Ocak 2016
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Bölüm 3 Gazeteci Deniz Zeyrek’in konuşması 

Araştırma Gazetecilik ve Basın Özgürlüğü Açıkoturumu - 3
Uğur Mumcu’nun 23 yıl önce, evinin önünde suikastla katledişinin anısına her yıl düzenlenen Adalet ve Demokrasi Haftasının 25.01.2016 günkü ilk bölümünde,  Deniz Zeyrek (Hürriyet Ankara temsilcisi), Av. Kemal Akkurt  (Sosyal Demokrasi Avukatlar Dern. Genel Başkanı), Gazeteci Yazar Işık Kansu Araştırma Gazetecilik ve Basın Özgürlüğü konusunda bilgi ve görüşlerini anlattılar.
Ancak, 240 kişilik salonda ne yazık ki dinleyici olarak 50 yi geçmeyen katılımcı olduğu için, bu konuşmaların daha geniş kitleye yayıp yararlanmayı sağlamak amacıyla bu konuşmaları okuyucularımıza sunmak istedik. O nedenle her üç konuşmacının yazılı uzun metinlerini tek bir yazıda vermekle okuyucu sıkılacağı için ayrı ayrı sunmak zorunda kaldık.
Bu 3. bölümde Hürriyet’in Ankara temsilcisi Deniz Zeyrek’in konuşmasını veriyoruz; öteki konuşmacıların sunumlarını daha önceki 1. Ve 2. Bölümlerde verdik.
Basın hürriyetinin kısıtlandığı,  gazetecilerin hapse atıldığı, baskı ve para ile yandaş basının oluşturulduğu günümüzde, hele Uğur Mumcu gibi popüler bir gazetecinin ve daha nice gazeteci ve aydınların katledildiği Türkiye’mizde bu tür panel ve konuşmaların yararlı olacağı açıktır.   Bu nedenle bu yararlı konuşmaları, zaten salonda çok az olan dinleyici ile yetinmeyerek, okuyucularımıza da sunmak istediğimizden, konuşmaları tek tek verme gereğini duyduk. Kalemimiz sürçmüş ise affola, çünkü konuşmayı yazıya dökmek çok zor.
Deniz Zeyrek’in konuşması:
“-Yeni gazeteciliğe başladığım yıllarda ilk tanık olduğum olaylardan biri, Uğur Mumcu’nun katledilmesi idi. Bir nebze de o dönemki kayıpların üzerine başlayan bir gazetecilik periyodum oldu. Kötü bir şey, ama gazeteci olabilmek açısından ben göreceliği bakımından bizim için farklı bir durum oldu, kendim için bir rol model belirledik Uğur Mumcu bir araştırma gazetecilik meselesini olmazsa olmazını gördük. Böyle bir en azından kendi açımızdan bir okulumuz oldu diyebilirim.
Ben basın özgürlüğü konusunu ele almak istiyordum. Kemal Bayağı geniş hazırlanmış, doğrusunu isterseniz bana çok fazla malzeme bırakmadı, hem uluslar arası botunu hem içerdeki TC mevzuatı bakımından nasıl ele alındığını gayet güzel anlattı. Ben bıraktığı yerden devam edeyim, biraz eksikliği, biraz biz gazeteci olarak somut yaşadığımız boyutlarını anlatayım istiyorum.

ÖZGÜRLÜKLERİN KAŞIKLA VERİLİP KEPÇEYLE GERİ ALINDIĞI GERÇEKTİR.
Bir kere, evet bizim mevzuatımızda basın özgürlüğü acayip şaşalı cümlelerle anlatılıyor. Anayasanın 28. maddesi, 27. Maddesi, 26. Maddesi “basın hürdür sansür edilemez” vs. gibi çok süslü laflarla doludur. Ama anayasamızda verilen özgürlükler hep kaşıklar verilir kepçeyle alınır. Yani mesela Anayasamızın 14.  Maddesi vardır, milli güvenlik vs söz konusu olduğunda, yani böyle kavramsal olarak da muğlâk tanımlanmış bir takım gerekçelerle bütün özgürlüklerin geri alınabilineceğine dair çok kısa ve öz maddeler mevzuatımızda. Ben baktım Kemal Bey, basınla ilgili mevzuatımızda özgürlük olarak verdiği bütün hizmetlerin altında özgürlüklerin neden ve nasıl kısaltılacağına dair fıkralar var. Yani “basın hürdür sansür edilemez” diyor, bir cümle, altında yaklaşık 30 satır hangi durumlarda sansür edilebilir meselesi var, mesela mevkute denir basım eserine. Onların toplanamayacağı, yayılmasının önlenemeyeceği vs. falan anlatılır, altında mahkeme kararları istisnadır. “Yayın yasağı konulamaz” diye bir ifade var; şu şu şeyler dışında diye sıralanır vs yani bizim mevzuatımızda mevcut olan özgürlüklerin kaşıkla verilmiş özgürlüklerin kepçeyle geri alındığı gerçektir. Kesin bilgidir bunun tartışılacak bir tarafı yok.  Bu o kadar kesindir ki, size bir şey okuyacağım, şöyle diyor:
“İfade ve basın özgürlüğü AİHS nin 10. Maddesi uyarınca güvence altına alınan temel insan hakkıdır. Sözleşmenin imzalanmasıyla birlikte Avrupa Konseyi ve hedeflerinin tamamı bu ilkeye bağlı kalacakları yönünde bir taahhütte bulunmuşlardır. Doğru işleyen demokratik bir toplumda herkes fikirlerini ve görüşlerini ifade etme ve haber alma erkini özgür hissetmelidir. AİHM içtihatları uyarınca ifade ve basın özgürlüğü bizatihi kendisi için değil, diğer hakların korunması açısından da merkezi bir rol oynamaktadır”. Bunu dedikten sonra Türkiye ile ilgili bir tefrik yapıyor, ifade ve basın özgürlüğünün düzenlendiği ulusal mevzuatta ve bu mevzuatın uygulanmasında bazı yapısal sorunlar bulunmaktadır. Bu durum AİHM sinin Türkiye aleyhine verdiği birçok karar ile Parlamenteri Meclisi ve İnsan Hakları komiseri raporları dâhil, birçok raporda vurgulanmıştır. Ulusal mevzuatın kapsamı ve uygulaması gazeteciler aleyhine başlatılan önemli sayıda soruşturmaya da neden olmuştur.
Şimdi ben bunu nerden aldım biliyor musunuz?
Araştırma Gazetecilik ve Basın Özgürlüğü Açıkoturumu - 3

AB DEN PARA ALMAK İÇİN ÇAĞDAŞ PROJE HAZIRLAMIŞLAR, SONRA PARAYI ALMIŞLAR O PROJEYİ UYGULAMIYORLAR…
 Adalet Bakanlığımızın Uluslar arası İlişkiler Genel Müdürlüğü İnsan Hakları Daire Başkanlığının internet sitesinden. Yani AB ye başvurmuşlar basın özgürlüğü için AB projesi. O projeyi alabilmek için AB nin komisyonunun ikna etmeleri gerekiyor. Yani bizim Türkiye’de Basın Özgürlüğü diye bir sorunumuz var. Bu sorunu çözmek için sizinde desteğinize ihtiyacımız var,  fakat paranıza ihtiyacımız var” için yazılmış bir metin, internet sitesine de konulmuş bir metin. Yani ifade özgürlüğü projesi adı da ve gerçekten de AB ikna olmuş, parayı da vermiş, projeyi de yapmışlar. HSYK luyla birlikte Türkiye’deki yargı mensupları gazetecilerle bir araya gelmişler ve basın özgürlüğünü tartışmışlar. Oradan çıkan metinleri bir okusanız, inanamazsınız, yani bu gün ne Can Dündar’ın içerde olması söz konusu olurdu, ne Erdem Gül’ün F tipi cezaevinde tutuluyor olması söz konusu olurdu. Hele hele bu aydınlar bildirgesi ile ilgili tartışma hiç yaşanmazdı.
O kadar müthiş tespitler ve yorumlar yapmışlar ki, sanırsınız biz Paris’te falan yaşıyoruz, ya da Londra’daki kadar, orda çalışan gazeteciler kadar bir düşünce ve ifade özgürlüğü ortamına sahibiz.
Şimdi bizi bu ifade özgürlüğü aslında bütün vatandaşların sorunudur, sadece gazetecilerin değil. Yani bu günlerde eleştiri hakkını kullanıp hakaret ettiği iddiasıyla ceza evine konulan insanların hikâyelerine tanıklık ediyoruz. Aslında, hakaret içerenleri bir kenara bırakıyorum, bazen gerçekten hakaret olabiliyor. Ama eleştirinin bölge yorumlarla vs zorlanarak hakaret gibi kapsamlara sokulup insanların cezaevlerine atıldığı bir dönemden geçiyoruz. Onun için ifade özgürlüğü artık sokaktaki herkesin meselesi haline gelmiştir.
Bizim açımızdan bunun basın özgürlüğü boyutu vardır, bu yaymayla ilgili bir şeydir. 126. Maddesinde yayma meselesini, Kemal Bey daha iyi bilir, bir suçun basın yoluyla işlenmesi diye bir ifade olur. Bu suçu böyle işlerseniz şu kadar ceza alırsınız, basın yoluyla işlerseniz bir buçuk katı alırsınız, iki katı alırsınız vs. Bu yaymadan kaynaklanan bir şey, basın özgürlüğü de bu yayma özgürlüğü ile bir şey. Orada bizim yayma gücünün dayanağı nedir, diye sorarsanız, bir tane dayanağımız var, sizin yine kendi elinizde olan bilgi edinme hakkınızı, haberlere ulaşma hakkınızı desteklemektir, yani bir kurumdan da kişisel olarak gidip bilgi alabilirsiniz ama bilgi edinmenin en önemli ayaklarından biri medyadır, basındır.  Bizim basın olarak rolümüz burada başlıyor. İşte Ahlat’ın bir köyündeki bir gelişmeyi, Edirne’deki bir insanın görebilmesi, duyabilmesi, okuyabilmesi meselsidir. Yani Edirne’dekinin Kars’takinin başına gelenle ilgili bilgi alma hakkının güvencesi olmaya çalışırız. İşte bu noktada neler haberdir, neler haber değildir. Bunları uzun uzun konuşmaya gerek yok artık bu mesel o kadar çok yaygınlaştı ki, herkesin az da olsa bir fikri var bu meselede.
Ben burada basın özgürlüğünün güvence altına alınması gereken AİHS nin 10.maddesi ve ona dayanan AİHM si kararları üzerinden umut bir meseleyi konuşmak istiyorum.
Şimdi ne diyor 10. Madde, isterseniz kısaca bir en azından yasak olmayan bölümünü okuyayım size, şöyle diyor:
Araştırma Gazetecilik ve Basın Özgürlüğü Açıkoturumu - 3

HERKES İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNE SAHİPTİR.
“-Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetmeksizin kanaat özgürlüğünü ve haber, görüş alma ve becerme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde devletlerin radyo TV ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir”.  Şimdi böyle bir maddeye dayanıyoruz,  AİHM kararları bunu öyle pekiştirmiş ki, Kemal Bey Türkiye’de en az beş tane karar anlattı. Rusya dedi,  ama İspanya’da da, İngiltere’de de basın özgürlüğü ile ilgili ciddi kararlar var, örneğin, İTA nedeniyle, bizim PKK ile mücadelede çok tartışılan bir meseledir bu, Britanya’da İRA nedeniyle açılmış bir takım davalarda çok keskin kararları vardır AİHS nin. Der ki mesela İspanya’nın bölünebileceğini savunmak düşünce özgürlüğüdür. O düşünce sizi şok edebilir, sizi rahatsız edebilir, sizi incitebilir, kırabilir ama bunu dile getirmek düşünce özgürlüğüdür, ta ki elinize silah alıp şiddeti teşvik edip İspanya’yı bölmek için silahlı bir isyana kalkışana kadar. Şiddet sınırı getirmiştir, yani düşünce özgürlüğünün en kritik noktası o. Şiddete bulaşmadıkça ifadesi buradadır.
Şimdi o halde biz gazeteciler olarak bütün yaşamımızı bunu mu alacağız, yani düşünce özgürlüğü yoksa birilerini rahatsız etmekten, şok etmekten çekinerek mi mesleğimizi yapacağız. Bu konuda ben burada iki saatte konuşsam kolay olmuyor. Corc  Ovvel in bir sözü vardır, sadece bir cümlede anlatmış benim burada benim iki saate anlatamayacağım şeyi. Demiş ki, “gazetecilik birilerinin yayınlanmasını istediği şeyleri değil, istemediği şeyleri yayınlamaktır”;  birisi halka ilişkilerdir, yani benim yazacağım şeyler hükümeti rahatsız edebilir, cumhurbaşkanını rahatsız edebilir. Muhalefet partilerini de rahatsız edebilir. Onları rahatsız eder diye, onlar istemiyor diye bir şeyleri yazmama başladığınızda işte o zaman sansür, oto sansür vs gibi basın özgürlüğünün önündeki çok ciddi engelleri kendimizden yaratabiliyoruz.
Şimdi bu günlerde bir basın meslektaşlarımız çok sık geliyorlar, mesaj atıyorlar; “Türkiye’de basın özgürlüğü bitti mi” diyorlar. Buna “evet” yanıtını vermiyorum, çünkü “evet” dersek eğer, işte Işık Kansu’ya da haksızlık ederiz, size de haksızlık ederiz. Bedel ödeyen meslektaşlarımız Erdem Gül’e de, Can Dündar’a da haksızlık etmiş oluruz. Hala bu ülkede özgürlüğünü savunan, basın özgürlüğünü savunan, ifade özgürlüğünü savunan gazeteciler var, onların mücadelesi var.
Bir örnek vereyim, benim kızım ODTÜ nün lisesinde okuyor, bir Amerikalı öğretmenleri var, İngilizce öğretmenleri, her halde bu Can Dündar’la Erdem Gül’le ilgili haberlerden rahatsız olmuş Amerikalı biri olarak. Düşünce özgürlüğü konusunda bir derste konuşa yapmış ve Türk basınını çok sert eleştirmiş, yerden yere vurmuş. Akşam eve gittiğimde kızım çok sinirlenmişti, “baba Tony’e çok kızdım, çok haksızlık etti onunla konuşmanı istiyorum”, dedi. Neden, dedim. İşte “Türk basının yerden yere vurdu” vs. Sen ne dedin, dedim, “dedim ki bunu söyleyemez siniz çünkü benim babanın arkadaşı böyle olmadığı için hala mücadelesi için şu anda cezaevinde”; siz bu genellemeyi yaparak ona haksızlık ediyorsunuz. İşte onun için 15 yaşındaki çocuğun bile farkına vardığı basın özgürlüğü kavramındaki yanlışlığın bir göstergesidir. Basın özgürlüğü ihlal ediliyor, ihlal edilmek isteniyor ama hala bu ülkede basın özgürlüğünün olmazsa olmaz olduğuna inanan gazeteciler mevcut, mücadele eden gazeteciler mevcut. “Türkiye’de basın özgür değildir” diye kestirip atmıyor, evet baskı altında olabiliriz, bedel ödeyebiliriz, işlerimizi kayıp edebiliriz.  Şu anda herhalde bir patron çıksa sermayesi olsa vs Türkiye’de kere dört tane çok kaliteli gazete çıkarabilecek kadro var dışarıda. Çoğu da görüşlerinden dolayı, yazdıklarından dolayı son dönemde işinden ayrılmış gazetecilerden oluşuyor.

YAŞAMA HAKKI, MÜLKİYET HAKKI AİHS NİN GARANTİSİ ALTINDADIR.
Ben yabancı meslektaşlarıma “basın özgürlüğü var mı” diye sorduklarında şunu söylüyorum; bizim açımızdan artık mesele basın özgürlüğü değil. İsterseniz AİHS nin maddelerinden ne meselesi olduğunu anlatayım. Artık bu bir ikinci madde meselesi,  yani can güvenliğinin,  yaşam hakkının korunması meselesi. İşte Ahmet Hakan çok politik bir gazeteci değil. Zaman zaman eleştiriler yapıyor, zaman zaman destekliyor vs. Ama dört kişi gece evine geldiğinde bir pusu kurarak kendisini hastanelik edebiliyor. Belki bilmiyorsunuz dur, o gün bir apartman kapıcısı kendisini fark edip içeri almasaydı belki de o dört kişinin elinden kurtulamayacaktı. Belki de sadece korkutma amaçlı bir saldırı değildi bu ve Ahmet Hakan bir ana akım gazetede çalışıyor yani Cumhuriyet’te çalışmıyor, Bir gün’de çalışmıyor, çok böyle net görüşleri yok, ana akım bir stili var. Zaman zaman eleştiriyor, zaman zaman destekliyor vs. Şimdi bütün gazeteciler bu tehdidin yani AİHS nin ikinci maddesinde düzenlenen yaşam hakkının korunması meselesinin ihlal edilmesi riskiyle karşı karşıyadır, bu bir.
Biraz önce Kemal Bey söyledi, mülkiyet hakkı;  şimdi beğenin beğenmeyin Zaman gazetesine işte Koza grubunun vs başına gelenleri biliyorsunuz, başka muhalif gazetelerinin de başına gelenler de var, belki tüm basına yansımıyordur, basın yayın kuruluşlarının mülkiyetlerine dair baskılar inanılmaz derecedir. Mali açıdan inanılmaz bir baskı söz konusu olabilmektedir. Bu ek birinci maddesi, ek bir numaralı protokolü var AİHS nin, onun o protokolün güvence altına aldığı meseledir mülkiyet hakkı. Maalesef mülkiyet hakkı da tehdidi altındadır.
Beşinci maddesi var, özgürlük ve güvenlik maddesi; yani haksız yere gözaltına alınırsınız, özgürlüğünüz kısıtlanırsa haksız yere; güvenliğiniz tehdit edilirse, özellikle toplumsal gösterileri izleyen arkadaşlarımızın zaman zaman polisin müdahalesine maruz kaldığını ve ciddi tehlikeler atlattıklarını da biliyoruz. Basın özgürlüğü meselesinin ötesinde gazetecilerin artık bir özgürlük ve güvenlik meselesi de var. Bu gün Erdem Gül ve Can Dündar Fransa’da ödül alıp gelmişti, kaçacak diye tutuklandı, onun da kaçma ihtimali var, diye.
Başka bir madde yine 6. Madde.  Adil Yargılanma maddesi. Cumhuriyet gazetesi günlerce yayınladı, belki görmüşsünüzdür. Can Dündar ve Erdem’in suçlandığı maddeden bir zaman aşımı var dört ay gibi; bu soruşturma açıldıktan sonra altı ay sonra bu işlem başlatıldı. Yani neresinden bakarsanız bakın, adil yargılanma ilkesinin de yargılanma ilkesinin de ihlaline dair çok ciddi bulgular var.
Onun için artık biz gazeteciler bu basın özgürlüğü meselesini sadece ve sadece ifade özgürlüğü meselesi olarak görmüyoruz, göremiyoruz. Artık bu bizim can güvenliği meselesidir, artık bu bizim için güvenlik ve özgürlük meselesidir. Artık bizim için olmasa bile gazete sahipleri için bir mülkiyet hakkı meselesidir. Artık yargının eline düştüğümüz andan itibaren bizim için bir adil yargılanma meselesidir. Bunları alt alta yazdığımızda belki de darbe yıllarında ki kadar sıkıntılı bir dönem içinden geçtiğimizi çok rahatlıkla söyleyebilirim.

AYDINLAR BİLDİRİSİ
Gelelim başka bir meseleye, Aydınlar Bildirisi.  Aynı kapsamda,  şimdi bildirinin içeriğini, bilmiyorum,  okudunuz mu? Ben okudum, iki tane tartışmalı ifadesi var. Bir tanesi, devleti kasıtlı ve planlı kıyım yapmakla suçluyorlar. İkincisi de şu ifadeyi kullanıyor, devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam. Bildiride PKK nın eylemlerine yönelik herhangi bir eleştiri vs söz konusu değil. Dolayısıyla bu bildirinin içeriğine katılmasını kimseden, yani özgür iradesi imza verip katılanları söz etmiyorum, ama kimseden mutlaka bu bildiriye imza atmalısınız gibi bir şey beklememek de doğru olmayabilir. Bu kıyım ifadesi 1915 olayları için Ermenilerin Türkiye’den sürgün edilmesiyle yaşanan gelişmeler için Amerikalıların kullandığı bir ifadedir, kıyım. Katliam da yine kullanılmaktadır,  yani soykırım vs gibi sözcüklerle uluslar arası anlamda mukayese edilen sözcüklerdir bunlar. Belki uluslar arası hukuk açısından akademik olarak tartışılabilir. T.S. Kuvvetleri şu anda Sur’da, Cizre’de vs kıyım yok katliam mı yapıyor, bunlar tartışılabilir. Ben buna hayır derim, terörle mücadele yapıyor, derim,  ya da başka biri çıkar evet siviller ölüyor, üç aylık bebekler ölüyor” bunun adı ne olabilir başka, bu bir katliamdır” diyebilir, ama bu düşünceyi ifade etme açısından biraz önce anlatmaya çalıştığım sınırlar içinde değerlendirilebilir. Yani T.S. Kuvvetleri Sur’da katliam yapıyor” ifadesi beni şok edebilir. Beni incitebilir, belki babam askerdir, subaydır vs. Buna hiçbir şekilde katılmayabilirim, tepki gösterebilirim.  Ama bunu söyledi diye insanları, şimdi bu gün Hacettepe Üniversitesinden bir mesaj aldık. Büyük ihtimalle önümüzdeki günlerde gazetelere yansırsa görürüsünüz, o bildiriye imza atan akademisyenlerin kapılarına işaretler konulmuş, bildiriler yapıştırılmış. Şimdi demek ki nedir, bu Dil Tarih’de de var, Gazi’de de var, Bolu’da da yaşandı. Bu, şu ikinci madde var ya yaşama hakkı maddesi o verev ki sadece gazeteciler için sorun olmaktan çıkmamış, aynı zamanda akademisyenler için de çıkmış. İşte Hırant Dink’i Kemal Bey örnek verdi, hedef gösterildi, 301.Maddeden yargılandı. Kerinçsiz diye biri, mahkemelerin kapısında insanları topladı ve tehditler savurdu, ölümle tehdit etti vs ve hala daha aydınlatılamamış birtakım devlet bağlantılarıyla Hırand Dink katledildi. Şimdi şu anda da bu aydınlar aynı şekilde PKK yı desteklemekle suçlanıyorlar. Bu aydınlar, işte Diyarbakır’da okulun bahçesine atılan el yapımı bombayla irtibatlandırılarak hedef gösteriliyorlar. Bu aydınlar Çınar’da çocukların katledildiği o terör saldırısında bağlantırılandırılarak hedef gösteriliyorlar ve yaşamları ciddi anlamda tehdit altında şu anda. Dedim bu meseleyi, hani meşhur bir şey vardır muzluğun insanı yaşları hiyerarşisi vardır, karın doyurmakla başlar, nefes almakla vs falan. İşte kültür sanat ifade özgürlüğü gibi şeyler de son sıralarda gelir. Biz de işte çıktık artık oradan o tür şeyler, o ihtiyar “halkımızın buna ihtiyacı yok, bu iş de son sıralarda gelir, insanlar karnının doyuramıyorlar ifadesi, özgürlüğü ne yapsınlar”,  gibi noktalardan bu gün insanlar hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Söyledikleri bir şeyin bedelini canlarıyla ödememe mücadelesi veriyorlar. Bu açıdan son derece ciddiye alınması gereken bir mesele; inşallah sağduyu hâkim olur, inşallah bilgi hâkim olur. Ama böyle giderse bu gerilim ve kutuplaşma ortamında ne yazık ki, ocak ayının bir felaket olduğunu biraz önce dinlediniz, inşallah tekrarını yaşamayız, inşallah gazeteciler, aydınlar geçmişteki gibi hedef olmazlar diyorum, bu temenni ile bitirmek istiyorum”.

 Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com 

Başyücelik Fermanı - Özdemir İnce
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlenen Kaymakamlar Toplantısı’nda konuşuyor ve kamu yönetimi reformlarının son 200 yıldır gündemden hiç düşmediğini, Cumhuriyet döneminde de aynı arayışın kesintisiz şekilde devam ettiğini, Türkiye’nin son 13 yılının bu bakımdan çok önemli kritik düzenlemelerin hayata geçirildiği bir dönem olduğunu söylüyor.

Konuşmanın bu bölümünde olağan dışı bir husus yok. Gerisini basından aktarıyorum:

[Sadece kanun çıkarmak, kanunu değiştirmek, yönetmeliklerle ve diğer mevzuat düzenlemeleriyle uğraşmanın sorunu çözmediğini ifade eden Erdoğan, mevzuatla birlikte zihniyeti de değiştirmek gerektiğini belirtti.

Zihniyet değişmeyince hangi kanun çıkartılırsa çıkarılsın, hangi yönetmelik değiştirilirse değiştirilsin uygulamanın aşağı yukarı aynı kaldığını anlatan Erdoğan, bu bakımdan Türkiye’nin sistem reformu ile yönetici reformunu da gerçekleştirmesi gerektiğini vurguladı.

Kurumsal organizasyon olarak idareyi yenilemenin nispeten kolayken idareyi maslahatçı anlayışı değiştirmenin çok zor olduğuna değinen Erdoğan, “Türkiye’nin, 2023 hedeflerine ulaşabilmesi için idari reformlarını zihniyet reformuyla desteklemesi gerekiyor. Vizyon sahibi, yetişmiş, kendini sürekli bilgiyle besleyen ve yenileyen, liderlik vasıflarına sahip idarecilerin sayısını ne kadar çoğaltırsak hedeflerimize ulaşma şansı da bir o kadar artacaktır. Statükonun gardiyanlığını yapan bir bürokrasi ülkeye sadece patinaj yaptırır. Sizden ricam bu. Mevzuat şöyledir, böyledir, yeri geldiği zaman koyun mevzuatı bir kenara, kendi zihinsel inkılabınızı devreye sokun. ‘Ben bunu bu şekilde yaparım’ deyin ve yapın. İşte bu, idareyi kullanmaktır. Kim için kullanıyorsunuz bunu. Vatandaş için. Hiç çekinmeyin kullanın” diye konuştu.]

***

“Zihniyet”i statüko ve mevzuat belirler. Bürokrasinin bunlara uymaması anarşi ve kaos yaratır. Cumhurbaşkanı konuşmasıyla anarşi ve kaosu teşvik ediyor. Vatandaşlar da bu talimata uyarsa memleketin hali Suriye’den beter olur!

Şu akıl almaz skandal cümleyi tekrar yazıyorum:

“Statükonun gardiyanlığını yapan bir bürokrasi ülkeye sadece patinaj yaptırır. Sizden ricam bu. Mevzuat şöyledir, böyledir, yeri geldiği zaman koyun mevzuatı bir kenara, kendi zihinsel inkılabınızı devreye sokun. ‘Ben bunu bu şekilde yaparım’ deyin ve yapın. İşte bu, idareyi kullanmaktır. Kim için kullanıyorsunuz bunu. Vatandaş için. Hiç çekinmeyin kullanın.”

Bürokrasi elbette statükonun bekçiliğini, gardiyanlığını yapacaktır.  Kurulu düzen anlamına gelen Statüko’yu “Mevzuat” yapılandırır. Mevzuat ise anayasa, yasalar, yönergeler, tüzükler ve yönetimle ilgili yazılı kaynaklar anlamına gelir. Statüko sağlamsa, mevzuat yüzde yüz uygulanıyorsa devlet vardır, uygulanmıyorsa yoktur.

Bu nedenle göreve başlamadan önce Anayasa’da yazılı yemini yapan bir cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan’ın statükoyu temsil eden ve mevzuatı harfiyyen uygulamak zorunda olan kaymakamlar karşısında böyle bir konuşma yapamaz. Çünkü R.T.Erdoğan mevcut statükoya ve mevzuata göre Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanıdır. Statüko ve uyulması zorunlu bir mevzuat yoksa R.T.Erdoğan da artık cumhurbaşkanı değildir.

Recep Tayyip Erdoğan yürürlükteki statükoyu ve mevzuatı ilga etmiş (ki bu suçtur) ve Başyüceliği’ni ilan etmiştir. Bu durumda yaptığı konuşma metni bir “kararnamedir”; Başyücelik Buyruğu yani Başyücelik Fermanı’dır.

Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaymakamları karşısında “Tek Adam Rejimi”ni ilan etmiş bulunuyor. Bu bir hükümet darbesidir. 28 Ocak 2015 tarihli Yeni Akit gazetesini manşeti, bu darbeyi bir yönüyle ve eksik ifade ediyor: YA BAŞKANLIK YA KAOS. Geçmişte “Ya ben ya kaos!” türünden nara atanlar ülkelerini felakete sürüklemişlerdi. “Benden sonra Tufan!” sözü pek ünlüdür. Ama R.T.Erdoğan “Bundan sonrası Tufan!” diyor.

Başyücelik Fermanı’na göre: Birleşmiş Milletler kararları, Avrupa Parlamentosu kararları, Avrupa Birliği müktesabatı,  insan haklarıyla ilgili bütün evrensel metinler artık Türkiye’de geçerli değildir.

2000 yılından bu yana yazdığım her şey bir felaket olarak  gerçekleşti. Lanet olsun!.

Bundan sonrası Türkiye Büyük Meclisi’nin, Yargıtay Başsavcılığı’nın, Anayasa Mahkemesi’nin işi. Gelecek kuşakların eli Cumhuriyet düşmanlarının yakasında olacaktır.

 Özdemir İnce/ozdemirince.com
28 Ocak 2016

Demokrasi fiilen askıdadır - Tayfun Talipoğlu
Yeni bir sivil anayasa yapma girişimleri dün itibarı ile fiilen bitmiştir. Bundan sonrası laf-ı güzaf, yani boş laftır. İnatla sürdürmenin adı ise vatandaşı kandırma, oyalama ya da siz ne derseniz o olsun ismi.

Elbette tüm partilerin katılacağı uzlaşı içinde yapılacak bir anayasa hayali için dile getiriyorum bu düşünceleri. Yoksa -ki öyle anlaşılıyor- Cumhurbaşkanı kendi fiili başkanlık durumunu partisi ile birlikte yazıp halk oylamasına götürür ve kendi keyfine(!) göre bir anayasa yapar.Yapamaz, diyen varsa saftır hatta daha ötesi var da dilim varmıyor.
Bugüne kadar neyi söyledi de yapmadı?
Bu mecliste kurulan komisyon da "havanda su dövmenin" adıdır. Sırf meydan meydan dolaşıp "Biz gelin dedik gelmediler, geldiler uzlaşmadılar."  demek ve son seçimlere göre yüzde 51'e bir gol daha atmak içindir.
Sürekli  olarak muhtarları, şimdi de kaymakamları toplayarak konuşmasının altında sadece CHP grup toplantılarının televizyonlarda yayınlanmasını engelleme düşüncesi yoktur.
Bu toplantılar, yapılacak hukuksuzluklara zemin hazırlama girişimidir; saray entrikasıdır. Pek Sayın Cumhurbaşkanı, bunu da gizli gizli değil açık açık yapmaktadır. Son noktayı da salı günü Kaçaksaray’da kaymakamlar toplantısında koymuştur.
Demiştir ki, "Kaymakamlar, yetkilerinizi sonuna kadar kullanın, daha da öteye geçip olmayan yetkilerinizi de kullanın. Mevzuatı bir köşeye bırakın, belediyelerin mallarına el koyun, memurları işten el çektirin hatta işten atabilir, içeri tıkabilirsiniz" işin özeti budur.
Şimdi muhalefetin tutumu önemlidir. Bu kafa ile göstermelik komisyonlarda oyalanıp "demokrasi" oyunu mu oynayacaklar yoksa çekilecekler mi?
Çekilirlerse iki seçim arasında koalisyon arayışlarındaki gibi bir hayal dünyasında yaşamayacak, tavırlarını gerçek demokrasiden yana koymuş olacaklardır.
Çekilmezlerse geleceği dünden belli bir erken seçimde eriyip gideceklerdir.
Sonuç her iki durumda da bellidir. Öte yandan mevcut yasaları bile defalarca delen RTE yeni anayasa yapsanız bile ne kadarına uyacaktır?
Meclis kürsüsü ve ekranlardan "yeminine uymuyor" diye her gün şikâyet ettiğiniz RTE, değişecek ve sadece kendisine tanınan yetkiler içinde mi kalacaktır? "Diktatör bozuntusu" dediğiniz adam bir gecede demokrat mı olacaktır?
Güldürmeyin insanı…

 Tayfun Talipoğlu/abcgazetesi

Bölüm 2  Gazeteci Yazar Işık Kansu’nun konuşması
Araştırma Gazetecilik Ve Basın Özgürüğü Açıkoturumu- 2
Uğur Mumcu’nun 23 yıl önce, evinin önünde suikastla katledişinin anısına her yıl düzenlenen Adalet ve Demokrasi Haftasının 25.01.2016 günkü ilk bölümünde,  Deniz  Zeyrek (Hürriyet Ankara temsilcisi), Av. Kemal Akkurt  (Sosyal Demokrasi Avukatlar Dern. Genel Başkanı), Gazeteci Yazar Işık Kansu Araştırma Gazetecilik ve Basın Özgürlüğü konusunda bilgi ve görüşlerini anlattılar.
Ancak, 240 kişilik salonda ne yazık ki dinleyici olarak 50 yi geçmeyen katılımcı olduğu için, bu konuşmaların daha geniş kitleye yayıp yararlanmayı sağlamak amacıyla bu konuşmaları okuyucularımıza sunmak istedik. O nedenle her üç konuşmacının yazılı uzun metinlerini tek bir yazıda vermekle okuyucu sıkılacağı için ayrı ayrı sunmak zorunda kaldık.
Bu bölümde Cumhuriyet Yazarlarından Işık Kansu’nun, daha önce Uğur Mumcu’nun kitaplarında açıkladığı, Türkiye’de irticai örgütlenme üzerinde yaptığı araştırmaları içeren konuşmasını sunacağız.
Okuyucuyu sıkmamak için bu 2. yazımızda sadece Işık Kansu’nun konuşmasını veriyoruz. 
Gelecek yazımızda Hürriyet Ankara Temsilcisi Gazeteci Deniz Zeyrek’in konuşmalarına yer vereceğiz.
Aynı gün ve etkinlikte Işık Kansu şu yararlı konuşmayı yaptı:

IŞIK KANSU UĞUR MUMCU’NUN RABITA KİTABINDAN KAYNAKLI ŞU KONUŞMAYI YAPTI
“-Her 24 Ocakta olduğu gibi yine beraberiz. Uğur’suz yıllar için hepimizin buradaki görevi araştırma gazeteciliği ortaya koymak. Ben size bir çalışmayla geldim, bunu Anadolu’da insanlarla paylaşarak geldim. O nedenle, Karşıyaka’da, Alaşehir’de, Etimesut’da, Giresun’da her tarafta bunu tartışarak devam ediyorum.
Konumuz Uğur Mumcu’nun Rabıta kitabı. Uğur’lu yıllarla Uğur’suz yılları karşılaştıracağız. Uğur’lu yıllar Rabıta 1987 yılında yayınlanmıştır. Uğur Mumcu Rabıta kitabında belgelerle ortaya koyar. Der ki, Rabıta Suudi Arabistan kökenli bir örgüttür, dünya çapında çalışır. Amacı da Müslüman ülkeleri Şeriatla yönetilmesini sağlamaktır. Sadece Suudi Arabistan kaynaklı bir İslam örgütü değildir. Rabıta’nın büyükbabası 1930 lu yıllarda Suudi Arabistan’la ABD nin birlikte kurdukları ARAMCO adlı petrol şirketi en önemli kaynağıdır, daha doğrusu, Rabıta örgütünün.
Uğur Mumcu 30 yıl önce yayına kurduğu Rabıta kitabında, Rabıta örgütünün 1976 da Pakistan’da bir Siret kongresinin düzenlendiğini yazar. Siret kongresine de AKP nin atası sayılan Milli Selamet partisinden badem bıyıklı ince sözlü bir devlet bakanı katılır Hasan Aksay. Burada alınan çeşitli kararlar alır. Rabıta kitabında tek tek sayar Uğur Mumcu.

UĞUR’LU VE UĞUR’SUZ YILLAR

Araştırma Gazetecilik Ve Basın Özgürüğü Açıkoturumu- 2
 Şimdi Uğur’lu yıllarda neymiş, Uğursuz yıllar da neymiş ona bakalım.
Rabıta kongresinde alınan kararlardan bir tanesi; kongreye katılan taraflar “İslami eğitim İlkokuldan üniversite seviyesine kadar ders olarak okutmalıdırlar”. Bu karar önce Türkiye’de 12 Eylül Anayasası ile birlikte, yani din dersinin zorunlu olmasıyla birlikte hayata geçirilmiş oldu. En sonunda biliyorsunuz 4+4+4 Medrese öğretimi tüm okullara yayıldı.
İkinci karar bütün İslam ülkelerinde İslam Öğretileri Enstitüleri kurulmalı ve İslami çalışmalar yapmalıdır. Bırakınız artık İslami enstitüleri bütün okullarda ilkokuldan başlayarak üniversite seviyesine kadar bu gerçekleşmiş durumda. Hemen hemen her illerimizde de İlahiyat Fakültesi var.
Rabıta’nın bir başka kararı; İslami ahlak ve değerlerin propagandasına özel bir dikkat sarf edilebilir. Saraydaki beyefendinin her gün bu programı da gerçekleştirdiğini biliyoruz, “Danıştay’ın karar almasına gerek yok din ulemasına soralım; ey kadınlar üç tane çocuk yapınız; kız erkek aynı evde oturamaz” gibi sözlerle bu program da hayata geçmiş bulunuyor.
Pakistan’da 40 yıl önce alınan bir başka karar. Bütün daire ve işyerlerinde mescit açılmalıdır; kamu kuruluşların hemen hepsinde bu gün mescit vardır, Meclisten alın üniversitelere kadar. Eylül 2014 de de Milli Eğitim Bakanlığıca yayınlanan bir genelge ile bütün okullarda mescit var. Demek ki bu da uygulamaya geçmiş.
Bir başka karar Rabıta’dan, dünyada kadınlar bütün İslami yasaklara uymalıdırlar. Biliyorsunuz artık kadınların hepsi artık İslami yasaklara uyuyor. 2013 yılında 29 Ekim Bayramın hemen arkasında Meclisteki kadınlar da artık İslami yasaklara uyuyorlar. Demek ki karar da uygulamada.
Bir başka bir karar, gene 40 yıl önce alınmış bir karar. Arapça lisanı; Arapçanın ana lisanı olmadığı ülkelerde zorunlu olmasıdır. Bunu da hayata geçiriyor, bu yıl itibariyle; bu yıldan itibaren ilkokul ikinci ve beşinci sınıflardan başlamak üzere Arapça eğitimi zorunlu oluyor bütün okullarda.
Bu 1976 da Rabıta toplantısının ardındın alınan başka karar var, bunun bir bölümü gerçekleşti, bir bölümü henüz gerçekleşmiş değil; gerçekleşen şu, İslam birliğinin kurulmamsı. Biliyorsunuz, büyük ölçüde bu İslam konferansı bütünüyle birlikte gerçekleşti. Türkiye de bu örgüte üye olarak bu kararı büyük ölçüde yerine getirmiş oldu.
Biliyorsunuz AKP iktidara geldikten sonra, İslam Konferansı Örgütünün başına bir Türk geldi, Prof. Dr. Ekmelettin İhsanoğlu. Uğur Mumcu Rabita kitabında Rabıtayla bağlantılı kuruluşları, örgütleri, vakıfları kuruluşları açıklarken İslami Araştırmalar Vakfından söz eder. Bunların kurucuları arasında Prof. Ekmelettin İhsanoğlu da vardır. Ekmelettin İhsanoğlu’nun babası Yozgat’lı İhsan İhsanoğlu, 1924 de Cumhuriyetin hemen ilanından sonra, Hilafetin kaldırılmasından hemen sonra Mısır’da El Ezher Şeriatçı Üniversitesinde eğitim görmek üzere Mısır’a gider,  yanında en yakın arkadaşlarından biri de Mustafa Sabri Efendi’dir. Mustafa Sabri Efendi’yi hepimiz biliriz, son Osmanlı Şeyhülislamlarındandır ve Kuvayi Milliyeciler için “kudurmuş haydutlar” diye hitap etmiştir, aynı zamanda Mustafa Kemal ve arkadaşları için ölüm fetvası veren kişidir.
Ekmelettin İhsanoğlu’nun İslami Araştırmalar Vakfında birlikte kurdukları birtakım arkadaşları da var, onları da ben araştırdım buldum. Bunlardan birisi Emin Saraç, Emin Saraç Ekmelettin Bey’in babasının öğrencisi El Ezher’den, o kendisini Osmanlı çocuğu olarak vasıflandırıyor. Emin Saraç Bey’in iki tane oğlu var, çok yakından bu günkü ilişkiler bakımından hepiniz bileceksiniz, bir tanesi “Alo Fatih” Fatih Saraç, diğer oğlu da şu anda YÖK Başkanı Yekta Saraç.

BAŞKANLIK OLURSA, RTE BAŞKAN SEÇİLİRSE, HALİFE OLACAKMIŞ!

Araştırma Gazetecilik Ve Basın Özgürüğü Açıkoturumu- 2
 Bu Sayın Ekmelettin İhsanoğlu’nun kendisine vakfettiği İslami Araştırmalar Vakfı diğer kurucuları kimler diye de baktım, birkaç tane örnek vereyim size. Korkut Özal var, biliyorsunuz Turgut Özal’ın kardeşi; Numan Kurtulmuş var, şu anda AKP Başbakan yardımcısı ve sözcüsü; Sabahattin Zaim var, Abdullah Gül’ün hocası olarak bilinir. Biliyorsunuz Ekmelettin Bey’i de ortak cumhurbaşkanı adayı idi.
Şimdi dönelim bu Rabıta kararının diğer bölümüne. İslam Birliğinin yeniden kurulması büyük ölçüde gerçekleşti demiştik. Gerçekleşmeyen ama eli kulağında bir karar var, onu da ekleyelim; bütün Müslüman Devletlerinin “İslam Devleti “olduklarını ilan etmeleri ve bir federasyon teşkil ederek kayıtları ortaklaşa yürütmeleri. Bu henüz Türkiye’de gerçekleşmedi. Fakat askerliği birlikte yaptık, askerlik arkadaşım, Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak. 1 Kasım’da Kanada’ya gitti, Kanada’da bir konuşma yaptı. “1 Kasımdan sonra AKP çoğunlukla iktidara gelirse, Sayın Erdoğan Başkan seçilirse, başkanlık sistemine geçilirse Cumhurbaşkanı  R.T.Erdoğan Halife olacak, bütün dünya İslam devletleri için birer müşavir atayacak, o müşavirler de Saraydaki 1150 odada oturacaklar” dedi. Yani Rabıta’nın son kararı, muhalefet partilerinin desteğiyle anayasa değişikliği gerçekleşirse,  bir Halifemiz de gerçekleşmiş  olacak, gündemimizde olacak.
Uğur Mumcu Rabıta kitabında Bereket Vakfı, tıpkı İslami Araştırmalar vakfı gibi birtakım başka Rabıta bağlantılı gruplardan da söz açar. Bunlardan birisi Bereket Vakfıdır. Bereket Vakfının kurucularını sıralarken Uğur Mumcu, Kemal Unakıtan’dan söz açar. Unakıtan yıllar sonra AKP nin Maliye Bakanı olarak karşımıza çıkmıştır.
Bu Bereket Vakfının ortakları arasında Al Baraka Türk şirketi vardır. Bunların ortaklarının en başında Yasin El Kadı gelir. Yasin El Kadı kimdir diye sorarsanız, Yasin El Kadı Suudi bir işadamıdır. Amerika’da İkiz Kuleler vurulduktan sonra Yasin El Kadı’nın bütün vitrinine Birleşmiş Milletler kararıyla El Kaide destekçisi olduğu gerekçesiyle bütün işleri dondurulmuştu. Bizim Maliye Bakanlığı da bu konuda karar vermiş, Bakanlar Kurulundan karar çıkmıştı Yasin El Kadı’ya ilişkin yasak kararı çıkmıştı. Fakat daha sonra Maliye Bakanlığı bu kararı kaldırdı. Yasin El Kadı’nın oğlu var, Muaz Kadı, Muaz Kadı kimle ortak diye bakarsanız, o biçim ortak Bilal Erdoğan’la ortak. O dönem sordular, “oğlunuz El Kadı’nın oğluyla ortaklık yapıyor” deyince Erdoğan dedi ki, “ne yapalım Yasin El Kadı benim aile dostumdur,  ne yapacak oğlum çalışmayacakta başka bir şey mi yapacak” dedi.
Bu Al Bara Türk’e devam edelim, Uğur Mumcu Al Baraka Türk’ün ortaklarını açıklarken Zeki Sayın’dan söz eder. AKP döneminde Zeki Sözen ne olmuştur diye sorarsanız, Ziraat Bankası Genel Müdürü olmuştur; yetmemiştir Emlak Bankası Genel Müdürü olmuştur. Yine Al Baraka Türk’ün kurucularından Mehmet Emin Özcan AKP döneminde Halka Yönetimine, yetmemiş Halk Bankası Muraza azalığına, o da yetmemiş Ziraat Bankası Yönetim Kurulu Başkan vekilliğine atanmıştır.

“SEÇİLMİŞ KİŞİLİK” VE ZENGİNLEŞEN YANDAŞLAR
Yine Uğur Mumcu Rabıta kitabında Al Baraka Türk’ün kuruluş aşamasında görev yapan Korkut Özal’dan da söz açar. Korkut Özal, AKP iktidara geldiğinde 2002 yılında Tv da izledim, dedi ki R.T.Erdoğan için “seçilmiş kişiliktir”, seçilmiş kişilik bizim oylarla değil, yukarıdan seçilmiş kişiliktir.
Çok bereketli Bereket Vakfında Topbaş ailesi var, İstanbul Belediye Başkanı ve ailesi. Ama o Topbaşlar arasında Mustafa Latif Topbaş var ki onun yeri ayrı AKP döneminde. Biliyorsunuz Latif Topbaş’ın akamete uğrayan 17/25 Aralık soruşturmaları içerisinde gözaltı listesinde yer alıyordu. Mustafa Latif Topbaş Erdoğan’ın yakın aile dostlarından, AKP döneminde epey büyüdü kendisi. Neleri var Bahariye Mensucat,  Al Baraka Türk ortaklığı, Bereket İplik, Bahar, BİM mağazaları Tekstil Mustafa Latif Topbaş’a ait.
Biliyorsunuz Forbes dergisi her yıl bir sayı yayınlar ve dünyadaki en zengin işadamlarını sıralar.  Forbes dergisinin son sayılarında baktım, Mustafa Latif Topbaş Türkiye’nin en zengin yüz Türk İşadamları arasına girdi. Yani “yürü ya kulum” oldu yani. Çok isim sıralıyorum, dilerim sıkmıyorum.
Uğur Mumcu kitabında Faysal Finans kurumunun ülkemizdeki paydaşları sıralarken Orhan Özokur’dan söz eder. Orhan Özokur’un adı AKP döneminde ilişkiler açısından önemli, çünkü Orhan Özokur’un kardeşi Atila Özokur, R.T.Erdoğan’ın ortağı, birlikte şirket kurdular, daha sonra bu şirketi Cumhuriyet gazetesinde işledik, konu büyüdü büyüdü Recep Bey şirketi satmak zorunda kaldı. Biraz ucuza gitti, o dönemin parasıyla bir trilyona satıldı.
Uğur Mumcu, Bereket vakfını geçtik, Ensar Vakfından söz ediyor Rabıta kitabında, kurucularından söz ediyor. Onlardan birisi Ömer Dinçer,  biliyorsunuz Ömer Dinçer AKP döneminin en önemli isimlerinden birisi; ilk önce Başbakanlık müsteşarıydı. 1995 de AKP kurulmadan önce Sivas’ta bir konuşmasını hatırlarsınız, “artık TC bir mana ifade etmiyor, TC nin Müslüman bir yapıya evirilmesi gerekir” diye bir konuşma yapmıştı. Başbakanlık Müsteşarlığından sonra, Çalışma Bakanı oldu kendisi; Çalışma Bakanı olduğu dönemde çok büyük icraatı var! Zonguldak’ta işçileri üzerine grizu patladı, kendisi ölen işçiler için “güzel öldüler” diye tanımladı. Milli Eğitim Bakanı yaptılar sonra, bir üst makama geçti. Orda da 4+4+4 medrese yasanın yasalaştırmakla görevliydi.

RABITA PARASIYLA AVRUPA

Araştırma Gazetecilik Ve Basın Özgürüğü Açıkoturumu- 2
 Uğur Mumcu Rabıta kitabında ilki Süleyman Demirel’in başbakan olduğu 1980 yılını, diğeri de 12 Eylül Askeri dönemini kapsayan süreçte iki ayrı kararname ile 73 Kamu görevlisi, imam ve din adamının Rabıta parasıyla yurt dışına gönderildiklerini yazar. Ben 73 din adamını izledim, not alırım, nerdeler, ne yapıyorlar diye, onlardan birkaç örnek vereyim. Bunlardan biri 1980 de Denizli müftü yardımcısı iken Rabıta parası ile yurt dışına gönderildiğini, daha sonra, Uğur Mumcu’nun ölümünden yaklaşık on yıl sonra Refah Partisi’nden Ramazan Yenidede milletvekili oldu, Refah Partisi kapatıldı, bu kez Fazilet Partisi’nden Denizli milletvekili oldu. Fazilet Partisi kapatıldı ama Fazilet Partisinin kapatılmasının gerekçelerinden birisi de Ramazan Yenidede’nin konuşmasıydı. Ramazan Yenidede o konuşmasında özetle şu konuşmayı yapmıştı: “Hırsız ben Atatürkçüyüm, ben laikim diyor; soysuz böyle diyor, hazine yerlerini işgal edenlerin elinden bu yerleri almaya giden kamu görevlilerin karşısına Atatürk posterleriyle çıkılıyor”, hırsızın kim olduğunu daha iyi görüyoruz şimdilerde.
Efendim bir örnek daha vereyim, Kemal Tanrıkulu 1980 li yıllarda yüksek İslam Enstitüsü öğretim üyesiymiş, Rabıta parasıyla yurt dışına gönderildiğinde, eve dönende ne oldu diye sorarsanız, profesör dr oldu ilkönce sonra Rize İlahiyat Fakültesi kurucusu oldu, ardından dekan oldu, ardından Rize Üniversitesi rektör yardımcısı oldu. Biliyorsunuz artık Rize Üniversitesi yok, R. T. Erdoğan Üniversitesi oldu.

AVRUPA GÖRMÜŞ İMAM
Bir başka örnek Alâeddin Şahin İmam Hatip Lisesi müdürüymüş Rabıta parasıyla yurt dışına gönderildiğinde, döndüğünde Nuruosmaniye Cami imamı olarak atandı, daha sonra AKP geldi, AKP gelince İmam Alâeddin Şahin İETT Müşterek Daireler Başkanlığına getirildi. İki özelliği var Alâeddin Şahin’in Tarikat-Cemaat ilişkisi nedeniyle R.T.Erdoğan kendisine “abi” diye hitap ediyor. Bir başka özelliği de biliyorsunuz Türkiye’ye ilk kez Türban davasını AİHM ne taşıyan Leyla Şahin vardır, o davayı da kaybetmiştir, Leyla Şahin’in babasıdır İbrahim Şahin.
Bir örnek, bu da biraz komik bir örnek, Kastamonu’da vaiz Mahmut Sezgin Rabıta parasıyla yurt dışına gitti döndü AKP döneminde, yalnız zavallının başına bir şey geldi, cami yardım paralarını zimmetine geçirdiği için tutuklandı, kendisi.

6. FİLOYA KARŞI KIBLE GİBİ NAMAZ KILANLAR ŞİMDİ ÜLKE YÖNETİMİNDE
Rabıta kitabında Uğur Mumcu, Dünya Rabıta örgütüne dünya çapında yardım eden örgütleri sıralarken Milli Türk Talebe Birliğinden (MTTB) söz eder. Rabıta doğrudan MTTB ne yardım eder, MTTB nin, ben yaştakiler bilirler en önemli eylemini. 1969 da Amerikan 6. Filosu İstanbul limanına demirler.  Bunun üzerine bağımsız devrimci gençler Taksim’de bir miting düzenlerler. O mitinge karşılık Komünizmle Mücadele Derneği, üyeleriyle MTTB üyeleri, 6. Filoyu kıble sayarak önce namaz kılarlar, arkasından gençlerin üzerine saldırırlar. İki genç öldürülür, çok sayıda yaralı olur. Bizim siyasi tarihimizde bu “Kanlı Pazar” olarak geçmiştir, devrin en önemli eylemlerinden bir tanesi idi.

NECİP FAZIL’IN CUMHURİYET’E SALDIRISI
MTTB nin 1975 de yapılan “Milli Gençlik Gecesi’nde Şair Necip Fazıl Kısakürek, biliyorsunuz R.T. Erdoğan ondan şiir okumaktan büyük zevk duyuyor. Gençliğe Hitabe adı altında bir metin okumuştu N.F.Kısakürek, bu gençliğe hitabe aslında Atatürk’ün Gençliğe Hitabesine naziredir. O nazirede Cumhuriyet dönemini şöyle ifade eder, N.F.Kısakürek:  “İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayet işlenmiş Cumhuriyet döneminde. Madde planında kurtarıldıktan sonra bu planında ebedi felaket, mahkûmiyet yani ölüme yok edilmeye mahkûm edilmişiz, Cumhuriyetle döneminde. Sonra Kısakürek nasıl bir gençlik istediğini ifade etmiş, altını çizmiş, şöyle diyor:  Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, evinin, kininin davasını muhafazasını istemiştir.  Şimdi o kinin davacısı gençlik bu gün Türkiye’yi yönetiyor. MTTB nin üyeleri Ahmet Davutoğlu Başbakan, bugün; MTTB nin geçmişte Tesisler Müdür Yardımcılığı ve Kültür Müdürlüğü yapan Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı; bunlara 1 Kasımda MTTB birisi daha eklendi, 1967-69 arasında MTTB başkanlığını yapan İsmail Kahraman TBMM Başkanı seçildi.

İMRAN ÖKTEM’İN CENAZE NAMMAZINI KILDIRMAK İSTEMEYENLER
İsmail Kahraman Başkanı olduğu dönemde MTTB nin iki eylemi var, birisi 1967 de Ayasofya’da topluca namaz kılmak; diğeri de bilirsiniz belli bir yaşta olanlarımız bilir, çok değerli Yargıtay Başkanı İmran Ökten, 1967 de bir adli açılış konuşması yapmıştı. Oradan küçük bir bölüm okuyayım size, İmran Öktem ne demişti:
“-Türkiye’de bir İslam ve Hilafet rejimi kurmak Türk Milletini dini esaslara dayanan bir hukuk düzeni sokmak isteyenlerin birtakım hurafeleri dini esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu surette halkın kökü dışarıdaki yurt düşmanlarının daima hüsrana uğrayacaklarına inanıyorum demiş. Bunun üzerine MTTB üyeleri ve başkanı ayaklanmış protesto bildirirleri vs vs. Daha sonra İmran Ökten hayatını kaybetti, MTTB üyelerinin ve onun çevresinin yaptığı eylem neydi? İmran Öktem’in cenaze namazını kıldırmamak, Maltepe camiinde.
MTTB nin önemli bir eylemi daha var, o eylemde Ankara İlahiyat Fakültesinde yapılan ilk türban boykotu. Bu Türban boykotunu gerçekleştiren tek kişi var, onun çevresinde geniş bir eylem gerçekleştirildi. Bunu MTTB büyük ölçüde destekliyor, o öğrenci numarasını da öğrendim, gittim 1859 numaralı İlahiyat Fakültesi Öğrencisi Hatice Babacan. Hatice Babacan, AKP döneminde çeşitli bakanlık yapan Ali Babacan’ın halası idi. Bu türban boykotunu destekleyen Ankara Hukuk Fakültesi öğretim öğrenci derneği MTTB bağlı öğrenci derneğine bağlı başkanı kim derseniz, o da Beşir Atalay. Peki, o boykotta o öğrencileri Hatice Babacan’la MTTB üyelerinin protesto ettiği İlahiyat Fakültesi Dekanı kimdi o dönemde?   Paramparça edilen Bahriye Üçok. Birileri parça parça ediliyor, öbürleri “yürü ya kulum yürü ya kulum”.
Özeti verdim, Uğur Mumcu neden öldürüldü, şimdi daha iyi anlıyoruz herhalde. Muammer Hoca niye öldürüldü? Ben 20 yaşından beri sürekli tabut kaldırıyorum. Çoğumuz da öyle. İlk önce 20 li yaşlarımda sevgili abimiz Muzafer Erdost’un kardeşini toprağa verdik, döverek öldürüldü İlhan Erdost. Arkasından benim Mülkiyeden Basın Yayın Yüksek okulundan Anayasa Hukuku Profesörü değerli Öğretmenim Muammer Aksoy’u öldürdüler. Arkasından Uğur Mumcu’yu öldürdüler, gazeteci ustam. Geldiğimiz nokta bu. Şimdi ben bunları niye anlattım, müthiş bir örgütlenme, dış güçlerce de destekli bir örgütlenme. ODTÜ de çocukları birbirlerine soğuttular, oradaki camiyi kim yaptı derseniz yine Rabıta örgütü yaptı parayı verdi, peki onun yapılması için ısrar eden kim, i Turgut Özal”.
Işık Kansu’nun anladığımız göre, Demek ki, öldüre öldüre köşe başlarını tutmuşlar, şimdi de dışlayı dışlayı, hapislere ata ata köşe başlarından ayrılmak istemiyorlar.

Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com 

Olamaz! - Gündüz Akgül
Şaşkınım, yazıya nereden ve nasıl başlayacağımı bilemiyorum…
Çünkü bir olmazla karşı karşıyayız…
Anayasamız Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğunu söyler…
30 yıl hukuk uygulayan biri olarak, Anayasanın bu emredici kuralına karşın, herkese örnek olması gereken devletin başı Cumhurbaşkanı, muhtarlardan sonra sarayına davet ettiği Kaymakamlara “Mevzuat şöyledir, böyledir. Yeri geldiği zaman koyun mevzuatı bir tarafa, zihinsel inkılabınızı devreye sokun; ‘Ben bunu bu şekilde yaparım’ deyin ve yapın,”  diye talimat vermesine olamaz diyorum…
Bu talimatın anlamı şudur;
Gerekirse yasaların dışına çıkarak, görevinizi kötüye kullanabilirsiniz…
Anayasamızın;
6/3 maddesi,  “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz”
137/2 maddesi, “Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz.”
Amir hükümlerini içermektedir…
Türk Ceza Yasasının (TCY) görevi kötüye kullanma ile ilgili 257/1 maddesi, “Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller dışında, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir kazanç sağlayan kamu görevlisi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”  şeklindedir…
İlçenin en büyük mülki amiri olan kaymakamların görevleri yasalarla belirtilmiştir…
Mevzuat bu yasaların tümünden oluşmaktadır…
Anayasanın ve yasaların tanımlamadığı bir yetkiyi kullanan kamu görevlileri, anayasaya aykırı davranmış ve TCY’na göre de görevini kötüye kullanmış olur…
Bu yasal durum karşısında Cumhurbaşkanın, “mevzuatı bir tarafa koyun” şeklinde Kaymakamlara verdiği talimat, suçtur ve hiçbir şekilde yerine getirilemez, getirende sorumlu olur…
İşin garibi, hukuk bilgisi ile donanımlı olan Kaymakamlardan hiç biri kalkıp buna itiraz etmemiştir…
Yaşım gereği, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk hariç, tüm Cumhurbaşkanlarının dönemini yaşadım. Hiç birinin kamu görevlilerini topluca Ankara’ya çağırarak emirler yağdırdığına, onlara siyasi propaganda yaptığına tanık olmadım…
Anayasanın 104 maddesi, Cumhurbaşkanın görev ve yetkilerini 1-Yasama, 2- Yürütme ve 3- Yargı ile ilgili olarak çok net bir şekilde açıklamıştır…
Bu görevlerin içinde, Saraya çeşitli kesimlerden kamu görevlilerin çağırıp onlara talimat vermek yoktur…
Ülkemin gündemini izleyen bir yurttaş olarak, Cumhurbaşkanın bu davranışlarına olamaz diyorum…
Olur diyen varsa, bunun yasal dayanağını göstermek zorundadır…

27.01.2016
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Benim genel müdürlüğümde açık 2 milyar 750 milyon liraydı, şimdi açık 80 milyar 629 milyon lira. Üstelik benim dönemimde emeklilik yaşı kadınlarda 38, erkeklerde 43'dü. Şimdi emeklilik yaşını 65’e çıkardın ve 80 milyar 629 milyon liralık bir açık kapatmaya çalışıyorsun. Şimdi söyle bakalım; Sosyal Güvenlik Kurumunu kim batırdı?

Yeni şeyler söylemek lazım diyerek Atatürk’ün.....
Nankör ve densiz bir kişi, yeni şeyler söylemek lazım gerekçesiyle, Meclisteki milletvekili ofisinin duvarında asılı olan ATATÜRK resmini duvardan indirerek,çöp sepetinin yanına koymuş.

Bu densizliği yapan kişi, Atatürk Türk iyesinin bir milletvekili.

Bu milletvekili, aynı zamanda bir kadın.

Sıkı durun daha bitmedi, bu densiz milletvekili kadın olmasının yanı sıra, bir CHP milletvekili.

Yani, resmini meclisteki odasının duvarından indirerek çöp sepetinin yanına koyduğu Yüce ATATÜRK’ÜN kurduğu ve ilk genel başkanı olduğu CHP'nin miletvekili.

Peki ATATÜRK kimdir?

Hepinizin çok iyi bildiği diğer yaptıklarını saymamıza gerek kalmadan hemen belirtelim ki, ATATÜRK; ülkemizi düşman işgalinden kurtararak Türkiye Cumhuriyetini kurmak suretiyle, o kadın milletvekilinin de hem cinsleri olan masum kadın ve kızlarımızı, işgalci düşman askerlerine yosmalık ve babası ve nesebi  belirsiz p.ç lere annelik yapma zilletinden kurtaran, kadınlarımızı erkelerle eşit yurttaşlar haline getiren, kadınlarımıza diğer dünya milletlerinden çok daha önce, seçme ve seçilme haklarını veren, kadınlarımızın eğitimlerine önem veren ve yaptığı devrimlerle kadınlarımızın bugünkü modern ve eğitimli konuma gelmelerini, milletvekili seçilebilmelerini sağlayan, bu nedenlerle kadınlarımızın, kendisine çok şeyi borçlu oldukları, özellikle de CHP li kadınlarımızın ve kadın milletvekillerimizin, onun devrimlerine ve manevi mirasına sahip çıkmaları gereken, çalışma ofislerinin ve hatta evlerinin duvarlarında asılı bir resmine tahammül etmeleri, bir yurttaşlık ve  insanlık görevi olan kurtarıcımız ve Cumhuriyetimizin kurucusudur.

Basından izlediğimiz kadarıyla, maalesef CHP li bir kadın milletvekilinin meclisteki çalışma odasının duvarında asılı olan ATATÜRK resmini, bundan sonra  yeni şeyler söylemek lazım diyerek indirerek çöp sepetinin yanına koyduğunun bir gerçek olduğu anlaşılıyor.

CHP ye gönül verenleri üzen bu acı ve düşündürücü eylemi gerçekleştiren densizin açık kimliği, en kısa zamanda belirlenerek, Türk kamuoyuna açıklanmalıdır.

Bu görev de, bizzat, ATATÜRK'ün makamında oturmakta olan  partinin genel başkanı KILIÇDAROĞLU'na aittir.Bu ismin bulunup açıklanması ve o kişi hakkında gereğinin yapılması, CHP'yi güçsüz değil, bilakis daha da güçlü kılacak ve CHP'ye gönül verenleri rahatlatacağı gibi,  ATATÜRK ve onun ilkelerine karşı çıkanları eleştirme hakkını CHP kendisinde bulabilecektir. Aksi halde, o milletvekilinin bireysel olan ATATÜRK'e yönelik bu saygısız eylemi, kurumsal hale gelecek ve CHP'nin üzerine yapışıp kalacaktır.

Bugün için, CHP'nin ve Türkiye Cumhuriyetinin, yeni şeyler söylemeye değil, yıllar önce Yüce ATATÜRK'ün söylediği ve bugün de aynen geçerliliğini ve gerekliliğini korumakta olan sözlerine ve yaptığı devrimlerine harfiyen uymaya ve uygulamaya ihtiyacı vardır.

Sayın KILIÇDAROĞLU'nun; bu olaya bizzat el koyarak, evelemeden ve gevelemeden, ATATÜRK'ün, meclisteki milletvekili çalışma ofisinin duvarında bulunan resmini indirerek çöp sepetinin  yanına koyan kadın milletvekilinin kimliğini tespit ederek, Türk kamuoyuna açıklamasına ve o milletvekilini partiden kovmasına kadar, CHP seçmenliğim ve gönüldaşlığım askıya alınmıştır.

27/01/2016
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Kaymakamları da Kendisine Benzetecek - Güner Yiğitbaşı
Tayyip Bey; bugünkü kaçak saray grup toplantısını, ülkemizin kaymakamlarıyla yapmış bulunmaktadır. Ülkemiz için hayırlara vesile olsun!

Tayyip Bey; kendisinin, anayasayı ve yasaları bir kenara koyarak ve ihlal ederek, anayasanın kendisine vermediği yetkileri kullanması ve anayasa dışı fiili yönetim usulleri icat etmesi yetmiyormuş gibi, muhtarlardan sonra kaymakamlarımıza da el atmış ve huzuruna topladığı kaymakamlarımıza hitaben, uzunca bir konuşma yaparak, görevli oldukları ilçelerde, gerektiğinde yasa dışı fiili yönetim usullerini uygulamaya koymaları konusunda, kaymakamlarımıza talimatlar yağdırmıştır.

Konuşmasının bir yerinde muhtarlar toplantısına atıf yapmış ve bazı muhtarların kaymakamlar aleyhine yaptıkları konuşmaları hatırlatmış, adeta kaymakamlar ile muhtarları karşı karşıya getirmeye çalışmıştır. Neresinden bakarsanız bakınız, alışılmış devlet idaresi terbiyesine ve geleneklerine uymayan ve kaymakamlarımızı, yasaları ihlal etmeye azmettiren bir konuşma ve üslup.

Çözüm sürecindeki, çatışmasızlık hali zarar görmesin, şehit cenazeleri gelmesin, AKP, iktidarını sürdürmek için seçim kazanmaya devam etsin düşüncesiyle, Güneydoğu bölgesini PKK teröristlerinin denetim ve kontrolüne terk eden, bölgedeki vali,kaymakam,asker ve polisi, PKK terör örgütü militanlarıyla mücadele ettirmeyen, kamu görevlilerine, terörle mücadeleye ilişkin yasal görevlerini yapmamaları için talimatlar veren, bu nedenle, bölgenin, bugünkü silah,bomba ve cephane deposu haline gelmesinin baş sorumlusu olan  Tayyip Bey;7.Hairan seçimlerinde geri tepen ve AKP'yi tek başına iktidardan düşüren çözüm sürecini sonlandırıp müzakere masasını devirdikten sonra, tamamen politika değiştirmiş ve PKK'ya karşı yürüttüğü kuzu politikasından vazgeçerek, şahin politikası izlemeye ve bu kez, bölgedeki vali, kaymakam,polis ve askere PKK ile etkin bir mücadeleye girişilmesi talimatını vermeye başlamıştır.

Bugün (26/01/2016) kaçak sarayda kaymakamlarla gerçekleştirdiği toplantıda, kaymakamlara verdiği talimatlar dudak uçuklatmış, hızını alamayan Tayyip Bey; Türkiye Cumhuriyetinin demokratik bir hukuk devleti olduğunu unutarak, kendisini yeryüzündeki muz cumhuriyetlerinden birinin başkanı zannedip, “yeri geldiği zaman koyun mevzuatı bir kenara ve ‘ben bunu bu şekilde yaparım’ deyin ve yapın.” talimatını vererek, kaymakamlarımızı, yasalara aykırı iş yapmaları konusunda cesaretlendirerek, ülkemizin yüzlerce ilçesinde, ülkemizde birisiyle baş edemediğimiz yüzlerce yeni Tayyip Erdoğanlar yaratarak, ülkemizin baştan aşağıya hukuk dışı fiili yönetimlerin boyunduruğu altına girmesinin önünü açmıştır.

Bu gidişe demokratik yollardan dur diyebilecek, seslerini çıkarabilecek insanların yer aldığı, adına, sorumlu ve duyarlı  bir millet diyebileceğimiz bir insan topluluğu haline gelmekte, ülkemizde anayasa ve yasaları hakim kılmakta, ülke olarak biraz daha gecikirsek, bu güzel ülkemizin tümüyle, Güneydoğunun PKK terör örgütü militanları tarafından getirilen bugünkü perişan ve acınacak haline dönüşeceği günlerin çok yakın olduğunu söylemek, asla kehanet olmayacaktır.

26/01/2016
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Araştırma Gazetecilik Ve Basın Özgürüğü Açıkoturumu - 1
Uğur Mumcu’nun 23 yıl önce, evinin önünde suikastla katledişinin anısına her yıl düzenlenen Adalet ve Demokrasi Haftasının 25.01.2016 günkü ilk bölümünde,  Deniz Zeyrek (Hürriyet Ankara temsilcisi), Av. Kemal Akkurt  (Sosyal Demokrasi Avukatlar Dern. Genel Başkanı), Gazeteci Yazar Işık Kansu Araştırma Gazetecilik ve Basın Özgürlüğü konusunda bilgi ve görüşlerini anlattılar.
Ancak, 240 kişilik salonda ne yazık ki dinleyici olarak 50 yi geçmeyen katılımcı olduğu için, bu konuşmaların daha geniş kitleye yayıp yararlanmayı sağlamak amacıyla bu konuşmaları okuyucularımıza sunmak istedik. O nedenle uzun bir metin sumak zorunda kaldık.
Günümüzde iktidar tarafından pek çok gazete, gazeteci, muhalifler hakkında davalar açıldığı, pek çok gazetecinin baskılarla işinden olduğu, gazetecilerin hapislere atıldığı Türkiye’mizde, AİHS ve AİHM sinin karar ve içtihatları ile verilmiş kararlarla ilgili aydınlatıcı bu bilgiler veren hukukçu bir uzman tarafından yapılan bu konuşmanın çok yararlı olacağını düşündük.  Okuyucuyu sıkmamak için bu yazımızda sadece Sosyal Demokrasi Avukatlar Dern. Genel Başkanı Av. Kemal Akkurt’un konuşmasını veriyoruz. 
Gelecek yazımızda Gazeteci Yazar Işık Kansu’nun bu konularda, iktidarın bazı ilginç  irticai uygulamalarını içeren konuşmasını ikinci bölümde vereceğiz.

Araştırma Gazetecilik Ve Basın Özgürüğü Açıkoturumu - 1
 Atila Candar’ın yönettiği panelde Av. Kemal Akkurt konuşmasında şu açıklamalarda bulundu:
 -Muammer Aksoy’u, Uğur Mumcu’yu, Onat Kutlar’ı, Metin Gökyepe’yi ve Hrant Dınk’i saygı ile anıyoruz. Ocak ayı katliamlarla anılmaya başlandı; bir hafta başka bir aydınımızı, başka hafta bir aydınımızı anmakla geçiriyoruz. Dileriz Türkiye aydınlarını böyle katliamlarla kaybetmez, hepsinin önünde ismini anamadıklarımızın da önünde saygı ile eğiliyorum.
Düşünce ve ifade özgürlüğü, günümüzde artık basın özgürlüğü ile birlikte anılmaya başlandı. Düşünce ve ifade özgürlüğü artık halkın bilgilenme hakkı ve gerçekleri öğrenme hakkını elde edilmesini sağlayan bir hak olarak da tanımlanıyor. Bu anlamda basın özgürlüğü düşünce ve ifade özgürlüğünün gerçekleşmesinde vazgeçilmez bir araç ve bir değer olarak kaydediliyor uygar dünyada.
Gelecek anlamda düşünce ve ifade özgürlüğü tanımlanması, özgür, doğru, yaygın bilgi, haber dolaşımıyla basın özgürlüğüyle mümkündür. Günümüzde artık devletin korunması adına halkın bilgi edinme hakkının sınırlandırılması terk edilen artık çağdışı kabul edilen bir anlayış. Bu nedenle gerçeğe uygun haber dolaşımının suçlanması uygar dünyada kabul edilemez bir gerçek.
Gerçekte hükümetlerin veya yönetimlerin halktan gizleyeceği hiçbir şey olmamalı. Çünkü bireylerin bilgi edinme hakkı demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak kabul ediliyor. Devlet bu özgürlüğü engelleyemez. Kullanılmasına müdahale ederek kısıtlama veya engelleme getiremez. Devletin basın özgürlüğünü engellemeye yönelik baskı, tutum ve girişimleri ancak despotik ve otoriter yönetimlerde söz konusu olabilir.
Bu anlamda düşünce ve ifade özgürlüğü konuşulduğunda devletin iki yükümlülüğünden, iki ödevinden bahsetmek mümkündür:  Birisi negatif yükümlülüğü, ikincisi de pozitif yükümlülüğü.
Negatif yükümlülüğü, devletin basın hürriyeti daha doğrusu ifade özgürlüğü ile ilgili olarak halkın basın, haber ve bilgi dolaşımına müdahale etmemesi, karışmaması anlamına geliyor.
İkincisi de yaygın ve doğru saptırılmamış haberlerin bilgilerin ve gerçeklerin dolaşımını sağlama bunun için bireylere ve kurumlara her türlü desteği sunma, yardımcı olma yükümlülüğü bu da pozitif hükümlülük olarak kabul ediliyor.
Ülkemizdeki uygulamaya baktığımızda, her iki hükümlülükler için de yani hem karışmama,  hem de yardımcı olma yükümlülüğü ile ilgili olarak da,  yandaş havuz medyası için sınırsız bir şekilde bunun uygulandığını tespit edebiliyoruz.
Ama hükümet gibi düşünmeyen “muhalif medya” için ve diğer muhalif düşünceler için de bu sınırlamalar ve engellemeler şeklinde karşımıza çıkıyor.
Peki, yasal durum nedir, diye baktığımızda de mevcut anayasamızın 26.Maddesi ile düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü çok açık, yoruma açık, meydan vermeyecek bir şekilde düzenlenmiş.
77. Madde ile bilim ve sanat özgürlüğü düzenlenmiş; 28. Madde ile de basın özgürlüğü düzenlenmiş. Bu özgürlükler aslında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS), biraz sonra geleceğimiz maddelerine düzenlemelerine çok paralel olarak düzenlenmiştir. Anayasanın 28. Maddesine baktığımızda basının özgür olduğu, sansür edilemeyeceği açık ve net olarak düzenlenmiş. Devletin basın ve haber alma özgürlüğünü düzenleyecek pozitif yükümlülüğünü çok açık bir şekilde vurgulamış, aynı maddenin devamında da güvenlik, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü suç işlemeye teşvik, ayaklanmaya teşvik konuları hariç tutulmuş. Bugüne baktığımızda, uygulamalarda, hiçbir basın kurumunda bölünmeye, isyana, suç işlemeye teşvikten değil, devletin gizli bilgilerini, biraz sonra değineceğimiz, neyse bu bilgiler, bunların ifşa edilmesiyle, daha doğrusu hükümetin açıklanmasını istemediği bilgilerin ifşa edilmesi bu kılıf altında baskıya ve sansüre gerekçe olarak düzenleniyor.
29. Madde, Anayasamızın, diyor ki, “düşünce ve kanaatlerin serbestçe yorumlanmasını engelleyici ve zorlaştırıcı piyasa ekonomik, mali, teknik şartların konulamayacağını ve basın özgürlüğüne yardımcı olunacağını” düzenliyor.
Geliyoruz 5187 sayılı Basın Kanunu’na. Burada da 3. Madde ile basının özgür olduğunu, bilgi edinme, yayma, eleştirme yorumlama ve eser hakkının açık ve net olarak düzenlendiğini görüyoruz. Bu hüküm altında, biraz sonra geleceğiz, aslında AİHS nin 10.Maddesinin kelimesi kelimesi aynısı diyebiliriz. 12. Madde de haber kaynaklarının gizliliği düzenlenmiş. AİHM sinin kararlarına dayanılarak gazetecilerin haber kaynaklarının gizliliğiyle basın özgürlüğünün olmazsa olmaz bir parçası. Yine Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi de 2000 tarihinde düzenlediği bir kuralla bir kararla daha doğrusu, gazetecilerin bilgi hatlarının, bilgi kaynaklarının açıklamama hakkına ilişkin bir tasfiye kararı almış. Buna göre gazetelerin sahipleri sorumlu müdürleri eser sahiplerinin bilgi ve belge dâhil her türlü haber kaynaklarının açıklamaya ve tanıklık yapmaya zorlanamazlar. Ancak haber kaynaklarını açıklamadıkları için mağdur edilen, hapse atılan onlarca gazetecinin mağduriyetleri de Türkiye’nin yine ayıpları arasında yer alıyor.
Geçen hafta, biraz sonra değineceğim, Nokta dergisi Türkiye kararıyla da Türkiye bir kez daha bu konuda mahkûm edildi. AİHS ve AİHM si içtihatlarına baktığımızda ifade özgürlüğü, dolayısıyla basın özgürlüğü çok açık net yoruma meydan vermeyecek bir şekilde düzenlenmiş madde ile herkesin, yandaş olan, olmayan ayırım yok bura, herkesin ifade özgürlüğüne mutlak olarak sahip olduğu, bu hakkın kullanımında resmi makamların müdahalesinin olamayacağı haber almak vermek düşünce özgürlüğünün mutlak olduğu tartışmasız bir şekilde düzenlenmiş.
Anayasamızın 90.Maddesine bakıyoruz, temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmelerle yasalar arasında bir çatışma çıktığı zaman, Uluslararası sözleşmeler uygulanır. Eğer bizim basın yasamızda buna göre bir hüküm varsa yargıçlarımızın uygulayacağı basın yasası değildir, AİHS dir, Anayasa da bunu emrediyor.
Ama uygulamanın böyle olmadığını hepimiz biliyoruz, bunu örnekleriyle anlatmaya çalışacağım.
AİHM sinin basın özgürlüğü için anahtar rolü olan içtihatları maalesef Türkiye ile ilgili. Bunların başında Ding Türkiye kararı, Akçam Türkiye kararı, Tuşalp Türkiye kararı ve geçen hafta verilen Nokta dergisi Türkiye kararı sayılabilir. Bu kararlar Avrupa Konseyine üye diğer 46 ülke içinde emsal niteliğinde ama çok kötü emsal niteliğinde anlatılıyor. Rusya dışında, bu anlamda mahkûm olan bir Avrupa ülkesi yok. Ülkesine ilişkin bir içtihada ben rastlamadım, Rusya ile ilgili tek tük içtihatlar var.
Dink Türkiye kararına baktığımızda ifade ve basın özgürlüğü için devletin o alana devletin kaçınma yükümlülüğü; yani negatif hükümlerinin yeterli olmadığını, devletin basınla ilgili saldırılara karşı da kişileri koruması yükümlülüğüne işaret ediyor, yani pozitif hüküm gibi. Tıpkı özgür Gündem Türkiye kararında olduğu gibi, devletin basın ve ifade özgürlüğü karşısında pozitif hükümlülüğü mutlak bir hükümlülük olarak düzenleniyor. Bu uygulamaya baktığımızda devletin negatif ve pozitif hükmüne uymadığını, tam aksine, mevcut iktidara muhalif basın ve medya mensuplarına karşı hasmane bir tutum içinde olduğunu görüyoruz.
Araştırma Gazetecilik Ve Basın Özgürüğü Açıkoturumu - 1

YARGILANAN GAZETECİLER YÜZÜNDEN TÜRKİYE AİHM DE MAHKÛM OLACAKTIR
Siyasal eleştiri hakkı da basın özgürlüğünün olmazsa olmazları. AİHM sine göre bu özgürlük, demokratik bir toplumun temel değerlerinden birini oluşturuyor, siyasal eleştiri hakkı. İfade ve basın özgürlüğü sadece olumlu karşılanan, hoşa giden ya da zararsız ve önemsiz haber ve fikirler için değil, devlet ya da halkın herhangi bir kesimi için sarsıcı, şaşırtıcı, şok edici ve rahatsız edici nitelikte bir bildirim ve rahatsız edici haber ve fikirler için de bu özgürlük mutlak bir hak olarak karşımıza çıkıyor. Basın demokratik bir toplumda seçkin bir role sahiptir. Genel, yarayışlı tüm konularda haberler ve fikirleri yayma zorunluluğu da basına düşmektedir. Aynı zamanda da bir görevdir bu basın için. Basın özgürlüğü belli bir dozda, AİHM si abartıyı, hatta provokasyonu da içerebilir. Yani bu özgürlük içinde abartı da olabilir, provokasyon da bir miktar olabilir. Tek bir ölçü, şiddet, isyan ve şiddete teşvik olmaması kavlıyla. AİHM sine göre siyasal söylem ve genel yarar ile ilgili görüşlere sınır getirilmemesi gerekir. Medya yoluyla siyasal eleştirileri dile getirme ve basın özgürlüğü hakkında sınırlandırma kabul edilemez. Ayrıca hükümete karşı kabul edilebilir eleştirinin sınırları sıradan bir yurttaşta hatta bir politikacıya karşı çok daha geniştir. Yani basın tarafından hükümet ve hükümet mensupları bakanlar çok daha ağır, çok daha acımasızca eleştirilebilir. Hükümetin işgal ettiği baskın konu özellikle de muhaliflerden gelen haklı olmayan saldırı ve eleştirilere cevap vermek için cezai yolların kullanılmaması gerektiğine işaret ediyor. Kullanılan ifadeler, şiddet, isyan ya da başka saldırıya teşvik için bile ifade özgürlüğü engellenemez. Diyordu kararında Hırant Dınk, rahmetli Hrant Dınk kendince bir takım gerekçelerle Türkiye’nin Ermeni sorununa bakışını anlatıyordu. Bu Türklüğe hakaret olarak nitelendirilmişti, cezalandırılmıştı, Yargıtay tarafından da onandıktan sonra rahmetli Dınk hedef gösterildi ve sonra da katledildi.
AİHM ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğüne karşı mahkûmiyetten sonra Türkiye’yi mahkûm etmiyor. Bazı konular var ki, mahkûm edilme ihtimali yani sürekli ceza tehdidi ifade ve basın özgürlüğüne aykırı olarak görülüyor. Burada Taner Akçam Türkiye kararına bakıyoruz, bu kararda da hakkında herhangi bir mahkûmiyet yok Taner Akçam hakkında. Ancak yazdığı yazılar, yaptığı konuşmalar nedeniyle sürekli 301.Maddeden yargılanacağı söz konusu ediliyordu, bu sürekli dile getiriliyor. Bugün Can Dündar ve Erdem Gül’de olduğu gibi, diyor ki AİHM si:  “Başvurucunun yazıları ve konuşmalarıyla hakkında ceza davası açılarak mahkûm edilmemiş olsa bile, Ceza Kanunun 301 kapsamında taciz kampanyasına maruz kalması ve kendisini bu hükme göre yapılan suçlamalara yanıt vermek zorunda bırakılması bu herhangi bir soruşturma başlamamış olsa bile, stres, yakalama ve soruşturma endişesi yaratılması da basın ve ifade özgürlüğüne aykırıdır”. Türkiye’yi bu konuda da mahkûm etmiş durumda.  TC Kanunu meşhur 301. Madde, AİHM sinde gelen bu sürekli mahkûmiyetten sonra maddede bir değişiklik yapıldı, Adalet Bakanlığının iznine bağlandı soruşturmalar. Ama hükümete muhalif basın ve aydınların açıklamalarından sonra bu izin otomatiğe bağlandı. Kendi yandaşları her şeyi söyleyebilir, havuz medyası her şeyi yazabilir, yazması mümkün değilse varsayalım ki yazdı böyle bir izin zaten çıkmaz.
Ama “muhalif basın ve muhalif aydın ve yazarlar için 301. Maddedeki soruşturmalar otomatiğe bağlanmış durumda. AİHM bu izni de ifade özgürlüğüne karşı iyileştirilmiş bir düzenleme olarak görmüyor ve Türkiye’yi mahkûm etmeye devam ediyor. Diyor ki mahkeme, “301. Maddenin uygulanması konusunda “istenmeyen görüşleri” belirten kişilerin ciddi bir kovuşturma riskiyle ceza davası açılması tehdidiyle karşı karşıya iseler bu da ifade özgürlüğüne aykırıdır.
Geliyoruz Eleştiri Hakkı ve Değer Yargılarında İfade Özgürlüğü ve Basın Özgürlüğünde AİHM sinde diyor? Yine Tuşalp Türkiye kararına baktığımızda dönemin 2012 yılında verilmiş bir karar. Dönemin Başbakanı R.T.Erdoğan hakkında yazılan iki makale nedeniyle basın özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün AİHS koruması altında olduğunu söylüyor mahkeme, diyor ki, “gerçeklerin maddi vakaların ortaya konulması mümkündür, ancak değer yargıların kanıtlanması mümkün değil. Bir değer yargısının gerçekliğinin kanıtlanması talebi ki bu talep edilmiş mahkemeden, gerçekleştirmesi imkânsız bir taleptir ve AİHS sinin garanti altına aldığı ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün ihlali anlamına gelir”. AİHM sine göre bir siyasetçinin kabul edilebilir eleştiri sınırlarının sıradan bir şahsa kıyasla daha geniş olduğunu tespit ediyor ve bu nedenle dönemin Başbakanı R.T.Erdoğan’ın daha büyük bir hoş görü göstermesi gerekirken, yazılan her yazıdan dolayı şikâyetçi olmasının ve her yerel mahkemelerimizde maalesef ifade özgürlüğünü çok dar tutarak başvurucuları mahkûm etmesini AİHM sini ihlali olarak görüyor. Diyor ki mahkeme, yazı ve görüşlerde katı eleştiriler ve sicil yer olabilir. Bu bağlamda sadece ifade özgürlüğü olumlu karşılanan zararsız, tarafsız bilgi ve fikirleri değil, demokratik bir toplumun gerekleri olan bu çoğulculuğun hoşgörünün ve açık fikirliğin parçası olan, rencide eden, şoke eden, rahatsız eden bilgi ve fikirleri de kapsar” diyor ve Türkiye’yi bu davadan dolayı mahkûm ediyor.
Kararda diyor ki mahkeme,”başbakanın kişisel hakları korunurken başvuru sahibi gazetecinin neden korunmadığı, Başbakanın kişisel haklarının korunmada neden basın özgürlüğünden daha çok koruma sağlandığı ikna edilememiş, ifade edilememiş” diyor. Türkiye’de mahkemeler karar verirken takdir fikirlerinin açtığı özellikle hükümet söz konusuysa hak sahibi aleyhine aldıkları kararları güdülen amaç ile orantısız olduğu vurgulanıyor.
En son Fasın ve ifade özgürlüğü ilgili geçen hafta çıkan bir karar, basından izlemişsinizdir, Nokta dergisi Türkiye kararında, burada devlet sırrı ve haber kaynağı irdeleniyor. Diyor ki AİHM si, geçen hafta verdiği kararda basın ve ifade özgürlüğü konusuna Genel Kurmayın gazetecileri andıçladığı öne sürülen belgeleri yayınladığı iddiasıyla Nokta dergisi basılmıştı. Çalışanlar, yazarlar gözaltı ve tutuklamalara maruz bırakılmışlardı, bilgisayar ve belgelere el konulmuştu. AİHM si diyor ki, demokratik bir toplumda basının oynadığı temel rol bir kez daha hatırlatılarak derginin yayınladığı haberin AİHM sinin 10. Maddesinde düzenlenen ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu, belgelerin ve kamuyu ilgilendirdiğini tarif ediyor, basın, silahlı kuvvetlerle ilgili de olsa, toplumu bilgilendirme görevi vardır. Ayrıca başvurucuların haber kaynağını açıklamamış olmaları bu nedenle de ceza almışlardı, haber kaynaklarının gizlenmemesi açıklanmaması da anlayışla karşılanması gereken bir durumdur. Silahlı kuvvetlerin iç işleyişinin ve gizliliğinin ne pahasına olursa olsun korunamayacağını da özellikle vurgulanıyor.

CAN DÜNDAR VE ERDEM GÜL’ÜN TUTUKLULUKLARI
Bildiğiniz gibi TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) MİT, Sulh Ceza Hâkimlikleri, İç Güvenlik Kanunuyla iyice işlenen iktidar, 2015 yılı ekim ve kaskım aylarında özellikle gazetecilere karşı çok yoğun bir baskı uygulamaya başladı. Medya temsilcilerini ve çalışanlarını casusluk, darbecilik ve teröristlikle yaftalamakta bir sakınca görmedi.  Basın özgürlüğü demokratik toplum düzeninin olmazsa olmaz koşulu olduğuna göre, ifade özgürlüğü de tüm bu hak ve özgürlüklerin omurgasını oluşturduğuna göre, basın özgürlüğü esas sınırlandırmaların çok istisnai olması gerekirken uygulama Can Dündar ve Erdem Gül dosyasında da maalesef böyle olmadı. AİHM sinin hemen hemen aynı mahiyetteki Nokta dergisi Türkiye kararına baktığımız zaman Can Dündar ve Erdem Gül isimlerini oraya yerleştirdiğimizde o dosyadaki suçlamaların aynen onlar için de geçerli olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

33 GAZETECİ TUTUKLU 250 Sİ DE YARGILANIYOR
Ne yapmışlar, Can Dündar ve Erdem Gül?  Yaptıkları bir haber nedeniyle ki bu haberde herkesin bildiği dünya âlemin bildiği bir haberi bir olayı görsel malzemeyle yayınlamışlardı ve bu “devlet sırrı olarak herkesin bildiği bu nasıl bir devlet sırrı oluyorsa bunu sayın üstatlarımız çok daha iyi anlatırlar. Bu tutuklama gerekçesi oldu maalesef. Önümüzdeki dönemde Can Dündar ve Erdem Gül davası nedeniyle de Türkiye’nin AİHM sinde Türkiye’nin mahkûm olacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Umarım dava açılmaz, umarım tahliyelerine karar verilir. Sırf tutuklanmış olmaları da bu dahi ifade ve basın özgürlüğü hakkı özgürlüğünün ihlal edildiği anlamına geliyor. Keza onlarla birlikte cezaevinde tutuklu bulunan 33 gazeteci için de aynı şeyi düşünmek mümkün.  Ne diyordu AİHM si, “haber ve ifade şiddet içermiyorsa, şiddeti teşvik etmiyorsa, isyana teşvik etmiyorsa bu basit ifade ve basın özgürlüğü kapsamındadır”.  Ben Can Dündar ve Erdem Gül için söz konusu olmadığını biliyorum ama diğer tutuklu gazeteciler için de bu, istisnalar olduğu kanaatinde değilim, onlar da basın ve ifade özgürlüklerini kullandıkları için şu anda içerdeler. Tek bir hataları var hata sayılırsa, mevcut hükümete aykırı görüşlerine aykırı haber, yayın yapmışlar.
Can Dündar ve Erdem Gül’ün yaptığı haber, deyim yerindeyse malumun ilanıydı, tüm dünyanın bildiğini, uluslar arası basının söylediklerini ilan etmişlerdi. Tam da AİHM sinin belirlediği toplumu bilgilendirme görevini yerine getirmişlerdi, yani bir görevi icra etmişlerdi.
Türkiye’de halen tutuklu bulunan 33 basın mensubu ile birlikte 250 ye yakın gazeteci de gazetecilik faaliyetlerinden dolayı şu anda yargılanmakta. Türkiye bu sicilde basın özgürlüğü sıralamasında SINIR Tanımayan Gazetecileri Örgütünün verilerine göre 180 ülke arasında 149.sırada yer alıyor. Yani basın ve ifade özgürlüğü sıralamasında Katar’ın,  Afganistan’ın ve Sudan’ın gerisinde olan bir ülkede yaşıyoruz. Bunun nedeni sevgili Can Dündar’ın veciz ifadesiyle, “Türkiyeli gazetecilerin suça bu kadar bulaşması değil, Türkiye’yi yönetenlerin eleştiriye tahammülsüz olmalarıdır.”Mevcut yönetim basın ve ifade özgürlüğünü baskı sansür ve ağır cezalarla boğma siyaseti güdüyor.
Geçtiğimiz 1 Kasım genel seçimlerinden sonrasında hükümetin fiili koalisyon ortağı cemaatin TV kanallarının bu koalisyon bozulduktan sonra hükümetin talimatıyla vicdan platformlarından çıkarılması, susturulması bir kısmına kayyum atanması suretiyle ele geçirilip havuz medyasına dahil edilmesi başta mülkiyet hakkının ihlali, ama onun dışında basın ve ifade özgürlüğüne, halkın haber alma hakkına açıkça bir saldırıdır. Bu kanallara ilişkin açılan davalar da AİHM sinde Türkiye’nin mahkûmiyetiyle sonuçlanacaktır.

AKADEMİSYENLERİN BİLDİRİSİ
Son olarak son günlerin güncel konusu olduğu için bence düşünce ve ifade özgürlüğüne ilişkin olduğu için aydınlar bildirisine de değinmek istiyorum. Geçtiğimiz günlerde 1128 akademisyenin aydınların yayınladıkları bildiri de Sayın Cumhurbaşkanı tarafından “ihanetle” suçlanmış, aydınlar, aylık rutin muhtarlar toplantısına sevgili muhtarlarımıza yuhalattırılmıştır. Aydınlar ne yapmışlar peki? Barış taleplerini devletin asayiş konusunda hukuk içinde kalmasını talep etmişler. Ülkeye barış gelsin demişler, devlet de asayiş konusunda hukuk içinde kalsın” demişler. Aydınlar bildirisi eksik olabilir, yanlış olabilir, hatalar olabilir, değişik düşünceler olabilir bu konuda, hepsine saygı duymak lazım ancak, zihindeki düşüncelere yine düşüncelerle karşılık vermek gerekirken, bildiriye karşı adeta bir linç kampanyası yürütülmüştür, Sayın Cumhurbaşkanı tarafından. Bu aydınlar, akademisyenler hakkında da açık ve net olarak hiç tereddütsüz denilebilir ki, mevcut eleştirilen 12 Eylül Anayasasına bile, ceza yasalarına, hukuk kurallarına AİHS lerin ve AİHM içtihatlarına tamamen aykırıdır. Çünkü dile getirilen görüş ve düşünceler tam anlamıyla düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır.
Türkiye’de aydınlara, gazetecilere ve insan hakları savunucularına reva görülenler ülkemizin, bireysel çabası dışında onu ayrı tutuyorum, bilimde, sanatta ve edebiyatta neden ilerleyemediğimizin de cevabını içeriyor sanıyorum.

CUMHURBAŞKANININ SORUMSUZLUĞU
Son bir konuya değinerek sözlerime son vermek istiyorum. Cumhurbaşkanının sorumsuzluğu. Geçtiğimiz günlerde Ahmet İnsel tarafından bu konu tartışmaya açıldı. Yazdığı makaleye tamamen katılıyorum, akademisyenler arasında ve basın mensupları arasında tartışılmasında büyük yarar var diye düşünüyorum.
Mevcut anayasamızın 105. Maddesi Cumhurbaşkanının imzaladığı kararlar ve emirler nedeniyle sorumlu olmadığı bu imzaladığı kararlar nedeniyle yargıya, Anayasa Mahkemesi dâhil, diyor Anayasa, yargıya başvurulamayacağını söylüyor, doğru. 61 Anayasasında da benzer bir düzenleme vardı. Sadece Cumhurbaşkanının vatana ihanetten dolayı soruşturulabileceği düzenleniyor. Ancak bu sorumlu olmama hali, soruyu ortaya atıyorum, diğer dostlarımız da umarım bu konuyu işlerler; bu sorumlu olmama hali cumhurbaşkanının kendisi gibi düşünmeyenlere karşı hakaret etme, küfür etme ve suç işleme hakkını da içeriyor mu? Eğer bunu kabul edersek, bir sorumsuzluk olarak kabul edersek, o zaman cumhurbaşkanının, Allah korusun, adam öldürme gibi adi suçlar karşısında da sorumsuz olacağını mı kabul edeceğiz. Böyle bir şey olabilir mi? İki örnek hatırlıyorum; birincisi bu günlerde tartıştığımız başkanlık sistemi, gerçek anlamda başkanlık sisteminin uygulandığı ABD den hatırlıyorum, biliyorsunuz bundan önceki Başkan Clinton döneminde o Monika’yla yaşadığı özel yaşama ilişkin macera basına yansımıştı ve ABD nin başkanı ordaki başsavcılık tarafından soruşturulmuştu. Özel yaşam için değil, Clinton ilk baştaki verdiği ifadede doğruyu söylemediği, yalan söylediği gerekçesiyle soruşturulmuştu. Demek ki başkanlık sisteminde başkanın mutlak astığı astık, kestiği kestik değil. Ki ABD deki başkanlık sisteminden bahsediyoruz; Ortadoğu’daki başkanlık değil. Bizde arzu edilen, zannediyorum ABD deki başkanlık değil.
İkincisi de parlamenter sistemin uygulandığı Almanya’da cumhurbaşkanının bir yakınının arkadaşının referansıyla bir bankadan düşük oranda bir bankadan faizle kredi alması konusunda. O da düşük oranda faizle kredi alması ne kadar suçtur, suç değildir tartışılmaya girilmeden çok etik davrandığıdır Almanya’daki Cumhurbaşkanının, sonunda istifa etti.
Şimdi bizde 61 ve 1982 Anayasalarında cumhurun başkanının cumhurla bu kadar kavgalı olacağı kimsenin aklına gelmedi, ayrıntılar bu şekilde anayasada açıklanmadı, kimsenin aklına böyle bir şey gelmedi, artı Sayın Erdoğan’a kadar da böyle bir sorun yaşanmadı. Yani önceki cumhurbaşkanları döneminde cumhurbaşkanları çıkıp önüne gelene hakaret etme, küfretme hakkını, yetkisini kendisinde bulmuyorlardı. Ancak geldiğimiz noktada Sayın Cumhurbaşkanının kendisine oy vermeyen hemen her kesimle kavgalı olmasında bu durumun tartışılmasında da yarar var diye düşünüyorum. Son sözüm şu olsun, 19. Yüzyıl İngiliz düşünürü John Suvard Milin veciz ifadesi var çok sevdiğim, diyor ki, “ne düşündüğünü açık ve tam olarak söyleyen insan kamuya hizmet etmektedir. Bu insanlara en değer verdiğimiz fikirlerimizi acımasızca saldırdıkları için müteşekkir olmalıyız”. Biz de özgürlükleri pahasına bizi bilgilendirdikleri için bize özgürlükleriyle bedel ödedikleri için tutuklu tüm gazeteci, yazar ve aydınlara teşekkür etmek istiyorum diye düşünüyorum”.

Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com 

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget