Kasım 2019
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Ankara Barosu Cumhuriyet Kurulu’nun organize ettiği -Anayasa değişikliklerinden kaynaklanan rejim sorunları- sempozyumu Ankara Barosu salonunda 22.11.20119 günü düzenlenmiş, Yekta Güngör Özden ve Sabih Kanadoğlu konuşmacı olarak katılmışlardı. Bu konuşmaları içeren yazımızın birinci bölümde, Prof. Dr. Anıl Çeçen’in konuşmasını da yazımızın bu ikinci bölümünde burada sunmuştuk.

Metin uzun olduğundan okuyucuyu sıkmamak için bu değerli konuşmacıların görüşlerini ayrı ayrı vermek zorunda kaldık.
Salonu dolduran çeşitli sivil toplum kuruluşu temsilcileri, stajyer avukatlar, öteki seçkin dinleyicilerin izledikleri konuşmacılar, ilginç önemli açıklamalarda bulundular. Biz de bu güzel ve uyarıcı mahiyetteki konuşmaların dört duvar arasında kalmaması, geniş kitlelere yayılmasını sağlamak amacıyla konuşmaları çözerek yazma gereğini duyduk. Umarız yaralı olur.
Panelin son konuşmacısı Süheyl Batum’un sunumu:        
 “Türkiye bilinçli bir şekilde hiçbir şeyi, tartışmıyor.


Anayasa değişikliklerinden kaynaklanan rejim sorunları 3
Yazımızın bu üçüncü bölümünde 24. Dönem CHP Milletvekili-Atatürkçü Düşünce Derneği 2018-2019 Dönem Başkanı Prof. Dr. Süheyl Batum’un (1) konuşmasını sunuyoruz.
“Bu ülkede 20 yıldan beri bilinçli olarak bütün bir kavramları ortadan kaldırma için içini boşaltma uygulanmaktadır.
“AYM sini bitirdiler”.
“Hakların günce altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığı uygulanmadığı bir toplumun anayasası yoktur”.
“Bu ülkede 20 yıldan beri bilinçli olarak bütün bir kavramları ortadan kaldırma için içini boşaltma uygulanmaktadır. Kesinlikle hiç kimseye bunu tartışma imkânı vermiyorlar.
“2007 yılına kadar, Türkiye’deki kadar korkunç seçimleri dünyanın hiçbir ülkesinde göremezsin”.
“Bir kişi TC ni yönetemez, kuvvetler ayrılığı şarttır, sadece TC ni değil, Osmanlı’yı bile tek kişi yönetemedi”.
“-Anayasa değişikliklerinin getirdiği rejim sorunları dediğimizde hiç tartışma yok. BU anayasa net olarak sadece bizlere değil, burada kime sorarsanız sorun, siyasal rejim dediğiniz şey esas itibarıyla siyasal iktidarın kullanan ya da güç kullanma tekelini ve karar alma sürecini, kullanan, elinde bulunduran organların birbirleri arasındaki ilişkileri belirlenir. Yasama, yürütme, yargıya göre ilişkiye göre belirlenir. Bu yönden baktığımızda da, dünyada şu ana kadar bilinen dört tane yöntem vardır, her biri de birinin uzantısıdır, parlamenter, başkanlık, yarı başkanlık, Meclis hükümet sistemi. Uygulanıyor, uygulanmıyor, az uygulanıyor, çok uygulanıyor bu dört tane sistem, her biri de başkanlık, parlamenter rejim deyin, güçlü başkanlık deyin, güçsüz başkanlık deyin ne derseniz deyin bu dört tanenin bizim 2017 de getirilen sistem bunlardan hiçbir tanesi değildir. Dolayısıyla hiç biri değildir. Ya diyorlar ya nevi şahsına munasırdır, o zaman nevi şahsına muasır da olması için bir şey vardır. Bunların hepsi bir sistem içerisinde anlam kazanır, rejim de sistem içerisinde anlam kazanır. Hangi sistem, bir ülkede ya demokratik sistemi benimsersin onun için de anlam kazanır. Ya da demokratik olmayan bir sistemi benimsersin onun için de kazanır.
Demokratik sistemler dediğiniz zaman kuvvetler ayrılığı çok önemlidir. Buna dayanmıyorsa, sadece buna değil ama bu bir sitemimize bizim, sistemimizi bizim demokratik sistemi ortadan kaldırdığı konusunda bence bir tereddüt yok. Yani rejim ne rejimi, ne başkanlık rejimi, ne yarı başkanlık rejimi, ne parlamenter rejim, ne Meclis hükümeti sistemi hiç biri değil.  Zaten onu da bildikleri için bir takı akademisyenler, kerameti kendinden makul akademisyenler bir süre sonra şöyle dediler: “Canım bu cumhurbaşkanlığı sistemi Türkiye’ye özgü Cumhurbaşkanlığı sistemi”; yani bu şu demekti, “abi patron başka bir şey istedi, biz de onu yaptık, ne yapalım yani aslında bulun, dedi bulamadık, böyle bir şey uydurdukdu”. Ama sistem önemlidir.
Şimdi sisteme geldiğimizde, ben bu dönemde parlamenterlik de yaptım, Meclis’te de bulundum, akademisyenlik de yaptım, hala yapıyorum, şunu özellikle vurgulamak istiyorum, Türkiye bilinçli bir şekilde hiçbir şeyi, tartışmıyor. Türkiye ciddi bir ülkedir, anayasa yapmada ciddi bir birikime sahiptir, etrafımızdaki yüzlerce ülkeyle karşılaştırın veya onlarca ülkeyle karşılaştırın hepsinin içerisinde çok ciddi bir birikimi olan önemli bir ülkedir. Ta Osmanlıdan gelen, Cumhuriyeti yüz yıl yaşatmış, 1808 den beri bu gün beğenelim ya da beğenmeyelim anayasal denge yapan toplumdur, bir birikimdir. Dolayısıyla baktığınız zaman bu ülkede 20 yıldan beri bilinçli olarak bütün bir kavramları ortadan kaldırma için içini boşaltma uygulanmaktadır. Kesinlikle hiç kimseye bunu tartışma imkânı vermiyorlar. Bunun içinde siyasal partiler de var. Bir ara Türkiye’de 367 tartışılıyordu. Şimdi 367 yi tartışırken, şimdi kaçtı yurt dışına, o zamanları iktidarın en sevdiği adamlardandı, Can Dündar O zamanlar program yapardı NTV de, her akşam beş adam çıkartırdı. Belki yüz program yaptı, beşle çarp 500, 500 kişiden 367 nin olabileceğini söyleyen ya iki kişi çıkarmıştır ya üç kişi. Neyi tartışıyoruz biz, en iyi konulardan bir tanesi. Bu ülkede, hatta şu salonda da Osman Can’ı izledim. Osman Can şimdi akademisyen, “Türkiye’de hiç sivil anayasa yapmadık, ilk kez 2010 da yapıyoruz” diyen. “İlk kez anayasa da yapıyoruz”, ben de vardım, Osman insaf dedim. “Hocam biz öyle görüyoruz kusura bakmayın” dedi. O günkü ortam öyle olduğu için herhalde “Süheyl Batum uyduruyor”, dediler. “Hiç sivil anayasa yapmadık” dedi. Kim diyor bunu, 1921 de bu ülke işgal altında iken tamamı burada Ankara’da, Anadolu’ya kaçanlarla, Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nini gönderdiği adaylarla anayasa yapan ülkede söylüyor ve oturanların yüzde 60 da “Allahım ne güzel söylüyor” dediler. Biz uydurduk yalan söyledik; en önemli edebiyatçılarımızdan bir tanesi Adalet Ağaoğlu aynen şöyle demedi mi 2010 da, ben küçümseyerek söylemiyorum, ama bilmeniz lazım, “Allahım ne güzel şeyler söylüyor ne yakışıklı çocuk değil mi” dedi, TV da, Kim, dediler,  “Osman söylüyor, ağzından bal damlıyor” diyor. “O yüzden ben hayır değil evet vereceğim” dedi, Adalet Ağaoğlu, yani bir sanatçı.
Hiçbir şeyi tartışmıyoruz, her şeyi palavra, sistem, rejim, başkanlık, yarı başkanlık, her şey yalan. Genç arkadaşlarımdan istirhamım, lütfen bu siyasal rejimi böyle tartışalım bakın şuraya geldik biz hiç fark etmez, kim olursa olsun hocalar da söyledi. Bu ülkenin bir bakanı çıkıyor diyor ki, “biz en demokratik ülkeyiz” diyor. Neden diyorlar, “seçimde katılım çok yüksekti” diyor. Seçimlerde katılımın çok yüksek olduğu eskiden bütün demokratik olmayan bilinen ülkelerde de vardı. 1982 Anayasasında da çok yüksekti katılım vardı. Hiçbir demokrasinin ölçüsü değildir. Aynen şöyle, “boş ver yav” diyor, “nasıl olsa burası Türkiye söylerim nasıl olsa beni alkışlayanlar çıkacak” diyor. “Biraz da para verirsem daha da alkışlarlar” diyor “daha ne anlatacağız” diyor.
Ciddi hiçbir ülkede bu geçmez, Türkiye’de de geçmezdi. Türkiye çok ciddi değişiklikler yaptı. 61 Anayasasını yaptı bu ülke, sonra da 95 değişimi, 2001 de yapıldı. 2010 a geldiğimizde kerameti kendinden menkul birtakım adamlar çıkıp dediler ki “hiç sivil anayasa yapmadık ilk defa sivil anayasa yapıyoruz” dediler. Onu iktidar bile beklemiyordu, dedi, “ne bulduk, bunu bile bulabildik” dedi. Biri çıkar der ki, “hayır, siz uyduruyorsunuz” der onu da konuşuruz, sadece o mu? Orhan Gazi Ertekin’ler, şimdi bir yerlerde yargıçlık yapıyor Selamlar, Türkiye’yi getirdikleri noktada “Allah’ım ilk defa sivil anayasa yapılıyor, iktidar yaptı”, bizler de karşı çıkarken hepimiz şöyle dedi, “bunlar istemiyor bunlar 82 ile kalmak istiyor” dedi. Şimdi yargıçlığını sürdürüyor, kitap yazdı ama onu da söylemek lazım. “Eşekli demokrasi” diye dedi ki  “Osman bizi kandırdı” dedi. “Her birimize elma şekeri vaat etti, sopası bizde kaldı elmayı o yedi” dedi. Aynen böyle kitap yazdı. Biz de sevindik, “aman ne güzel özeleştiri yapıyor” diye.
Şimdi rejim sistem konusunda şunları söyleyeceğim, Eski Yunan’da Platon, “iki dünya vardır” diyor, bir tanesi algılar dünyası, bir tanesi gerçekler dünyası” diyor. Mağara örneğini veriyor, mağarada oturan insanlar, biz şimdi mağarada oturuyor gibiyiz. Birileri bize sadece bir şeyler anlatıyor ve biz buna inanıyoruz. Hâlbuki inanmıyoruz bizler de, bunların söylenen tamamı yanlış.
Şimdi oradan şuna geleyim, bakın üç tespit yapacağım.
1-Anayasa Mahkemesine gittiğimiz zaman Zühtü kardeşimin AYM sine geldik. Çok net söylüyorum, 25 yıldır bu ülkede “Olağanüstü Kanun Hükmünde Kararnameleri (KHK) denetlenmez” derken Kenan Evren ve arkadaşlarına AYM “Hayır, hukuk devleti ise ben denetlerim” diyordu. Anayasaya uygun olarak da mecburen belli bir denetimle sınırlı kalmak zorunda kalıyordu. “Ben şekilde denetim yapıyorum” diyordu, muhteşem bir şeydi. Zühtü kardeşim AYM başkanı yapıldı ilk şeyi “aa biz denetleyemeyiz, iktidardır yüce bir makamdır, istediği her şeyi yapar, ben mi uğraşayım” dedi. 25 yıl sonra değiştirdi ve biz hala şimdi, “ama geçen gün bir karar verdi, güzeldi vallahi karar nasıl” falan diyoruz. 25 yıllık bir birikimi, AYM sini geldiği yeri söylüyorum, çok net, benim içeride arkadaşlarım da var, akademisyen olan Yusuf AYM sini bi-tir-di-ler. “Yoksa bu tutukluluk üç ay mı sürsün beş ay mı sürsün”. Sistem sitem, AYM nin iktidarın bütün işlemlerini, “efendim kusura bakmayın talimat böyle” dediği yerde zaten neyin rejimini tartışacaksın. Sistemi tartışmamız lazım.
2- Bu ülke 1961 Anayasasını hazırladı. O zaman şöyle denirdi, “Allah kahretsin böyle şey olur mu? Halkın gücünü elinden aldı, bürokratlara verdi” filan falan.
Acaba mı derdim, sonra dünyadaki bütün anayasalara baktım, “halk dediğin, kral dediğin o tanrının yeryüzündeki temsilcidir, Allah onu oturttu oraya” dediğinde anayasalar gücünün sınırlamak için yapılmış zaten. Oralarda da çıkmış bunlar gibi cins insanlar, “aa bak Allahın gücünü sınırladı, Tanrının gücünü sınırladı, Tanrı oraya oturtmuştu o karlı, onun gücünü sınırladı” diye, ama anayasa hareketi bu.
Bizdekiler de halkımızın parlamento, bir kral yanlış yapma lüksüne sahip değilse, parlamento da yanlış yapma lüksüne sahip değil. Hukukun üstünde KHK yapıyorsa, lastikleri ya da bilmem ne yıldır süren askeri okulları kapattım yav canım sıkıldı, yöneticisini de ben belirleyeceğim, şeyini de ben belirleyeceğim, ben kendim istiyorum, ben arkadaşımı koyacağım imam hatipten” demez, diyemez, dememelidir. Derse AYM çıkar.


Anayasa değişikliklerinden kaynaklanan rejim sorunları 3
Başka biri de çıksın, “benim bilmem ne lisesinden arkadaşım, desin o da olmuş. O da olmaz, şimdi damat desin o da olmaz, AYM orada devreye girmek için var.
1961 Anayasasında bir tek şey söyleyeceğim,  61 Anayasasını hazırlayan ekipte partilerden temsilciler var, en büyük eksiklik maalesef o dönemde Demokrat Parti’nin (DP) devamı niteliğinde olduğunu iddia eden partilerin temsilcilerinin yer almaması. İşte “intikam” dedi, işte orada o intikam hatalı yaptı, yaptı 61 Anayasasını hazırlayanlar. Onlar da olmalıydı görüşünü açıklamalıydı, onlar kendi anayasası saymadı. Ama şu var, derneklerden sivil toplum bilinir miydi, ben soruyorum 61 öncesinde iş adamı bile böyle derdi, “bu sanduka mı mandukam mı bir şey diyorlar kardeşim bu bizim işimize karışıyor” derdi, sendika.
Şimdi sendikalara seçim yaptırıyorlar, temsilcilerini, bir sendikayı unutuyorlar. Üç kişiden oluşan Spor Yazarları Sendikası, hem de büyükleri var da bir taneyi unutuyorlar. Mahkemeye gidiyor Anayasa değişikliği yapılamadan, “ben katılmadım” diyor. Bana çağırıda bulunmadılar. Mahkeme o seçimi iptal ediyor, bir daha gidiyorlar, onlar da temsilci gönderiyor ve anayasa kurulunda görev alıyorlar.
Bir de 2017 değişiklikleri. Elimizi vicdanımıza hepimiz koyalım, yani Cumhurbaşkanımız falan da konuştu, dokuz gün Meclis’te görüşüldü ve gece on birle sabah altı arasında. Ben artık anayasacıydım uyuyordum, kızım beni sabah altıda uyandırıyor, sabah on madde görüşeceğiz, bırakacağız” diyordu kızım sabah altıda “baba 25. Maddeye geldiler” diyordu. Biz dokuz günde anayasa yaptık. Şimdi tartışıyoruz anayasa mı değil mi, acaba cumhurbaşkanımız kızar mı? Kızmaz mı ne anayasası, ne değişikliği, anayasa dediğiniz toplumsal toplu sözleşmedir. Birileri istiyor, diye uydurduk bir şey getirdik oraya, ne anayasanın değişikliği, yazık ki, bu birikimi olan bu ülkede,  bir yabancıya gidip bunu söylediğinizde aynen şöyle diyor: “Eh normal, Türkiye’siniz sonunda” diyor. Anlatıyorsunuz 1808 den beri anayasa yapıyoruz, dalga mı geçiyorsunuz,  “boş ver bizim sizden beklediğimiz budur” diyor.
Neden bazı kişilerin en sevdiği iktidar bu gün AKP veya yöneticileri, çünkü Türkiye imajına çok uygundur. Öyle diyorlar, “ne anayasası bunlar anayasa mı yapar yav, ne olur bunlar yüzer yüzer ölse” aynı şeyi, Irak için, İran için düşünmüyorlar mı?
Şimdi en son şunu söyleyeceğim, yapılabilir mi bir şey, tabi ki yapılabilir, yapılabilmesi gereken şu olmalı:
1-Bir kere şu algılar dünyasından vaz geçeceğiz.
2-Anayasa yapmak kadar kolay bir iş dünyada yok. Hele 21. Yüzyılda, bana göre neden, çok basit. Eskiden oturup nasıl yapacağız mirim, bu maddeyi koyalım mı koymayalım mı vb. Şu anda bir ülkede farklı farklı kategoriler, farklı tabakalar var. Kadınlar var, işçiler var, işverenler var, çeşitli gruplar var, birliğimizi sağlayacağız tabi, her birinin ama bu özgün kategorilerin, her birinin birtakım hakları var. Kadınlar eşitlik ilkesini ister, temsilde adalet ister, rahat rahat çıldırttı karım beni, iki yerinden bıçaklayıvermişim, şöyle de durunca “aha yavrum zavallı yüzde yüz bir şeyi vardır”. Hakim falan düşünülmüyor, “asansöre binmeyin kanlan” diyor; “yedi yaşından büyük çocukla asansöre binmeyin” diyor. Bu adamın hâkim olduğunu düşünün, dolayısıyla net şunu söyleyeceğim, bunların hakları var, mügrem ihtiyaçları, bunları alt alta yazarız, bunlara güvence getirecek bir yargı sistemini koyarsın; bir de burada karar alabilecek mekanizmaları yazarsın başkanlık, parlamenter sistemmiş, futbol sistemi gibi, bazen diyorlar 3-4-2, 4-2-4 filan adamları işlev yapabileceğin gibi diz. Parlamenter rejim, başkanlık rejimi, yarı başkanlık rejimi. Siz bunları sağlarsanız, mutlaka iyi bir anayasa yapabilirsiniz, mutlaka dünya da bunu yapmaya çalışıyor, açın bakın beğenmediğiniz o Meksika, beğenmediğiniz ülkeler,  Güney Afrika bu yöntemle anayasalarını yaptı. İlk önce herkesin ne hakkı var, şöyle demediler bizim genelde yaptığımız gibi, “kadınlar merak etmeyin bende o iş, ben size her türlü hakkı vereceğim”. Ne demek, neden vereceksin, neden vereceğim orada eşit temsili getirisin, ha bir dönem, iki dönem üç dönem orada doğru dürüst bir anayasa haklarını yazar, ondan sonra dersin ki, “tamam abi artık böyle bir şey yazmayalım” dersin. Yani hakla olacak, ama hani neyi yapacağız bana, net söylüyorum dört tane şey vardır, anayasada. Anayasanın bunları koruması lazım. 1789 bildirgesinden beri var. Diyor ki, “hakların günce altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığı uygulanmadığı bir toplumun anayasası yoktur”. Bir kuvvetler ayrılığını sağlayacaksın, hakları güvence altına alacaksın, saymayacaksın, güvence altına alacaksın. Özellikle neden güvence; 2007 de Ergün Özbudun vardı, hoca, onu AKP çağırdı, dedi, “beş kişi bul, anayasa yap, bize göre” dedi. Ergün Özbudun da bir anayasa yaptı.

Bir baktık anayasaya, anayasada haklar yazılmış, “nasıl yazdık” diyorlar, “anayasada hakları yazmak ne var zaten millet aptal mı,   AİHM de ne kadar İHS varsa on iliştirirsin  şöyle ona iliştirirsin, işte anayasamız budur” dersin. Birinci maddeden 800. Maddeye kadar haklar varsa, 801 den itibaren de kim anayasayı yazarsın, onu nasıl güvence altına aldın hoca bir bak” demiştik. Anayasa mahkemesi kimlere kurduruyorsun, sekiz kişiyi doğrudan doğruya cumhurbaşkanına atattırıyorsun, dokuz kişiyi de başkasına atattırıyorsun, bunlardan birini alsa adam dokuz sekiz önde. Allah var Ergün Özbudun bile görevini başarıyla başaramadı. Sonra gelenler 15 üyenin 15 ini de cumhurbaşkanına seçtirebildiler. Bravo orada biraz eksik kaldı Ergün Hoca, ama net söylüyorum, kuvvetler ayrılığı güçler.

Hegel ne diyor. “Anayasa geliştirilmiş ve gerçekleştirilmiş akıl demektir”, diyor. “Kurallar kaideler kademesinde gerçekleştirilmiş, geliştirilmiş akıldır, anayasa”, diyor. “Ama bunun anayasa olabilmesi için iki üç koşul vardır”, diyor.

1-Anayasa devlet etkinliğini, yani devlet işlemlerini, kurallarını, kurumlarını kendi içinde ayırabilmek zorundadır, diyor.
2-İşlevsel olarak yönetebilecek, kanun yapabilecek ve yargılayabilecek, yargılama yapabilecek bir sistem oluşturmalıdır, diyor.
3-Her halklın kendisine uygun, kendisine ait bir kültürü benimseyen, yansıtan bir anayasası olması gerekir”, diyor. Yani bizim kültürümüz, konuştuğumuz gibi bir demokratik, çağdaş, Cumhuriyet kültürü ise bunu yansıtacak, demokratik, çağdaş, sosyal bir hukuk devletini bunu benimsetecek kurallar koyacaksın. Bunun dört tene şeyi nedir:

1-Bir anayasada mutlaka siyasal katılmayı güvence altına alacağız. Aksi halde demokratik olması mümkün değil, ulusal katılmayı yani halk ya doğrudan, ya temsilcileri aracılığıyla, hem oluşmasına devletin, kurumların hem de işleyişine katılacak, ama işleyişine ve oluşmasına katılacak diyorum. Bizde seçimleri nasıl yaptığımız ortada, iktidarın kaybettiği seçimleri bir kere daha yaparak. YSK nun iktidardan başka kimsenin kaybetmesi için organize edildiği ve kullanıldığı ve o işlevi yapmaktan başka hiçbir işlevinin olmadığı kurum. Türkiye’de yaşıyoruz hepimiz ben 2007 yılına kadar, Türkiye’deki kadar korkunç seçimleri dünyanın hiçbir ülkesinde göremezsin. TV ların 23 saatini 23 buçuk saatinde bir görüş, akşamları TV da o Ahmet Hakanlar, filan dahi yedi kişi çağırıyor, altı tanesi onlardan bir tanesi de dışarıdan, i şte bir tane de çıkardı Ekrem İmamoğlu’nu, bir saat diye çıkardı, hadi hadi kardeşim bitti bitti kızıyorlar, dedi. Sonra bize ne var, istediğim saatte keserim” dedi. Dolayısıyla ne seçimi,

2- Sadece seçim değil katılacak, temel hak ve özgürlükler güvenceli olacak. Güvence için bir tek söyleyeyim, hani Barolar birliği başkanımızın da bayıldığı bir yeni yargı reformu var, “Allahım böyle ben yaptım” dediği. O reformda bir madde ver biliyorsunuz, diyor ki, “bundan böyle düşünce açıklaması niteliğinde ve eleştiri mahiyetindeki açıklamalar terör suçu olarak kabul edilmeyecektir”, diyor. “Bu güne kadar yapıyorduk attık milleti içeri ama şimdi vaz geçtik yav” diyor.

Biz de diyoruz ki, “Allah’ım ne demokratik bir iktidar”. Nasrettin Hoca fıkrası gibi, eşeği kaybedip sonra buldurmak gibi bir şeydir. Yav neden öyle uyguladın, Türkiye’de olamadığı şekilde korkunç uyguladın. Türkiye şah değildi, ben 1999 lardan sonra ama artık düşünce özgürlüğü suçu gibi şeylerin olmayacağını düşünüyordum. AYM si güzel kararlar veriyor, 99 sa kadar değil, o süreç içerisinden itibaren diyorum, bir baktım hiç böyle bir umudum falan kalmamıştı. Gene şimdi biraz daha var. Teme ki iki temel hak ve özgürlükler, güvenceli olacak, öyle ama gevşek değil, ciddi yargıç güvencesi, sevgili Metin Feyzioğlu güvencesi ya da Sayın Adalet Bakanımızın güvencesi değil, ciddi güvenceler. Buradan hiçbirini değil, “ben güvencesiyim” hadi oradan. Yargı güvencesi var mı?

3- Bu ülkede hukukun üstünlüğü olacak. Hukukun üstünlüğün de bir sürü uydururuz, yargı olacak dağıtılacak o da yargı denetlenecek, sadece yönetilenler bağlı olmayacak devletin kendisi de bağlı olacak. Bu bağlılık yargı organları tarafından da yönetilecek, bu yargı organları bağımsız olacak. Şu Danıştay ı 154-155-159 baktığında neyin bağımsızı, hangimizi atasa, düşünün şurada pırıl pırıl genç bir arkadaşımız hâkim oldu atandı, savcı oldu atandı, önünde ne kadar karar var, 25-35 35 senesi var, bir adamın iki dudağının arasında,  bu gün o gider ama öbür adamın dudağının arasında, iki dudağının,  neyin yargısı, bizim yargıçlarımız çok mu kötü, ama her birini atayan bir tek kişi var. Aynı zat parti başkanı olan, Sayın Recep Tayyip Erdoğan, yarın başka biri olur, Ahmet olur, Ayşe olur, Fatma olur, bir kişi. Neyin bağımsızlığı, hukuk devleti olacak bunu sağlayacak anayasada.

4- Çoğulcu olacak. Bu çoğulculuk da sadece ve sadece, ideolojik çoğulculuk değil, o zaten düşünce özgürlüğün saydık. Kurumsal bir çoğulculuk da olacak. Hegel demiş bunu, “devlet etkinliği kendi içinde ayılması gerekir” yani devlet faaliyetlerine hadi Türkiye. Şunu ayırmak lazım, her şeye bir kişi karar verir mi?

Osmanlı büyük bir imparatorluktu. Ciddi, sonunda kaybetti tamam, yarı sömürge durumuna düştü, ama önemli değil, bir devletti, bu devleti en sonuna kadar bir devlet hep karşı karşıya kalmadı, iki devlet üç devlet istisnalar dışında işte Avusturya bir taraftan, Prusya bir taraftan, Rusya bir taraftan, ne zaman yıkıldı ama, yarı sömürge oldu, partilerden üç kişiye şey verdiler. Avrupalılar çok sevdi bu işi, Türkiye’yi,  ne dediler Osmanlıya “Enverland”-Enver’in ülkesi, Enver Paşa’ya dediler ki “merak etme Yavuz’la Midilli’yi al, şuraya Goben’le Breslav’ı al, sen oradan gir bir bombalat bunları, biz de öbür taraftan geliyoruz, bitti bu iş, savaşı kazandık, sana da ekmek çok”.

Enver Paşa çok iyi bir insandı, hiç vatan haini falan değildi, çok zeki bir insandı, ama bir kişi (padişah) Osmanlıyı yönetemedi. Battı. Şimdi şaşıyoruz, “açılım” projesi yapıyor, vaz geçiyor, hendek politikası diyor oradan vaz geçiyor, normal, hangimizi koysak tek başımıza oraya koysak, etrafında da “sen memleketimizin şanısınız, dik dur eğilme” diyen,  bakacak bakacak “Enver Paşa kimmiş yav, ben tek başıma Enver’in dört katı oldum, diyecek ve diyor mu diyor.

 İşte böyle bir anayasa demokratik olamaz, çoğulculuk ilkesi. Ben bunu Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a söylemiyorum, ben bunu AKP Genel başkanına söylemiyorum, ben bunu hangimizi alsalar bir kişi TC ni yönetemez, kuvvetler ayrılığı şarttır, sadece TC ni değil, Osmanlı’yı bile tek kişi yönetemedi.

Cevat Kulaksız 

Cevat Kulaksız 
Sonnotlar
(1)Prof. Dr. Bedii Süheyl
Doğum Yeri : İstanbul
Doğum Tarihi : 6.5.1955 -
Cumhuriyet Halk Partisi'nden TBMM 24. Dönem Eskişehir milletvekilidir.
Süheyl Batum, 6 Mayıs 1955 tarihinde istanbul’da doğmuştur. Tam adı Bedii Süheyl Batum’dur. Annesi Rezan Güloz, babası eski senatör Mehmet Sadık Batum’dur. 1966 yılında Galatasaray Lisesi'nin ortaokul kısmında okumaya başladı, 1975 yılında lise kısmından Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu. 1979 yılında Paris 1 Panthéon - Sorbonne Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden diplomasını aldı.
1980 yılında İstanbul Üniversitesi'nde Anayasa Hukuku kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. 1985 yılında "Siyasal Katılma Aracı Olarak Referandum" konulu tezi ile doktorasını yaptı. 1990 yılında "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türk Anayasal Sistemine Etkileri" başlıklı teziyle doçent oldu. 1996 yılında "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye" isimli teziyle Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Profesör oldu.
1997-2000 yılları arasında Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanlığı görevinde bulundu, 2000-2003 yılları arasında Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı ve 2003-2007 yılları arasında iki dönem Bahçeşehir Üniversitesi Rektörlüğü görevleri yaptı.
Ayrıca İstanbul Üniversitesi'nde, Galatasaray Üniversitesi'nde, Bilgi Üniversitesi'nde, Marmara Üniversitesi'nde ve Bahçeşehir Üniversitesi'nde ve Okan Üniversitesi'nde Anayasa Hukuku dersi verdi.
2003 yılından 27 Mayıs 2010 tarihine kadar Vatan gazetesi ve Cumhuriyet Gazetesi'nde de köşe yazarlığı yaptı. 2003 yılından beri köşe yazarlığı yaptığı Vatan Gazetesi'nden, Cumhuriyet Halk Partisi Parti Meclisi'ndeki görevi nedeniyle 27 Mayıs 2010 tarihinde ayrıldı. Yayınlanmış 5 kitabı, çok sayıda makalesi bulunmaktadır.
Süheyl Batum, Oya Batum ile evlidir. Oğlu (d.1985) ve Gizem (d.1990) adında kızı olmak üzere iki çocuğu vardır.
22 Mayıs 2010 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi 33. Olağan Kurultayı'nda CHP üyesi oldu. 23 Mayıs'ta da delegelerin oylarıyla CHP Parti Meclisi üyeliğine seçildi.
29 Mayıs 2010 tarihli Parti Meclisi'nde CHP Merkez Yönetim Kurulu'na (MYK) seçildi.
3 Kasım 2010'da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından Önder Sav'dan boşalan Genel Sekreterlik makamına getirildi.
18 Aralık 2010 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi 15. Olağanüstü Kurultayı'nda 1089 oyla yeniden Parti Meclisi üyeliğine seçildi.
25 Aralık 2010'da toplanan Parti Meclisi'nin kararıyla Seçim ve Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı oldu.
12 Haziran 2011'deki Milletvekili Genel Seçimlerinde, CHP Eskişehir Milletvekili olarak TBMM'ye girdi.
31 Ekim 2014 tarihinde CHP.den istifa eden Emine Ülker Tarhan'ın ardından 4 Kasım 2014 tarihinde Süheyl Batum'un Emine Ülker Tarhan ile aynı yolda, aynı düşünceleri paylaştıklarını belirterek, istifaların süreceği mesajını verdi. Ve Batum, Muharrem İnce, Emine Ülker Tarhan, Ümit Kocasakal, Metin Feyzioğlu, Tuncay Özkan, Umut Oran, Birgül Ayman Güler gibi isimlerin yeni bir değerlendirme için bir araya gelmelerini istedi.
Bunun üzerine 5 Kasım 2014 tarihinde Süheyl Batum, CHP Parti Sözcüsü Prof. Dr. Haluk Koç tarafından; kesin çıkarma cezası istemiyle Yüksek Disiplin Kurulu’na sevki kararlaştırıldığının bilgisini vermiştir.

Emekli Askerler bile Sinmişler
27.11.2019 günü Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD)  Çankaya Şubesinden cep telefonuma gelen bir konferansa davet mesajı aldım. Konferans davetinde AB ve Bilişim Başuzmanı Köksal Özenç tarafından sunulacak “Bilgi ve İletişim Teknolojilerinde Bilgi Güvenliği” konferansını izlemem isteniyordu.
28.11.2019 günü, Selanik Caddesi No 34 kat 3 de bulunan dernek adresine, konferanstan yarım saat önce gittim. Binanın üçüncü katında bulunan ve konferansın yapılacağı küçük salona girdim, üç dört kişi oturup konuşuyorlardı.
Dernek başkanı sandığım kravatlı takım elbiseli şık görünümlü bir erkek, bana “hoş geldiniz” dedikten sonra, ben kendimi “emekli öğretmenim internet gazetecisiyim, bu sizin konferans konusunu resim çekerek haber yapmak istiyorum” diye tanıttım.
Sonradan, dernek başkanı değil de orada çalışan bir memur olduğunu öğrendiğim şık giyinikli kişi buna tepki göstererek, “aman aman kesinlikle olmaz, zaten en şeyden dava açıyorlar mümkün değil” şeklinde endişesini, korkusunu dışa vurdu.
Ona, “oysa konferans ve panelin amacı bilgiyi, kültürü yaymak, halka topluma sunmaktır, işte ben de buna katkıda bulunmak, bu güzel bilgileri internet yoluyla halka yaymak istiyorum, bunun ne sakıncası var, bilgi ve kültür paylaşıldıkça yayılır-dedim. Ama adam “dava mava açarlar, görmedin mi geçmişte ne dava açtılar, mümkün değil olmaz” diye direniyordu.
Aman tanrım, şimdiye kadar davetli davetsiz nice panellere, konferanslara katıldım, bana her türlü kolaylığı sağlıyorlar, ilgi gösteriyorlardı, “etkinliğimiz daha geniş kitlelere yayılacak” diye.
O görevliye, “ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyordum, siz bu etkinlikle kötü bir şey mi yapıyorsunuz da çekiniyor, korkuyorsunuz”, dedim.
Yanımıza yaklaşan bir emekli subaya da aynı şeyleri söyledim. O emekli de “yok yav bunda bir şey yok haber olsun yazılsın iyi olur” dediyse de, karşı çıkan görevli memur olayı abartarak “yok komutanım başımız belki derde girer, dava çarlar” diyerek, içlerine sinmiş belki de Ergenekon Davalarından gelen korkularını, sinmiş hallerini dışa vuruyordu. Yanımıza yaklaşıp “bunda bir şey yok haber olsun” diyen emekli de, boyun bükerek, “memurun dediği o” diyerek sindi.
Kendi kendime, aman Tanrım, ordumuzu ekserlerimizi emekli bile olsalar ta alt kademelere kadar korkutmuşlar, sindirmişler diye üzüntü içinde düşüncelerimi söylemek istedim. Ben böylece, hayret böyle bir şey görmedim, emeklileri askerleri bile sindirmişler, korkutmuşlar diye söylenirken, yanıma başka bir emekli subay gelerek, “gel seni üst kattaki başkana götüreyim, bu görevli memur anlamaz” dedi. Beni üst katta bulunan TESUD Başkanlık odasına götürdü. “Başkanımız bu”, dedi koltukta oturanı gösterdi. Odasında bulunan birkaç kişi ile konuşan, “başkan” denilen beye de, aynı şeyleri söyleyerek, fotoğraf çekip haber yapmak istiyorum bu etkinliğinizi, dedim.
“Başkan” dedikleri bey, tabi fotoğraf çekip haber yapabilirsin, bunda bir şey yok” dedi.
Sadece birkaç kare fotoğraf çekeceğim, ses alacağım ve yazıp internetten topluma duyuracağım, hayret ettim ilk defa sizden böyle bir tepki alıyorum, dedim.
“Başkan” dedikleri bey, “ses mi alacağın, bilmem nasıl olur, ses almasan” falan diyerek o da tereddüdünü anlatmaya çalıştı. Nevrim döndü, konferansta gizli küfürlü bir şey mi konuşulacak, diye söylendim.
Kısaca çok hayret ettim, bu eski Ergenekon, casusluk vb kumpas davaları askerlerimizi emeklilere kadar sindirmiş, bunlar neden çekiniyorlar, paneli, konferansı neden yapıyorlar, halka bu bilgilerin yayılmasından neden korkuyorlar diye düşünmeye başladım. Çok şaşırmıştım, konferansa gelen davetliler salonu doldururken konferansa çeyrek kala, arkadaş öyleyse ben yelken açıyorum dedim, oradan ayrıldım.
Ben de, aynen böyle olmuş bir olayı sizinle paylaşmak istedim.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 
Fotoğraf: Cep telefonuma gelen konferans daveti fotoğrafı. 

“Şu an Türkiye’de muhalefet yok”.
“Biz “demokrasi yaşıyoruz” diye geçiniyoruz ama sermaye yönetiyor. Halk egemenliği yok”
“Bir anaysa sorunu ile karşı karşıyayız, eski anayasa hem devam ediyor, hem devam etmiyor”.
“Türkiye ciddi oranda bir anayasa sorunu ile karşı karşıyadır”.
“Böylesine bir anayasa ile Türkiye hiçbir yere gidemez”.
“yeni bir imparatorluk arayanlar sermayenin dayatması peşinde koşanlar kesinlikle demokrasi istemiyorlar”.
“Demokrasi istemiyorlar, halk kitleleriyle iktidarı paylaşmak istemiyorlar”.

“TC nin yoluna devam etmesi için ikinci bir anayasa uluslaşma programına ihtiyaç var”.


Ankara Barosu Cumhuriyet Kurulu’nun organize ettiği -Anayasa değişikliklerinden kaynaklanan rejim sorunları- sempozyumu Ankara Barosu salonunda 22.11.20119 günü düzenlenmiş, Yekta Güngör Özden ve Sabih Kanadoğlu konuşmacı olarak katılmışlardı. Bu konuşmaları içeren yazımızın birinci bölümde burada sunmuştuk.
Aynı panelin konuşmacılarından Emekli Öğretim Üyesi, ANKA Derneği Enstitüsü Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen’in(1) konuşmasını da yazımızın bu ikinci bölümünde sunuyoruz. Zaman bulursak yazımızın üçüncü bölümünde 24. Dönem CHP Milletvekili-Atatürkçü Düşünce Derneği 2018-2019 Dönem Başkanı Prof. Dr. Süheyl Batum’un konuşmasını sunacağız. Metin uzun olduğundan okuyucuyu sıkmamak için bu değerli konuşmacıların görüşlerini ayrı ayrı vermek zorunda kaldık.
Yazımızın bu ikinci bölümünde Emekli Öğretim Üyesi, ANKA Derneği Enstitüsü Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen’in konuşmasını veriyoruz.
Salonu dolduran çeşitli sivil toplum kuruluşu temsilcileri, stajyer avukatlar, öteki seçkin dinleyicilerin izledikleri konuşmacılar, ilginç önemli açıklamalarda bulundular. Biz de bu güzel ve uyarıcı mahiyetteki konuşmaların dört duvar arasında kalmaması, geniş kitlelere yayılmasını sağlamak amacıyla konuşmaları çözerek yazma gereğini duyduk. Umarız yaralı olur.

Panelin üçüncü konuşmacısı Prof. Dr. Anıl Çeçen sunumunda şunları anlattı:

Anayasa değişikliği sorunları 2

“-Şu an değiştirilmiş bir anayasa düzeni içerisinde TC varlığını sürdürüyor ve önümüzdeki dönemde de, bunun devam edip etmeyeceği tartışılıyor.
Ben bir kamu hukukçusu olarak bakacağım. Kamu hukukunun anayasa hukukundan, idari hukukundan ayrılan bir yönü vardır, teorik bir yönü. Bu yön çerçevesinde hukukla siyasetin ilişkisi incelenir. Siyasi koşulların, siyasi sürecin, siyasal koşulların etkilediği durumda, bu toplumsal yaşama hukuk düzenine nasıl yansır. İşte bu çerçevede konuya baktığımız zaman bu gün karşı karşıya kaldığımız anayasa değişikliklerinin herhangi bir siyasi yapının ya da herhangi bir oluşumun etkisinin ötesinde siyasal süreçle bağlantısının dikkate alınması gerektiği kanaatindeyim.
Bakın bu anayasa değişikliği çerçevesinde anayasa değişikliğini destekleyenler ya da onan ana olanlar, ya da o çerçevede hareket edenler bu anayasa değişikliğinden sonra çok kısa bir süre sonra tutum ve tavır değişikliği içerisine girmişlerdi. Bu değişikliğin yanlış olduğunu, düzeltilmesi gerektiğini, bizim gibi bu değişikliğe karşı çıkanlar değil, değişikliği savunanlar değişikliği savunmaya başlamışlardır. Şimdi böyle bir değişikliğe uğramasının sebebi, tabi üç oluşum vardır.
Birincisi 30 yıllık küreselleşme süreci bir noktaya gelmiştir ve bitmiştir. Küreselleşme sürecinin bitmesi dünya konjonktürünü uluslararası konjonktürünü doğrudan etki etkilemektedir. Zaten böyle bir anayasa değişikliği ile karşı karşıya gelmemizin sebebi de hem küreselleşme, hem de onun bu bölgeye yansıttığı bölgeselleşme akımının sonucudur.  Bu uluslararası süreçler, ulusal süreci etkilediği noktada da tabi ki var olan siyasal yapıya, gerek iktidar yönüyle gerek muhalefet yönüyle yansıdığını görüyoruz ki, tamam iktidarı anlıyoruz da muhalefet niye harekete geçmedi. Niye gereğini yapmıyor, çünkü bana sorarsanız, şu an Türkiye’de muhalefet yok. Mevcut partiler çerçevesinde bu değişime açık bir süreç de bir uzlaşma var gibi görünüyor. İşte düne kadar aynı çizgide olan dinci çizgi ile milli çizgi bir araya gelebiliyor. Ya da bu güne kadar devleti birliği ve bütünlüğünden yana olan Cumhuriyetçi çizgide gerekene önlemeleri almadığı muhalefetin etmediği bu değişimi Anayasa Mahkemesine (AYM) götürmediği bir durumla karşı kaya kalıyoruz. Bunların hiç biri sebepsiz değil. Bu partileri yönetenleri merkezleri var, hepsi dünyayı izliyor. Bu çerçevede de durumu ele alıp değerlendiriyorlar. Ama niye böyle karar veriyorlar, neden bu durumda karşı karşıya bırakıyorlar. İşte onu çözmek durumundayız.
Bana sorarsanız bu anayasa değişikliğinden hemen sonra dünya konjonktürü değişti. Niye değişti biliyor musunuz? Şimdiye kadar tek dünya devleti diye küresel sermaye, küresel şirketler yönlendirirken ki burada büyük şirketlerin tarikatlarla, dini tarikatlarla işbirliği yaparak ulus devletleri parçalamak noktasında alt limitleri hortlatmak ulus devletleri geride bırakmak üzere bunları belirli bir noktada zorlamak, böyle bir süreçle karşı karşıya bırakmak.
İşte o süreç bu anayasa değişikliğinden sonra bitme noktasına geldi ve o sürecin sonucunda bu günkü dünya düzenini kuran emperyal güçlerle bu günkü dünya düzeni sonrasındaki yeni bir düzen kurmaya çalışan emperyal güçler arasındaki çekişmeyi, bu günkü eski dünya düzenini kuran güçler kazandı. Yani ulus devletleri kuran, ulus devletleri dünya sahnesinde belirli bir yere konuşlanan güçler kazandı. Onlar kazandığı noktada anayasa değişikliğinin anlamı kalmadı. Çünkü Anayasa değişikliği, özel sermayenin konjonkturel baskısı içerisinde gündeme geldi ve küresel sermaye bütün dünyaya piyasalar üzerinden egemen olma istediği noktada da hiç her üç şekilde de bir dağını özgül bir yapı değil, aksine bütünleşiş yapıları gündeme getirmeye çalışmışlar. Bu noktada bir ülkede geçmişten gelen Fransız devriminden gelen başlayan bir süreç içerisinde ortaya çıkan ulus devletler, ulus devletlerle beraber gündeme gelen demokrasi ile beraber gündeme gelen demokrasi, bunlar birbirlerini izleyerek tarihsel süreç içerisinde ortaya çıktılar.
Ne zamana kadar, Sovyetler Birliği dağılana kadar, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra dünyada yeni bir konjonktür ortaya çıktı ve küresel sermaye devletleri karşısına aldı. Uzun bir süre ulusal devletlerle küresel sermaye arasında çelişki yaşandı. İşte bu nokta bütün dünya ülkelerini etkilediği gibi Türkiye’yi de etkiledi ve Türkiye’de artık egemen sermaye böyle, bunlarla zaman kaybetmek istemiyorlar. Yok, efendim anayasal düzenmiş, yok yargıymış iktidar değişikliği imiş, bunlarla zaman kaybetmek istemiyorlar, muhalefet istemiyorlar, yok efendim anayasal düzenmiş, yok yargıymış uzun süre beklemek yok. İş gücü bir an önce bitecek hızlanacak…İşte böyle bir noktada tek adam rejiminin hızlı ve kolaylaştırıcı yönü cazip geliyor.
Tek adam rejimini gündeme getiren siyasi yapı iç dinamiklerden daha çok, dış dinamikler olduğunu söyleyebiliriz. Ama o süreç, biz anayasa değişikliğini yaşadıktan hemen sonra bitti. Çünkü Ortadoğu’da savaş konjonktürü tavsadı, bir yandan bastırıyorlardı, bir yandan da savaş konjektörüne zorluyorlardı. Ne oldu bakın iki senedir, bir sürü uluslar arası kongreler yapılıyor hala. Dünyanın gelişi ile ilgili belirli bir şey istiyorlar. Ama dünyayı para gücü ile sermaye gücü ile yönetmek isteyenler küresel sermaye olarak dünyaya baktıkları zaman böyle Fransa yönünden gelmekte olan 300 yıllık uluslaşma süreciymiş, yok demokrasi imiş, yok ulus devletmiş, yok anayasa bunları düşünmüyorlar. Sadece ve sadece bir hükümranlık kavgası var.
Ama şimdi bakın İstanbul’da ajan öldürme noktasına kadar gelen gelişmeler ki, sadece küreselleşme dünyanın her yerinde değil ama bu bölgede de bir odaklanma var. Bu odaklanmada da bir bölgesel yapılanma işi var. İşte büyük İsrail, büyük Orta Doğu ve Yakındoğu konfederasyonu İngilizler, Amerika, İsrail üçlüsünün getirmiş olduğu alternatif yolları bu coğrafyayı bölgeselleşmeye doğru zorladığını görüyoruz. Bu bölgeselleşme süreci aslında Sovyetler Birliği’nin kurulmasıyla başlayan dönemde de gündeme gelmiş, Atatürk bunu iyi tespit ettiği içindir ki İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde Avrupa’lı diktatörlere karşı Balkan Paktını, Orta Doğu’daki oluşumlara karşı da Sovyetler Birliği ile antiemperyalist çizgide birleşmeyi gündeme getirmiştir.


Anayasa değişikliği sorunları 2
Cumhuriyetin kurucu dönemindeki yapı budur. Sonraki dönemde Türkiye’nin Nato’ya girmesiyle beraber Amerika’nın Orta Doğu’ya gelmesiyle beraber, İsrail’in kurulmasıyla beraber konjonktür değişmiştir. Bu siyasal konjonktürün sonucunda biz dönemleri yaşadık. Askeri dönemler yaşadık, darbeler yaşadık, hala bizi askeri dönemlere dönüştürmek sürüklemek isteyen kesimler var. Bunlara karşı demokratik yoldan gideceksek, karşı karşıya kaldığımız konjonktürü iyi tanıyacağız. O konjonktürün içindeki gelişmelerin dünyaya nasıl yansıdığını bölgeye nasıl yansıdığını bizi nasıl tehdit edildiğini iktidarın niye tavır değişikliği içine girdiğini, muhalefetin niye AYM ne gitmediğini ortaya koyacağız. Bunlar gizli kapaklı bir şekilde değil, kapalı kapılar ardında değil, halka açık kamuoyu önünde yapacağız. Çok açık bakın ne diyoruz, bu anayasa değişikliği bittikten sonra gelinen könjoktürde bu savaşı İsrail ve küresel güçler kaybettiler. İngiltere yeniden devreye girdi, yaşanan süreçteki gerginlik budur ve Amerika’da tabi çok büyük bir savaş var İngiltere İsrail arasında ve tabi Amerika da Batı’dan bize yansıyan bir süreçte Avrupa ortada kaldı, AB dağılma noktasına doğru gidiyor, hiç Avrupa duyuyor musunuz. Ama yavaş yavaş bir değişim yaşanıyor. İşte bu geçenlerde, birkaç ay önce, Dış İşleri Bakanı yaptığı basın toplantısında açıkça ortaya yeni bir kavram koycu, “Yeniden Asya”. Şu an TC Hükümeti “Yeniden Asya” dönemini gündeme getirmiştir. Şimdi o zaman “yeniden Asya” gündeme geldiyse TC devletini ulus devlet yapısı ve sahip olduğu devlet modeli, kurucu iradenin ortaya koyduğu model, Fransız Devriminin uzantısı bir yapıdır. Bu o dönemde savaş varken sosyalist sistem dengelenmiştir ki Altı oku üçü sosyalist sitemden, üçü Fransız Devriminden gelmedir. Bir sentezdir, Türkiye’de anayasalara girmiş olan devlet modeli veya kurucu temel irade bir sentezdir. Laiklik Fransız devriminde gelmiştir, devletçilik Sovyet devriminden gelmiştir. Bunları görmek durumundayız ama başımızda büyük baskı olduğu noktada biz bunları konuşamadık ve tartışamadık bile. Geldiğimiz noktada şimdi ne olacak. İsrail’de erken seçim yapıldı sonuç yok, İspanya’da iki seçim üst üste yapıldı üçüncüye gidiliyor sonuç yok. Katalan ya bağımsız mı olacak bölünecek mi bölgeler.
Önümüzdeki dönemde ulus devletler devam mı edecek yoksa eyaletler oluşumuyla parçalanma mı gündeme gelecek. Bu süreç içerisinde biz hukuka çıkardığımız anayasa değişikliğini dikkate alalım, benim gördüğüm siyasal konjonktür açısından konuyu açıkladım. Bu anayasa değişikliğini gündeme getirenler, dünya koşulları değiştiği içindir ki yavaş yavaş bundan vaz geçme noktasına geliyorlar. Çünkü ciddi boyutta bir ucubeyle Karşı karşıyayız, hem anayasa değişti, hem değişmedi. Değişti çünkü yeni maddeler anayasaya girdi; değişmedi çünkü devletin yapısı devam ediyor. Bir tarafta Çankaya’da eski devlet var, öbür tarafta Beştepe’de yeni bir devlet yapılanmasıyla karşı karşıyayız.
Bunlarla birbirimizle kavga ederek gidersek, bu intikam alma noktasına doğru dünyaya ülkeyi götürür ki, biz bunu yaşadık, son dönem bir yıl önce başlayan süreçte bir intikam alma sürecinde yaşandı; biz ikinci bir intikam sürecine biz girersek, bu Türkiye’yi kaosa sürükler. İç savaş beklentilerini ortaya koyar. Şimdi burada hem iç savaş beklentilerini devre dışı bırakmak, hem yenidünya düzeninin yitirmiş olur düzensizlik diye. Koşullara uyum sağlamak gerekiyor.
Bu noktada birbirimizle, özellikle şu an sahip olduğumuz yapıyı koruyarak olabildiğince toplumun bütün kesimlerinin bir diyalog içerisine girmesi gerekiyor. Ancak o şekilde demokrasiyi toplumsal tabana götürebiliriz. Aksi takdirde “biz” ve “onlar” devam eder ki biz “biz” ve “onlar” çekişmesinin Türkiye’yi gündeme getirdiği bir noktada son dönemleri yaşadık, o zaman bunlardan yaralanmak durumundayız.


Anayasa değişikliği sorunları 2
“Şimdi bu durumdan nasıl kurtuluruz?  Böylesine bir durum dış konjonktür nedeniyle Türkiye’ye yansımıştır. Hem uluslar arası küreselleşme uyum noktasında sermayenin tek adam rejimi istemesidir. Bakın tek adam rejimini eleştiriyoruz ama hiç sermayeden hiç söz etmiyoruz. İlgilenen için söylüyorum benim bu konuda yazılmış bir kitabım var Ka-pi-tok-ra-si. Biz “demokrasi yaşıyoruz” diye geçiniyoruz ama sermaye yönetiyor. Halk egemenliği yok bunu görün. Sermayenin yönettiği dünyada da işte kaos nasıl oluyor, Amerika’da görüyoruz, İngiltere’de görüyoruz, düz Avrupa’da görüyoruz.
Şimdi Türkiye’de şartlar değişti, eskinin kalıplarıyla bunu anlamak mümkün değil. O zaman kendi kimliğimizi kaybetmeden mevcut yapımızı koruyarak, kazanılmış haklarımızı koruyarak, sahip olduğumuz kurucu iradeden gelen devlet yapımızı koruyarak yola devam etmenin yolunu aramak durumundayız.
İşte bu noktada yeni bir konsensüs nasıl meydana getirilebilir. Bunu bulabilirsek demokratik süreç içerisinde bu değişimi tamamlayabiliriz. Getiremezsek savaş konjektörünü bizi iç savaşa sürüklemek isteyenler bizi bölge savaşına sürükleyerek yok etmek isteyen senaryoları ile karşı karşıya kalırız ki, dikkatli bakın tarihini göreceksiniz, her gün bunların yansımalarını açıkça görüyoruz.
Geldiğimiz noktada bir anaysa sorunu ile karşı karşıyayız, bakın eski anayasa hem devam ediyor, hem devam etmiyor, yeni anayasa hem geçerli hem değil. O zaman Türkiye çok ciddi oranda bir anayasa sorunu ile karşı karşıyadır. Ya bu anansal süreç devam edecek başlamış olan değişim tamamlanacak, ya bütünüyle bundan vazgeçilecek geri dönülecek miniline edilecek, ya da ne eski ne yeni bir yana bırakılacak bir üçüncü ana yol olarak bir anayasa uzlaşma zemini aranacak.
Buna tabi karşılıklı taraflar kolay kolay kabul edeceğini görmek mümkün değil; bir kere TC nin kuruluşundan gelen, köklerinden gelen, bu günkü devlet modelinin devam etmesi devletlerarası rekabet düzeyi açısından zorunludur. Siz hiçbir devletin kendisi olmaktan vaz geçtiğini gördünüz mü? Evet, Yugoslavya dağıldı, ama emperyalizm dağıttı, evet birtakım devletlerde bir dağılma senaryosu yaşanıyor, evet dış müdahaleler var. Şimdi burada Türkiye’nin geleceği açısından ki Türkiye bir rejim olarak da burada çok önemli bir dönemeci tamamlamıştır o da muhalif güçlere iktidar olma şansı vermiştir. Tekrar ediyorum, muhalif güçlerin kolay kolay bir ülkede iktidar olması uzun süre o ülkeyi yönetmesi de gerçekten kolay kolay herhangi bir dünya ülkesinde görülen bir şey değildir. Bu Türkiye’de yaşanmıştır ve bir siyasal olgunluk olarak belirli bir noktaya gelmiştir, 20 yıl önce seçimle gelenler 20 yıl sonrasında seçimle gitmesini göreceklerdir. Demokrasi devam edecektir, eğer demokrasi içerisinde biz çözümü sağlayacaksak bir iç kargaşaya yönelmeden bir uzlaşma arayışı içerinde bizim mutlaka bu anayasa sorununu çözmemiz gerekiyor. Böylesine bir anayasa ile Türkiye hiçbir yere gidemez. Anayasanın mutlaka yeniden ele alınması gerekiyor. Ya bu partiler arasında oluşturacak bir ortak kurulla bir konsensüs (uzlaşma) ortak rıza sağlandıktan sonra olacaktır. Ya da uluslararası konjonktürün bu bölgeye yansıdığı noktada güç merkezi neresi ise o belirleyecek. Bakın Amerika Almanya’dan vazgeçmedi, hala Almanya Amerikan ordusunun etkisi baskısı altında. Japon anayasasını Amerika yazdı, şimdi yeni ülkeleri anayasa yazıyor, Suriye anayasası hazırlanıyor, Amerika’yla beraber Rusya ortak hareket ediyorlar. Şimdi bunları görerek hareket edeceğiz, biz dünyanın kıyısında köşesinde bu olayların dışında kalmış bir ülke değiliz, tam ortasındayız. Çekişmede çatışmada tam ortasındayız daha da ileri gidip Ankara İstanbul kavgasının içindeyiz. Ankara’yla mı devam edeceğiz, devlet Ankara’da mı kalacak yoksa işte İngiltere İstanbul’a taşınmaya başladı. Yoksa Batı Kapitalizmi gelip İstanbul üzerinden yeni bir imparatorluk macerasına mı girecek; işte yeni bir imparatorluk arayanlar sermayenin dayatması peşinde koşanlar kesinlikle demokrasi istemiyorlar. Demokrasi istemiyorlar, halk kitleleriyle iktidarı paylaşmak istemiyorlar. Demokrasiymiş gibi göstererek egemen güçlerle ortak hareket ediyorlar. İşte bizim gibi ülkeleri bir siyasal çıkmazla karşı karşıya getiriyor. Evet, tek adam rejimine tekrar karşı çıkmak doğrudur, ama bunun arkasındaki nedenleri de konuşmak gerekir. Arkasında tek adam rejimini kim istiyor, normal halk kitleleri mi istiyor, yoksa sermaye mi? Egemen güçler mi, emperyalizm mi güçler mi? Bu kavramları eğer kullanırsak gerçekleri ortaya çıkarabiliriz. O zaman bütünüyle toplum bu işin içinde olur, o zaman alt kimlikler çatışması geride kalır, o zaman ulus olarak bu geldiğimiz noktada uluslaşmak sürecini tamamlarız. TC nin yoluna devam etmesi için ikinci bir uluslaşma programına ihtiyaç var bu gün. Alt kimliklerin öne çıkarılmasıyla ulusal yapılar sarsıldı ve bu ulusal yapının sarsılması nedeni ile ulus devletimizi koruyamaz hale geldik. O zaman bütün bunları değerlendirerek hareket edeceğiz. Önümüzdeki günler çok hareketli hızlı gelişmelerle gündeme gelecek. Bölgemizde ve dünyada çok hızlı gelişmeler olacak. Bunları teker teker bu bölgeye yansımalarını yaşayacağız. O zaman iç kavgayla çatışmayla değil, ama bölgemize ve dünyaya karşı bütünleşmemiz günlere getireceğiz ve bu çerçevede kurucu iradeden kazanmış olduğumuz bu günkü kimliğimizi temel gücü iradenin ortaya koyduğu kuralları ve ilkeleri sahip çıkarak bir bütünsellik içerisinde ülkemizi ve devletimizi koruyarak yolumuza devam edeceğiz”.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 
Sonnotlar:
(1) Anıl Çeçen Kimdir?   Prof. Dr. Anıl Çeçen, 1948 yılında Ankara'da doğdu. Ankara Koleji'ni ve AÜ Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 1971'de avukatlık stajını tamamlayarak Türkiye ve Ortadoğu Enstitüsü'ne asistan oldu. 12 Mart dönemi İdari Reform Komisyonu'nda Merkezi İdare sekreterliği yaptı. Üniversite öğrenciliği yıllarından başlayarak Ulus, Barış ve Halkçı gazetelerinde araştırmacı ve köşe yazarı olarak çalıştı. 1970-1978 arasında arkadaşlarıyla birlikte aylık Adım Dergisi'ni yayımladı. 1972'de AÜ Hukuk Fakültesi'ne asistan oldu. 1974-1978 arasında Halkevleri Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. 1972-1978 arasında Halkevleri Atatürk Enstitüsü Genel Sekreterliğini, 1975-1977 yıllarında Halkevleri 2. Başkanlığını, 1974-1978 arasında UNESCO Eğitim komitesi sekreterliğini, 1976-1986 yılları arasında Sanat Kurumu Başkanlığını yürüttü. 1984 yılından başlayarak serbest avukat ve yazar olarak çalışan Çeçen, 1990'da Danıştay kararıyla üniversiteye döndü. Halen AÜ Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku öğretim üyesidir. Bilim ve düşünce dergilerinde otuzdan fazlabilimsel araştırması yayımlanan Çeçen'in başlıca yapıtları şunlardır: Sendikalizm, Ankara, 1970; Türkiye'de Sendikacılık, Özgür İnsan, Ankara, 1973; Adalet Kavramı, May Yayınları, İstanbul, 1981; Sosyal Demokrasi, Devinim Yayınları, Ankara, 1984; Kültür ve Politika, Hil Yayınları, İstanbul, 1984; Türk Devletleri, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1986; Tarihte Türk Devletleri, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1986; İnsan Hakları, Selvi Yayınları, Ankara, 1990; Halkevleri, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1990.

Uygarlık ve çağdaşlık - Doğan Kuban
Uygarlık tanımı günümüzde çağdaş olmakla örtüşen bir toplumsal niteliktir. Meksikalı ‘Biz Aztek uygarıyız, Çinli ‘Biz Han Çağı uygarıyız’, Avrupalı ‘Biz Rönesans uygarıyız’, Türkler ‘Biz Türk ya da Osmanlı uygarıyız’ derlerse arkalarına bir kuyruk takmaları gerekir.
Fakat uygarlık kavramının bugün kitaplarda okuya geldiğimiz tanımlarla bir ilişkisi kalmadığına dikkat etmek gerek. Geçmiş uygarlıklar deyimi, kültürel gelişmeleri bir ölçüde değişik coğrafi koşullarda, birbirleri ile yoğun bir iletişim içinde olmayan toplumların özgün gelişmeleri, insanlığın ortak kazanımlarına katkısı anlamına geliyor. Bunlar zamanla birbirlerini de etkilemişlerdir.
Günümüzde dünyanın her köşesi için ortak, tek bir uygarlık var. Bu dünyanın ekonomik sisteminin, teknolojisinin aynı verileri kullanmasından, ve iletişimin dünyayı birleştirmesinden kaynaklanıyor.
Dünyanın nüfusunun birkaç yüz milyonu bulmadığı çağlarda, insanlar birbirlerinden hiç haberdar olmadıkları, tesadüfi iletişimlerle birbirlerinden hikaye gibi söz ettikleri, büyük çoğunluğun göçer olduğu, kentlerin söz konusu olmadığı dönemlerde ‘medeniyet ‘ yani uygarlık da yoktu. Kentlerle birlikte, Hindistan’da İndus Bölgesinde Mohencodaro; Mezopotamya’da Ur, Mısır’da Menfis gibi, kent dediğimiz yerleşmelerde ortak yaşam gereği oluşan düzene uygarlık dendi.
Toplumların örgütlenmesi, fiziksel çevrenin yaratılması, insanın kendini doğal yapıdan ayıran bir kimlik göstermesi bağlamında uygarlık özel bir kavram oldu. İnsanların kendi varlıklarının doğadan, akıl nedeni ile farklı olduğu bilincine vararak bu gelişmeye ‘uygarlık’ demeleri çok eski değil. Fakat her izole kültüre uygarlık denmesi de anlamsızdır. Birbirleriyle etkileşim içinde olmayan kültür ceplerine ‘uygarlık’ demenin ne anlamı var, ne de dünyayı daha iyi anlamağa hizmet eder.
Etkisi günümüze kadar gelen çok uygarlık yok. Onların ürünleri de genelde arkeolojik kalıntılar. Maya, Aztek, İnka uygarlıkları konusunda ne kadar ayrıntılı bilgi edinseniz, onların yeri geçmişte kalacaktır. Doğu Asya’da Çin uygarlığı, Güney Asya’da Hint uygarlığı, Ortadoğuda Mezopotamya, Kuzey Afrika’da Mısır uygarlıkları, Anadolu’da birbirlerini izleyen katmanlar, Ege’de Yunan uygarlığı, bizim oturduğumuz toprakların alt tarihi katmanlarıdır.
Aztek, Maya, İnka uygarlıkları sıradan insanın bildiği konular değil. Bir iki ad anımsayanın kendini bilgili sanması zavallı bir övüntüdür.
4 uygarlık ocağı
Yok olmuş bu tarihi gelişmelerin dışında, kimliklerini hala sürdüren ve değişik yoğunluklarla evrensel içerikleri olan dört uygarlık ocağı var: Çin, Hint, Yunan ve yaygın monoteist üç Yakındoğu dininin birbirinin içinden çıkmış evrensel serüvenleri.
Bunlar çağdaş dönemin uygarlık bileşenleridir. Çünkü etkileri güncel yaşamımızda sürüyor. Fakat bunlara mensup olan insanların uygar olması gerekmiyor. Afrikalı, Kızılderili, Çinli, Arap Hıristiyan, Müslüman, Yahudi olabilirler. Fakat içinde yaşadıkları ortamların mensupları ve temsicileridir.
Amerika’da yaşayan Afrikalı ile Arap bedevisinin ilişkileri dinle tanımlanmaz. Amerikalıdırlar. Anadolu köylüsünün dindarlığı İslam uygarlığı anlamına gelmez. Onun için Müslümanlık, namaz kılmak, oruç tutmaktır. Okumamış köylü İslam uygarlığı hakkında bir şey bilmez. Muhammed İslam’ı halka anlattığı sırada Mekke’de okuma yazma bilen, Balazuri’ye göre, sadece 17 kişi varmış. Peygamber de bunların arasında değildi. İslam uygarlığı ürünlerini Hazreti Muhammed’den sonra vermiş. Hadislerin büyük çoğunluğu ‘sahih’ değildir.
Uygarlık tanımı bugünden başlar
Onun için uygarlık tanımı dünden değil, bugünden başlar. Bunların gerçekten en büyüğü ve süreklisi Çin uygarlığıdır. Kanımca modern Çinlinin yaşamına da bir şey katıyor. Amerikalı Lin Yutang’ın ‘Yaşamın Önemi’ adlı kitabını okuduğum zaman bunu görmüştüm. Ben de Lao Tzu’nun Tao Te Ching’ini Türkçeye çevirerek tanımladığım şeye katkıda bulundum.
Bugün egemen olan tek bir çağdaş uygarlık düşüncesidir. Günümüz uygarlığı çağdaş insan düşüncesinin ve duyarlığının yaşam, doğa ve evren bağlamında ulaştığı düzeydir. Paris’te yaşayan Hıristiyan, Müslüman, Yahudi, Çingene aynı uygarlığın mensuplarıdır. Kuşkusuz bu tanım “herkes çağdaş uygardır, ya da uygardır” anlamına gelmez.
İnsanlık hiçbir çağında homojen davranışlara sahip olmadı. İnsanlar da eşit değildir. Fakat insan ortak yaşamın koşullarına uymak zorundadır. Yine de, Brezilya’nın tropik ormanlarının yerlileri, Rio de Janeiro ya da Sao Paulo’nun insanları ile aynı değildir. Taoizm’i de, İslamı da bilmezler. Mercedes’leri de yok. Uygarlık kategorisine girmezler.
Mersedesli ile Beethoven dinleyen
Fakat Mercedes arabasında gözü kara dolaşan bir sergerde ile, Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisinin sonunda koro dinlerken kendini aşan adam arasında uygarlık açısından bir ilişki yoktur. Günümüzde uygarlığın ilk aşamalarında yaşayan milyarlar var. Bu da çağımızın utancı olmalıdır.
Uygarlık dediğimiz, yücelmiş bir düşünce, duyarlık ve üretme çabası, insanların binlerce yıl süren serüvenlerinden sonra, bugün bilim, sanat, felsefe ve teknolojide geçmiş zamanlarla karşılaştırılamayacak bir yaşam ortamı yaratmıştır. Bu ortamın öğeleri her tür İnsan grubuna ulaşabilir. Bunların arasında toplumun her sınıfından insan olur.
Orta halli bir memur, orkestrada flüt çalan bir müzisyen, bir öğretmen, bazen bir büyük patron, bir düşünür, bir yazar, belki bir politikacı uygarlık temsil eden bir düzeye yükselmiş olabilir. Fakat çağdaş sanayinin ürettiği araçları kullandığı; otomobili, yatı, çamaşır makinesi olduğu için kimse uygar olmuyor. Uygarlığın öğeleri, bu günün sınırsız iletişim dünyasında herkese sunuluyor. Fakat vitrinlerdeki eşyalar, uygarlığı tanımlamaz.
Hepimiz çağdaş araçlarla çalışıyoruz. Fakat aynı amaçlarla çalışmıyoruz. Çağdaş teknolojinin sağladığı konforu istiyoruz. Fakat insan düşüncesinin ulaştığı yüksek uygarlık düzeyinin altında yaşıyoruz.
Tarihte de eşitsizlik doğaldı. İnsan eşit olarak yaratılmıyor. Eşit koşullarda yaşamıyor. Bunun zenginlik ve fakirlikle de ilişkisi sınırlı. İletişim çağı insanların çağdaş dünya bağlamında bilinçlenmesine büyük bir hız kazandırdı Çinde 50 000 000 klasik piyano öğrencisinin varlığı bu homojenleşmenin varlığını kanıtlıyor.
Yaratıkların en canavarı
Öte yandan bu gelişmenin arkasında, insanın, yaratıkların en canavarı olduğu, ve insan aklının iyiyi ve doğruyu olduğu kadar kötüyü ve yanlışı da üreten bir mekanizma olduğu gerçeği de var.
Binlerce yıl önce Aristo’yu yaratan insan toplumu, bugün Putin ve Trump’ı ve benzerlerini de yaratıyor. Daha önce de yaratmıştı. Bilim adamları insanlığın kaotik yapısının akıllı yapısından daha güçlü olduğunu ve kendi yaşamını tehlikeye soktuğunu söylüyorlar.
En eski uygarlığı kuran Çinliler yaşamın Kaos (yang) ile Düzen (Yin) arasındaki dengenin varlığına bağlı olduğunu söylemişlerdi.
Yin dişi düzeni, Yang erkek kaos’u simgeler. Düzen ve Kaos birbirlerini yok etmezler. Kötünün olduğu yerde iyi, iyinin olduğu yerde de kötü vardır.
Tanrının cahil kulları, yüzlerce yıl süren sultan kulluğundan sonra, paranın kulu olarak, kendilerine ait olmayan bir dünyanın demokratik sokaklarında, egzoz koklayarak birbirlerini doğruyorlar.
Çağdaş oldular!

Doğan Kuban / herkesebilimteknoloji.com

Dört Dörtlük Bir Kumpas
Saraya çıkarak ERDOĞAN ile gizli bir görüşme yapan ve kendisine CHP Genel Başkanlığı önerilen ve yardım sözü verilen  bir CHP'li iddiasının, tamamen gerçek dışı, çok güzel planlanan, CHP'yi karıştırmaya ve yıpratmaya yönelik, ahlak dışı, alçak bir kumpas olduğu, artık iyice netlik kazanmıştır.
Bu kumpası hazırlayarak uygulamaya koyan kim ya da kimlerdir, isim vererek birilerini suçlamak etik olmadığı için, kumpası şu veya şunlar planlayıp uygulamışlardır diyemiyoruz.
Ancak, bu kumpasın CHP'ye ve genel başkanı KILIÇDAROĞLU'na hiçbir faydasının olmadığı, bilakis zarar vereceği kesin olduğu için, kumpasın CHP içinden planlanmadığını, kesinlikle söyleyebiliriz.
Kumpas; gerçekten çok güzel planlanmış olup, iddianın kamuoyuna duyurulduğu gazetenin ve yazarının seçimi de çok güzel, yerinde ve inandırıcıdır. Zira, Kumpas haberin yer aldığı SÖZCÜ Gazetesi ve başyazarı saygındırlar.
Kumpasın muhatabı ve  baş aktörü Muharrem İNCE'nin seçimi; pek inandırıcı olmasa da, böyle bir iddia ve suçlanma üzerine; İNCE'nin, anında vereceği ağır ve şiddetli sert tepki, bu tepki ile CHP üst yönetimini ağır şekilde suçlayarak, dolayısıyla  CHP'ye de  kurumsal olarak vereceği zarar dikkate alındığında, harika bir seçim olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim, İNCE'nin köyünde yaptığı basın toplantısında hazır bulunan havuz medyasına yaptığı zehir zemberek CHP'yi suçlayan ve CHP'nin içinde bir çetenin var olduğunu beyan eden açıklamaları; kumpasçıların, aktör seçiminde ne kadar başarılı olduklarını gözler önüne sermiştir.
Evet kumpas, amaçlandığı gibi, KILIÇDAROĞLU'nu ve CHP'yi yıpratan etkisine, kamuoyunda çıkardığı sese bakıldığında, çok başarılıdır.
Kumpası hazırlayanlar, derslerine çok iyi çalışmışlar ve dört dörtlük bir kumpası uygulamaya koymuşlardır, kendilerini kutluyoruz!
Kişileri çok güzel analiz etmişler. Muharrem İNCE'yi çok iyi tanıdıkları ve analiz ettikleri belli oluyor. Haksızlıklar karşısında sözünü esirgemeyen aniden tepki verip kızan ve parlayan sabırsız kişiliğini, sivri dilini, özgüvenini  iyi değerlendirmişler.
KILIÇDAROĞLU'na gelince; aslında önümüzdeki kurultay onun için çok kolay geçecek, genel başkanlık seçimini zorlanmadan kolaylıkla kazanacaktır, Muharrem İNCE'nin hiç şansı yoktur. Buna rağmen kumpasçıların İNCE ile KILIÇDAROĞLU'nu karşı karşıya getirmeleri, inandırıcılığının olmaması nedeniyle, başarılarına gölge düşürüyorsa da, İNCE'nin sert çıkışlarıyla KILIÇDAROĞLU'na ve CHP'ye vereceği zarar düşünülmüş olmalı.
Kumpasçılar; KILIÇDAROĞLU'nu da çok iyi analiz etmişler, onun saray alerjisini, Saray’a olan güvensizliğini, kendisine ve partisine zarar vermek adına, saray'dan her türden kötülüğün ve kumpasın yapılabileceğine olan kesin inancını, çok iyi değerlendirmişlerdir.
Kumpasçılar; şundan çok emin olarak yola çıkmışlar. ”Bir CHP'li, gece yarısı gizlice saray'a çıkarak ERDOĞAN ile gizli bir görüşme yaptı ve CHP Genel Başkanlığına seçilmesi için sarayın desteğini alarak saraydan ayrıldı” şeklindeki gerçek dışı bir haberle bir kumpas hazırlar ve bunu ülkenin saygın bir gazetesinde ve saygın bir yazarı vasıtasıyla kamuoyuna servis edersek, KILIÇDAROĞLU; bu saray alerjisi ve saraya olan güvensizliği nedeniyle, bu kumpasa kolaylıkla inanır ve bu kumpası iyi yönetemez, İNCE'nin sert çıkışlarının da  eşliğinde CHP'yi yıpratırız.
Bize göre olay budur.
Nitekim KILIÇDAROĞLU; FOX TV. deki Çalar Saat programında söyledikleriyle, aslında kesin bilgiler edinmediği, elinde hiçbir kanıt olmadığı halde, büyük bir hata işleyerek, olayı doğrulamış ve isim veremeyeceğini söyleyerek, sanki bir isim biliyor da o an için gizliyormuş görüntüsü yaratmış olup, adeta gerçek dışı kumpas haberin içini, kendi elleriyle doldurmuş, kumpasçılara hizmet etmiştir.
Sonuç olarak, KILIÇDAROĞLU da, bu konuda kanıta dayalı kesin hiçbir bilgisi olmadığı halde; esiri olduğu saray alerjisinin ve Saray’a olan güvensizliğinin kurbanı olmuştur.
Kumpası düzenleyenler; AKP ve saray üst yönetimidir diyemeyiz, elimizde böyle bir kanıt yok. Ancak, bu kumpasın, AKP ve Saray'a yaranmak için birileri tarafından planlanarak yapıldığı ve amacının da CHP'yi ve KILIÇDAROĞLU'nu yıpratmaya yönelik olduğu, kesin bir gerçektir.

Güner Yiğitbaşı

26/11/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Kadın'a Yönelik Siyasal İktidar Şiddeti
Dün, kadına şiddetle mücadele günüydü. Kadınlarımız için özel bir gündü.
Çok doğaldır ki; kadınlarımız, meydanlara çıkacaklar ve barışçıl olarak bu özel günlerinde kendilerine yönelik erkek şiddetini kınayacaklar ve protesto edecekler, kadınlara yönelik şiddete karşı gerekli önlemlerin alınması için, siyasal iktidarı uyaracaklardı, bu onların vazgeçilemez anayasal ve yasal haklarıydı.
Bu nedenle; biz de, “KADIN'A ŞİDDET” başlıklı bir makale yazmış ve kadına yönelik erkek şiddetini kınayarak eleştirmiştik.
Daha yazımızın mürekkebi kurumadan bir de ne görelim; erkek şiddeti yanında, siyasal iktidar ve polis şiddetine maruz kalmış kadınlarımız.
Hani güzel bir laf vardır ya, ”imam osurursa cemaat sıçar”. Bizi yöneten siyasal iktidar, kadına saygı göstermiyor ve özel gününde kadına şiddet uyguluyorsa, kadınlara şiddet uygulayan çoğu cahil bazı kendini bilmez erkekler ne yapsın?
25 Kasım Günü’nün, Birleşmiş Milletler tarafından, kadına yönelik şiddete karşı Uluslar arası mücadele günü olarak ilan edilmiş olması, AKP iktidarını ve onun koşulsuz emir ve komutası altındaki valileri ve kaymakamları asla ilgilendirmemektedir.
Birleşmiş Milletlerin ilan ettiği Uluslar arası bir özel gündür, kadına yönelik şiddetle mücadele günü.
Öyle ama; bizi yöneten adamların umurunda değil, kadına şiddet ve bu şiddetle mücadeleye ilişkin özel gün.
Bu gün, adeta bayramlar gibi, özellikle kadınlarımız tarafından kutlanacak ve kadına yönelik şiddet kınanarak, kamuoyunun dikkatlerine sunulacaktır.
Kadınlarımız, bu özel gün nedeniyle bir araya gelecekler, ellerinde pankartlar kadına şiddeti kınayacaklardır.
Barışçıl bu gösteri yürüyüşü, Anayasamıza ve ilgili yasaya göre izne tabi değildir. Bırakın izin almayı, mülki idareye beyanda ve bildirimde bulunmaya dahi gerek yoktur.
Siyasal iktidarın ve onun emrindeki vali ve kaymakamların görevi; kadınlarımızın, bu özel günlerini bir bayram havasında kutlayarak, kendilerine yönelik erkek şiddetini protesto etmelerine ilişkin barışçıl gösteri yürüyüşünü polis şiddetiyle engellemek değil, kadınlarımızın bu gösteri yürüyüşlerini güvence altına alarak, onların huzur içinde özel günlerini kutlamalarını sağlamaktır.
Kadınlarımızdan utanmadınız. Bari, bu günü ilan eden Birleşmiş Milletler ‘den utanın.
Bir de; bizi diktatör olmakla suçluyorsunuz diyerek, hayıflanıyorsunuz.
Bize göre, diktatör olmanın dahi bir asaleti, raconu ve kuralları vardır, diktatörlük de; beğenelim veya beğenmeyelim, kendine has kuralları olan bir yönetim şeklidir.
Bazen; dün özel günlerinde, barışçıl demokratik gösteri yürüyüşü haklarını kullanmak isteyen kadınlarımıza yönelik iktidar ve polis şiddetinde olduğu gibi, öyle yasa ve hukuk dışı uygulamalarla karşılaşıyoruz ki; inanın diktatörlüğü dahi arar hale geliyoruz.

Güner Yiğitbaşı

26/11/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

“Türkiye’deki öğretmenlerin iklimin i sinden haberi yok”.
“Türkiye’nin kültür ikliminde pek bilim adamı yetişmez, bakıyorsunuz fizik dersleri boş geçiyor, din dersleri beş katına çıkmış.
“Türkiye’de zaten bilim deyince “viz gelir tırıs gider” diyorlar.
“Bilimde güzellik çirkinlik yok, iyilik kötülük yok, bilimde sadece gerçeklik var.
İnsanlığı tehdit eden iklim felaketi
Ankara’da Emekli Memurlar Derneği, haftanın her Salı günü ülkemizin, dünyanın kısaca insanlığı ilgilendiren her konuda çeşitli sorunlarla ilgili aydınlatıcı, kültürel konferans ve etkinlikte bulunmakta. Bu bağlamda 19 Kasım 2019 günü, dernek salonunda, dernek üyeleri ve öteki davetlilerin katılımları ile Prof. Dr. Ali Ercan(1) tarafından “insanlığı tehdit eden iklim felaketi” konulu konferans verildi. Prof. Dr. İlgi ile izlenilen sunumunda şu açıklamalarda bulundu:
“-Dünyada iklim değişikliğinin bir felaket olduğunu bilmeyen birkaç ülkeden biriyiz. Ta 1990 lardan itibaren dünyada iklim konusunda toplantılar oluyor, bu toplantılar dört beş yılda bir yapılmakta, en son 2015 de Paris’te toplantı oldu, Paris toplantısında iklimin bu kadar insan üzerinde etkisinin nedenli iklim sonuçlarını önleyebilmek için ülkeler bir araya geldi. 195 ülke Paris’te bir anlaşmaya imza attılar. Bu anlaşma bütün ülkelerin iklim değişikliğine karşı tedbir önlem alması yönünde bir anlaşmaydı ama Türkiye de imzaladı tabi, 195 ülkenin içindeyiz. Fakat bu anlaşmada ilk ayrılan ülke Amerika (ABD) oldu. Başkan Tromp dedi ki, “bu Allahın işidir, Allahın işine karışamayız”. Türkiye’de maalesef Meclisinden geçirmedi bu anlaşmanın hükümlerini. Bütün gariban ülkeler dâhil tüm ülkeler meclislerinde onayladılar, birkaç ülke Amerika, Türkiye de mecliste onaylamadı, yanımızda Angola var, Libya var, Yemen var bu ülkeler var, yani beşinci alınsı sınıf ülkelerle aynı klasmandayız.
İklim kelimesi nedir? İklim Yunanca bir kelimeden üretilmiş, değişiklik anlamına geliyor, genel olarak iklim, bir ortamdaki değişikliklerin sistematiğidir. Yani bir ortamdaki değişiklikler. Ama Ortam deyince akla hava geliyor, yani atmosferdeki olan bitenler, sıcaklık, basınç, rüzgâr, yağmur fırtına vs. İklim deyince bunları anlıyoruz.  Ama iklim genelde ortam deyince değişik ortamlardan bahsedilebilir, mesela kültür iklimi. Türkiye’nin kültür iklimi, Türkiye’nin kültür ikliminde pek bilim adamı yetişmez, bakıyorsunuz fizik dersleri boş geçiyor, din dersleri beş katına çıkmış.
Kültür ikliminin dışında diğer iklimlerden de bahsedilebilir ama onlara girmeyeceğim. İklimde bizim için karşımıza çıkacak en önemli anlayış zorluğu insan kafasını zorlayan hatta bocalatmamıza yol açan bazı hesaplar var, bunlar matematiksel hesaplar. Mesela duymuşsunuzdur; satrancı bulan adamın aldığı ödül, demiş ki ,”padişahım bana ödül olarak vermek istiyorsanız satrancın her karesi için bir,  ikinci karesi için iki, sonraki 4-8- 16 buğday tanesi verin. Padişah, “tiz vurun bu adamın kellesini benimle dalga geçiyor”. Adam, “efendim beni yanlış anladınız, maliyecileriniz bir hesaplasın”. Bir hesaplıyorlar ki, buğdayların miktarını, ikişer, dörder, peş peşe faiz hesabıyla 64. Kareye geldiği zaman buğdayların miktarı dünyanın yetiştirdiği buğdayı 600 katı, iki yüz yılda dünyanın yetirdiği buğday söylenen 600 katı.
Daha da çarpıcı görüneni, bir kâğıdı siz alıp önce ikiye, sonra bir daha katlasanız oluyor dört, bir daha katlasanız oluyor sekiz tane, bir daha katlasanız oluyor 16 tane, peki 42 kere katlarsak ne kadar olur? Yükseklik ne kadar olur, aya kadar yükselir, 42 kere katlayınca.
 Ona benzer bir soru olarak da, konumuz dünya ile ilgili olduğu için, dünya için sorayım, mesela bir nilüfer yaprağı düşünün. 20 lira kadar 100cm kare büyüklüğü olsun, her gün iki katlanarak büyüse, iki, dört, sekiz, on altı dünyanın yüzerini kaç defa katlar?  Bir günde, misal vereyim, şu salon km kare varsa 12 defa katlıyor, ne kadar katlar mesela 46 gün de dünyanı kapladığı yer şu kadar oluyor, dünyayı tam kaplaması için ne kadar sürer? 46 günde bu kadar olursa tam 56 ncı günde dünyayı kaplıyor. İnsanın beyninin şaşırdığı bu hesap, memlekette matematiği de toplamayı çıkarmayı bilen yok, bırakın çarpmayı bölmeyi, böyle bir hesabı yapacak durum da yok ülkemizde. Ülkenin ekonomi bakanı da bilmiyor bu işleri.
Böyle bir hesaptan yola çıkarak şunu anlıyoruz ki dünyamız, “mavi gezegen” dediğimiz dünyamız gerçekten çok küçük dünya büyük değil. Eskiden, bin sene önce dünya büyüktü, çünkü insanlar atla gidiyordu, yürüyerek çok yerlere, insanların sayısı azadı, mesafeler büyüktü, gidiyorsunuz binlerce km hiçbir insana rastlayamıyorsunuz. Ama dünya çok küçük şimdi, neden küçüklük, büyüklük izafidir. Bu salon büyük mü, küçük mü diye sorarsak 10 kişi için yeter, ama 100 kişi buraya sığmaz, küçüklük büyüklük izafi bir kavram.
Dünyamız şu anda üzerinde yaşayan sekiz milyara yakın insanlar için, onların tükettiği malzeme için çok çok küçük, öyle ki biz dünyanın bize verdiği balık, meyve, sebze, bütün nimetler yani yaşam kaynakları, su dâhil bunların içerisine, yeterli görünmüyor, şimdi dünyanın verdiklerinden bin misli daha fazlasını alıyoruz. Öyle ki buna dünyada “sınır aşım günü” diye bir gün koydular. Öyle ki mesela 2019 yılında 31 Temmuzda bitti dünyadan aldığımız. Yani 31 Temmuzdan itibaren 2020 nin nimetlerini alıyoruz. Dünya sürekli borçlu kalıyor. Birçok milyonlarca milyarlarca fakir fukara dünyada var mı yok mu, Afrika’nın, Güney Amerika’nın, Hindistan’ın vs insanlarının yüzü suyu hürmetine. Seneye bu 2020 bu 25 Temmuz’da olabilir. 69 da başlamışlar bu hesaplamaya, 69 dan bu yana böyle.
1960 yılından beri, bilim adamları barbar bağırıyorlar, ama günü gün etmekten başka bir şey düşünmeyen politikacılar, bütün dünya ülkelerin politikacıları, hangi rejim hangi ideoloji olursa olsun, Mustafa Kemal’in işaret ettiği konuyla zerre kadar alakası yok. Hatta en gerçek yol gösterici bilimdir”. Bilim insanlarının bu sözlerini ne Amerika’sı, ne Almanya’sı, ne Rusya’sı ne Çin’i hiçbir tutmuyor. Türkiye’de zaten bilim deyince “viz gelir tırıs gider” diyorlar.
1960 dan beri bu konular konuşuluyor, dünyanın gittiği yol yol değil; kapitalist sistemin yolu yol değil; dünya insanlık bindiği dala basıyor; ne yaptığını bilmeyen bir sürü halinde yaşıyorlar. İnsanlar sürekli meşgul ediliyor masallarla, günlük olaylarla, sürekli meşgul ediliyor, sürekli. Çünkü ne taş devri, ne ilk çağlarda insanlar herkes kendi yemeğini kendi buluyor da, herkes meşgul idi. Şimdi günümüzde üç kişi çalışıyor, 97 kişi yiyorsa, Kızılay’a gidin insan yürüyemiyor, hep birbirine çarpmaktan. Akşamleyin çeşitli bir şeyler yiyecekler, hiçbir şey üretmediği halde, dünya böyle. Çok kötüye gidiyor aynen 2-4-8 gibi felakete doğru gidiyor, şaşıracaksınız 56 günde nasıl dünyayı kapsıyorsa, felakete gidiyor insanoğlu. Bunu hisseden bilim adamları bunu söylüyorlar. “Kanserin beşinci safhasındasınız” diyorlar, daha ne desinler. Ama maalesef ilgisiz kalıyorlar. Ama gençlik özellikle bu bilgisayar sayesinde bilgilenince gençlik daha heyecanlı olmaya başladı, haklı olarak. Biz göçüp  gideceğiz belki 2050 yi belki görmeyeceğiz, ama 2050-2100lerde olan bitenler,  şimdi doğanların veya üç beş yaşında olanların istikbali olacak. Herkese sorsan,”torunum torunum” diye sever, torunun ne gibi şartlarda yaşayabileceğini düşünebiliyor mu insanlık?
Dünyamız küçük, bizim mezarımız da burası, beşiğimiz de burası. Bir de iklim derken ortamdaki değişimin sistematiğidir, yani değişimi ölçmek, değerlendirmek, o sisteme göre hareket etmek. Dünyamızın üç iklimi var, bütün dünyamızın, dünyamızın içinde bulunuyor güneş sistemi. Yani güneş sistemi güneşe çok uzak olsaydı soğuktan bir canlı meydana gelmeyecekti; çok yakın olsaydık mesela Venüs gibi aşırı sıcaktan yok olacaktı canlılar. Öyle bir mesafedeyiz ki, yaşanabilir alan, o alanda daracık,  hâlbuki Güneş Sistemi, sekizinci son gezegene kadar Neptün, ondan sonra birçok milyonlarca eşya dönüyor taşlar kayalar, küçük küçük faylar vs oraya kadar yedi buçuk milyar km ye olan mesafeye kadar olan sadece burada bulunan bir gezegen varsa, ancak onun şansı var üzerindekini yaşatmaya bu da bizim gezegenimizdir. Başka gezegen yok, Marsa gidiş falan yok bunların hepsi küçük.
İnsanlığı tehdit eden iklim felaketi
İnsanlar orayı berbat edince oraya göçtü-Amerika’ya göçtü, Amerika’yı da berbat eden Marsa göçer gibi çok basit bir düşünce var bütün insanlarda. Ben sadece ülkemin zavallı insanları işaret etmiyorum, bütün dünya aşağı yukarı Türkiye gibi, genel durum bu.
Dünyamız küçük bir alan, güneşten itibaren 500 tane sandalye var, herkes bu sandalyeye arka arkaya oturmuş ancak şuradaki sandalyede oturan bir sandalye var, bu sandalyede oturan yaşıyor, diğerlerin hepsi ölüyor. Dünyanın güneşin etrafındaki mesafe meselesi bu şekildedir.
Buna rağmen şu muazzam bir mesafe ki, gerçek mesafeye bakarsanız, korkunç bir uzaklık var, güneş sisteminin bittiği noktaya kadar, bittiği dediğim yavrularıyla beraber galaksileriyle oluşan bir güneş düşünün bulunduğumuz yerde şu anda saniyede 200km hızla uçuyoruz, farkında değiliz; bizim güneş etrafında dönmemiz bile saniyede 30 km dir. Güneş de bütün bu yavrularıyla beraber saniyede 200 km hızla dönüyor. Buna rağmen bu muazzam mesafenin içine güneşten bir trilyon güneşin sığacağı bir mesafe alandır, bir trilyon güneşin sığacağı bir küre düşünün. Buna rağmen bu kadar büyüklük güneş sisteminde bizim dönmemiz saniyede 30 km dir. Bizimle gezegenler arası, bağlantılar, gezegenlerin konumları, belli yıldız kümeleriyle olan ilişkimiz vs bizim buradaki iç iklimimizi de değiştiriyor, yani belli aralıklar değiştiriyor.
Yaşayan bir gezegen diğerlerinden farklı tabi, bu kadar büyük olmasına rağmen, güneş sistemi, evrenin yanında, mikroskopla görülen bir virüs dünyanın yanında ne kadar küçükse, bizim o kocaman dediğimiz güneş sistemi ve bizim görebildiğimiz evrenin yanında o kadar küçük kalıyor. Bu rakamlar, bu mesafeler, bu alanlar insan beynini zorlayan, bocalattıran rakamlar.
Onun için insanlar aldırış etmeyerek “işi yoluna bırakalım” diyorlar.  
Gelelim sadece dünya ile güneş arasındaki münasebetimize, bizim hayatımızı borçlu olduğumuz güneş, yani bize canlılar için gerekli olan güneş bize epeyce bir mesafede 150 milyon km kadar. Çıkardığı muazzam bir enerji çıkarıyor, ancak çıkardığı o enerji iki milyarda biri dünyaca küçük alana isabet ediyor; şuraya gelen hava, bütün çevreye yaydığı alan iki milyarda biri kadar.  Bu bile bize yetiyor dünyamızda yaşamın meydana gelişine ve yaşamaya, yaşamın devam edişine yetiyor.  Üzerindeki sıcaklık mesafe aşağı yukarı sabit kaldığı için, üzerindeki sıcaklık 5175 beş bin yetmiş beş derece Kelvin, bayağı bir sıcaklık altı bin derece diyebilirsiniz. Ama merkezinde 15 milyon derecelik bir sıcaklık var.
Termo denge bize şunu gösteriyor, eğer güneşten aldığımız enerjiyle, güneşten dünyaya bizim evrene dünyanın da bir yüzey sıcaklığına göre, evrene yaydığı sıcaklık var. Onu dengelersek aldığımız enerjiyle verdiğimiz enerjiyi, sonuçta bakıyoruz dünyanın sıcaklığı ortalama altı derece. Yani suyun buz tutmasının biraz üzerinde bir sıcaklık, ortalama.
Fakat bizden bir önceki Venüs ve bir sonraki Mars’ın yüzeyine bakın birisi artı 55 derece çok sıcak bu mesafede, Mars’ın ise eksi 47 derece, ekvatorunda bile sıfır derece. Dolayısıyla Mars çok soğuk, Venüs çok sıcak, fakat Venüs’ün başına başka bir felaket daha geldi. Venüs zamanla çıkardığı kötü atmosfer yüzünden, karbondioksiti çok yoğun olduğundan sera etkisiyle ısınmaya başladı. Sera etkisini bilirsiniz, hepinizin arabası var, arabanın camlarını kapattığınız zaman içerisi kızgın bir sıcaklık olur, hâlbuki dışarıda normal serinlik vardır 20-30 dercedir. Ama sanki içerisi 45-50 derece olur, niye camdan giren ısı veya ışın dışarı çıkamaz da onun için camdan giren ısı içeride birikir, buna SERA etkisi diyoruz.
İnsanlığı tehdit eden iklim felaketi

Sera etkisi ile Venüs’ün yüzeyindeki sıcaklık 460 derece sıcaklık oluşuyor. Venüs’ün yüzeyinde Alüminyum bile erir. Venüs’de zaten hava çok zehirli Venüs’te bulunsanız zehirden mi ölürsünüz belli değil (çünkü karbondioksişdi var), basınçtan mı ölürsünüz belli değil, bir arabayı bile ezecek bir atmosferi var ve sıcaklıktan mı ölürsünüz; böyle bir gezegendir. Herkes onu “erkekler Mars’tan kadınlar Venüs’ten geliyor” diye derken bunu mu kaydettiler bilmiyorum.
En az iki buçuk milyon yıldır biz tüm atalarımız hayatta, yani artık yürüyen, dik yürüyen homosapensle en az iki buçuk milyon yıl. İki buçuk milyon yıl öncesine kadar dünyanın sıcaklık tablosu bu tablo, yani bu insanların en önemli ölçümlerinden bir tanesi, bu tablo. Ozonun x ozonu tanrı parçacıklar diyorlar o ne kadar önemli bir buluş ne kadar bilimde yukarıya çıkaran bir şeyse şu ölçümlerin yapılması da aynı. Gördüğünüz gibi sıcaklık hiçbir zaman 17 dereceyi geçmemiş, gezenimizin üzerinde; 17 derece ile 6 derece arasında gitmiş gelmiş. Ortalaması yavaş yavaş 16 dan başlamış şimdi yavaş yavaş iniyor, ama gittikçe daha böyle iniş çıkış. Şurası iki buçuk milyon yıllık mesafe yani, şunların her birinin arası (grafikten gösteriyor), yüz bin sene, iki yüz bin sene öyle mesafe çıkıyor, iniyor. 17 dereceyi hiç geçilmemiş, problem burada. Paris’teki anlamanın nedeni, şu anda dünyanın yüzeyi 15 derece ve biz hızla onu delip yukarıya doğru gidiyoruz. On yıl 17 dereceyi geçmemiş ama eğer duyarsam bir derece, iki derece budur. Yani şu sınırı geçmeyelim geçerse ne olacağını bilmiyoruz, Venüs gibi mi olacak. Ama diyorsunuz ki, “benim ömrüm ne olacak, bu bana yetmez, benden sonra tufan” diyenler dünyada. Herkes ölecek ama yüz sene sonra, iki yüz sene sonra, insan ömrü yüz yıl çok uzun. İki yüz yılın üzerinde ama gezegen için nokta bile değil. İki buçuk milyon yıl önceki insandan bahsediyoruz.
Bu sorumluluğu hisseden insanlar, ancak kültürü gelişmiş toplumlardır. Kültürel gelişmişlik kendini değil, kendinden sonrakileri düşünen beyinlerin çoğunlukta olduğu toplumlar. Bu toplumlar öyle hikâye ile masallarla, siyasal laflarla veya ideolojik anlatımlarla geçirecekler değil. Onun için Mustafa Kemal, “hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir” demiştir. Bilim derken bu bilim, hatta onuncu yıl nutkunda da, “Türk milletinin elinde tuttuğu meşale müspet ilimdir” dedi. Yani fizik, kimya, biyoloji, matematiktir. Edebiyatı, felsefeyi veya ilahiyat filan değil.
Bunu biraz açayım, son beş yüz yıllık kısmını, o kısımda sıcaklıklar inip çıkıyor, fakat başka şeyler de var, havanın sıcaklığını ölçen, taşlardan, kayalardan, birikimlerden, yerin altındaki katmanlardan çok ince hesaplarla yapıyorlar bu ölçümleri.
Aynı şekilde buzullardan kesilip çıkarılan 10-20-30 metre uzunluğundaki buzullardan da çıkarılıyor. Şaşırılarak görüldü ki, dünyanın sıcaklığının yükseldiği alçaldığı yerlerde karbondioksit de yükselmiş alçalmıştır. Yani karbondioksitin yükselmesi, alçalması sıcaklık yükselmesi ile başa aş oluyor. Tavuk yumurtasını o mu çıkarıyor, civciv mi? Ama bildiğimiz bir şey var ki, mesela bunları üst üste koyarsak, grafikleri çakıştırırsak şöyle oluyor, bir grafik çizgisi kırmızılar karbondioksiti, maviler de sıcaklığı gösteriyor. Yine sıcaklık 6 ile 17 derece arasında. Karbon dioksit ölçümü de miktar yani kiloda kaç gram var. Eğer bir tonda bir gram varsa ona bir ppiem diyoruz, milyonda bir demek. 1 gram bir tonun milyonda biri. Bir ton toprakta bir gam altın varsa bir ppidem altın denir. Şimdi 300 ppidyemmiş en fazla, 300 ppiyem en az da bu (grafikten) Karbondioksit miktarı da oranı da böyle çıkıyor, aynen nefes alan canlı gibi. En az iki milyar yıldır iyi kötü canlılık var. Gerçi bizim gibi omurgalılar 600 milyon yıldan beri var ama tek hücreliler falan çoktan beri var, yosunlar algler vs
Onun için dünyamız nefes alıp veren bir belli bir periyotla gidiyor, ama alt ve üst sınırları var. İşte problem burada, Problem şu, şu ana kadar üç yüz ppiyemi geçmeyen karbondioksite biz şu anda 410  ppiyeme çıkarmış durumdayız. Bunu biz derken dünya insanlarını kast ediyorum.
1800 de malum biliyorsunuz bir endüstri devrimi dedikleri devrim oldu, nedir o, makineleşti, daha hızlı oldun insanlardan çok makineler çalışmaya başladı. Fabrikalar tüttü, kömür madenleri açıldı. Gerçi kömür binlerce senedir biliniyor. Sonra petrol de bulundu ama bunların yoğun kullanılması birden bire arttı ve havaya sürekli karbondioksit veya metan gibi sera gazları üstelik ve insanlık bu atmosfer içinde, atmosfer herkes için geçerli. Sizin haberiniz yok, adam “burası benim memleketim” diyor.
Yani bağımsızlık konusunda dikkatle konuşmak lazımdır. Niye bağımsızlık, sen bu ülkede her şeyi yapamazsın, sen bu ülkede bacalar kaldıramazsın yani güçlü Almanya’ya, Fransa’nın yakasına yapışmak lazım. Sonra Amerika neresi, Türkiye neresi, o adam havaya baca yaptı sonuçta böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Bu gün kullandığımız enerjiye, temel enerjinin yüzde 80 i şu gördüğünüz yüzde üçü, su, petrol, doğalgaz. Yüzde 20 si suydu, bir zamanlar nükleer enerji vardı o da gittikçe azalıyor, tepkiler filan var, bir miktar da diğer konular rüzgâr, güneş gibi. Yüzde 80 i fosil yakıtlar, yani yerden çıkan yakıtlar ve biz onları yaktığımız zaman karbondioksiti dışarıya çıkarırız. Nefesle verirken de karbondioksit veriyoruz, bütün öteki çalılar gibi, hiç değilse bizim verdiğimiz nefesi dengeleyen bir orman bitki sistemi var. Birbirimize bağlı olarak yaşıyoruz.
Şu anda adam başına 76 gıgaju yapıyoruz, yediğimiz yemekler besinler bunun üç gıgajunu karşılıyor, bir ggıaju bir enerjidir, yani orantısına bakın ve dünyada adam başı altı tona yakın karbondioksit çıkarıyoruz şu veya bu şekilde.
Kömür, doğalgaz, petrol yüzde 80, yüzde 51 ni tutuyor enerji toplu değeri, ayrıca yüzde 38 e elektrik üretimine veriliyor, ama elektrik üretirken, nerede ise yarısına yakını gene dışarıya atıyoruz. Hiçbir fabrikaya kömür sokun hiçbir zaman bire bir elektrik alamazsınız. Soktuğunuz kömürün çoğu yarsına yakını dışarıya çoğur olarak gidiyor ısı, veya toz-toprak olarak gidiyor. Bu tabiatın kanunun, hiçbir şeyi bire bir kullanamazsınız. Sonuçta bakıyorsun üç birim enerji kullandıysan, işe yarayan kısmı grafittir, binalarımızda, ulaşımda şurada burada endüstride ikisi yani toplam enerjinin ancak üçte ikisini (2/3) kullanıyoruz.
Kullandığımız enerjinin ne kadarını verimli kullanıyoruz, onun da üçte ikisini(2/3) üçte iki üçte iki ne yapar, yüzde elli kara, bu kadar israf yaşayan bir insanlık var.
Evrensel yasa, en azından fiziğin A sını bilmeniz lazım, hareket enerjisi yüzde yüz ısıya döner ama ısı enerjisi yüzde yüz hareket enerjisine çıkmaz, yani benzini siz yüzde yüz kullanamazsınız,  bir kısmını, bazen de bir çok kısmını dışarıya atmak zorundasınız. Bu iki kanuna birine enerji kanunun, birine entropi kanunun diyoruz. Bilimde sadece gerçeklik vardır, bilimde güzellik çirkinlik yok, iyilik kötülük yok, bilimde sadece gerçeklik var.
Türkiye’de birçok kurulu gücümüz elektrik santrallermiş var, bunların üretim kapasitesi 600 milyar KW saat elektrik üreteceği yerde,  b iz ancak 330 milyar kw saat üretiyoruz. Her santral üretimin biraz kendisi kullanıyor, yüzde beşini, sonuçta yüzde yedi kadar da tellerde şurada burada kaçaklar var, onlarla beraber yüze 290 milyar kw saat yıllık elektrik üretimi, kullanımı.
Bir de kayıp kaçaklar var, sizlerden garibanlardan, parasını ödeyen saflardan alınıyor ya, onun adı hırsızlık, hırsızlığa Türkiye, nedense kayıp diyor; kaçakları anlarım tellerde yollarda mecburen, ama yüzde 15 hırsızlık var. Yani her yedi kişiden bir tanesi, abone değil, bu hırsızlığa bakıyorsun Türkiye’de en çok Doğu illerinde var, kancalar atıyorlar, Türkiye’de, hırsızlığın yapılmadığı bir vilayet de yok. En çok Doğu’da Şirnak, Mardin, Batman, en az da Denizli, Karabük, Sakarya, Bilecik vs.
İnsanlığı tehdit eden iklim felaketi
Bunu gençlerin bilmesi lazım,  ama madem gençler gelmiyor bunları torunlarınıza anlatın.
Türkiye bu yaşadığımız topluma yeterli mi, değil mi? Türkiye içinde bulunduğu ülkelerden kendine yeten beş ülkeden biri olduğu söylenirdi. Yeterdi de niye yetmez oldu. Nüfus üçe beşe katlandı, üstelik senin kullandığın elektrik dedenin kullandığının üç mislini kullanıyorsun. Sadece nüfus artma değil, kullanma orantı da yüksek. Nüfusumuz Türkiye yurttaşları 84 milyon, bunun 80 milyonu yurtta Türkiye’de yaşıyor, dört milyon da yurt dışında. Ayrıca, ben Suriyelileri saymıyorum, Türkiye’de dünyanın çok değişik ülkelerinden gelen iki milyon kadar yabancılar yaşıyor. Yabancılar artacak, dolayısıyla Türkiye’nin nüfusu 82 milyon. Nüfusumuza göre durumlara bakalım, Türkiye ne yapıyor, ne ediyor. Binde on bir Türkiye’nin nüfusu, yani dünyada bin kişi varsa, Türkiye’nin nüfusu 11 kişi. Ama bize ayrılan toprak köyün tarlası da bin metre kare ise bize altı metre kare yer var. Anadolu bu büyüklükte, dünyanın binde altısı, dünya topraklarının binde altısı Türkiye, ama Dünya nüfusunun binde on biri Türkiye, topraklarına göre iki misli fazla nüfus var. Yani Türkiye’de 40 milyondan fazlası haram. Hala “çocuk üretin” diyor tavşanlar “üç olmasın beş olsun” diyor.   Niye ona oy lazım, basit insanlar lazım.
Su binde beş o da normal, enerji binde iki, enerji derken hani yenilenmeyen enerjileri söylüyoruz, kömür gibi, petrol gibi, yani on bir kişiye iki enerji, onun için yüzde seksen dışarıya bağımlı. En büyük cari açık enerjide kaynaklanıyor, genelde on bir dolarını bize veriyorlar, bin doların dokuz dolarını alıyoruz yani ortalamanın altındayız.

Üç enerji kaynağı kömür daha doğrusu fosil yakıtların durumuna, fosil yakıtlar, 1800 lerden sonra, sanayi devriminde sonra 1800 lerden sonra bir çıkış var. Şimdi herkes kömürü kullanıyor, kömür artışı artıyor fakat 1900 lerden sonra petrol başlıyor kullanılıyor, arkasından doğalgaz. Muazzam bir kömür yakıtı var. Bu halen devam ediyor, 1950 den itibaren fişek gibi yükselmiş durumda. 1950 de bir buçuk cıgaton-bir buçuk milyar ton karbondioksit artarken, şimdi on bir buçuk milyar karbondioksit atıyoruz, bir yılda havaya.
Peki, 1950 den bu yana nüfusumuz ne kadar arttı? Ama kullandığımız enerji yedi buçuk katına çıktı. Karbon ayak izimiz iki buçuk katına yani 1950 deki insanın iki buçuk misli insanın ağırlığına bedel. Giydiğimle, yediğimle, kullandığımla yani oradaki iki buçuk kişinin aşıyor.
İnsan kaynaklı küresel karbondioksite bakarsanız en başta en çok karbondioksit çıkaran ülke Çin görülüyor ama garibanlar, insan başına yedi ton kullanıyor. Ama toplam olarak Çin tüm dünyayı kirletiyor.
Öte yandan Amerika var ikinci sırada, Çin’in üç katı adam başına karbondioksit çıkarıyor, nüfusa göre; üç katı nüfusu da bunun yarısı 6 katı fazla üyeleri var ABD nin Çin’e karşı. O arada Çin’in milli geliri adam başına Türkiye’yi geçti, şu anda Çin on bin dolar çizgisini geçti, adam başına; Türkiye halen 9600 larda. Dünya nüfusunun yüzde biriyiz, binde on.
Türkiye şu an altı ton karbondioksit çıkarıyor, dünya ortalamasının biraz üzerindeyiz. “Bana ne biz garibanız” diyemeyiz. Biz de başta Fransa, Çin kadar başta Amerika belası var. Amerika’nın başındaki patron, “ben iklim miklim anlamam” diyor, problem bu. İnsanoğlunun çıkardığı karbondioksitin yarısını ormanlar dengeliyor. Yani o ağaçlar o karbondioksiti alıyorlar, karbonunu alıp dışarıya çıkarıyorlar ve oksijen de bizim ciğerlerimize nefes olarak giriyor, onun sayesinde yaşıyoruz. Brezilya’nın ormanları, Sibirya’nın ormanları, ülkemizin ormanları; Brezilya cayır cayır yandı, içim yandı, Türkiye’den hiç bir adam bir laf etmedi. On adam gidip Brezilyanın elçiliğinin önüne bir çelenk koymadı.
Altıda biri (1/6) denizlere sulara gidiyor, yani yaklaşık çıkardığımız karbondioksitin ancak üçte biri (1/3) atmosfere gidiyor. Dünyayı saran cam gibi sera etkisi oluyor. Şu ana kadar 520 cıgaton.  Atmosfer yüz km yüksekliğine denir, bu atmosferin katmanlarıdır, katmanları yüz km dir. Şu dünyanın yüzeyinden baktığınız zaman stratosfer, mezosfer, iyonosfer var, yüz km. Ama bizim havanın bulunduğu nefes aldığımız hava buraya sekiz km yi geçmiyor, uçakların uçtuğu kısım sekiz km, buradan Çankaya’ya kadar mesafe kadardır, hava aldığımız mesafe. Yumurtaya benzetirseniz, yumurtanın zarından daha ince, bizim atmosferimiz, dünyanın yanında. Yıldızlara kadar hava gitmiyor, hava çok az, çok kıymetli, bunu kirletmek, yediğimiz yemeği kirletmekten farkı yok. Onun için geçler ayakta, gençler bunları biliyor, onların öğretmenleri bunları öğretiyor. Türkiye’deki öğretmenlerin iklimin i sinden haberi yok, maalesef.
Karbondioksit ölçülmüş yazları biraz yüksek, kışları biraz az; Filipinlerde bir gözlemevinde 1960 dan beri çok hassas ölçülüyor ve yükseliyor. Bu yükseliş böyle giderse 2050 de 550 ppiem olur, muazzam bir sıcaklık, her yıl yüzde üç yükseliyor. Dünyanın ortalaması kutuplardan ekvatora kadar tüm dünyada on binlerce değişik yerde aynı anda sıcaklığı 1800 lerden beri ölçülüyor, yapılan bilimsel ölçümler 15 derece; şu anda dünyamızın sıcaklığı ortalama 15 derece. 15 İklim konferansında alınan karar iki dereceyi geçmeyelim” kararına imza atıp da parlamentosundan geçirmeyen sekiz ülke var, biri de Türkiye, ona iklim suçlusu da diyorlar.
1980 dan beri dünya sıcaklığı ölçülüyor, 1920 den sonra yükseliş görülüyor. İkinci Dünya Harbinde biraz durgunluk,  tekrar yukarıya doğru çıkıyor, ama genel olarak 1900 yılını baz alırsak bir de bakıyoruz ki aynen kömür gibi, kömür arttıkça sıcaklık da artıyor. Bu artışın yıllık artışında yüzde iki ile artıyor. Bu gidişle şunu takip edersek 2050 de 16 derece olacak bu sıcaklık, 2100 e geldiğimiz zaman kesinlikle 17 dereceyi aşmış olacak 2100 de 18 veya 20 civarında olacak bu gidişle, grafikte bunu gösteriyor.
Bunun için Birleşmiş Milletlerde çeşitli senaryolar yapılıyor, “kömürü kullanmayalım, güneşe enerjisine yönelelim”, her ülkenin güneşi hesaplanıyor veya rüzgâr kapasitesi, kullandığı, kullanmadığı durum inceleniyor. Gel gör ki değişik senaryolar A1-B2 senaryoları ve yıllara göre 230 daki durum ne olacak, 2100 yılında ne olacak.
Şu anda bilim adamlarının takip ettiği raporlara göre böyle herhangi bir senaryo ile gitmiyoruz, biz doğrudan doğruya şu 2011 de yapıldı bu çalışma, 2011 de yukarı doğru en kötü senaryoya doğru gidiyoruz ve dünyanın 2100 yılındaki sıcaklık görünümü böyle olacak. Ona baktığımız zaman bizim bulunduğumu bölgede artı beş derece (+5) Türkiye’nin bulunduğu bölgede +5 derece olacak, kutuplarda +10 dereceye falan gidecek yani, kutupların sıcaklığı 10 derece daha fazla olacak Türkiye’den daha fazla, Yozgat’ın ortalama sıcaklığı 20 ise, Yozgat 25 derece, Ankara 30 sa 35 derece olacak vs. Türkiye’nin içinde bulunduğu alan olduğu gibi ortalama sıcaklığı yukarı çıkmış olacak.
Buzullar da erimeye devam ediyor, buzullardan nehirler akıyor çok kötü, korkunç bir erime hızı var buzullarda. Buzullar erirse insanoğlunun sonu gelir. İnsanın en önemli organı kalbdir, kalp durursa hayat durur, dünyanın da kalbi Antarktika, Güney Kutbunda. Dünyayı yaşatan, dünyadaki devir daimi sağlayan ilk mekanizma o da üzerinde tamamen nerede ise iki km kalınlığında buzla kaplanmış olan 14 milyon metre karelik şu alan,  güney Kutbunda toprak parçası. Buzulları kaldırdığın zaman şapkasının altından böyle görünecek.
Bu Antarktika Güney Kutbunda, dünyadaki tüm soğuk ve sıcak su akıntılarını çalıştıran buzdolabı gibi diyelim devir daim sağlıyor. Bu devir daim ne olur, buzullar hep eridi, bundan 22 bin yıl önce yani mamutların yaşadığı dönemde, buzul çağı yaşandı, yine bizim atalarımız buz çağlarında yaşadılar, buzul çağında denizler 140 metre daha aşağıda idi. Denizleri 140 metre aşağı alırsanız Bering Boğazı gibi boğazlar normal arazi oluyor. Şu Ege adaların hepsi Anadolu’nun uzantısı oluyor, hatta on bin sen önce bile eksi 45 de idi. Bu grafikte dikkatimizi çeken bir şey vardır, buzullar eriyor, eridikçe deniz seviyesi yükseliyor, yükseliyor, son sekiz bin yıldır deniz seviyesi ha yükseldi ha yükselmedi. Son sekiz yıldır bu kadar stabil olması, dengeli olması nedeniyle medeniyet kuruldu. İnsan medeniyeti yazıyı, ateşi, makineyi ıvır zıvır buluyor, bunun tek nedeni bu coğrafya şartları. Bu coğrafyada buzulların erimesinin artık belirli bir duruma geldiği, sıcaklık dengesinin değiştiği ve sabitleştiği duruma geldi. İnsanlık bu dengede durma yakın boşluğu yoksa şuradaki mamutlarla yaşadığı çağı gibi. Son yedi yılda deniz seviyesi yılda yarım mm den daha az yükseldi, yani 10 yılda bir mm. 1800 lerden itibaren bu sıcaklık bayağı deniz seviyesi, bayağı hassa ölçülüyor, özellikle denizci ülkeler tarafından İspanyollar, İngilizler bunları çok iyi ölçüyorlar, Akdeniz’den ölçülüyor. Bakıyorsunuz 1700 ler 1800 lerden itibaren bakıyorsunuz ki artıyor. Artışı bir mm den az, 1900 lerden sonra gözlem 2 mm 1990 ve 2000 den sonra ise, yurda 3 mm şu anda 3.75 gösteriyor, yani 4 mm ye doğru yükseliyor, faiz gibi yükseliyor. Yükseliş hızı yılda 2 civarında (ABD de Corolado Üniversitesinin yaptığı bir araştırmasından)
1900 sonrasındaki gerçek duruma bakalım, 2000 yılını sıfıra alalım, yükseliş yine devam ediyor, şu anda 2019 dayız, bakıyoruz ki 2000 le 1019 arasında 70 mm kadar yükselmiş deniz seviyesi yani 7 cm kaç yılda 20 yılda yükselmiş. Bunun yükseliş hızı da yüzde 4 le gidiyor. 1800 lerde olan genel manzaraya bakacak olursak, 1800 de başladı 2100 e kadar gidecek öyle ki, 2100 yılına gelmeden 2m yi geçeceğiz yani 2100 yılında Venedik Sular altında, ama İzmir de solar altında kalacak, deniz kıyındaki bütün şehirler 2100 yılına kadar sular altında kalacak. Ondan sonrasında da daha da kötü olacak. Deniz 1800 den bu yana 30cm yükselmiş. Dünyadaki buzullar karasal buzullar, denizdeki buzlar eridiği zaman denizin seviyesi yükselmez, ama karadaki buzullar eriyip denize döküldüğü zaman denizler yükseliyor.
Denizlerde özellikle iki yerden Kuzey Kutbunda Gröndland, Güney Kutbunda  Antartika’daki buzullar grafikten azaldığı görülüyor. 1800 den sonra 1600 cıgaton buz erimiş görünüyor. 19 yılda eriyen buzulların toplamı 1mm yükselmesi 360 milyar ton buzulun erimesine karşılıktır. Eriyen buzulların toplamı 25 bin cıgaton (25 bin milyar ton) yani Türkiye’nin üzeri buzulla kaplamış ve buzun kalınlığı 32 m. O kadar buzul kutuplardan eriyerek denizlere taşınır ve devam ediyor.
Dünyanın kalbi diye anılan Antartika’da sıcak ve soğuk su akıntıları su molekülünü takip etseniz bir yerden çıkan su molekülü aynı yere gelmek için 10 bin sene sürer, o kadar da yavaş gidiyor.
Bu su akımları havada atmosferin değişimine yol açıyor, bu rüzgâra, sıcaklıklara tesir ediyor. Grondland’daki bu akım kesilirse Türkiye’de çok büyük soğuk olacaktır. Çelişki gibi, küresel ısınma var, ama Türkiye soğuyor veya Finlandiya, İngiltere filan buzul kesiyor; Öbür taraftan İspanya ve Fransa kuraklık geçecek. Ne olacağını da kestirmek çok zor, ama gördüğümüz bir gerçek var, 1980 den itibaren sel sayıları gittikçe artıyor, bütün dünyada sel altında kalmalar, bütün dünyada rüzgârlar artıyor, artış hızına ve sayısına bakıyorsunuz, burada aynen yüzde üç şu anda.
Bu bir domino etkisi, üç şey sera karbondioksit yükselince temparatür (sıcaklık) yükseliyor, sıcaklık yükselince deniz seviyesi artıyor ama deniz seviyesi artınca sıcaklığı etki yapıyor, ısıdan o da karbondioksiti çıkarıyor, yani, karbondioksiti tek yönlü değil bu, tavuk yumurta misali. Birbirini etkiliyor, bir kere denge bozulunca artık her şey çok zor.
Bu da son durum, yani bütün buzullar eridiği zaman her şey değişecek 67-68 metre yükselecek. Grafikte şu anki durum, skla değişti, 30 cm yükseklik 1850 de olsa, bu da gösterilemiyor, yani mm lerle konuştuğumuz devreler bitti.  Şimdi cm lereyle konuşuyoruz, 2100 den sonra metreyle konuşulacak, artık, “bu yıl üç metre, o yıl 10 metre” vs. Er ya da geç 2100 olmaz, belki sonra 2300 de olacak, gidişat böyle. Onun için de baştaki sorun devam ediyor.
Dünyamız Venüs’leşecek, Venüs gibi hiçbir canlının yaşayamayacağı durumu yaşayacağız.
Sular bu şekilde 60 metre yükselirse dünyanın haritası değişecek, mesela ABD de Florida olduğu gibi sular altında kalıyor. Buzullar eridiği zaman, ABD Miami’yi bütün doğu kıyılarını kaybediyor. Burada Guatemala kaybediyor, Kuba tamamen sular altında kalıyor, adaların çoğu zaten kayboluyor. Güney Amerika’da Brezilya’da Amazon nerede ise iç deniz olmuş. Arjantin muazzam arazi kaybediyor.
Güney kutbu eridiği zaman, karalar orta çıkıyor, küçük adacıklara bölünüyor. Afrika’da pek bir değişiklik yok, kıyıları denize katılıyor. Dünyada Bengaldeş diye bir ülke kalmıyor, olduğu gibi sular altında (200 milyon insan yaşıyor ve sular altında). Çin muazzam arazi kaybediyor, birçok adalar kayboluyor aşağıda. Avustralya’nın içine deniz girmiş durumda, kıyılarını kaybetmiş. Türkiye’de tek Çukurova var,  Çarşamba ovası, kıyılardaki kısımlar kaybediliyor, Türkiye’nin kaybettiği alan Trakya’nın iki yeri kadar. İstanbul’da yeni yapılan hava alanı da su altında kalıyor. 2100-2200 arasında bunlar olacak. Azak denizi büyüyor, Hazar Aral gölü ile birleşiyor muazzam bir iç deniz. İstanbul’dan gemi ile Bakü’ye gidebiliriz, Bakü de sular altında kalıyor, Azerbaycan da bayağı toprak kaybediyor. İstanbul için İTÜ nin yaptığı bir hesapta İstanbul kıyılarında su 20 metre yükselecek, bütün bu kıyıları kaybediyor, Yenikapı, İskele sular altında kalıyor; Küçükçekmece Karadeniz’e bağlanıyor.
2050 de senaryomuz karamsar, çünkü çok büyük olasılıkla, yüzde 90 olasılıkla bunlar gerçekleşecek. Nüfus dünyada 10 milyarı aşmış olacak, kesinlikle. Hala nüfus artışı özellikle gelişmemiş ülkelerde devam ediyor Türkiye de dâhil, Türkiye’nin nüfusu da 100 milyon geçmiş olacak.
Petrol eko teknik anlamda bitmiş olacak. Muazzam bir enerji krizi, gerçek enerji krizi o zaman başlamış olacak. Ekoteknik demek, mesela yerin altında 10 km yerin altında petrol olabilir, hava gazından onu çıkaracak enerji edilecek enerji petrolden daha fazla olacak.  Şurada altın madeni olsa, onu çıkarmak için on bin dolar, çıkardığın maden bin dolarsa onu çıkarmayacaksın.
Atmosferde 500 fityemi yetecek dedim, gezegenimizin ortalama sıcaklığı 16 dereceyi geçecek 17 derece olacağını kimse bilemiyor. Deniz seviyesi yükselecek, deniz seviyesinin yükselmesi ne demek yani, tatlı suyun denize karışması demek, tuzluluk oranının azalması asitlik miktarının yükselmesi o da o da deniz kabuklularını öldürüyor; besin zincirini öldürüyor. İklime aşırı olumsuz gelişmeler oluyor, böceklerin ölmesi zaten yüz tür yok olmuş durumda. Şu anda her on tür yok oluyor, bir milyar insan göç halinde olacak, ucu göründü, Afrika’dan kaçanlar, Türkiye’ye sığınanlar, göç halinde insanlar ve büyük bir çöküş, toplumlar en büyük karmakarışık kaos içinde olacak. Bir taraftan kuraklık, orman katliamı, hav fakirliği vs topladığın zaman, bunların toplaması açlık ve susuzluk ve salgın hastalıklar kesinlikle tetikleyecek, şimdiden bile görüyoruz.
Şimdi milletin en önemli derdi ekonomi derdi, çocuğunu besleme derdi, kendini besleme derdi. Ekonomik kriz, gerçek tüm dünyayı saran bir ekonomik kriz muhtemelen hiçbir paranın değeri kalmayacak, küçük küçük şehir devletleri olacak, herkes kendi çevresinin devletini koruyacak yani böyle bir kaos insanoğlu böyle bir rezil duruma düşer mi, düşmemek için ne kadar bir çalışma yapıyor, “Türkiye’nin dünyadan haberi yok”. Tabi elinde silahı olan, elinde güç olan terör, savaş, kargaşa devam ettirecek, kitlesel ölümler kaçınılmaz olacak ve dünya nüfusu bu şartlar altında, ister istemez insanlığın yükünü dünya yükünü sırtından atmaya çalışacak elbet.
Ben bu konferansı 2013 de vermiştim, şimdiye kadar 15 kere oldu galiba bu konuşmam, hiç değiştirmiyorum, 2013 de dünya nüfusu 7 milyardı ve dedim ki, 1950 de iki buçuk milyardı yedi milyara çıktı nüfuz. Demiştim ki, bu gidişle kadınların çocuk doğurma hızıyla, ülkelerin nüfusu bu şekilde artışıyla, eğer böyle giderse işin ucu nüfus 2100 de 16 milyara çıkacak. Sanki hiçbir problem yok, her şey yolunda, eğer yedi milyardan kadın başına çocuk iki buçuk olursa, iki olursa eşit oluyor, iki buçuk olursa kadın başına ömür boyunca çocuk sayısı iki buçuk olursa yükselecek; eğer kadın başına çocuk sayısı bire inerse, yani her kadın bir çocuk doğurursa ortalamada yedi milyardan yavaş yavaş pek bir sıkıntı çekmeden nüfus yine iki üç milyar arasında 2100 de düşecek. Hiç değilse nüfustan kaynaklanan problemler, o kadar azalmış olacak, yeme, içme, barınma vs vs.
Amma yok inat eder de 2050 de 10 milyar çizgisine gelirse insan nüfusu, o zaman tabiat onu indirecek, ister kadın başına bir çocuğa mecbur edecek veyahut da doğurulan çocuklar öyle gözükecek, kadın başına yarım çocukmuş gibi olacak, neden, çünkü ortalama ömür elli beşe düşecek şu anda 66 dünyada ortalama ömür. Yanlış söyleniyor, 76 deniyordu 77 deniyordu kadınların 78, erkeklerin 74 bu bugün doğan çocukların beklenen ömür başka, bu günkü ortalama ömür başka. Bu günkü 2010 daki ortalama ömür derseniz, çok basit 2010 da kaç kişi öldü, 400 bin kişi, onların ortalama ölüm yaşlarını alırsanız 63 çıkıyor. Türkiye’deki ortalama ömür şu anda 63 o zaman daha 5 yaşına gelmeden emekli oluyorum diyenler bazı ülkelerde ortalama ömür Japonya’da 82, komşumuz Yunanistan’da bile ortalama ömür 76, dünya ortalaması 65-66 arası.
Kısaca söylemek istediğim, bir kıyımla karşı karşıyayız. Ölüm doğum oranı binde beş olacak belki, ölüm oranı binde 35 olacak, yani bir çocuk doğduğu zaman cenaze sayısı yedi misline çıkmış olacak şu ve ya bu nedenle. Bu kötü bir durum kıyım bu resmen, ama sadece insanlar mı hayır, ağaçlardan yosunlardan, böceklerden ve hayvanlardan tutun hemen herkes, nasibini alacak bu iklim kıyımından.
En son büyük kıyım 66 milyon yıl önce oldu, ondan evvel 200 milyon, her 150 -200 milyon yılda böyle bir dünya kıyametle karşı karşıya.
Bu 21. Yüzyılda zaman çok daralıyor. 2013 de bu konferansı yaptığım zaman, zaman daralıyor demiştim ama şimdi artık yavaş yavaş zaman çok daha fazla daralıyor. Türkiye uyuyor, bizim gibi birçok ülkeden 21. Yüzyılda esenlikle atlatabilmek için, insan gibi yaşayan bir toplumu devam ettirebilmek için kesinlikle yapılması gereken şeyler şunlar:
Bir kere önce nüfus artışını durduracaksın. Kesinlikle nüfus çok önemli, nüfus artışını durdurun hatta geriye çevirin, durdurmak demek, kadın başına iki çocuk yapmak, kadın başına iki çocuk yapılırsa o nüfus on milyarda kalacak.
Amma kadın başına iki çocuktan daha fazla olursa, nüfus oldukça artar bizde de olduğu gibi.
Savurganlık yapma, kapitalist sitemin trenine binmeyin. Az tüketin, enerji potansiyelinizi iyi kullanın. Gereksiz alışveriş, gereksiz şey, etrafımıza bakarsanız çok şey gereksizdir.
Üçüncü tasfiyem, yaşam tarzını değiştirin, hep “ben buna alıştım, böyle giderim” diyemeyeceksin. Mutlaka attan inip bisiklete bineceğiz. Elektriğimizi kısacağız, zevklerimizi değiştireceğiz, yaşam tarzımızı değiştireceğiz. On tane ceket almayacaksın bir ceket alacaksın. Az tüketmek ve tutumlu olmak.
Enerji kaynağı olarak başka enerji tanımayacağız, güneş enerjisi kesinlikle kömürü,  şunu bunu önlemesi lazım. Güneş enerjisinde ısı enerjisi var ki, knetik enerji var yani güneş panellerinden alınan enerji var ısı şeklinde. Elektrikle suyu elektriğe çeviren sistemler var. Kinetik olarak külek enerjisini kastediyorum. Külek rüzgâr enerjisidir”.

Cevat Kulaksız 


Cevat Kulaksız 
Sonnotlar
(1) Prof. Dr. Ali ERCAN kimdir? 1970’de yüzbaşı rütbesinde kendi isteğiyle silahlı kuvvetlerden ayrılarak, Almanya’ya gitti. Köln Üniversitesinde fizik eğitimi yaptı. Jülich Nükleer Araştırma Merkezinde nükleer fizik dalında doktora yaptı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumunda 10 yıl süreyle çalıştı. 1999 yılında Milli Savunma Bakanlığı Teknik Danışmanlık görevlerinde bulundu. Jülich Nükleer Araştırma Merkezinde nükleer fizik dalında doktora yaptı. 2000 yılında Savunma Sanayi Müsteşarı oldu. 2004 yılında emekliliğe ayrıldıktan sonra 2006 yılında Şener Eruygur’un listesinden Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Yönetim Kurulu Üyeliğine seçildi. Genel Başkan yardımcılığına getirildi. ADD GYK da ilk icraatı ADD’nin logosu haline gelen “ADD, hiçbir yerli ve yabancı “fon”dan maddi katkı almama onurunu taşıyan örgüttür” ibaresini ADD Başlıklı yazışma belgelerinden çıkartmak oldu. Şubelerden gelen tepkiler üzerine “sekreter hatası olmuş” diyerek kendini savundu.

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget