisine teşekkür ederim. Yalnız, yazıda “köy enstitülerini İnönü kapattı” denilmekte. Oysa İsmet İnönü yönetiminde köy enstitülerinin kurucu babası Hasan Ali Yücel görevinden alınmıştı. Daha sonra Türkiye yavaş yavaş çok partili demokratik düzene geçtikçe, İnönü ve ondan sonra gelen siyasi liderler, oy kaygısı ile alttan gelen irticai dedikodu baskılarına teslim olmuşlar, köy enstitüleri gibi devrim kuruluşlara karşı tavır almışlar. Sonra da 1950 de iktidara gelen, Türkiye’de irticanın, partizan lığın şaha kalkmasını sağlayan, Demokrat Parti döneminde Adnan Menderes tarafından 27 Ocak 1954'te kapatılmıştır.  
Bu girişten sonra,  sözcüklere fazla dokunmadan küçük noktalama düzeltmeleriyle aşağıya aldığım ilginç öyküye bir göz atalım. Cevat Kulaksız 


Lider - Cevat Kulaksız
“İngiliz gazeteci, Sina Dağı'nda karşılaştığı bir Bedevi'ye sorar:
"Sence lider kimdir?
"Bedevi;
"Bir tanım yapmak yerine, bir öykü ile sorunuza cevap verebilir miyim?"der.
Gazeteci; "Elbette, anlat öykünü" diye yanıtlar.
Bedevi anlatır:
"Benim gibi bir Bedevi, devesinin üstünde ve kızgın güneşin altında, Sina Çölü'nde yol almaktadır. Birden ufuk çizgisi kararır, gökyüzünde nadiren tek tük görülen kuşlar,
bu kez toplu halde, karanlığın aksi istikametine doğru, telaşla kanat çırpmaktadır.
Çölün mutlak sessizliği, daha da yoğunlaşır sanki.
Deneyimli Bedevi, bu alametlerin şiddetli bir kum fırtınasının habercisi olduğunu hemen anlar. Devesini çökertir, üstünden iner. Heybeden aldığı sağlam bir kazığı, kızgın kumlara çakar ve devesini sıkıca bu kazığa bağlar.
Sonra yine heybelerden, katlanmış parçalar halinde çıkardığı küçük çadırın alelacele kurup, içine girer ve kapı örtüsünü her iliğinden düğümler. Son düğümü henüz atmıştır ki, fırtına bulundukları bölgeye ulaşır.
Küçük çadır havalanacakmış gibi sallanmakta, rüzgârın oluşturduğu kum sağanağı, neredeyse delip geçecek bir hızda, çadır yüzeyine çarpmaktadır. Her kum tanesinin, boyları küçük fakat verdikleri acı büyük oklar gibi bedenine saplandığı deve, dile gelir:
“Efendi, canım çok acıyor. Hiç olmazsa başımı çadıra sokmama izin verir misin”, der. Dışarıda olmanın ne kadar zor olduğunu iyi bilen Bedevi, zavallı devenin bu dileğini kabul eder ve “peki, başını çadıra sokabilirsin”, diyerek, kapıyı bağlayan düğümleri boşaltır. Durmak bir yana, fırtına giderek daha da gemi azıya almaktadır. Deve, sahibine tekrar yalvarır:
''Efendi, derimin en ince olduğu yer boynumdur ve şu an çok acıyor. İzin ver, boynumu da çadıra sokayım.'' Biraz ikirciklenmeyle, bu isteğe de 'peki' der Bedevi, fırtına, sanki sonsuza
dek sürecek gibidir.
Deve bu kez, ilk ikisinden daha acıklı bir sesle yalvarır:
“Efendi, ne olur, hörgücümü de çadıra sokmama izin ver”.  Bedevi bu son isteği de kerhen kabul eder. Ancak, hörgücün de içeri girmesiyle, küçücük çadırda, artık kımıldayacak yer
kalmamıştır. Bu duruma, Bedevi'den önce, deve tepki gösterir:
“Efendi, bu çadır ikimize dar geliyor, sen dışarı çıkıp başının çaresine baksan.'' 
“Lider kimdir” demiştiniz, bu hikâyeyi mesnet alarak cevap vereyim; lider, devenin başını
dahi çadıra sokmasına izin vermeyen insandır."
Atatürk'ten sonraki lider İsmet İnönü, Köy Enstitüleri'ni kapatarak, Cumhuriyet Devrimleri'nin kırsala uzanan kollarını kopardı. (1)
Sonraki lider Menderes, dini politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı.
Dini; hurafelerden, siyasi spekülasyonlardan arınmış bir şekilde halka öğretecek aydın din adamları yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip liselerinin misyonunu ters çevirdi. Sonraki lider Demirel, Menderes'ten de baskın çıktı. Tarikatlar üzerinden siyasi ikbal aramaktan çekinmedi. Sonraki lider Özal, zaten muhibban-ı tarikat olduğunu, gizlemeye gerek bile duymadı. Sonraki lider Erbakan döneminde, tarikat şeyhleri, başbakanlık protokolünün
liste başındaydılar. Modern Türk Kadını imajını güçlü bir rüzgâr gibi arkasına ve oy
portföyüne alıp, başbakan olan Çiller, nabzını tarikatlara tutturdu.
Ecevit, Bahçeli, Yılmaz'lı hükümet, tarikatların ve dipten gelen dalganın sırtını sıvazlamaya devam etti.
Lider - Cevat Kulaksız

Özetle; Atatürk'ten sonra gelen bütün liderler, devenin çadıra girmesine izin verdiler. İzin vermenin ötesinde teşvik ettiler. Biz de Bedevi'nin öyküsünü mesnet alırsak; ortaya şu sonuçlar çıkıyor:
1) Türkiye; '10 Kasım 1938'den beri, varlık nedeni olan Cumhuriyeti, gerçek anlamda savunan bir liderden yoksun olarak, 70 yıl geçirmiştir.
2) Bu dönemde gelen istisnasız tüm liderler, kendi siyasi pazarlamalarını, Cumhuriyete ve Cumhuriyet Devrimlerine 'vurmak' üstüne kurulmuş stratejilerle yapmışlardır.
3) Yaklaşık üç kuşağa tekabül eden bu zaman zarfında, Türkiye'nin milli eğitim politikası
'teokratikleştirilmiştir' ve 'teokratikleştirilmektedir.
4) 29 Ekim 1923'te gerçekleştirilen 'devrim', bila fasıla tam 84 yıl süren bir 'karşı devrim' ile tasfiyenin son aşamasına gelmiştir.
Son söz: Başını rica ile çadıra sokan deve, artık sahibini dışarı davet etmektedir. 'Deve' deyip geçmeyin, kini çok derindir. Sizi çadırın dışına atacak kadar... (Zaten işin başında, “dinci kinci nesil yetiştireceğiz” dememiş miydi?
Alıntıdır. İsmail Kalay
Böylece 1950 lerde başlayan malum karşı devrim liderliği, devrimleri aşındıra aşındıra günümüzde zirveye ulaşmıştır…
Sonnotlar
(1) Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Ali Yücel'in 1946'da Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasına değin devam etmiştir. Hasan Ali Yücel'den sonra Milli Eğitim Bakanı Olan Reşat Şemsettin Sirer zamanında Köy Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür. Bu okullar da Demokrat Parti döneminde 27 Ocak 1954'te kapatılmıştır. (C. Kulaksız eklemesi)

Devletin(İdare'nin) Kusursuz(Objektif)Sorumluluğu
İdare hukukuna göre, devletin eylem ve işlemlerinden dolayı ortaya çıkacak olan zararlardan dolayı, o eylem ve işlemlerin muhatabı zarar gören kişilere karşı bir sorumluluğu vardır.
En sık karşılaşılan sorumluluk; devletin hizmet kusurundan kaynaklanan kişi zararlarının ödendiği, kusura dayalı hizmet kusuru sorumluluğudur.
Devletin ve diğer kamu kurumlarının üzerlerine düşen hizmetleri, hiç yapmamaları, eksik yapmaları veya geç yapmalarından dolayı kişiler zarar görmüşlerse, devletin ve sair kamu kurumlarının, bu kişi zararlarını ödemeleri anayasal bir zorunluluktur.
Bir de kusursuz sorumluluğu vardır devletin. Bu sorumluluğa, objektif sorumluluk da denmektedir.
Bu, kusursuz (objektif) sorumluluk halinde, devletin kamu adına bir hizmeti ifa ederken herhangi bir kusuru yoktur ama, devletin kamu yararını gerektiren zorunlu bir sebepten dolayı alması gereken ve bu nedenle, kamunun yararı için  aldığı bir karar ve yapacağı bir eylemlerden dolayı, bazı kişiler zarar görmüş olurlarsa, kişilerin gördükleri bu zararların, kusura dayalı olmasa da, kamu tarafından karşılanması, bu zararları kamunun üzerine alması zorunludur. İşte bu zorunluluk, devletin kusursuz, yani objektif sorumluluğudur.
Bugün içinde yaşadığımız tüm halkımız için hayati bir tehlike içeren korona virüsü salgını nedeniyle, kamunun yararı için elzem olan bir takım tedbirlerin ve kararların alınarak uygulanması gündem de olup, örneğin bazı iş yerlerinin geçici olarak kapatılması, orada çalışanların çalışmadan izinli sayılarak ücretlerinin ödenmesi, iş yerlerinin kapalı kalmasından dolayı iş sahiplerinin uğrayacakları zararlarından kaynaklı maddi kayıpların, kusursuz(objektif) sorumluluk ilkesi gereğince devlet,yani kamu tarafından karşılanması zorunludur.

Güner Yiğitbaşı

17/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Adliyelerdeki Kaos'a Son Veriniz Lütfen
Bugün İzmir Ağır Ceza Mahkemelerinde duruşmamız vardı.
Duruşmaya girdik, bir avukat arkadaşımız, duruşmaların ertelenmesi konusunda HSK tarafından alınan bir karardan bahsetti. Dosyada tutuklu sanık da yok, mahkeme başkanı; biz duruşmayı yapacağız, mahkemelere hiçbir merci emir ve talimat veremez dedi.
Sanki, mahkemeler bağımsızlar da, Anayasa’nın; mahkemelere, hiçbir kişi ve merciin emir ve talimat veremeyeceği yasağı, bu ülkede  uygulanıyor ve sarayın talimatıyla ve emirleriyle karar verilmiyormuş da. Güler misin ağlar mısın?
Savcı; güya, esas hakkındaki görüşünü bildirdi, biz avukatlar duymadık elektronik ortamda dosyaya girmiş, bizlere okunmadı, savunma için gün aldık ve duruşma bitti.
Henüz savcının esas hakkındaki görüşünden biz avukatlar habersiziz, UYAP dan henüz göremiyoruz. Duruşma tutanağı da verilmiyor, UYAP da görülmüyor.
Eski köye yeni adet çıkardılar. Ne demekse, duruşma tutanakları bir iki gün içinde onaylandıktan sonra UYAP da görüşümüze sunuluyor.
Olur mu öyle şey, duruşma tutanağının onaylanması da ne demek oluyor?
Hakim olarak, duruşma tutanağını yazdırırken, gözünle bilgisayar ekranından kontrol edersin ve bir yanlış varsa anında düzelttirirsin, duruşma bitiminde de avukatlara vermek zorundasın.
Sen, bu arada onaylama bahanesiyle, biz avukatların haberi olmadan duruşma tutanaklarına ilave ve çıkarmalar, değişiklikler yaparsan biz ne yapacağız?
Şu anda söz konusu olan, Dünya Sağlık Örgütünün dahi salgın hastalık ilan ettiği tüm dünyaya yayılmış ve ölümler saçan bir corona virüsü tehlikesi var, mücbir ve haklı bir ölümcül neden söz konusu, anayasanın; hakimlere talimat ve emir verilemeyeceğine ilişkin, güçlülerin takmadığı, fiilen geçersiz yasaklayıcı bu hüküm; mahkemelere, verecekleri kararlarda emir ve talimat verilmesini yasaklamaktadır, salgın bir hastalık nedeniyle insiyatifi mahkemelere bırakmadan, tüm ülke adliyelerinde uygulanması zorunlu, acil işler dışındaki duruşmaların belirli bir tarihe kadar ertelenmesi konusunda Hakimler ve Savcılar Kurulu yetkili sayılmalı ve tüm mahkemeleri bağlayıcı bir kararı acilen almalıdır.

Güner Yiğitbaşı

16/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Fırsatçılara Fırsat Vermeyiniz
Corona virüsü ülkemiz sınırlarından girince, maalesef insanlık sınırlarımızı terk etti.
Bunu her insanımız için söylüyoruz.
İnsanlığını unutmaması gerekenler; sadece, maske, makarna, kuru bakliyat, kolonya, temizlik malzemeleri ve benzeri ürünleri satan esnafımız değil, bu ürünleri satın alan insanlarımız da asla insanlıklarını unutmamalıdırlar.
Sağlık Bakanı'nın; evvelki gün, corona virüsünün ülkemizde de bir hastada görüldüğünü açıklaması üzerine, insanlarımız büyük bir telaş ve bencillik içinde alışveriş merkezlerine ve eczanelere hücum ederek, çekirge gibi tüm ürünleri ihtiyaçlarının çok üzerinde satın alarak tükettiler ve bu ülkede çok az satılan ve kullanılan kolonya bile tükendi. İnsanlarımız sanki süt banyosu yerine kolonya banyosu yapacaklar. Zannediyorlar ki, ellerini kolon yaladıktan sonra bu virüsten tamamen korunacaklar.
İnsanlarımız maalesef benciller ve paylaşmasını bilmiyorlar, ihtiyaçlarından fazla ürün satın alıp stoklayarak, diğer insanlara corona virüsünden daha fazla zarar veriyorlar.
İyi ki; bugünkü savaşlar mevzi ve bölgesel, ikinci Dünya savaşı benzeri topyekün bir Dünya savaşı yaşamıyoruz. Yaşasak; olacakları, ortaya çıkacak fırsatçılıkları ve yoklukları, düşünmek dahi istemiyoruz.
Şimdi anlamış olmalısınız, rahmetli İsmet İNÖNÜ'nün devlet adamlığını ve değerini. Ülkemizi hem savaşa sokmamış, savaşın yıkıcı etkilerinden ülkemizi korumuş ve hem de, ekmek gibi temel ihtiyaç maddesini, karneye bağlayarak, fırsatçılıkların önüne geçmiş ve savaşın yokluklarını, tüm vatandaşlara eşit olarak paylaştırmıştır.
Corona virüsü salgınının başlaması ve bu virüsün ülkemiz sınırlarından da içeri girmesi üzerine, dezenfektan ürünleri, koruyucu maskeler piyasada yok satmaya veya değerinin çok üzerinde satılmaya başlanmış ve bu ürünler kapanın elinde kalmıştır. Yarın,bu salgının ortadan kalkması halinde ihtiyaç fazlası alınan bu ürünler belki de bozulacaklar ve çöpe atılacaklardır.
Bize göre, alınması gereken tedbir, fırsatçıların ihbar edilmesi değildir, alanın da satanın da razı olduğu bu tür kriz dönemlerinde; fırsatçı satanları da, ihtiyaçlarından fazla satın alanları da dizginleyemezsiniz.
Bizce yapılması gereken; corona virüsünün yayılmasını engelleyecek maske, dezenfektan ve benzeri ürünlerin, devlet tarafından karne ile ihtiyaçları ölçüsünde, sağlık ocakları, aile hekimlikleri vasıtasıyla ve parasız olarak imza karşılığında vatandaşlara verilmesidir.
Tedbir alınmalı, ancak panik yapılmamalıdır.
Paniğin, corona virüsünden daha zararlı olacağı, asla unutulmamalıdır.

Güner Yiğitbaşı

12/03/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget