Ekim 2020
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

 

Bugün Kutlanacak Değil Kurtarılmayı Bekleyen  Bir Cumhuriyet İle Yüz Yüzeyiz

Bugün, 29/Ekim/2020 Atatürk tarafından kurularak ilan edilen Cumhuriyetin 97. yıl dönümüdür. Aslında,  çok mutluluk ve sevinç duymamız gereken,  çok güzel ve özel bir günümüz olmalıydı bugün. 

Adet yerini bulsun diye, Cumhuriyet karşıtlarına inat, milletçe Cumhuriyet Bayramımızı kutluyoruz. 

Ama mutlu değiliz. 

Bize düşen görevi yerine getiriyoruz, yere düşürülen Cumhuriyet Bayrağına sahip çıkmaya çalışıyoruz. 

Cumhuriyet ve en başta laiklik ve hukuk devleti  ilkeleri olmak üzere, Cumhuriyetin tüm temel değerleri ve ilkeleri,  iş başındaki siyasal iktidar tarafından bir bir yok edilmiş ve ortada,  kutlanacak bir Cumhuriyet bırakılmamıştır maalesef. 

Milletimiz; yok edilen ve dirilmeyi, kurtarılmayı bekleyen bir Cumhuriyet ile yüz yüze kaderine bırakılmış olup, Cumhuriyet;  Milletimizden, Milletimiz de,  Cumhuriyetten medet umar hale gelmiştir. 

Cumhuriyetin temel nitelikleri,  sadece anayasanın tozlu sayfalarında kalmıştır. 

Cumhuriyetin ilan edildiği Gazi Meclis ve Millet iradesi, ortadan kaldırılmış, milletin iradesi,  bir kişinin beyninde hapis edilmiştir. 

Milletin iradesini gasp ederek,  kendi beynini Millet iradesi olarak sunan ve bununla övünen zat, Cumhuriyetimizi ve ülkemizi bir asır gerileterek,  tanınmaz hale getirmiştir. 

Modern ve çağdaş demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin, demokratik ve laik sosyal bir hukuk devletinin simgesi ve karargahı olan ATATÜRK'ün Çankaya Köşküne kilit vurularak kapatılmış;  gericiliğin, hilafetin, saltanatın, din ve mezhep odaklı siyasetin ve israfın, lüks ve şatafatın simgesi,  Beştepe’deki adına Cumhurbaşkanlığı Külliyesi dedikleri 1150 odalı Saray devreye sokularak,  demokrasimiz ve Cumhuriyetimizin temel ilkeleri,  Saray’ın dört duvarları içinde hapsolunmuştur. 

Ülkenin tüm kaynakları; fakir halkımızın vergilerinden ve Genç ATATÜRK Cumhuriyeti Türkiye’sinde kurulan tesislerin satılmasıyla elde edilen 2. 5 trilyon dolar para harcanmış ama, övünülerek yapılan köprüler, yollar tüneller ve şehir Hasta haneleri için,  25 yıl kar garantili devlet ödemeleri,  fakir halkımızın sırtına yüklenmiş, hazinede para kalmamış, döviz rezervleri tamamen yok edilmiş, dış ticaret açığı, iç ve dış dolar cinsinden borçlar tavan yapmış, işsizlik her geçen gün atmış, hayvan ve tarım ürünleri dahi dışa bağımlı hale gelmiş, döviz ödenerek ithal edilmeye başlanmış, sanayi durmuş, halkımız işsiz ve güçsüz evlerine ekmek götüremez hale getirilmiş, özgürlükler yok edilmiş, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ortadan kaldırılmış, yargının bir kararı öbür yargı tarafından tanınmamaya başlanmış, adete tuz kurumuştur. Ülkemizin dış politikası çökmüş, Atatürk'ün;  Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkesi terkedilerek, tüm Dünya Milletleri ile kavgalı bir ülke yaratılmıştır. 

İşin en kötüsü de, siyasal iktidar;  ülkeyi sürüklediği felaketin farkında olmayıp veya öyle gözüküp, ülkenin başarıdan başarıya koştuğunu ciddi ciddi savunmayı sürdürmektedir. 

Milletimiz;  çaresiz, iş başındaki başarısız ve yetersiz iktidarı yolcu ederek Cumhuriyetin değerlerine yeniden sahip çıkmak, ülkeyi iktisaden güçlü ve bağımsız hale getirmek için, sabırla seçimleri beklemeye başlamıştır. 

Demokrasinin vazgeçilmez koşulu olan seçimlerin,  erken veya zamanında yapılabilmesi; demokrasiyi ve Cumhuriyetin temel niteliklerini çok özleyen milletimiz ve yok edilen Cumhuriyetimiz için, tek umut olmuştur.  

Güner Yiğitbaşı

29/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

 

29 Ekim Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun
Yarın;  29. Ekim. 2020 Cumhuriyetimizin 97. yıldönümü. 

Bu sene de,  en büyük bayramımız olan Cumhuriyet Bayramını yine buruk kutlayacağız. 

Cumhuriyet ve onun temel kurucu ilkeleri ve Cumhuriyetin kurucusu Atatürk ile sorunları olan AKP iktidarı döneminde,  tüm milli bayramlarımızı, özellikle de Cumhuriyet Bayramımızı,  kısıtlı ve buruk kutlamaya alıştık artık. 

Daha doğrusu bizler alışmadık ama, AKP iktidarı bizi bu duruma alıştırmakta ısrarlı. 

Mutlaka bir bahane bularak, Cumhuriyet Bayramı Kutlamalarına sınırlandırma getirmeyi alışkanlık yaptılar. 

Bu sene de,  Corona virüs pandemisi bahane edilmek isteniyor. Ancak, Cumhuriyetin en başta laiklik olmak üzere tüm değerlerine sadık bizler,  Cumhuriyet Bayramını, hak ettiği coşkuda kutlamakta kararlıyız. 

Hepinizin Cumhuriyet Bayramını yürekten kutluyor, bu vatanı ve Cumhuriyeti bize kazandıran ve emanet eden  ATATÜRK ve tüm silah arkadaşlarını minnetle ve şükranla anıyorum. 

29. Ekim. 2011 yılında,  88. yıldönümünü yine kısıtlı ve buruk olarak kutladığımız Cumhuriyet Bayramı nedeniyle yazdığımız yazıyı, sizlerle paylaşmak üzere, aşağıda aynen yayınlıyorum. 

Güner YİĞİTBAŞI

28/10/2020


ŞİMDİ GERÇEKTEN ÖLDÜM İŞTE!

Ben,  Van ve Erciş de yüzlerce kişinin enkaz altında kalarak öldükleri depreme Erciş de yakalanarak enkaz altında yaşamını yitiren onlarca öğretmenden biriyim. 

Ben,  Cumhuriyet çocuğuyum,  bu nedenle,  Cumhuriyetin kazanımlarından yararlanarak ve Cumhuriyetin ilkelerini benimseyerek okudum ve öğretmen oldum.  

Cumhuriyetin kazanımlarını ve ilkelerini benimseyerek,  bunların savunuculuğunu yapacak ve Türkiye Cumhuriyetini daha da ileriye götürecek olan genç nesiller yetiştirmek üzere,  tüm sıkıntılarına,  yokluklarına ve zorluklarına katlanarak,  Erciş ilçesinde severek ve isteyerek öğretmenlik yapmaya başladım. 

Hayatın cilvesi işte,  her şey iyi ve yolunda giderken,  tabii bir afet olan depremin,  Van ve Erciş'i vurması üzerine,  yıkılan bir binanın enkazı altında kalarak,  hayata veda ettim. 

Beni bu fani dünyadan uzaklaştıran depremden üç beş gün sonra,  29. Ekim. 2011 de,  Cumhuriyetimizin 88.  kuruluş yıl dönümü kutlanacaktı.  Tek arzum;  öğrencilerimle birlikte 29. Ekim Cumhuriyet Bayramını kutlamak ve bu vesileyle,  ülkemizde Cumhuriyeti kuran Atamızı ve diğer büyüklerimizi anıp,  onlara şükranlarımızı sunmak ve öğrencilerime,  Cumhuriyetin ilkelerini ve pozitif kazanımlarını anlatarak; onların,  Cumhuriyetin ilkelerine ve Türkiye Cumhuriyeti Devletimize dört elle sarılmalarına katkı sağlayabilmekti. 

İnanın,  depremde enkaz altında kalarak bedenen sizlerden ve aile yakınlarımdan ayrılmış olmam,  beni  hiç üzmedi,  tek üzüntüm,  29. Ekim. 2011 tarihinde Cumhuriyetimizin 88. kuruluş yıl dönümünü kutlama imkanından mahrum kalmış olmamdı. 

Aslında daha yolun başındaydım ve bu vatana ve bölge halkına yapacağım ve yapmak istediğim daha çok güzel şeyler vardı.  Ancak,  benim için kısmet bu kadarmış. 

Ülkemizde,  Cumhuriyetin ilkeleri doğrultusunda yetişmiş,  insan hak ve özgürlüklerini ve demokrasiyi benimsemiş ve özümsemiş çok sayıda insan ve öğretmenin var olduğunu bildiğim için,   deprem yüzünden hayatımı kaybederek,  Cumhuriyetimizin 88.  kuruluş yıl dönümünü kutlayamamaktan kaynaklanan üzüntüme rağmen,  teselli buluyor ve gözüm arkada kalmıyordu.  

Canlı bedenim sizlerden ve ülkemden kopmuş olsa da,  ruhum sizlerle ve ülkemle birlikte,  tüm canlılığı ile yaşamaya devam edecek,  Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının yadigarı olan,  insan hak ve özgürlüklerine dayalı demokratik ve laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin yaşatılması ve daha da ileriye götürülmesi için yapılacak olan icraatları uzaktan izleyerek,  teselli bulacaktım. 

Biliyordum ki;  benim yapamadıklarımı,  arkamda bıraktığım arkadaşlarım yapacaklar,  Cumhuriyetimizin kuruluşunun 88. yıl dönümü,  tüm ülkede coşkuyla kutlanacak,  Cumhuriyetimizi kurarak bize emanet eden Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları,  minnetle anılacak,  bu coşkulu kutlamalarla,  demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetinin her kesimden tüm iç ve dış düşmanlarına korku salınacak ve  hak ettikleri cevap verilecekti. 

Heyhat!

Bir de ne duyayım;  her fırsatta insan hak ve özgürlüklerinden,  demokrasiden,  Cumhuriyetten dem vuran ve daha özgür bir yeni Anayasa yapma hazırlığında olan Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN,  bir genelge yayınlamış ve tüm yurtta,  çelenk sunumu ve tebriklerin kabulü dışında,  Cumhuriyetimizin 88. kuruluş yıl dönümü olan bu seneki Cumhuriyet Bayramı kutlamaları ve resmi geçit törenlerini  iptal etmiş. 

Gerekçe olarak da,  benim de enkazı altında kalarak hayata veda ettiğim Van depremini göstermiş.  Asıl beni üzen husus da,  Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının iptaline,  benim de enkazı altında kalarak bu hayattan göçmeme neden olan  Van depreminin gerekçe yapılarak,  benim cansız bedenimin,  bu gereksiz iptal kararına alet edilmiş olmasıdır. 

Oysa ki,  benim tek arzum ve vasiyetim,  geride bıraktığım arkadaşlarım tarafından,  Cumhuriyetin 88.  kuruluş yıl dönümü olan 29. Ekim. 2011 bugün,  Cumhuriyet Bayramının coşkuyla kutlanmasıydı.  Şunu da ilave edeyim;  Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını iptal ettiniz ama,  görüyorum ki,  ölenle ölünmüyor ve herkes,  olduğu gibi günlük yaşantısına aynen devam ediyor.  

Kaldı ki,  ülkemiz,  tabii afet olsun,  PKK terörü olsun,  çok sık aralıklarla onlarca toplu ölümlere maruz kalıyor,  bu koşullarda,  Milli Bayramlarımızı iptal etmeye kalktığımızda,  hiçbir bayramı kutlama imkanı bulamayacağımız çok açık.  Önümüzde,  bir de dini Kurban Bayramı var.  Kurban Bayramı için Sayın ERDOĞAN ne düşünüyor bilemiyorum. 

İşte,  en önemli Milli Bayramız olan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının,  hem de,  benim de içlerinde bulunduğum Van depreminde ölenler gerekçe gösterilerek iptal edilmesiyle,  şimdi ben gerçekten öldüm. 

Sizlerin,  kutlanması yasaklanan,  ancak hepinizin gönüllerinizde yürekten kutladığınızdan emin bulunduğum 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızı kutluyorum. 

Hoşça kalın.  

Güner Yiğitbaşı

29. Ekim. 2011

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

 

Ey Macron Sen Kimsin Yahu?

Ey MACRON; 

Sen  kimsin yahu?

Bir de Avrupalısın, Avrupa Birliğinin en önemli ve Almanya'dan sonra en  başta gelen ülkesi,  Fransa'nın Cumhurbaşkanısın. 

Başında bulunduğun Fransa’da,  demokrasiden eser bırakmadın, insan hak ve özgürlükleri ayaklar altında. İki kişi bir araya gelip bir bildiri okumak istese,  hemen polisler gelip enselerinden tutarak, gözaltına alıyorlar. 

Fransa'da basın özgürlüğünü yok ettin, basının %98'ini satın alarak yandaş yaptığınız yetmiyormuş gibi, geriye kalan üç beş özgür ve muhalif basını da susturmak için cezalar kestirtiyor ve ekranlarını kararttırıyorsun. 

İzliyoruz, Fransa Parlamentosu,  işlevsiz kalmış, Fransız milletvekilleri, senin emir ve talimatınla parmak kaldırıp indiriyor, iki dudağından çıkan emir ve talimatlar,  bir günde yasa haline geliyor. 

Ey MACRON;  daha bitmedi, dur hele, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını da yok ettin, yargıyı da yandaşlaştırdın, emrin altına aldın, yargı karar vermeden önce senin işaretini bekliyor. 

Fransa'da laiklikten eser bırakmadın, medeni hukuku yok edip, onun yerine Kilise hukukunu ikame ettin. 

Fransız halkının yaşam tarzlarına müdahale ve dayatmalarda bulunuyorsun.  

Ey MACRON, laik eğitim bırakmadın Fransa'da, tüm eğitimi din eksenli hale getirdin. 

Fransa’nın iç ve dış politikasını;  kimlik, din ve mezhep eksenli hale getirdin. Vazgeç  artık kimlik, din ve mezhep odaklı siyaset yapmaktan. Bu,  ne sana,  ne de ülken Fransa'ya,  asla bir yarar sağlamayacaktır. 

Ey MACRON;  senin,  Fransa’nın ulusal çıkarlarını bir kenara bırakarak, kendi kişisel siyasi yararlarını ve koltuğunu koruma amaçlı iç ve dış politikandan, Hristiyan Dünyasını arkana alarak, tüm Hristiyanlara lider olma gibi ütopik sevdandan vazgeç artık, bu amaç ve sevdanın,  sana ve ülkene yarar sağlamayacağını anla artık. 

Ey MACRON; senin ekonomin de batık, Merkez Bankanda döviz rezervin kalmamış eksilere düşmüş, paran sürekli değer kaybediyor, yatırımların durmuş, üretimin yok, ülkenin tüm paralarını, üretmeyen betona yatırmışsın, birkaç yandaş iş adamın zengin olmuş, sanayin olmadığı gibi, tarımı da yok etmişsin, köylüne ve çiftçine mazot desteği dahi yapamıyorsun, yasalara göre milli gelirden çiftçilere yapman gereken parasal desteği bile yapamıyorsun, tahıl ürünlerinden alınan gümrük vergisini sıfırlayarak,  çiftçinin ayağına kurşun sıkıyorsun. 

Ey MACRON; Fransa’da her gün işsizlik diz boyu artıyor, Fransa halkına çalışmaları için yeni iş alanları açamadığın gibi, iş sahibi olanlar dahi,  işlerini kaybeder hale geldiler. 

Dış ticaret açığın ve iç ve dış borçların sürekli artıyor, bir düşünsene ekonomik bağımsızlığın kalmamış, en başta Türkiye olmak üzere,  dış ülkelere ekonomik olarak muhtaçsın, tarım ürünlerini dahi dışarıdan almak zorunda kalmışsın, 

İhracatının büyük bölümü, en başta otomotiv olmak üzere, ülkendeki yabancı sanayi yatırımlarının ürettiği dışa bağımlı mallar olduğu halde, Türkiye'nin yatırımı ile kurulan Fransa’daki sanayi kuruluşlarının varlığını, orada çalıştırdığın Fransız işçilerinin işsiz kalacaklarını düşünmeden, ihracatının ve döviz gelirlerinin azalacağını hiç düşünmeden, senin sanayiine, istihdamına, ihracatına güç veren Türkiye'nin ürettiği mallara boykot ilan edip, Türk Mallarını alıp kullanmayın diyebiliyorsun, 

Ey MACRON;  ülken Fransa'ya zarar veriyorsun.   

Laikliği sevmelisin ve desteklemelisin. Cemaat ve tarikatları Fransa Halkının vergilerinden oluşan Fransa hazinesinden besleme, cemaat ve tarikatları devlet kadrolarına doldurma sevdandan vazgeçmelisin, 

Ey MACRON;  artık din simsarlığını,  din üzerinden politika yapmayı bırakmalısın. 

Ey MACRON; dua et ki; ERDOĞAN gibi bir gerçek dostun var. 

Ürettiği mallarına boykot ilan ettiğin Türkiye'nin partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; lütfetti ve sana bir hatırlatma yaparak, ruh halini bir doktora göstermeni tavsiye etti. Ona teşekkür etmelisin!

Ey MACRON;  daha ne istiyorsun, partili cumhurbaşkanının sana sağlık uyarısı ve yardımı yaptığı, ruh sağlığınla dahi ilgilendiği Türkiye'den ve ERDOĞAN'dan özür dilemelisin! 

Güner Yiğitbaşı

27/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

 

Rejim Krizine Dönüşen Berberoğlu Meselesinde Anayasa Mahkemesinin Tavrı Önemlidir
Anayasa Mahkemesinin; BERBEROĞLU'nun uğratıldığı hak ihlaline yönelik yeniden yargılanmasına dair bağlayıcı kararına, yerel İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin uymaması üzerine, BERBEROĞLU'nun avukatları tarafından bugün yapılan ikinci hak ihlali bireysel başvurusu,  bize göre gereksiz ve hukuki değildir. 

Burada,  anayasaya açıkça karşı gelinerek,  anayasa ihlal edilerek verilen, yerel İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin;  ben Anayasa Mahkemesinin kararını kabul etmiyorum kararı,  hukuken yok hükmünde olup, bu nedenle; Anayasa Mahkemesinin hak ihlali kararı;  uyulmak üzere,  ortalıkta bırakılmış ve gereği yapılmak için hala beklemektedir. 

Bu karara uyulmamasının sineye çekilmesi gibi,  bir hukuki acizlik,  asla olamaz. 

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, bu tutumuyla,  yeni bir hak ihlalinde bulunmamış, doğrudan anayasayı ihlal ederek suç işlemiştir. 

Bu nedenle, Anayasa Mahkemesine yeniden başvuruyu zorunlu kılan bir durum yoktur. Bu karar, öyle veya böyle,  mutlaka uygulanmalıdır, uygulatılmalıdır.  

Başvurulması gereken makam; Hakimler Savcılar Kurulu,  savcılıklar ve ağır ceza mahkemeleridir. 

Anayasa Mahkemesi; hak ihlali kararının uygulanmaması nedeniyle yapılan ikinci bireysel hak ihlali başvurusunu esasa girerek kabul eder ve yeni bir hak ihlali kararı verirse, bu ikinci kararın, hukuk zorbaları tarafından uygulanacağının bir garantisi var mıdır. ?

Bu nedenle; Anayasa Mahkemesi, ikinci hak ihlali talebini muhatap alarak esasa girmemelidir ve bu talebi  usulden reddetmelidir. 

Aksi halde, yerel mahkemenin;  yok hükmündeki, bir kağıt paçasından ibaret kararı,  muhatap alınmış, ona hukuk itibar kazandırılmış ve Anayasa Mahkemesi kendi varlığını inkar etmiş olacaktır. 

Hak ihlalinin hak ihlali olamaz. 

Anayasa Mahkemesi; bağlayıcı olan ilk kararının uygulanmasının, anayasal bir zorunluluk olduğuna, ilk kararının mutlaka uygulanması veya uygulatılmasına  vurgu yaparak, bu konuda yeniden bir karar verilmesine gerek olmadığına karar vererek,  ikinci başvuruyu reddetmelidir. 

Aksi halde, Anayasa Mahkemesinin kararlarına uyulmamasına,  meşruiyet kazandırılmış ve bu bir alışkanlık haline getirilmiş, hukuk zorbalarına cesaret kazandırılmış olacaktır. 

Her makamı ve kişileri bağlayan Anayasa Mahkemesinin kararlarının uygulanıp uygulanmaması,  Anayasa Mahkemesinin sorunu değildir, bu bir anayasa ve rejim sorunudur, tek adam krizidir.  

Kararlarını uygulatma,  Anayasa Mahkemesinin doğrudan  görevi değildir. 

Farz edelim ki; bu ikinci hak ihlali başvurusu esastan kabul edildi ve Anayasa Mahkemesi ikinci kez hak ihlali kararı verdi ve bu karar da, hukuk zorbaları tarafından uygulanmadı, siz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidilebileceğini mi zannediyorsunuz?

Bu durumda, bize göre,  AİHM gidilmesi mümkün değildir. 

Zira, hak ihlali;  iç hukuk tarafından, yani Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmiş ve BERBEOĞLU'nun hakkı hukuken kendisine teslim edilmiştir. Başka bir anlatımla,  iç hukuk yolları tüketilmeden hak ihlali başvurusu kabul görmüştür. 

Siz,  bir çadır devleti olarak; Anayasa Mahkemesinin verdiği ve teslim ettiği hak ihlali kararını uygulamıyorsanız uygulatamıyorsanız, anayasayı ihlal ediyorsanız, bir rejim sorunu yaşıyorsanız, , Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ne yapsın? AİHM'nin kararı da  uygulanmayacak demektir. 

Bu iş;  artık,  AİHM lik hukuki bir konu olmaktan çıkacak ve T. C. nin itibarı yerle bir olacak, Avrupa Konseyi, Parlamentosu  Üyeliğimizin sorgulanmasına neden olacaktır. 

Bu itibarla, BERBEROĞLU meselesi,  sadece onu ilgilendiren kişisel bir hukuki konu olmaktan çıkmış ve ülkemizin itibarı ve rejimiyle doğrudan ilgili,  milli bir sorun haline gelmiştir. 

Partili Cumhurbaşkanının bilgisine ve  dikkatine sunulur. 

Güner Yiğitbaşı

26/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Berberoğlu Dosyası Hakkında Yapılması Gereken
BERBEROĞLU dosyasıyla ilgili olarak yapılması gerekenler konusunda, her kafadan bir ses çıkmaya başladı ve bu konu artık kabak tadı verdi. 

Bir deli bir kuyuya taş atarmış da,  kırk akıllı çıkaramazmış ya, işte tam bu sözü yaşadığımız bir durum ile yüz yüze geldi,  güzel ülkemiz.  

İstanbul 14. Ağı Ceza Mahkemesi, anayasayı ve Anayasa Mahkemesini yok sayarak, anayasayı ihlal ederek, BERBEROĞLU hakkında Anayasa Mahkemesinin verdiği hak ihlali kararını; elmalarla armutları karıştırarak, idari eylem ve işlemlerden kaynaklı hak ihlalleri için geçerli olan yerindelik denetimi yapılamaz gerekçesiyle ve cahilce, kötü niyetli ve siyasi amaçla,  hukuk dışı bir tutumla,  uygulamadı ve ülkemizi bir hukuki kaos içine itti. 

O kadar ki; anayasa tanımayan, ben Anayasa Mahkemesinin kararına uymuyorum kararını, mahkeme kararı olmasına rağmen, itirazı kabil olmak üzere verme yanlışlığını da yaptı ve zaman kaybına neden oldu. 

İtirazen;  konu,  15. Ağır Ceza Mahkemesine intikal ettirildi,  orası da topu taca attı ve şimdi yeniden hak ihlali talebiyle Anayasa Mahkemesine başvurulacağı görüşleri atıldı ortaya. 

Tam bir keyfilik, hukuk dışılık ve çocuk oyuncağı hali ile karşı karşıyayız. 

Anayasa Mahkemesi hak ihlali kararını vermiştir, bir daha neyin kararını verecektir, o karar da uygulanmazsa ne olacaktır?

Böyle keyfilik olamaz. Anayasa Mahkemesine tekrar başvuru;  asla hukuki ve gerekli de değildir.  

Böyle bir yol,  14. Ağır Ceza Mahkemesinin anayasa ve hukuk dışı kararını muhatap almak yerine geçer. Böyle bir karar hukuken yok hükmündedir ve muhatap alınarak aleyhine yeniden Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. 

Anayasa Mahkemesinin vereceği karar bellidir. Ben bu konuda karar verdim,  bağlayıcı olan kararım uygulanmalıdır. Ben bu konuda tekrar karar veremem diyecektir. 

Yerel Mahkemenin; anayasal bağlayıcılığı olan Anayasa Mahkemesinin kararını inkar ederek ortaya koyduğu bu hukuk zorbalığı, hak ettiği şekilde sonlandırılmalıdır. 

Daha önce de yazdık, Anayasa Mahkemesinin bağlayıcı olan kararının bir yerel mahkeme tarafından uygulanmaması diye bir hukuki zorbalık olamaz,  bu nedenle,  yasa koyucu bu zorbalığı göz önüne alarak,  uygulanması gereken olağanüstü bir hukuki başvuru yöntemi öngörmemiştir. Burada, doğal olarak yasal bir boşluk vardır. 

Bize göre,  bu boşluk şu şekilde doldurulmalıdır. 

HSK;  derhal, anayasayı ihlal eden 14. Ağır Ceza Mahkemesinin hakimlerine işten el çektirecek ve bu mahkemeyi kaldıracak ve  BERBEROĞLU  kararını yok kabul ederek,  dava dosyasını Anayasa Mahkemesinin hak ihlali kararının uygulanması için yeni bir mahkemeye tevdi edecek ve HSK'nın bu tutumu, bundan sonrası için,  ibreti alem bir içtihat olacaktır. 

Bunun başka bir yolu yoktur.  

Güner Yiğitbaşı

26/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


 

İmamoğlu Gerçeğini İnkar Edemezsiniz
AKP Genel Başkanı ve yandaşları bilsinler ki; İMAMOĞLU; ölümün,  hayatın  tek gerçeği olduğu kadar, İstanbul'un ezici çoğunlukla seçilmiş meşru Büyükşehir Belediye Başkanıdır ve İstanbul halkını temsil eder. 

Bu yalın gerçeği kabullenemeyerek inkara kalkışanlar, halkın iradesine karşı gelmiş olurlar ve halkın kendilerine yönelik seçme iradesini de, yani kendilerini de  inkar etmiş olurlar. 

İstanbul Halkının oylarıyla seçilen İMAMOĞLU'nu yok sayarsanız, bu halk da sizin Cumhurbaşkanlığınızı, milletvekillerinizi, bakanlarınızı inkar eder ve yok sayar. 

Düşünebiliyor musunuz?

16 Milyon nüfuslu mega kent İstanbul'un seçilmiş meşru Büyükşehir Belediye Başkanı, kendisi gibi seçilmiş ve cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuş partili cumhurbaşkanından, İstanbul'un sorunlarını görüşmek üzere randevu talep ediyor ve partili cumhurbaşkanı onu yok sayarak, itibarsızlaştırmak için,  randevu talebine cevap vermiyor. Aslında,  İstanbul halkını temsil eden İMAMOĞLU'nu yok sayarken, 16 milyon İstanbulluyu yok sayıyor ve onlara saygısızlık ediyor. Hem de İstanbul'un eski bir Büyükşehir Belediye Başkanı olarak. 

Bu zihniyet,  kabile devletlerinde dahi olmayan,  çok ilkel ve intikamcı, seçim yenilgisini hazmedememe zihniyetidir. 

İMAMOĞLU;  AKP Genel Başkanına ve yandaşlarına karşı ne kusur işlemiştir Allah’ınız aşkına?

Seçim kazanmak suç mudur, siz ananızın karnından girdiğiniz her seçimi kazanmak şartıyla mı doğdunuz?

Demokrasinin en temel ilkesi olan seçim sonuçlarına ve  seçilmişlere saygı göstermek zorundasınız. Tıpkı, seçilen kişiler olarak, herkesten saygı beklediğiniz gibi. 

Bakalım daha neler göreceğiz?

İMAMOĞLU'nun oturduğu koltuğun,  yetki olarak,  içini boşaltacak yasalar da sanırım yoldalar. 

Son rezalete,  tüm İstanbullu ve Türk Milleti tanık oldu. 

Sağlık Bakanı;  İstanbul’da artan corona virüs salgını nedeniyle,  bir toplantı yapmak üzere İstanbul'a geliyor ve bu toplantıya, İstanbul halkını temsil eden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İMAMOĞLU,  davet edilmiyor ve adeta yok sayılıyor. 

Rezalet bile değil, rezalet ötesi bir inkar ve saygısızlık. 

Bu rezalete gerekçe yapılan, toplantının aceleye geldiği beyanı ise, yalan ve rezalet üzeri rezalet. 

Türk Halkı bunları görüyor, halkı kör ve sağır zannedenler,  ilk seçimlerde gerekli dersi alacaklar ve İMAMOĞLU gerçeğini,  ancak o zaman kabul etmek zorunda kalacaklar. 

En azından bir nezaket kuralı vardır, Sağlık Bakanı da olsan, sen seçimle gelmedin ve bir bürokrat kimliğin var sadece, görev gereği İstanbul'a gelmişsin, bırakınız corona toplantısına çağırmayı, bir görev nedeniyle İstanbul iline geldiğinize göre, nezaketen o ilin en önemli temsilcisi Büyükşehir Belediye Başkanını makamında ziyaret ederek İstanbul’a geldiğinizi duyurmak zorundasınız. 

Biz, emekli olmadan önce, savcı olarak; bir kuruma. örneğin bir hasta haneye,  ifade almaya veya adli bir olay nedeniyle vefat eden ve hasta hane  morgunda bulunan kişinin cesedi üzerinde adli muayene ve otopsi yapmak üzere gittiğimizde, nezaketen o hasta hanenin temsilcisi, başhekimin odasına gider ve sebebi ziyaretimizi bildirirdik ve ondan sonra işimizi yapardık. Karlı çıkan da biz olurduk, bu nezaketimizden memnun kalan başhekim,  görevimizi rahat bir şekilde yapmamız için gerekli kolaylığı ve yardımı sağlardı bizlere. 

Güner Yiğitbaşı

23/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Erdoğan'ın Müjde İçeren İtirafları

Partili ve taraflı Cumhurbaşkanı, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın;  İbni Haldun Üniversitesi Külliyesi açılış töreninde yaptığı konuşmasında yer verdiği; 

“Gerçek iktidarın fikri iktidar olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Fikri iktidar yolu zor ve zahmetli bir süreçtir.  Bu konuda kendimi biraz mahzun hissediyorum.  18 yılda. . . . . . . . . .  eğitim,  kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum. Fikri iktidarımızı hala tesis edemediğimiz kanaatindeyim.  ”

“Medyamız en modern altyapıya sahip ama,  bizim sesimizi,  nefesimizi yansıtmıyor.  “ beyanları, çok dikkat çekici, dikkat çekici olduğu kadar da, demokratik ve laik cumhuriyetimiz ve medya, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlükleri açısından çok tehlikeli beyanlardır. 

Ancak, bu beyanlarda;  bir başarısızlığın itirafı da yer aldığı için,  aynı zamanda biz laik ve demokratlar için bir müjde içermektedir. 

ERDOĞAN; seçim kazanarak iktidar olmayı, ülkeyi anayasanın öngördüğü gibi, cumhuriyetin temel ilkelerine uygun, demokratik ve laik sosyal hukuk devleti ilkelerine göre yönetmeyi kabul etmiyor ve yeterli görmüyor. 

O,  kafasındaki,  tesis etmek istediği, İslami kurallara göre tek adam olarak yöneteceği  siyasal İslam ideolojisine dayalı sistemi,  tam ve istediği gibi tesis edemediğini ve 18 yıllık iktidarı döneminde bunu sağlayamadığı için, kendisini mahzun hissettiğini, laik eğitime son vererek, bunun yerine monte ettiği dini eğitimde,  arzu ettiği ilerlemeyi sağlayamadığını, dindar ve kindar,  siyasal İslamı benimseyen, kendisine destek veren  bir gençlik yaratamadığını itiraf etmektedir. 

AKP Genel Başkanı ERDOĞAN'ın; kendisini üzen ve mahzun eden,  laik düzen için tehlike arz eden isteklerinde, siyasal İslam ideolojisini yerleştirerek,  fikri iktidara erişmekte başarısız olduklarına yönelik itirafına,  biz sevinmeliyiz. 

ERDOĞAN'ın; “Medyamız en modern altyapıya sahip ama,  bizim sesimizi,  nefesimizi yansıtmıyor.  “ beyanıyla açıkladığı itirafına da sevinmeliyiz. 

Demek ki; ERDOĞAN, tüm devlet imkanlarını kullanarak, belki de eli altındaki devletin örtülü ödeneğini kullanarak satın alıp, birilerine hediye ettiği ve emri altına aldığı, manşetlerini dahi kendisinin belirlediği, yandaş yazarların her türlü yalan haber ve iftiralarını yayınladıkları, ülkemizdeki toplam medyanın %98'ine denk gelen , en modern altyapıya sahip havuz medyasına rağmen, sesini duyuramamaktan ve nefesini yansıtamadığından  yakınmaktadır. 

ERDOĞAN'ın bu tespit, yakınma ve vurgulamasından; geriye kalan %2 lik muhalif ve tarafsız gerçek habercilerin ve yazarların yer aldığı,  yazılı ve görsel medyanın,  %98 oranındaki yandaş medyadan daha etkili olduğu anlaşılmakta olup, ERDOĞAN'ın bu itirafı da, biz laik demokratlar için çok sevindiricidir. 

Bu itiraf, medyanın etkinliğinde;  niceliğinin değil,  niteliğinin önemini de ortaya koymaktadır. Bu nedenledir ki; ülkemizde,  tarafsız ve bağımsız gerçek habercilik yapan bir  avuç muhalif SÖZCÜ GAZETESİ, HALK TV  ve TELE-1 gibi kanallarına,  ERDOĞAN'ın emrindeki RTÜK tarafından cezalar yağdırılmakta ve ekranları karartılmakta, etkin muhalefet yapan sosyal medyaya kısıtlamalar getirilmektedir. 

ATATÜRK'ün temellerini çok sağlam attığı ve çağdaş Türk gençlerine emanet ettiği Laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetini yok ederek, onu yerine siyasal İslam ideolojisine dayalı çağdışı rejimi ülkemizde tesis etmeye,  ne ERDOĞAN'ın,  ne de bir başkasının gücü,  asla yetmeyecektir. 

Kurulacak olan ilk sandıkta kaybederek,  geldikleri gibi, demokratik seçimle gideceklerdir. Bunda kimsenin şüphesi olmamalıdır.  

Güner Yiğitbaşı

21/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


Türk Malıdır Dokunma

 Elin Arabı, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri,  Türk mallarına bayrak açmışlar, Türk Mallarına karşı boykot kararı almışlar. 

Alışveriş merkezlerinin camlarına; Türk malıdır dokunma,  pankartları asmışlar, insanlar; ülkemizi seviyoruz,  Türk malı kullanmıyoruz naraları atıyor,   ne kadar hazin değil mi?

Kim bu Araplar, tarih boyunca Osmanlının egemenliği altında yaşadıktan sonra bağımsız olan ve petrol zenginliği nedeniyle itibar gören, Türklere karşı aşağılık kompleksi içinde olan gelişmemiş, Amerikan uşağı, çadır devletidir bunlar. 

Tarih ve tarihten ders almasını  bilmeyen iş başındaki AKP iktidarı ve onun lideri tarafından,  hak etmedikleri saygı ve itibarı görerek şımaran ve ülkemizin iktisaden ve siyasi olarak en zayıf olduğu günümüzde, yaşadıkları aşağılık kompleksinin etkisiyle,  şuur altında yaşattıkları Türk düşmanlığını kusarak dışa vuran,  aşağılık insanlar bunlar. 

ATATÜRK;  niçin,  büyük asker ve devlet adamıdır anladınız mı şimdi?

Ülkemizi niçin laik kıldığını, fark edebildiniz mi şimdi?

İş başındaki AKP'nin lideri, hiçbir şeyin farkında değil, ATATÜRK'ü anlayamamış,  ya da anlamak istememiş, onun tek derdi, ATATÜRK ve ilkeleriyle savaşmak ve ikinci ATATÜRK ilan ettirebilmek kendisini, çırpınıyor ama,  çırpındıkça batıyor. 

Türk'ün eski köle ve tebaası Araplar,  şimdi bize meydan okuyorlar,  AKP iktidarının yanlış, dinci ve ümmetçi dış politikaları sayesinde. 

AKP lideri ne diyordu, hem laik ve hem de Müslüman olunamaz. 

Bu düşünceden hareketle, tüm çabası İslam ilkelerine dayalı otoriter  bir yönetim şeklini ülkemizde tesis etmek olmuş ve bu konuda çok da yol almıştır. 

Türk Milleti demek onun için bir züldür, hiç duydunuz mu,  Türk Milleti dediğini? Gerektiğinde; sürekli,  benim milletim demekle yetinen ve  Türk Milletini,  kendisinin tebaası ve İslam Camiasının ümmeti olarak kabul eden, anti laik  bir kafa yapısına sahiptir. 

Bu nedenle;  dış politikayı da, milli menfaatlerimizi gözeterek değil, din ve mezhep eksenli olarak ümmetçi bir zihniyetle dizayn etmeye kalkışmış ve Türk'ü adeta Dünyada yalnızlaştırmış, etrafımızda dost bırakmamıştır. 

Bize,  Türk malları konusunda boykot ilan eden Suudi Arabistan Kralının ülkemizi ziyaretinde; o Anıtkabir’e çıkarak ATATÜRK'ü ziyaret etmediği halde, Kralın  kaldığı otele, onun ayağına kadar giderek,  Kralı ziyaret eden ve onun sunduğu pahalı hediyeleri kabul etmekten şeref duyan,  Kralın ölümünde ülkemizde yas ilan ederek o yüce bayrağımızı yarıya indiren, geçtiğimiz yıl Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğunda hunharca öldürülerek cesedi parçalanan muhalif gazeteci Cemal KAŞIKÇI cinayetine göz yumarak, ülkemizde planlı ve taammüden  işlenen bir cinayetin faillerinin,  ellerini ve kollarını sallayarak kaçmalarını sağlayan,  laiklik karşıtı,  dinci, ümmetçi ve ihvancı AKP iktidarının ve ona destek olanların; Türk mallarına getirilen boykot kararı  nedeniyle,  yüzleri kızarıyor mu acaba?

Laik Türk Milleti olarak bizlerin,  utancımızdan yüzümüz kızarıyor ve şımarık petrol zengini Arapları, şiddetle kınıyoruz ama, şu ana kadar sessiz kaldıklarına, Ey Suudi Arabistan diyerek posta atmadıklarına göre; AKP iktidarı ve lideri, bu yüz kızartan durumu sineye çekiyor herhalde.  

Güner Yiğitbaşı

19/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


 

Aytun Çıray Gerçeği
Adalet ve Doğruyol Partilerinin geleneğinden gelen, DEMİREL döneminde Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı da yapan, İYİ PARTİ'nin kurucularından ve eski yöneticilerinden olan, ATATÜRK ve Cumhuriyetin kurucu temel ilkelerine bağlı, orta sağ merkezli bir siyasetçi olan Aytun ÇIRAY'ı tanımayan çok az kişi olmalıdır. 

Kendisi, İYİ Partiden önce CHP Milletvekilliği de yapmış, aslında dürüst ve savunduğu ilkeler itibariyle, CHP'ye pek de yakışan ve CHP kumaşında  hiç de sırıtmayan, aklı başında ülke sorunlarıyla ilgili güzel tespit ve saptamaları olan bizim de sevip beğendiğimiz bir siyasetçidir. 

Bu nedenle, Aytun ÇIRAY'ın; İYİ Parti kurucuları arasında yer alma ve siyasete İYİ Partide devam etme isteğini açıklayarak,  CHP'den ayrılmasına, hem kendi ve hem de Sayın ÇIRAY adına üzüldüm ve bu konuda yanılmadım. 

Yanılmadım, zira; SÖZCÜ Gazetesinde,  iki gündür yayınlanan Uğur DÜNDAR'ın Sayın ÇIRAY ile yaptığı röportajı ilgiyle okudum ve bu siyasetçiye,  20/Eylül/2020 tarihinde gerçekleşen İYİ Partinin 2. Olağan Genel Kurultayında yapılan kumpas eylemiyle,  partinin en üst yönetim organı seçiminde  Sayın ÇIRAY'ın isminin üzerine listelerde çizik atılarak,  sakıncalı kişi ilan edilip,  liste dışı bırakılarak parti yönetiminden bilinçli olarak tasviye edildiğine, bu tasfiyeden İYİ Parti Genel Başkanı AKŞENER'in de haberdar olup, bu eylemi parti içi demokrasi olarak kabul edip, bu kumpası, bilerek ve isteyerek engellemediğini öğrendik. 

Daha önce de yazdık, biz hiçbir partinin kayıtlı üyesi değiliz ama,  siyaseti seven ve yazılarıyla yorumlayan bir yazarız, objektif olarak ve ülkemizin yararlarını düşünerek,  hep şunu söyledik; İYİ Parti, aslı olan MHP'li olarak kalırsa, merkez sağı toparlamaya gayret ederek siyaset alanını ve tabanını büyütmezse, aslı olan MHP'nin sahtesi olarak,  hiçbir başarıya imza atamaz. 

Sayın ÇIRAY, kendisine ve bazı arkadaşlarına yönelik bu tasfiye kumpasının, Millet İttifakını bozarak Cumhur İttifakının yelkenlerine rüzgar taşıma amacına yönelik,  çok boyutlu ve ileriye dönük  bir operasyon olduğunu açıklamaktadır ve bize göre de haklı ve söyledikleri doğrudur. 

Sayın ÇIRAY;  açıkça,  genel başkan AKŞENER'e bu kumpasa müdahale etmesini önermesine rağmen,  bu kumpasın gerçekleştiğini açıklamaktadır. 

Zaten, Sayın AKŞENER de bu kumpastan sonra sessiz kalmakla,  Sayın ÇIRAY'ı doğrulamıştır. 

Bu kumpasın planlayıcısı olduğu söylenen Koray AYDIN'ın;  konuşmacı olarak katıldığı Haber Türk TV. deki bir programda; ”İrade bizde olsaydı, Millet İttifakını kurmazdık. . ” dediğini de Sayın ÇIRAY dile getirmektedir. 

Seçimlere ve bu sayede meclise girerek, grup kurmayı ve bugün ulaştıkları göreceli başarıyı, emaneten ve geçici olarak İYİ Partiye 15 milletvekillerini veren CHP ve KILIÇDAROĞLU'na borçlu olduklarını unutan bir zihniyetin hakim olduğu İYİ Parti'nin; partide merkez sağı temsil eden ve partinin seçmen tabanını genişleterek MHP'den farklı kılan,  Aytun ÇIRAY ve arkadaşlarına uyguladığı bu kumpasla,  bu değerli politikacıların partiden dışlanmaları,  İYİ Parti'nin marjinalleşerek yok olmasına neden olmaz inşallah. 

Haddimiz olmadan,  buradan Sayın ÇIRAY'a, dürüst ve aklı başında ATATÜRK'çü ve Cumhuriyetin kurucu değerlerine bağlı,  açık sözlü  bir siyasetçi olması nedeniyle kendisini seven ve beğenen  hukukçu bir büyüğü olarak, bu kumpasa rağmen, İYİ Partide kalmasının,  ülkemiz siyasetine  ve kendisine hiçbir yararının olmadığını hatırlatmak istiyoruz. 

Güner Yiğitbaşı

18/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu 


 YARGIYI ESİR ALIP ADALETİ YOK EDEREK T. C.  DEVLETİNİ TEMELLERİNDEN YIKAN ANAYASAL MEŞRUİYETİNİ KENDİ ELLERİYLE YERLE BİR EDEN SİYASAL İKTİDAR OLARAK DEMOKRASİ TARİHİNE GEÇECEK VE BİR İLKİ BAŞARACAKSINIZ!. . . 

Yargıyı esir alıp, adaleti, devleti ve anayasal meşruiyetinizi,  kendi ellerinizle yok ediyorsunuz


Nedir, Türk Milletinin sizden çektikleri?

Bir değil,  iki değil,  üç değil, sürekli;  anayasa ve yasa ihlalleri yapıyorsunuz ve demokratik yollarla ele geçirdiğiniz iktidar ve devlet gücünü kullanarak, en başta yargıyı esir alıp, adaleti, devleti ve anayasal meşruiyetinizi,  kendi ellerinizle yok ediyorsunuz. 

Mahkemelerin hakim kürsülerinin arkasında;  “ADALET DEVLETİN TEMELİDİR” yazar. Bu söz,  laf olsun,  torba dolsun, yargı kürsüsüne süs olsun diye yazılmamıştır. 

O söz, bir doğruyu ifade etmekte ve ancak yargıçlarımızın adil kararlarıyla, devletin;  adalet temeli üzerinde,  dimdik ayakta kalabileceğini ifade eden çok anlamlı ve en başta yargıçlarımız olmak üzere, ülkeyi yöneten siyasal iktidara bir uyarı ve talimattır. 

Bugün bakıyoruz, yargı ve adalet;  artık,  tartışmasız olarak, anayasal meşruiyetini yitiren bir avuç siyasal iktidar mensuplarının boyunduruğu altına girmiş ve yok olmuştur. 

Adalet yok olunca da, devletimiz temelsiz kalmış ve yıkılmıştır. 

Adaletin olmadığı devlet;  fiilen var gözükse de, o devlet artık milletin amacı, milletine hizmet eden,  yardım eden kucaklayan, onu koruyup kollayan müşvik bir aygıt olmaktan çıkmış ve zalimlerin zulmüne hizmet eden,  çok güçlü ve tehlikeli bir silah ve aygıt haline dönüşmüş demektir. 

Özellikle,  Türk Milleti olarak;  son bir hafta içinde,  yaşamak zorunda kaldığımız, siyasal iktidardan kaynaklı, siyasal iktidarın emir ve talimatlarıyla yürürlüğe konulduğu kesin olan iki uygulama,  bizlere kesin olarak göstermiştir ki; artık tuz da kokmuş ve siyasal iktidar;  meşruiyetiyle birlikte,  T. C. Devletini de temellerinden yok etmiştir. 

Millet olarak son bir hafta içinde yaşadığımız anayasa ve hukuk dışı, adaletin ve devletin yok edildiğini gösteren eylemlerden birisi, hepinizin bildiği gibi, BERBEROĞLU hakkında Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu hak ihlali ve yeniden yargılanma kararının, anayasal bağlayıcılığına rağmen, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından,  anayasa ve yasa dışı olarak, sadece idari eylem ve işlemlerden kaynaklı hak ihlalleri için geçerli olan, ceza yargılamalarına konu hak ihlallerine uygulanması asla mümkün olmayan yerindelik denetimi yapıldığı gerekçesiyle, uygulanmamasıdır. 

Bu eylemin henüz tuzu kurumadan gerçekleşen ikinci anayasa ve hukuk dışı eylem de,  İzmir ilinde meydana gelmiş olup,  İçişleri Bakanının bir genelgesi ile anayasa ve yasalara açıkça aykırı bir şekilde genel kurullarına yasak getirilen barolardan, benim de mensubu olduğum İzmir Barosunun,  bu yasağın kaldırılması için yaptığı müracaat, İzmir 1. İdare Mahkemesince haklı bulunarak,  yasağın yürütülmesinin durdurulmasına karar vermesine rağmen, İzmir Konak İlçe seçim kurulu hakimlerinin, idare mahkemesinin kararını tanımayarak, seçim sandıklarını ve görevlileri göndermeyerek,  baro genel kurulunun yapılmasına engel olmaları ve polisler tarafından genel kurulun yapılacağı salon kuşatma altına alınmış olmasıdır. 

İşte, taptaze önümüzde duran bu iki son anayasa ihlallerini de yapan; görünürde yargı olsa da, bu yargının arkasında,  siyasal iktidarın emir ve talimatının ve desteğinin olduğu çok açıktır. 

Siyasal iktidar ve yargı işbirliği ile gerçekleştirilen, anayasa dışı bu iki son eylem de;  Siyasal iktidarın,  anayasal meşruiyetini yitirmiş ve devlet gücünü ve imkanlarını, iktidarını bilinmeyen bir tarihe kadar sürdürmek ve iktidar koltuğunu bırakmamak amacıyla kullanmaya devam ettiğini,  açıkça göstermektedir. 

Bağımsız ve tarafsız yargıyı, adaleti ve buna bağlı olarak devleti yok eden, anayasal meşruiyetini kaybeden, halkın özgürlüklerini yok eden,  ülkeyi bir kaosla yüz yüze getiren siyasal iktidara karşı; anayasal,  silahsız ve barışçıl, gösteri ve yürüyüş ve direnme hakkını kullanarak; siyasal iktidara,  yeter artık dur diyerek sesini duyurmak amacıyla sokağa dökülecek olan halka,  meşruiyetini yitiren,  ülkede korunması gereken meşru bir anayasal düzen bırakmayan,  her güzelliği,  cumhuriyetin temel ilkelerini ortadan kaldıran siyasal iktidar; tüm bu olup bitenlere rağmen ve utanmadan,  hükümeti devirmeye, anayasal düzüne yok etmeye yönelik kalkışma yapmakla suçlayacak ve emrindeki polis ve meşruiyetini yitiren yargıyı,  halkın üzerine sürmekten geri kalmayacaktır. 

Sormak istiyoruz,  bunu hangi yüzle ve haklı gerekçe ile yapacaktır?

Cevabını da biz verelim, otoriter rejimlerde;  tek haklı vardır  o da; kendisi anayasa ve yasa tanımayan,  her gün anayasa ve yasaları paspas gibi çiğneyen, kontrolsüz ve denetlenemeyen güç sahibi iktidarlardır. 

Tıpkı bizim ülkemizde olduğu gibi. 

ATATÜRK ve ilkeleri; niçin,  siyasal iktidarın ilk hedefinde, ATATÜRK niçin yok edilmeye ve unutturulmaya çalışılıyor,  bilmem artık anlayabildiniz mi?

“Her Millet,  layık olduğu yönetimi bulur” sözünün yalanlanmasının zamanıdır günümüz. 

Güner Yiğitbaşı

18/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


 

Kabile Devleti

Neymiş efendim?

Gelişmiş ve gelişmekte olan devletlerde,  erken seçim olmazmış. Seçimler kararlaştırılan tarihte ve zamanında yapılırmış. 

Bunu tercüme edersek; ülkemiz,  gelişmiş bir devlet olduğu için,  seçimler erkene alınmayarak zamanında yapılacakmış. 

Güzel bir haber doğrusu. 

Bundan önce yapılan beş seçimden üçü,  erken yapıldığı için, o dönemde,  kabile devletiyiz diye gerçekten çok üzülüyorduk. 

Reis, seçimlerin erkene alınmayarak zamanında yapılacağını Türk Halkına müjdelediğine göre, demek ki; kabile devleti olmaktan çıkarak gelişmiş, en azından gelişmekte olan bir devlet olmuşuz da haberimiz yokmuş. 

Gerçi kabile devleti diye bir devlet türü yok yeryüzünde ama, olsun varsın. 

Bizim, artık erken seçim dönemlerimizde kalan o eski kabilemizin de reisi olan bugünkü reisimiz; erken seçim, kabile devletlerinde olur dediğine göre, ona inanmak zorundayız. Ondan iyi bilecek değiliz ya. 

Kabilelerde; erken veya zamanında,  hiç seçim yapılmaz ama, bizim kabilenin reisi;  ancak kabilelerde erken seçim olur diyorsa, bir bildiği vardır diyerek, onu da kabul ediyoruz. 

Tamam, çok güzel de, ülkemiz gerçeklerine bir bakıyoruz; 

Seçim olmuş da ne olmuş sanki?

Seçilen milletvekilleri, halkın iradesine ve yararlarına göre hareket etmiyorlar,  tek adamın ağzına bakıyorlar, o neyi emrederse, onun siyasal geleceği ve iktidarının bekası için ne gerekiyorsa, topluca parmak kaldırarak yasalar çıkarıyorlar. Muhalefet partilerinin yasa tekliflerinin hiçbirisi yasalaşamıyor. 

Ülke tek adam, yani reis ne derse,  o şekilde idare ediliyor. 

Yürütme, yasama ve yargı tek adamın iki dudağının arasında, o ne buyurursa mutlaka yerine getiriliyor, çatlak sese izin verilmiyor. 

Reis; ülkemiz gelişmiş olduğu için, kabile reisi gibi çadırda değil, modern 1150 odalı sarayda oturuyor ve ülkeyi oradan idare ediyor. 

Anayasa ve yasalar var ama, uygulanmıyor. Reis'in emir ve talimatları, kurallar hiyerarşisinde,  anayasa ve yasaların önüne geçiyor. 

Yargı;  sözde bağımsız ve tarafsız ama,  aslında tamamen saraya ve reise bağlı çalışıyor. 

Devletin parası reis'in emrinde,  örtülüsü ve örtüsüzü,  devletin paralarını ve ödeneklerini, hesapsız kitapsız ve denetimsiz, reis istediği gibi harcıyor. Hazine de para kalmış, kalmamış, bütçe açık vermiş,  vermemiş hiç umurunda bile değil reis'in. Yeter ki; itibardan tasarruf edilmesin. 

Eğitim tamamen zıvanadan çıkmış, laik eğitim kaldırılmış ülkenin tüm eğitim kurumları,  imam hatipleştirilmiş. 

Bilim adamına değil,  örümcek kafalı,  dini dogmalara göre, imam hatiplerde biat kültürüyle yetişmiş imamlara bel bağlanmış. 

İmamların her türlü ihtiyaçları karşılansın,  cemaat ve tarikatlara paralar aktarılsın diye, bütçesi ve personel sayısı çoğu bakanlığı geçen ve adeta devlet içinde devlet haline gelen Diyanet İşleri Başkanlığı,  Anayasa Mahkemesinden bile değerli ve itibarlı bir kurum haline getirilmiş. 

Doktorlar dışlanmış, doktorlara bu pandemi ortamında canları pahasına çalışmalarına rağmen, hak ettikleri ödenekler verilmiyor, doktorların meslek kuruluşları,  reis'in emir ve komutası altına alınmak isteniyor. Tıpkı kabilelerde olduğu gibi, hastalara doktorlar eliyle değil, kabilenin büyücüleri, imam ve din adamları tarafından şifa dağıtılması bekleniyor sanki. 

Dış politika ve diplomasi çökmüş. Reis,  dış politikayı diplomatları devre dışı bırakarak, kendi engin bilgi ve tecrübesiyle, deneme,  yanılma ve posta koyma metoduyla,  tek başına yürütmeye çalışıyor. 

Tıpkı,  erken seçim yapıldığı söylenen kabile devletlerinde olduğu gibi. 

Bize sorarsanız, bizim reis'ten rica edelim,  bir kereden bir şey çıkmaz, bir kere erken seçim yaparsak hemen kabile devleti olacak değiliz ya, son kez bir erken seçim kararı alsın da,  yerine gelecek siyasi iktidar, ülkemizi gerçekten kabile devleti olmaktan çıkarır belki.  

Güner Yiğitbaşı

17/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

 

Gerçek Bir Yargıç Olabilmek İçin Hukuk Nosyonu Gerekir

Bugünkü yazı başlığımızda yer alan “Hukuk Nosyonu” ne anlama gelir?, onu açıklayarak başlamak istiyoruz yazımıza. 

Hukuk nosyonu'nu;  şu şekilde tanımlayabiliriz. 

Hukuk fakültesi mezunu olmayan;  ama,  hukuk üzerine ahkam kesenlerin bir türlü anlam veremediği, bununla birlikte;  sadece,  hukuk fakültesinde okumakla da kazanılamayan,  hukuklu ile hukukçu arasındaki farkı da ortaya koyan bir bilgi ve kazanımdır hukuk nosyonu. 

Hukuk Fakültesinde okuyarak,  hukuk nosyonunu kazanan gerçek bir hukukçu ve yargıç,  okuduğu bir yasa maddesini ve hukuki metni doğru anlar ve yorumlar. 

Hukuk nosyonunu, traş losyonu ile karıştırmamak gerekiyor,  özellikle zamanımızda. 

Bu konuya niçin girdik merak etmişsinizdir. Açıklayalım öyleyse. 

Tüm kamuoyu biliyor artık. CHP Milletvekili BERBEROĞLU hakkında, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen hak ihlali ve ona dayalı yeniden yargılanmasına ilişkin karara, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından,  anayasanın bağlayıcı ve uyulmasını zorunlu kılmasına rağmen, uyulmadı ve Anayasa Mahkemesi kararı yok sayıldı. 

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, anayasayı ihlal anlamı taşıyan bu hukuk dışı kararına,  Anayasa Mahkemesinin yerindelik denetimi yaptığını ve buna yetkili olmadığını gerekçe yapmıştır. 

14. Ağır Ceza Mahkemesinin kararına gerekçe ve  dayanak yaptığı, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu Ve Yargılama Usulü Kanununun 50/(1) son maddesinde yer alan; ”. . . . . .  Ancak yerindelik denetimi yapılamaz,  idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemez. ”kuralı,  bir ceza davası nedeniyle, yargılama evresinde hak ihlaline uğratıldığına ve bu nedenle yeniden yargılanmasına Anayasa Mahkemesince karar verilen BERBEROĞLU için geçerli olamaz. 

6216 sayılı yasanın,  Anayasa Mahkemesinin yetkisini sınırlayan 50/(1) son maddesinde yer alan hüküm, bir suçla itham edilerek ceza mahkemelerinde yargılanan ve hak ihlaline uğrayan ceza davalarının sanıklarına getirilen bir sınırlama değildir. 

Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı tanıyan hak ihlalleri; ceza davalarına konu olan suç ve ceza yargılamalarına ilişkin olabileceği gibi, idari davalara konu olan 

idarenin bir idari eylem ve işlemine ilişkin hak ihlalleri de olabilir. 

İşte, yargıçların; okudukları yasa maddelerini anlayabilmeleri ve doğru yorumlayabilmeleri için, hukuk nosyonlarını zorunlu kılan,  zurnanın zırt dediği yer ve incelik de burada yatmaktadır. 

Yasa koyucu;  idari ve cezai hak ihlallerindeki bu çeşitliliği dikkate alarak; Anayasa Mahkemesinin,  bireysel başvuru üzerine bir hak ihlali tespit ettiğinde,  bu hak ihlalini giderecek karar verirken, idari eylem ve işlemlerden kaynaklı, idare mahkemelerinde karşılanamayan hak ihlallerinde,  6216 sayılı yasanın 50/(1) son maddesinde yer alan bir hükümle,  Anayasa Mahkemesinin yetkisine bir sınırlama getirmiş ve ”. . . . . .  Ancak yerindelik denetimi yapılamaz,  idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemez. ” hükmüne yer verilmiştir.  Anayasa Mahkemesinin yetkisine sınır getiren bu  hüküm;  bir ceza davasına konu olan BERBEROĞLU davası için asla geçerli değildir. 

Zira, ”. . . . . .  Ancak yerindelik denetimi yapılamaz” denildikten sonra devamla;  “idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemez. ” denilerek,  bu sınırlayıcı hükmün,  sadece idari eylem ve işlemlerden kaynaklı hak ihlallerinde uygulanabileceğine açıklık getirilmiştir. 

Buna dair,  benzeri, idare mahkemelerinin yetkilerine sınır getiren bir hüküm de; 2577 sayılı İdare Mahkemelerinin Kuruluşu ve Yargılama Usullerine Dair Yasanın;  idari yargı yetkisine sınır getiren 2/2.  maddesinde yer almaktadır. 

2577 Sayılı Yasanın 2/2 maddesinde; ”İdari yargı yetkisi,  idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. İdari mahkemeler;  yerindelik denetimi yapamazlar, . . . . . . . . . . idari eylem ve işlem niteliğinde veya idarenin takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı veremezler. ”hükmüne yer verilerek, benzeri bir yetki sınırı idare mahkemeleri için de getirilmiş olup, 6216 Sayılı yasanın 50/(1) son maddesinde ve benzeri olan  2577 sayılı yasanın 2/2 maddesinde yer alan bu hükümlerle,  idare mahkemelerinin yetki sınırı ile Anayasa Mahkemesinin bireysel başvurulardaki yetki sınırı arasında,  benzerlik ve bir paralellik kurulmuştur. 

Açıkladığımız nedenlerle, İstanbul 14.  Ağır Ceza Mahkemesinin kararına dayanak yaptığı gerekçe, idari eylem ve işlemlerden kaynaklı hak uyuşmazlıkları için geçerli olup, bir ceza davasından kaynaklı hak ihlaline uğradığı tespit edilen BERBEROĞLU hakkında uygulanması; anayasa, hukuk ve yasa dışıdır. 

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin bu ret  kararında;  ya,  bir yargıçlar hukuk nosyonu ve bilgi eksikliği vardır. Ya da,  kötü niyet ve bilerek ve isteyerek anayasayı ihlal kastı vardır. 

Güner Yiğitbaşı

15/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


 

14. Ağır Ceza Mahkemesinin Anayasa Dışı Kararının Kanun Yolu Yoktur

BERBEROĞLU hakkında,  hak ihlali yapıldığına ve bu nedenle yeniden yargılanmasının gerektiğine yönelik Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kararı yok sayarak,  eski kararında direnen ve yeniden yargılama isteğini reddeden 14. Ağır Ceza Mahkemesinin anayasayı ihlal niteliğindeki bu kararı aleyhine gidilebilecek itiraz yasa yolu bulunmamaktadır. 

Anayasa Mahkemesinin;  yürütmeyi, yasamayı ve diğer  yargı organlarını bağlayan ve bu nedenle uyulması zorunlu kararlarına,  demokratik bir ülkede,  mutlaka uyulmasının gerekeceğinden hareket eden yasa koyucu, böyle bir durumun ortaya çıkmayacağını düşünerek, anayasa dışı bu tür kararların aleyhine gidilebilecek bir yasa yolunu düzenleme gereği duymamıştır. Bu bir ilktir. 

Basından duyuyoruz,  anlı şanlı hukukçular, 15. Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde itiraz edilebileceğini savunuyorlar. 

Bize göre itiraz yasa yolu kapalıdır. 

Zira, Ceza Muhakemesi Yasasının 267. maddesine göre, Hâkim kararları ile ancak kanunun açıkça  gösterdiği hâllerde,  mahkeme kararlarına karşı itiraz yoluna gidilebilir. Örneğin; duruşmada,  mahkeme heyetinin vereceği tutuklama kararları aleyhinde, yasada açık hüküm olduğu için, mahkeme kararı olmasına rağmen,  itiraz yasa yoluna başvurulabilir. 

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin BERBEROLU kararı; itirazı kabil bir hakim kararı değil, bir mahkeme kararıdır ve Anayasa Mahkemesinin; diğer mahkemeleri bağlayan,  yeniden yargılama yapılmasına ilişkin kararına rağmen, anayasa ihlal edilerek,  yerel 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından,  Anayasa Mahkemesinin kararına uyulmaması yönünde verilen anayasa ve hukuk dışı karar aleyhine,  itiraz kanun yoluna gidilebileceğine ilişkin açık bir yasa hükmü olmadığından, hakim kararı olmayan bu mahkeme kararı aleyhine İstanbul 15. Ağır Ceza Mahkemesinde bir itiraz başvurusu yapılamaz. 

Bu nedenle, bize göre,  bu yasal boşluk; yok hükmünde olan 13. Ağır Ceza Mahkemesinin kararının yırtılıp atılarak, dosyadan çıkarılması, Hakimler Ve Savcılar Kurulu tarafından, kararı veren hâkimler derhal görevden alınarak,  haklarında soruşturma açılıp,  Hakimler Kurulunun belirleyeceği başka bir Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, davaya devam edilerek,  Anayasa Mahkemesi kararına uygun yeni bir kararın verilerek doldurulmalıdır. 

Bunun başka bir yasal yolu yoktur. 

O , yok hükmünde olan karar yırtılıp atılarak dosyadan çıkarılmalıdır ki; bu, tüm hakimlerimizin kulaklarına,  demokrasiye, anayasal düzene ve bağlayıcı Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulma mecburiyetini hatırlatan bir küpe olarak asılmalıdır.  

Güner Yiğitbaşı

14/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Anayasa Mahkemesini Darbe Çağrısı Yapmakla Suçlayacak Olan Son Kişi Akp Üye Ve Yandaşlarıdır

 Bu ülkenin en üst dereceli mahkemesi, Anayasal düzenin hukuk yoluyla koruyucusu ve savunucusu Anayasa Mahkemesinin, BERBEROĞLU'na ilişkin hak ihlali ve yeniden yargılanmayı öngören ve anayasanın açık hükmü ile bağlayıcı olan kararına baş kaldırarak, yargı gücüyle adeta bir darbe yapan yerel bir mahkemenin bu hukuk ve anayasa dışı kararına ses çıkarmayarak susan, hukuk ve anayasa sözü ağızlarına asla yakışmayan  AKP ve yandaşları,  açtılar ağızlarını ve yumdular gözlerini, hep bir ağızdan,  Anayasa Mahkemesinin bir üyesinin hukukun ışıkları sönmeyecek anlamında yazdığı bir tweet'ini bahane yaparak,  anayasa ve demokrasi havarisi kesilen beyanlarda bulunuyorlar. 

Yerel mahkemenin; yargı gücünü kullanarak yaptığı anayasal darbeyi, hukuksuzluğu aklamaya ve unutturmaya çalışıyorlar, akıllı hırsızın ev sahibini bastırma rolünü üstlenmiş durumdalar. 

Anayasa Mahkemesinin tweet atan üyesi, darbe çığırtkanlığı yapıyormuş, bunu söyleyenlere sormak lazım,  ülkemizde anayasa ve meşru bir anayasal düzen ve hukuk sistemi mi bıraktınız da, Anayasa Mahkemesi üyesi attığı bir tweet ile darbe çağrışımı yapmış olsun?

Darbe olabilmesi için, siyasal iktidarın mutlak kontrolü altında olmayan bir silahlı güç olmalıdır, bugünkü koşullarda siyasal iktidarın kontrolü dışında hiçbir silahlı güç yoktur. 

Ayrıca, bir darbe çığırtkanlığından ve bir darbe tehlikesinden bahsedebilmek için, ortada meşruiyetini yitirmemiş, tüm yasa ve kurumlarıyla işleyen demokratik bir anayasal düzenin var olması gerekir. 

Bu nedenle, AKP iktidarının darbe anlayışı ve tanımı çok yanlış ve eksiktir. 

AKP ve yandaşlarına göre darbe; sadece, seçimle iş başına gelmiş bulunan siyasal iktidarın silah gücüyle ve cebren iktidardan kovularak, darbecilerin silah gücüyle,  seçimsiz olarak siyasal iktidar koltuğuna oturmasıdır. 

Evet,  bu da bir darbedir ama, darbenin bu tanımı eksiktir. 

Darbe;  mutlaka,  siyasal iktidarın dışındaki bir silahlı güç tarafından silah gücüyle cebren yapılmaz. 

Her darbede,  siyasal iktidar koltuğundan  indirilerek,  yerine başka güçler iktidar koltuğuna oturmazlar. 

İktidar değişmeden de, bizat iktidar koltuğunda oturanlar tarafından, iktidarda olmanın sağladığı anayasadan ve yasalardan, devletin parasal gücünden kaynaklı zorlayıcı Devlet gücünü kullanarak,  anayasayı rafa kaldırarak, anayasal kurumları işlemez hale getirerek, meclis çoğunluğunu kullanarak çıkarılan antidemokratik yasalarla, anayasal  insan hak ve özgürlüklerini, düşünce ve düşünceyi açıklama ve basın özgürlüğünü, yargı bağımsızlığını yok ederek, sinsice ve adım adım,  demokratik anayasal düzeni ortadan kaldırarak otoriter bir rejim kurmak suretiyle, demokrasiye karşı bir darbe gerçekleştirilebilir. 

Siyasal iktidarın, anayasa ve yasalardan kaynaklı koruyucu zırhının arkasına sığınarak ve devletin zorlayıcı gücünü kullanarak,  kurulu meşru anayasal düzeni yok etmeleri, anayasayı rafa kaldırmaları, anayasa mahkemesinin bağlayıcı kararlarına uymayan yerel mahkemelere gizli ve açık destek çıkmaları da,  meşru anayasal düzeni değiştiren bir darbedir. 

Siyasal iktidarlar tarafından yapılan sivil darbeler; silahlı darbeden çok daha tehlikelidir. Zira, darbeci siyasal iktidarlar,  koşulları da lehine çeviren tüm tedbirleri alarak güven içinde, hiçbir riske girmeden darbe yapabilirler, bu nedenle sivil darbeler; silahlı gücüne dayanan postallı darbeden  çok daha tehlikelidir, postallı darbenin; FETÖ darbe girişiminde olduğu gibi,  devletin meşru güçleri tarafından önlenmesi imkanı mevcut olduğu halde, siyasal iktidarın yaptığı sivil darbenin önlenmesi mümkün değildir. 

AKP ve yandaşlarının;  Anayasa Mahkemesini yok sayarak,  anayasal başkaldırı yapan bir yerel mahkemenin kararına suskun kalarak, adeta bu kararı zımnen desteklemeleri,  anayasayı rafa kaldırmış olmaları nedeniyle, Anayasa Mahkemesi üyesini attığı bir tweet ile darbecilikle suçlamaya hakları yoktur. 

Allah, güzel ülkemizi,  sivil ve postallı darbelerden ve darbecilerden korusun. 

Güner Yiğitbaşı

14/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Bu Karar Zorbalıktır Anayasal Düzene Ve T. C. Devletine Yönelik Bir  İsyandır
Bu ülke, maalesef, fiilen diktatörce yönetilmekte ise de; hukuken,  yürürlükte olan anayasaya göre demokratik bir hukuk devletidir. 

Her organ,  kurum ve meciin görev ve yetkileri,  Anayasa ve yasalarda açıkça belirlenmiştir. 

Hiçbir kişi, makam ve merci,  kaynağını anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamaz. 

Yasama, yargı ve yürütmenin görev ve yetkileri,  anayasa ve yasalarda açıkça belirlenmiştir. 

Anayasa hükümleri, kurallar hiyerarşisinde uyulması gereken en üst hukuk kurallarıdır. 

Anayasa Mahkemesi de; kaynağını anayasadan alan görev ve  yetkileri kullanan bir üst mahkeme olup, Anayasa Mahkemesinin kararları; yasama, yürütme ve yargıyı bağlayan,  uyulması zorunlu kararlardır. 

Bu ülke ve devlet,  birilerinin özel mülkü ve babasının çiftliği olmayıp, anayasa ve yasalarda belirtilen kurallara göre yönetilen, saygın Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. 

Kimse, geçici olan yasal zırhına güvenerek;  ben devletim,  istediğim kararı veririm ve ülkeyi istediğim gibi keyfi olarak yönetirim, Anayasa Mahkemesinin kararını da tanımıyorum diyemez. 

Demokrasilerde, güçlünün, güçsüzleri ezme ve hukuku tanımama hak ve yetkileri yoktur. 

Devletler niçin kurulmuştur?

En basit tanımıyla; güçlüler, güçsüzleri ezmesinler ve toplumsal yaşamı bir kurala bağlayalım, insanlar kurallar çerçevesinde huzur içinde ve korkusuzca yaşasınlar diye. 

Şimdi bir yerel mahkeme çıkıyor ve CHP Milletvekili Enis BERBEROĞLU hakkında Anayasa Mahkemesi tarafından verilen hak ihlali ve yeniden yargılanmasını gerekli gören kararına, anayasa hükümlerine göre mutlak olarak uymakla görevli olduğu halde, zorbalık yapıyor ve ben anayasa ve Anayasa Mahkemesi falan tanımam,  ben devletim anlamına gelen bir karar verebiliyor. Bu arada, yargı yetkisini Türk Milleti adına emaneten kullandığını unutuyor,  yargı yetkisinin kendisine doğuştan ve  tanrı tarafından  verilen,  kişisel ve mutlak  bir hakkı olarak görerek,  ayrıca bir cahillik sergiliyor. 

Hayret etmemek mümkün değil. 

İnanın,  yarın kıyamet kopacak deseler inanırdım ama, yerel mahkeme, Anayasa Mahkemesinin kararına uymayacakmış deselerdi inanmaz ve gülüp geçerdim. 

Ülkemizi, T. C. Devletini tanınmaz hale getiren, demokrasiyi ayaklar altına alan, ülkemizin Uluslar arası arenada saygınlığını yok eden bu tanımama kararı, zorbalık ve pervasızlık olduğu kadar, Anayasal düzene ve Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı bir baş kaldırı ve açık bir  isyandır ve bu karar yok hükmündedir, illegal bir güç gösterisidir. 

Bu zorba kararı alan yargıçlar hakkında derhal soruşturma açılarak, karar altında imzası olan sözde yargıçlar derhal  görevden alınmalıdır.  Yerel mahkemenin sergilediği tavır ve verdiği karar; Fetö'nün darbe girişiminden dahi tehlikeli ve hukuk dışıdır. 

Anayasa Mahkemesinin bağlayıcı ve yerel mahkemeye taktir yetkisi bırakmayan  kararına uyulmaması,  demokrasimizin  geleceği ve insan haklarının güvencesi açısından da çok düşündürücü ve tehlikelidir. 

Anayasa ve hukuk dışı,  hukuk devletine ve T. C. ne İsyan ve başkaldırı  anlamına gelen bu  karar; sadece BERBEROĞLU'nu değil,  tüm halkımızın özgürlüklerini ve adil yargılanma haklarını yakından ilgilendiren çok korkunç ve karanlık bir karardır. 

T. C. Devletine,  anayasa ve anayasal düzene başkaldıran bu zorba (Mahkeme demeye dilemiz varmıyor)heyet üyeleri,  Hakimler Ve Savcılar Kurulu tarafından derhal görevden alınarak,  ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talebiyle,  Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçundan yargılanmalıdır. 

Görevden alınacak olan heyetin yok hükmünde olan kararı nedeniyle;  dava dosyası,  anayasal düzene ve hukuka saygılı yeni bir heyete tevdi edilerek, Anayasa Mahkemesinin bağlayıcı kararı doğrultusunda yeni bir karar verilmelidir. 

Güner Yiğitbaşı

13/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Anayasa Ve Yasalarla Korkusuzca Bu Kadar Alay Eden Bir İktidar Görmedik
 İtiraf etmeliyiz ki; ERDOĞAN'ın genel başkanı olduğu AKP, T. C. nin çok partili döneminde, seçimle iş başına gelerek iktidarda en uzun süre kalan tek partisi olmuştur. 

Dile kolay, Kasım. 2020 de 18 yılı geride bırakacak ve iktidardaki 19. yaşına girecektir. Seçimlerin yapılacağı 2023 senesi itibariyle de, 21 sene kesintisiz tek başına iktidarda kalarak,  kırılması imkansız bir rekora imza atacaktır. 

Peki,  AKP;  başarılı olduğu için mi,  bu kırılması imkansız rekorun sahibi olmuştur?

Tabii ki, hayır. 

AKP;  iktidarda en uzun süre kalma başarısını gösterdiği kadar, ülkemizin demokrasi tarihinde,  en başarısız siyasal iktidar rekorunun da sahibidir. 

Şimdi diyeceksiniz ki, bu bir çelişki değil midir?

Evet haklısınız, bu büyük bir çelişkidir. Hem en başarısız ve hem de,  en uzun süre iktidar koltuğunda oturan parti nasıl olunur?

Bizim ülkemizde oluyor böyle şeyler. 

Bunun muhtelif nedenleri var tabi. Bir bilimsel araştırma ve doktora tezi olabilecek,  tam bir çelişkiler yumağı. 

Dış faktörler, iç faktörler, demokrasinin ülkemizdeki seviyesi, eğitim kalitesi, ekonomik yetersizlikler, yozlaştırılan din faktörü, din simsarı politikacılar, devrim yasalarının delik deşik edilmesi, siyasi partiler ve seçim yasalarındaki anti demokratik hükümler ve daha nice olumsuz faktörler. 

Yazı konumuz bu değil. 

Biz,  sadece bu çelişkiye dikkat çekmek istedik. 

Ülkenin tüm varlıklarını paraya çevirerek ve topladığı vergilerle elde ettiği 2. 5 trilyon doları tamamen taşa, toprağa ve betona  harcadığı ve hazineyi tam takır bıraktığı halde, milyonlarca işsiz, milyarlarca dolarlık iç ve dış borç, eksi döviz rezervi, dış ticaret açığı, pahalılık, gelir garantili yap işlet devret yoluyla yapılan yol köprü ve tünel gibi üretime dönük olmayan yatırımlara imza atan, tarımı çökerten, tarım ürünlerini dahi döviz ödeyerek ithal eden, eğitimi tamamen dinileştiren, bütçe canavarı, hazır yiyen ve üretmeyen bir Diyanet İşleri Başkanlığı yaratan, çok başarısız ve verimsiz bir AKP iktidarı ve tüm bu olumsuzluklarına rağmen,  tek kelimeyle,  kırılması imkansız,  kesintisiz süren 21 yıllık tek başına iktidar rekoru. 

Bu büyük çelişki,  T. C. Devletinin ve onun vatandaşları olan bizlerin,  en büyük talihsizliğidir. 

Bu başarısız ve başarısız olduğu kadar da uzun süren AKP iktidarının en büyük bir özelliği de; bugüne kadar gelmiş ve  geçmiş hiçbir iktidarın yapmadığı kadar,  fütursuzca  anayasa ve yasa ihlallerinde bulunmasıdır. 

Bu AKP iktidarı; bize,  ileri de yasalar önünde hesap sorarlar diye düşünemeyecek kadar da, gözü kara,  pervasız ve korkusuz. 

Yani, pervasızlık ve korkusuzluk da da, büyük bir rekorun sahibi AKP iktidarı. 

Hukuk Fakültelerinin birinci sınıfında,  hukuk başlangıcı derslerinde öğretilir ve bunu bilmek için de hukukçu olmak gerekmez. Hukukta; tepeden aşağıya doğru, bir kurallar hiyerarşisi (sıralaması)vardır. Bu hiyerarşi içinde,  bir altta yer alan hukuk kuralı,  bir üstte yer alan hukuk kurallarına asla aykırı olamaz. 

Buna göre; kurallar hiyerarşisinin en üstünde Anayasa, onun altında yasalar, onun altında tüzük ve yönetmelikler, onun altında yönergeler, tamim ve genelgeler, tebliğler, emir ve talimatlar  yer alır. 

Bu kurallar hiyerarşisi,  siyasal iktidarları ve tüm kurum ve kuruluşları ve insanları bağlar. Demokratik bir devlet olmanın temel kuralı budur. 

AKP iktidarının uygulamalarına bakıyoruz. Anayasa zaten askıya alınmış, varlığı ve yokluğu belli değil, hiç uygulanmıyor. 

Yasalara da uyulmadığı gibi, anayasa askıda olduğu için,  yasaların anayasaya aykırılığı artık tartışılmıyor bile. 

Yasalar, hiyerarşik sıralamadaki anayasadan sonra gelen ikinciliğini çoktan yitirmiş durumda, genelgeler,  emirler ve talimatlar;  kurallar sıralamasında yasaları ve anayasayı sollamış ve onların önüne geçmiş durumda maalesef. 

Bunun son uygulamasına, Baroların genel kurullarının İçişleri Bakanlığının bir genelgesiyle geçici olarak yasaklanmasında tanık oluyoruz. 

Avukatlık Yasası,  baroların genel kurullarının iki yılda bir yapılmasını zorunlu kılmasına rağmen, İçişleri Bakanı keyfi bir şekilde pandemiyi bahane yaparak bir genelge ile Baroların genel kurullarını keyfi olarak yasaklamıştır. 

Bu pandemi ortamında,  Siyasi Partiler kongrelerini yapmakta, AVM ler müşteri kabul etmekte, siyasiler kalabalık düğünler yapmakta, AKP Genel Başkanı;  kalabalık mitingler düzenleyerek,  kapabilmek için ezilmeyi bile göze alabilen kalabalık halka otobüsten çay atmakta, Ayasofya kalabalık cemaatle cami olarak kullanıma açılabilmekte, ama barolar;  Avukatlık Yasasının amir hükmüne rağmen, yasalar açıkça ihlal edilerek,  genel kurullarını yapmaktan keyfi olarak  yasaklanabilmektedirler. 

Bu yasaklar da, AKP iktidarının; kırılması mümkün olmayan,  anayasa ve yasalarla pervasız ve korkusuzca alay etme rekorudur.  

Güner Yiğitbaşı

10/10/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Osmanlı, Türkleri de Türkçe’yi de dışlıyordu
Öyle istiyorum ki Türk dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel ahenkli dilimizi kullansınlar.Kemal ATATÜRK

Osmanlıcayı “-Türk’e okutsan anlamaz, Arap’a okutsan anlamaz, Acem’e okutsan anlamaz. Öyleyse bu dil ne dildir”.  Şemsettin Sami

Osmanlı nasıl bir devlet ki, dini telkinle hem kendi özünü teşkil eden Türk halkını dışlıyor, kendi Türkçe dilini yadsıyor; hem de bilime ilgisiz kalıyor.
Osmanlı devrinde “Türk” sözcüğü, yoksul ve köylü kesiminin adıdır; Osmanlı Burjuvasında ve kentlerde bu sözcük anlamındadır.  “Türk” sözcüğü Osmanlı İmparatorluğu’nda, aşağılama, küçümseme anlamlarında kullanılmıştır. Meşrutiyet’le başlayan Türklük bilinci ve Türklük hareketi, Türk ırkını bu tanımlardan yoksulluktan ve cehaletten kurtarma savaşımının sonucudur.
Ne garip ki,  Osmanlının devlet katındaki dili başka idi (Osmanlıca); devletin temelini oluşturan Türk halkının dili (Türkçe) başka idi. Torosların zirvelerinde Orta Asya’dan getirdikleri Türkçeleri ile türküler söylüyorlar, Dadaloğlu, Kozanoğlu vb  gibi kendi ozanları ile Öztürkçe destanlar diziyorlardı. Onlara hiçbir hizmet götürmeyen Osmanlı da, ya gaddarca vergiler alıyor, ya da cephelerde ölmek için asker alıyordu. İşte Osmanlı devleti ve aydınlarının “kaba Türk” “kobat Türkçe” diye dışladığı Tahtacılar-Türkmenler Osmanlıya Toros zirvelerinde 300 yıl direnmişler.   O nedenle Türkçe konuşan Türk halkı (Türkmenler, Aleviler) Osmanlı devletine adeta yabancı idi. Onun için halk ozanları Osmanlıyı eleştiren destanlar dizerlerdi:
Hatayi
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı
Alemi yaratan yetiş imdada
Kati çok bunda kaldı fukara
Günden güne oldu zulüm ziyade
Bir acayip halde kaldı fukara
Haneye dokuz yüz düştü salyana
Şüphe yok eriştik ahir zamana
Niceler muhtaç oldu aziz nana
Elleri koynunda kaldı fukara
\
Bütün malım aldın ey kanlı zalim
Şikâyet ederim Hüda’ya seni
Garip mecnun gibi perişan halim
Şu fani dünyada ağlattın beni
Demirden kuşluk öşürcüler geldiler
Zahirem samanım bütün aldılar
Bir tek yaba ile beni saldılar
Ki beyler başladı zulme
Ve rağbet kalmadı ilme
Gözün ağla hiç gülme
Zaman ahir zaman oldu
Alırlar kadılar rüşvet
Edip müminlere himmet
Fakire yoktur şefkat
Zaman ahir zaman oldu. (1)
Tanzimat’tan sonraları Türkçülük hareketi devrin aydınlarınca ön plana çıkarılırken özünde halkçılık, halkın ilk sıradaki düşmanları cehalet, taassup ve gericilikle savaş vardır. Türkçülük aynı zamanda cehalet ve taassubun merkezi durumundaki medreseyle savaştır; hilafete ve saltanata karşı durmaktır. Cehalet ve taassup toplumu geri bırakmanın en büyük nedenlerinden olduğunu gören emperyalizmin uzantıları olan, Osmanlı içinde açtıkları azınlık okullarındaki öğretmenleri, “Türk dili bilim ve hekimlik bilimlerini okutmaya yetmez” diyerek, Türkçe’yi dışlıyorlardı.İşte kâhOsmanlı yönetiminin Osmanlıca eğilimi, kâh emperyalistlerin dildeki dışlayıcı tavırları yüzünden, Türk dilinin ve Türk ulusal bilincinin gelişmesi engelleniyordu.  
Tanzimat’tan sonra Türk aydınları sayesinde çağdaşlaşma girişimi, Türkçülük ideali başlayınca, Türk aydınları hem cehalet ve taassupla, hem de emperyalizme karşı direnme ve mücadeleye başladılar. Osmanlı medreseleri hem cehalet ve taassubun, hem de emperyalizmin savunucu ve maşası olduğu için Mustafa Kemal, medreselere, cehalet fabrikası” demiştir.(2) 
Medreseler yüzyıllar boyunca ne bilime, ne kültüre hiçbir katkısı olmamış; orada okuyanlar ne doğru düzgün Arapça öğrenmişler, ne de daha başka yabancı dil öğrenmemişler. Medreseliler askerlik yapmazlar, millet devlet kesesinden yiyip içerler, güya -ilim öğreniyor- adı altında bedava yaşayıp giderlerdi. İçlerinden bir tane bilim adamı çıkmamıştır. Üstelik onlar da Türk’ü, Türkçeyi dışlardı ve Arapça’yı çok üstün tutarlardı. Ayrıca medreseler asker kaçaklarının barınağı idi.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesini okurken, bu seyahatname üç yüz yıl önce yazılmıştır, bir yerde hatırladığım kadarı ile Evliya Çelebi Toros Dağlarının zirvelerinde yaşayan Tahtacı Türkmenlerinin köylerinden geçerken, oralarda kaba, yabani Türk köylerine rastladım şekline bir notu vardı. Yani kısaca Osmanlı, yönetimi ile güya bazı aydınları ile Türk’ü ve Türkçeyi hakir görüyordu. Onun için Osmanlıca denilen karma, anlaşılmaz bir dil kullanıyorlardı.
Osmanlı Tarihçisi Hoca Saadeddin Efendi (1536-1599) tarih kitabında şunları yazıyor:
“-…Türklerin varlıkları doğuştan yaramaz olup yaradılışlarından dik başlı olduklarından başka, ikinci bir huysuzlukda onların aşağılık yapılarında ikinci bir huy gibiydi. Ol insanların eksik kişilerin nifakla dolu yüreklerinde bin bir türlü fesat gömülü olup, her biri insan biçiminde laf anlamaz hayvanlara benzer kişilerdi…”(3)
Tarihinde Türkleri akılsız gösteren 16. Yüzyıl’ın sonunda ilk kullanan kişi, tarihçi Hoca Sadettin Efendi’dir... Şu beyt onundur:
“Başına tac aldı çıkdı ol pelid
İtdi bî-idrak Etrak’i mürid.”
(O pis adam başına taç takarak ortaya çıktı ve kendisine de akılsız Türkleri mürit yaptı.) “Gönül nedir bilene gönül veresim gelir.
Gönül nedir bilmeze hissiz diyesim gelir”.
Selçuklu ve Osmanlı döneminde bazı yazar ve şairler Türk Dili’ni küçümsemiş aşağılamışlardır. Bunlardan Mevlana, Sultan Veled, Hoca Mes’ut, Sinan Paşa, Sarıcalı Kemal vb.
Mustafa Şeyhoğlu yazdığı 8000 beyitlik Hurşidname adlı eserinde Türkçeyi “gobat” kötü fena ve yavan bir dil olarak şu beyitlerde nitelendirmiş:
“Gobüt dildür bu dili irdedim çok
“Sovukdur tadı yokdur tuzu yokdur,
“Yavandur lezzeti vü özi yokdur.
“Belarmez,aslıfaslı yöni yaşi,
“Bilinmez kankıdur naahaşi haşi”.(4)
Türk Dili konusunda Atatürk şöyle diyor:
Öyle istiyorum ki, Türk Dili, bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar, bütün terimleriyle çoğunluğun, anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi kullansınlar”.
Osmanlı bürokrasisini devşirme ve dönmeler teşkil ediyordu. İşte bu yabancı kökenli bürokrasi takımı, devletin temelini teşkil eden Türklere  “Biidrak-ı etrak yani “idraksiz Türkler Akılsız Türkler” diyorlar, Türkleri aşağılıyorlardı. Türk düşmanlığının dik alasını yapan 2 Beyazıt döneminde Osmanlı Divan-ı Humayun yazmanlarından Hafız Hamdi Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde “Baban da olsa Türk’ü öldür” nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün Hz Muhammed’e ait olduğunu vurgulamaktadır:

“Devr-i ezelden beri şahım eflak 
(Padişahım kâinatın yaratılışından bu yana) 

Zemmolur âlem içinde Etrak 
(Türkler bu dünyada hep kötülenmiştir) 

Vermemiş Türk’e Hüda hiç idrak 
(Allah Türk’e hiç anlayış/akıl vermemiştir) 

Akl-ı evvel de olursa bibâk 
(Türk çok akıllı olsa bile pervasızdır) 

Uktul-üt Türk’e velevkâne ebâk 
(Baban bile olsa Türkü öldür) 

Dedi ol kân-ı kerem, Şah-ı celâl 
(O iyilik kaynağı yüce Peygamber dedi ki:) 

Türk’ü katleyleyiniz kanı helal 
(Türk’ü öldürünüz, kanı helaldir) 

Daim oldu bunların işi dalâl 
(Bunların işi sürekli sapıklık olmuştur) 

Cümlesinden bunu ahzeyle misal 
(Cümlesinden bunu örnek olarak al) 

Uktul-üt Türk’e velevkâne ebâk 
(Öldür Türk’ü baban bile olsa da) 

Türk eğer ilimde olursa derya 
(Türk derin bilgi sahibi de olsa) 

Müfti olup verir ise fetva 
(Müftü olup fetva bile verse)
 

Hemnişin olma bunlarla katâ 
(Asla onlara yaklaşma) 
Bu kelam içre muhassal cana 
(Ey değerli dost, bu sözde özetlendiği üzere) 

Uktul-üt Türk’e velevkâne ebâk 
(Türk’ü öldür, baban olsa bile) 

Türk’ü zannetmeki ola âdem 
(Türk’ün adam olacağını zannetme) 

Türk ile durma oturma bir dem 
(Türk ile bir an olsun oturma) 

Şeker alsa eline, ola sem 
(Türk eline şeker alsa onu zehir say) 

Ser-i Etrak’i kesip hiç yeme gam 
(Türklerin başını hiç üzüntü duymadan kes) 

Uktul-üt Türk’e velevkâne ebâk 
(Öldür Türk’ü , baban olsa bile) 

Ey Kadimî Türk’e hiç olma yakın 
(Ey Kadimî Türk’e hiç yakın olma) 

Sözleri olur ise dürr ü semin 
(Sözleri çok değerli inci bile olsa) 

Zinhar olma Türk’e yakın 
(Sakın Türklere yaklaşma) 

Kes başın, kanın dök, çekme gam 
(Başını kes, kanını dök hiç üzülme) 

Uktul-üt Türk’e velevkâne ebâk 
(Türk’ü öldür, baban olsa da) 

Osmanlı, Türkleri de Türkçe’yi de dışlıyordu

Türkü kötüleyen daha nice Osmanlı ozanları bulunmakta, biz sadece bir tanesini alabildik.
Sultan 2. Abdulhamid, göreve getirdiği sadrazamlar hakkında şöyle demektedir: “ Birini göreve getirdim Rus ofil çıktı, biri İngiliz ofil çıktı, biri Fransız ofil çıktı, hiç Türk ofil bulamadım.” Sultan, bir gün Yıldız Sarayının balkonunda otururken, bir Türk bahçevan çiçeklere bastığı için Arnavut bahçevan tarafından azarlanır ve “ Eşek Türk” diye hitap edilince  Sultan Hamid Arnavut bahçevana müdahale ederek: “ Ben de Türk’üm, defol git buradan”  diye bağırır.(5)
Sonraki yıllarda Batı karşısında Osmanlının geri kalmışlığını gören ve ümitsizliğe kapılan Türk aydınlarından Abdullah Cevdet, “Türkler ecnebi damızlığa muhtaç olacak kadar pörsümüştür” demiştir”.
“Müslüman oluşumuzu, Hazer’in güneyinden geçip bu yerleri vatan yapmamızı felaketlerin kaynağı sayanlarımız vardır. Türkçe konuşmamızı bir eksik dil bilen, başka bir ecnebi dili, anadilin yerine yerleştirilmeyi teklif edenlerimiz de vardır. Bizim birçok işleri yapamayacağımıza yabancı kudretinin bir Allah vergisi olduğuna itikat, henüz silinmemiştir.
Ecnebi gözüyle Türklerin muhakemesi de budur:  Bizi bir zaman “Allah’ın belası diye mektep kitaplarına geçirenler, bütün Avrupalılar, Amerikalılardır. Biz; “Ön Asya
Cennetini altüst edip külünü savuranlar diye gösterildik. Bir Arap tarihçisi, Ahmet Zeki (Paşa) için “İslam âlemindeki düşüklükten Türkler mesuldür. 1914-1918 Umumi Harbinden sonra, kendi milletlerinden umut kesip şarka yönelen Avrupalı müttefikler bizim üstümüzde durmazlar. Onlara göre, Türkler, vereceğini vermiş olan, eskimiş bir kütledir; dünyaya yeniliği, kurtuluşu Islavlar getirecektir. (sf 27)
“Selçuklularda ve Osmanlılarda, din birliğinden olsa gerek, -öğretim dilinin Arapça olması, ulusları ve toplumları birleştirecek, buluşturacak dil- olarak görülmüştür. Nitekim Cumhuriyet’ten önceki ilkokul programlarında “Arapça Konuşmanın Kuralları” kitabı, “Arapça, tüm dillerin üstünde bir dil. Bunu toplum içinde kaynaşmasının bir gereği olarak bütün çocuklarımıza öğreteceğiz önsözüyle başlamaktadır.
Oysa Osmanlı’nın resmi dili Osmanlıca’nın temelini oluşturan Arapça, hiçbir zaman Türk’ün dili olmamış ve gerçekte yapay dil olmaktan öteye gidememiş ve kaynaşma da sağlamamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışıyla yok olmuştur. (sf 37)
İslam Tarihinde bazı İslam aydınları, din bağı nedeni ile Arapça’yı, bazen de Farça’
yı öylesine üstün tutuyorlardı ki, özellikle Arapça’nın ana dilleri olmasını isteyenler yanında, kendi dilleri dışında Arapça, Farsça kitaplar yazıyorlardı. Bazıları da bu dilleri bilim dili sanıyorlardı. Örneğin Mevlana, kendisi Türk olduğu halde tüm şiirlerini Farsça yazıyordu.
Osmanlı aydınlarından Şair Nabi (1642-1712), Arapça’yı şu dizeleri ile övmekte:
“Arabiyle bilinur cümle ulum
“İlm olur bi-Arabi na-mefhum”.
(Bütün ilimler Arapçayla bilinir. Arapçasız ilim bilinmez).(6)
(Oysa Nabi bu görüşünde yanılmakta, çünkü değil Arapça’yla bilim öğrenilmesi, “500 yıldır bütün İslam âleminin bilime hiçbir katkısı yoktur”) İşte devrin aydını Nabi 300 yıl önce Türkçeye karşı Arapçayı övmekte. Bu tür çabalar Türklerde Türklük bilincinin zayıflamasına, Arapça destekli “ümmet” düşüncesinin yayılmasına neden olmuşlardır. Günümüzde bile, Laik TC nin Başbakanı ve Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, güya İslam birliğine vurgu yapmak için, “Ümmet” sözcüğünü kullanmakta. Oysa ne tarihte ne de günümüz “Ümmet”li İslam birlikteliği sağlanamamıştır. (Ümmet (Arapça, İslam toplumunun tamamını ifade eden bir kavram).
Osmanlıyı, Osmanlıcayı öven, birçok resmi kurumlardan “Türk” sözcüğünü çıkaran, Türk halkına “Ümmet” diyen günümüzün yönetimi, tıpkı Osmanlı bürokrasisi gibi Türk düşmanlığını devam ettiriyor demektir.
Tarih boyunca görülmüştür ki, din (Müslümanlık ve Hıristiyanlıkta) insanları birleştiren bir unsur olarak görülmemiş, aynı dinin insanları birbirlerini boğazlamışlardır (Kerbela olayı ve günümüzde İslam ülkeleri arasındaki kavgalar, Avrupa’daki savaşlar). Öyleyse Kuran dili Arapça diye, Arapça’yı beynelmilel ve üstün bir dil, bilim dili olarak sayamayız. Türkler Müslüman olduktan sonra yüzyıllar içinde, din adına Arapçayı çok üstün görmüşler, bu nedenle de kendi dillerini ve Türklük benliklerini yadsımaya başlamışlar. Gerek Osmanlı zamanında gerekse TC tarihinde “Türklükten ayrılıyorum diyenler çıkmıştır.(7)

Türklükten 1927'de "İstifa" Etti

Osmanlı, Türkleri de Türkçe’yi de dışlıyordu
Damad  Ferid Paşa (1869 Tokat- 1954 Mısır) hükümetlerinde dört defa şeyhülislâmlığa getirilen "sadrazam" yani  "başbakan" vekilliği de yapan ve milletvekili de olan Mustafa Sabri Efendi, "Türklükten istifa ettiğini" açıkça yazan ilk kişidir, Millî Mücadele'ye karşı olan düşmanlıktan da ötede bu muhalefeti  idi...
"Türklük'ten istifasını", sürgününün ilk senelerinde, Yunanistan'da bulunduğu sırada çıkarttığı "Yarın" gazetesinde 1927'nin 29 Temmuz'unda yayınladığı "İstifa Ediyorum" başlıklı şiiri ile duyurdu. Şiir,
"Ben de aynıyla reddedip Türk'ü,
 Attım üstümden en elîm yükü.. 
Tevbe yarabbi tevbe Türklüğüme!..
 Beni Türk milletinden addetme!.." mısralarıyla son buluyordu!(8)
Türk dilini kötüleyenler arasında yıllar öncesinden olanlar da vardı. Bunlardan Anadolu Beylikleri döneminde yaşamış Mustafa Şeyhoğlu (1340-1410) aşağıdaki mısralarında yazdığı gibi, dilin gelişmesini engelleyenlerden biri olmuştur:
Gobut dildür bu dili irdeledum çok,
Sovuktur tadı yoktur tuzı yokdur
Yavandur lezzeti ve özi yokdur”
Cumhurbaşkanı R.T. 2014 de 5. Din Şurasında yaptığı konuşmada, “bunlar istese de istemese de bu ülkede Osmanlıca öğrenilecek ve öğretilecektir”, diyordu. Bunu diyen R.T. , dini toplantılarda dinsel birlikteliği ön plana çıkarmak için sık sık “” sözcüğünü kullanıyordu. Buna bağlı olarak Osmanlı Devleti Türklük bilinci doğrultusunda ulusal bir devlet değil, bir İslami  toplumu idi. (9)
Oysa Osmanlıca Arapça, Farsça, Türkçe karışımı bir dil olduğu için Türkler anlamadığı gibi, Araplar da, Fars dili konuşanlar da anlamadıkları gibi, dünyanın hiçbir ülkesinde Osmanlıca dil kullanılmıyordu. Osmanlı’da padişah ve öteki devlet bürokrasisinde, yazışmalar Osmanlıca idi ve Osmanlıca yazışmanın bir bilim dili olduğuna inanıyorlardı.
Ünlü düşünür ve şair M. Ziya Gökalp’in (1876-1924), Veteriner Okulu öğrencisi iken (1895-1899), “Medrese, içine aldığı Türkleri gayri Türk yaparken, Enderun ithal ettiği gayri Türkleri Türkleştiriyor”diyordu. Gökalp, Veteriner Okulu öğrencisi iken, tıbbiyeliler gibi “hürriyetçi-Türkçü” olduğu için II. Abdülhamit yönetimi tarafından tutuklanmıştır.(10)
Eskilerde dinciler, “Türkçe din dili olmaz” derken, bazı Batı kafalılar da, Türkçe bilim dili olmaz” diyorlardı. İlkini söyleyenler, Türkleri Arapça’ya ve Araplaştırmaya, ikinciler de Türkleri İngilizce’ye ve Amerikanlaşmaya yöneltmek amacındaydılar.
Başkent Üniversitesi, öğretim dilini Türkçe olarak belirlerken, aynı üniversitenin Rektörü Prof. Dr. Ali Mehmet Haberal, Türkçe, dil bayrağımızdır”isimli üniversite tanıtım broşüründe (2001 de) ders alınacak şu sözleri yazmıştı:
…Kendi dilini geliştirmek yerine, başka dillerde düşünmeye, eğitime, konuşmaya, kavram üretmeye yönelmek, giderek bunu “çağın gereği, zorunlu koşulu” gibi sözlerle savunmak, mandacılığın dil alanında yeniden canlanmasıdır. Türkiye, bir sömürge ülke değildir, asla olmayacaktır”.
Bugün bu bilincin somut savaşım alanlarından biri de Türkçemizdir…”
Osmanlının resmi dili Arapça ağırlıklı Osmanlıca, ulusal bilincin gelişmesini engellemiştir. Osmanlıca, Türkçe, Arapça, Farsça karışımı karma bir dildi. Halk bu dili anlamakta güçlük çekiyordu. Osmanlıcanın güç anlaşıldığı konusunda, Kamus-i Türki’nin yazarı Şemsettin Sami (1850-1904) şöyle açıklıyor:
“-Türk’e okutsan anlamaz, Arap’a okutsan anlamaz, Acem’e okutsan anlamaz. Öyleyse bu dil ne dildir”.
Gaspıralı İsmail (1851-1914), bu tarihlerde, Kırım’da yayınlanan Tercemen (Tercüman) gazetesinde Osmanlıca’ya karşı Türkçeyi şöyle savunmaktadır:
-Türkçesi bulunan bir kelime yerine diğer bir lisanın kelimesini istismal etmek (kullanmak) ebedi bir cinayettir… Türk dili Türkçe olmalıdır”. (sf 42)
İkinci Meşrutiyet’le birlikte Türkçe öğretim de tartışılmıştır. Meclis-i Mebusan’ın Aydın Mebusu Abidullah Efendi, ilkin, …Medreselerde işlevi gereği uygun olarak öğretim dili Arapça olmalıdır”demişse de, sonradan bunun yanlışlığının farkına vararak şöyle demiştir: “…Osmanlılar, Arapçayı öğretim dili yapmakla halka eğitim yolunu kapamışlardır. Yapılacak iş, Türkçeyi ilim ve öğretim dili olarak kabul etmektir”.
Türk olarak Türk dilini savunanlar da olmuştur, bunlardan Karamanoğlu Mehmet Bey’dir (1240-1277).(11)
Kırşehir’de yaşamış Aşık Paşa (1272-1333)  Garipname adlı eserinde 1329-1330 da yazdığı dizelerinde, Karamanoğlu Mehmet Bey gibi, Türkçeyi savunurken şunları demekte:
Türk diline kimesne bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez-ıdı ol dilleri,
Nced yoli ol ulu menzilleri…”
(Türkçe vardı ama gönüller o tarafa akmadığı için kimse onu kullanmazdı).

Atatürk’ün Türkçe Üzerine Bazı Özlü Sözleri.

Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.
*
Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her mefhumu ifadeye kabiliyeti vardır. Yalnız, onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde işlemek lazımdır.
*
Türk milletini ve Türk dilini medeniyet tarihinin ve kültür dillerinin dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün dünyaya göstereceğiz.
Mihri Rasim (Müşfik), Mareşal Atatürk
*
En iyi müdafaa usulu taarruzdur. Şu halde dil alanında türemiş yabancılıklara saldıralım; ağacı bir defa silkeleyelim: görelim hangi çürükler düşecek; kalan sağlamlar bakalım ne kadardır…
Prof. Arthur Kampf, Atatürk, Çankaya Köşkü, 1927
*
Milli şuurun ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.
Türk’ü de Türkçemizi de sevelim, geliştirelim.

Cevat Kulaksız  

Cevat Kulaksız
Sonnotlar

(1) https://www.facebook.com/380311808131/posts/10156317293758132/

(2) Tıbbiyeli Tahir Hatiboğlu Otopsi Yay. 2002 sf 172

(3)Tacut Taverih Hoca Sadeddin Efendi cilt 4 sf 37-42-44

(4) Türk Dili sayı 600 Anadil sf 692-693

(5) http://www.manisadagundem.com/turk-cocugu-bu-siiri-unutma-makale,451.html

(6)Hayri-Name’ye Göre XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayati Nabi sf 101

(7) Örneğin AKP Çorum Milletvekili Ahmet Aydoğmuş, “Türklüğün hiç faydasını görmedim” demiştir.
Osmanlı’da sadrazam olmuş, milletvekili olmuş, Şeyhulislamlık yapmış Vahdettin’in Şeyhulislamı Mustafa Sabri Efendi şöyle ant içerek Türklükten istifa etmiştir: “Yalnız Müslüman ve insan olarak kalmak üzere, Türklükten şeref ve izzetimle istifa ediyorum Allah’ın huzurunda!...Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme. Beni Türk milletinden addetme!.”. Ne yazık ki, 2017 yılında yapımı biten İmam hatip okuluna, Tokat Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından, Kurtuluş Savaşı yıllarında ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'e ölüm fetvası çıkartan Tokat doğumlu Mustafa Sabri'nin adı verildi”.

(8)https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/821052-ertugrul-ozkok-turklukten-istifa-eden-ikinci-kisidir

(9)https://www.yeniakit.com.tr/haber/erdogan-isteseler-de-istemeseler-de-osmanlica-ogretilecek-39173.html

(10) Jontürklerden Sontürklere Tıbbiyeli Tahir Hatiboğlu Otopsi Yay.2002 sf 37   

(11) 13. yüzyıl ortalarında Selçuklular, devlet işlerinde Farsçayı kullanırlardı. Halk ise öz dilleri olan Türkçeyi kullanıyordu. Mehmet Bey millet olarak birlikte yaşamanın ilk şartı olan dil birliğinin sağlanmasının gerekliliğine inanıyordu. Bu birliği gerçekleştirmek için Toroslar üzerinde yaşayan bütün Türkmen boylarını çevresinde toplayarak şu bildiriyi duyurdu:
“Şimden gerü hiç gimesne divanda, dergahda, bergahda, mecliste, meydanda ve dahi her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye”. (13 Mayıs 1277)

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget