Mayıs 2013
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Türkiye hızla kötüye gidiyor. Bunu görmemek için ya kör ya da iktidar yanlısı olmak lazım. Parçalamayı birliktelik, savaşı barış, tavizi başarı, yalanı gerçek, yıkımı zafer, bölmeyi kardeşlik, baskıyı özgürlük, zulmü demokrasi, hukuksuzluğu adalet, iftirayı kanıt, yolsuzluğu paylaşım, pejmürdeliği estetik, tahribatı çevrecilik, tarihi yok etmeyi gelişme, hırsızlığı dürüstlük, yetim hakkı yemeyi hak, siyaseti sadaka, bağırmayı hitabet, hakareti eleştiri, tehdidi hoşgörü, Amerikan İslamcılığını Müslümanlık, ayrımcılığı kuçaklama olarak gösterenlerin inandırıcılığının arttığı bir ülkeye dönüştürülüyor Türkiye.
Bunlar, duble yollarla, alt ve üst geçitlerle, köprülerle, cami inşaatlarıyla, yardım paketleriyle, mantar gibi çoğalan alış-veriş merkezleriyle, temel atma törenleriyle özgürlük, demokrasi, ifade ve basın özgürlüğü, insan hakları gibi alanlarda yaptıkları katliamın üstünü örtmeye çalışırken başarılı da oluyorlar.
Değerlerin alt üst edildiği bu süreçten öyle bir insan profili çıkıyor ki, bundan toplum da kentler de olumsuz etkileniyor. Gördükleriniz karşısında hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Kimileri de umutsuzluğa kapılıyor.
İkinci memleketim olarak adlandırdığım Datça'ya giderken, her zaman olduğu gibi İzmir'e uğradık ve 1 geceyi bu kentte geçirdik. Her gidişimde ayrılmakta zorlandığım Datça'dan Ankara'ya dönüşte, 25 Mayıs gecesi yine İzmir'de konakladık.
Son yıllardaki İzmir ziyaretlerinde, kentte bir takım değişiklikler yaşandığını hissediyordum. Ama geçtiğimiz 10 Mayıs gecesi, gördüklerim karşısında o kadar üzüldüm ki, gece uyku tutmadı desem abartmış sayılmam. Sabah kalktığımda, “Gördüğüm her şey bir rastlantı olabilir” diye kendimi ikna etmeye çalıştım. Ancak bunların çok daha fazlasını 25 Mayıs gecesi görünce, gerçekle yüzleştim.
İzmir'i Türkiye'nin çağdaş ve aydınlık yüzü olarak bildik hep. İzmir bu ülkenin nazar boncuğudur bana göre. İnsanlar birbirine saygılıdır, güler yüzlüdür. Kimse yere tükürmez, çöp atmaz, elindeki pet şişeyi, içecek kutusunu denize savurmaz. Arabasından bırakın paketini, sigaranın külünü bile atmaz, çevreyi kirletmez. Tüm bu saydıklarımı yapan olursa da, İzmirli nazik bir şekilde uyarır. Zaten çoğunluğun medeni davranışı, diğerlerini de etkiler. Herkes dikkatli olur.
Başkaları rahatsız olmasın diye belediye otobüslerinde cep telefonları kapatılır. Gecenin hangi saati olursa olsun kadınlar, genç kızlar rahatlıkla sokakta gezerler. Kafelerde, parklarda otururlar.
Araçlar gerektiği gibi park edilir, başkalarının giriş çıkışları engellenmez.  Magandalık, hanzoluk, zontalık, yobazlık hayat alanı bulamaz İzmir'de.
Buraya kadar anlattıklarımın İzmir'i tarif etmeye yetmeyeceğini biliyorum. Ama İzmir, sanki artık o eski İzmir değil demek geliyor içimden.
Peki, neden böyle düşünüyorum? İzmir'de kaldığım 10 ve 25 Mayıs'ta gördüklerim neydi de, bu yazıyı yazma gereği hissettim?
Her iki gece de, kordonda 3 saate yakın yürüdüm. Deniz kenarında oturanları, çimenlere uzananları, balık tutanları, spor amaçlı koşanları ya da yürüyenleri izledim.
Çekirdek çitleyenlerin oturdukları yerler kabuk deposuna dönüşmüştü. Kabukları çok doğalmış gibi ya yere ya da denize atıyordu. Oysa eskiden ellerindeki poşetlere biriktirirlerdi.
Kulaklıklarını takmış, müzik dinleyerek yürüyüş yapan bir genç, ağzını doldura doldura yere balgamını boşaltıyordu.
Marka spor ayakkabıları ve eşofmanları olan orta yaşlı bir adam koşarak yanımdan geçerken, bitirdiği suyun pet şişesini çimenlere doğru fırlatıyordu. Oturdukları duvardan ayaklarını denize doğru uzatmış 2 genç kız, çapkın havalarında, birkaç metre yakınlarına gelen magandalar tarafından rahatsız edildiklerinden, buradan ayrılmak zorunda kalıyordu.
Bankta oturmuş bir grup, önlerinden koşarak geçen şortlu bir kıza gözlerini dikmiş tuhaf laflar ediyordu.
Bazı ailelerin piknik düzeni oturdukları çimenlerde, bir kadın, bebeğinin altını değiştiriyor, çıkarttığı bezi de yol kenarındaki Güzelyalı yazılı tabelaya doğru sallıyordu.
Kordon'un gezdiğim bölümünü boş içecek kutuları, plastik bardaklar, pet şişeler, kâğıtlar, gazete parçaları ve akla gelebilecek her çeşit çöp doldurmuştu. Görüntüler, semt pazarının ardından ortaya çıkan tabloları andırıyordu. Aynı çöpler denizin üstünü de kaplamıştı.
Aracımla trafikteyken, kırmızı ışıkta yanımda duran belediye otobüslerine baktığımda, yolculardan bazıları cep telefonlarından konuşuyordu.
İşte tüm bu anlattıklarım olup biterken kimse müdahale etmiyor, belli ki artık edemiyordu. Oysa 4 yıl önce, 1 ay kaldığım İzmir'de bunlara pek rastlamamıştım.
İzmir'i hiç görmeyenler, “Kardeşim, amma abartıyorsun. Memleketin başında bunca bela varken, yere çöp atmışlar, tükürmüşler, denize şişe fırlatmışlar, otobüste telefonlarını kapatmamışlar diye dert ediyorsun” diyebilirler.
Sadece Ankara'da değil, birçok kentte, yukarıda sıraladığım davranış biçimlerini ve bunların sonucu olan çirkin manzaraları gördüm, görüyorum. Ancak konu İzmir olunca iş değişiyor. Bu güzel kent, yine de farkını koruyor. Ama şimdilik. Çünkü gördüklerim, giderek alan kazanan kötü yöndeki değişimin habercisidir. Bir siyaset bilimci olarak bu değişimin nedenlerini de biliyorum. Dikkat, bu durum ilk seçimde sandıklara da yansıyacaktır.
Çizdiğim tablo kimilerini üzebilir, kızdırabilir. Ama İzmir'e olan sevgim nedeniyle, gördüğüm gerçekleri paylaşmak zorundaydım.

Sevgili Dostalar,
Tehlikenin farkında olanlar nereye gittiklerinin bilincinde olarak, yıllardır gidilen yolun güvenli olmadığını, haykırarak bilmeyenlere duyurmaya çalıştılar.
Ne yazık ki tehlikenin farkında olmayanlar bu çığlıkları duymadılar veya kişisel çıkarları için duymak istemediler.
Gidilen yolun şeriat olduğunu, artık açıkça ifade etmekten çekinmiyorlar..
Nasıl mı?
Yıllar önce;
-‘‘Hem laik hem Müslüman olunmaz. Bu millet isterse laiklik tabii ki gidecek’’ (1994)
- “Elhamdülillah şeriatçıyız.” (1994)
-“ İçki yasaklansın”
-“Bütün okullar İmam Hatip yapılacak.” (1994)
-“ Taksim'deki caminin temelini inşallah atacağız.” (1994)
-“Yahu milletin bütünlüğü "Ne mutlu Türküm diyene" ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı, 30'u aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu. Biz de inanç birliğiyle tutacağız.” (1994)
 -“ Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, koskoca bir yalan. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır.” (1994)
- “Cumhurbaşkanı'nın imam hatipli olacağı günler yakındır.” (1996)

Dediler.
Tehlikenin farkında olanlar, bu gidişle halk uyanıp sandıkta gereğini yapmazsa laik cumhuriyet şeriata dönüştürülecek dediğinde, kendilerini aydın olan tanımlayan “yetmez ama evet” diyenler, numaralı cumhuriyetçiler, liboşlar, “sizin dediğiniz paranoya” diye alay ettiler.
14. Mayıs. 1950 ve sonrasında iktidara gelen sağ partiler oy uğruna dini kullandılarsa da, cumhuriyetin temel değerleriyle oynamadılar.
Ancak bu gün iktidarda olanlara, iktidar olma olanağı sağladılar.
Bu gün geldiğimiz noktada;
AKP iktidarı tarafından yukarda belirtilen söylemler bir bir uygulamaya konuluyor.
Dahası,
-Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu yönetmeliğinde yapılan değişiklikle,  “Dini konularda inceleme ve araştırmalar yapmak, yaptırmak ve sonuçlarını değerlendirerek başkanlık makamına sunmak” ifadesi yerine, “güncel talep ve ihtiyaçlar doğrultusunda dini konularda karar vermek” ifadesi getirilerek resmen laik bir devlette olmaması gereken “Fetva Kurumu” oluşturulmuştur.
Bu durum resmen, dinin siyasallaşması demektir. Anayasanın 24. Maddesine aykırıdır.
-3.Köprünün açılması törenleri, müftünün duası, Mehteran takımı gösterisiyle tamamen dini kurallara uydurularak yapılmıştır.
-Sayın Başbakan, Tunceli isyanı sırasında Alevilerin katledildiğini belirterek sürekli CHP’yi bundan sorumlu tutup hesap sorarken, Tarihte en büyük Alevi katliamını gerçekleştiren Yavuz Sultan Selim’in adını köprüye vererek, Aleviler karşı asıl niyetini göstermiştir.
-İçki içilmesine sınırlama getiren yasaya karşı eleştirileri parti grubunda yanıtlayan Başbakan, “İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber de dinin emrettiği neden reddedilmesi gerekiyor” diyerek değişiklikteki asıl amacını itiraf etmektedir.
Her şey ortada, nereye gittiğimiz açık ve seçik belli.
Hala nereye gittiğimizi bilmeyenler anladınız mı?
Eğer anladıysanız unutmayın yakında seçim var.

31.05.2013
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Ne tarım, ne orman arazisi bırakıldı. Dağ-taş AVM, rezinads. Tam bir yağma. Elde kalanlar da Rumlara, Emrenilere veriliyor. Yakında mezarlık yapacak arazi bile bulamayacağız.

Sanırsınız ki, AVM’lere gömülecekler!..

Geçtik çağdaş çevre anlayışını, artık “dini”  referanslarla yönetildiğimize göre, soralım:

Kuran-ı Kerim, başta sonra doğanın dengesinin korunmasını emretmiyor mu?  

Hz. Muhammed’in en önemli hadisleri doğayı korumaya dair değil mi? İşte meşhur hadisi:

“Sizden biriniz elinde bir hurma fidanı varken kıyametin kopma vakti gelirse ve o kıyamet kopmadan o fidanı dikme imkanı varsa , o kişi o fidanı hemen dikiversin!.."

Hz. Ebubekir’in, “Hurma ağaçlarını sökmeyin, yakmayın; diğer meyve ağaçlarını telef etmeyin. Koyun, sığır ve diğer hayvanları yemenin dışında bir amaçla kesmeyin”  sözü neyi anlatıyor?

Ya Hz. Ömer’in yoksulların kullandığı koruluğu almak isteyen Hudey isimli kodamana verdiği şu ders?

“Bu otlaklar benim için altın ve gümüşten daha kıymetlidir. Üstelik bu topraklar yoksul halkın öz mallarıdır. Eğer ben senin dediğini yaparsam, onlar benim kendilerine zulmettiğim kanaatine varacaklar. Eğer üzerinde kamu yararı için kullanılan hayvanlar otlamasaydı, hiçbir yerde bir karışlık toprağı dahi koruluk yapmazdım...”

Ve Hz. Ali’nin şu sözleri:

Tarımla uğraşanlar, devletin servet kaynağıdır ve bir servet gibi korunmalıdır... Gözleri kör olan birisine doğanın ne kadar güzel olduğunu anlatamazsınız.”

Ülkeyi bina mezarlığına çevirenler, sırtlarını sık sık ecdadımıza dayıyor. Ama demek Fatih Sultan Mehmet’in şu bedduasından da bihaberler:      

“Fethettiğim yerleri ecnebilere satanlar Allah'ın gazabına uğrasınlar!..”

İşte son olarak Taksim Gezi Parkı’nda yaşananlar. “Hizmetkârımız”  Tayyip Erdoğan, “Karar verdim, olacak. O kadar!..”  diye kestirdi, attı.

Bu buyruktan sonra anladım ki, Tayyip Bey kendi öz dedelerini dahi takmıyor.

Kurmaylarının kaleme aldığı “R. Tayyip Erdoğan-BirLiderin Doğuşu”  adlı kitapta yer verildiğine göre, öz dedesi Teyyüp’un mücadelesi ve başından geçenlerden muhakkak ki haberdardır.  

O kitabın 21. sayfasında tarihçi Cezmi Yurtsever’in, Osmanlı arşivlerinden Tayyip Erdoğan’ın 17’inci yüzyıla kadar uzanan aile köklerini bulup, çıkardığı vurgulandıktan sonra, “Dedelerinden Bakatoğlu Memiş, Rize’nin Dumankaya Köyünde yaşamış, köyün kurucularından. Haksızlığa tahammülü olmayan, derebeyi ruhlu, isyankâr bir adam” deniyor.

Hemen ardından bir diğer dedesi Teyyüp Bey’den bahisle, şunlar anlatılıyor:

“Nitekim, aile köklerinden tevarüs ettiği bu geleneğe bağlı kalmayı sürdüren öz dedesi Teyyüp, köye ait bir vakıf arazisinin yağmalanmasına karşı koyduğu için camide namaz kılarken öldürülüyor…”

Vakıf arazisinin yağmalanmasına karşı çıkan, bunun bedelini canıyla ödeyen bir dede… Türkiye’yi AVM cumhuriyetine çeviren bir torun!..   

Fazla söze ne hacet!.. En iyisi Hz. Ali’yle bitirelim:

Şahsınıza fenalık eden bir düşmanı affediniz. Lâkin vatanınıza ve milletinize fenalık eden bir kimseyi asla affetmeyiniz.”

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe,Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
30 Mayıs 2013

Dört Yanımız Puşt Zulası - Ali Eralp
Hainlik meslek oldu.
İhanet, geçim kaynağı…
Yerden biter gibi çoğalıyor namussuz hain sürüleri…
Ayrık otu gibi…
Hain, hainlik üreten toplumların başında geliyoruz.
Işıklar içinde yatsın, Ahmet Arif’in deyişi ile “Dört yanımız puşt zulası…”
Dört yanımız vatansız, bayraksız, milliyetsiz, cibilliyetsiz yaratıklarla kuşatılmış durumda…
Çembere alınmışız… Ateş altındayız…

Şu sıralar Cumhuriyet, Atatürk, ordu düşmanlığı en geçerli meslek… Moda…
Atasını, ceddini, soyunu sopunu, kahramanlarını, tarihini inkâr etmek açılım, barış sürecine katkı sağlıyormuş…
Kurum tabelalarından T.C. kısaltmasını silmek; yükselme, makam sahibi olma uğraşında ve iktidar uşaklığında en etkili, en kestirme yalakalık yolu…
Türk bayrağı taşıyanlara, “Gençliğe Hitabe”yi okuyanlara, İstiklal Marşı söyleyenlere engel olmak, biber gazı, basınçlı su sıkmak, cop sallamak “Kürt Açılımı”nın gereklerinden…
Genel Kurmay Başkanına, ordu komutanlarına sövmek, bebek katillerini yüceltmek, en muteber kahraman durumuna getirmek “Barış, Kardeşlik Süreci”nin yasalarından…
Yani uzun sözün kısası, üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizin, bugün bir de dört tarafı emperyalistlerle ve onun uşakları ile çevrilmiş durumda…
Bu hain sürüleri, ülkeyi bölmek, parçalamak, sömürgeci efendilerinin hizmetine sunmak için ellerinden gelen, gelmeyen ne varsa ortaya koyuyorlar.
Ordumuzun kozmik odalarını düşmanlarımıza açıyorlar. En gizli askeri planları, programları açığa vuruyorlar. Sırlarımızı ortaya döküyorlar. Yurtseverleri, devlet adamlarını yabancılara gammazlıyorlar.
Alın teri, göz nuru ile oluşturduğumuz Cumhuriyet ürünlerini, şehit kanları ile suladığımız topraklarımızı parsel parsel satıyorlar. Bir avuç PKK’lıya altın tepsi içinde sunmak için yasalar hazırlıyorlar. Kamu mallarını yabancılara peşkeş çekiyorlar… Rant yaratma uğruna ormanları yok ediyorlar, tarihi eserlerin altından girip üstünden çıkıyorlar…
Tek dikili ağacımız kalmadı…
Yüz yıllardan bu yana, hainler ve hainlik zanaatı hiç tükenmedi ülkemizde. Bitmedi. Artarak devam ediyor.
Bu yüzden o Yüce adam, o yüce komutan Mustafa Kemal Atatürk, bir konuşmasında “Kahramanı kadar haini de bol bir milletiz” demişti.
Gerçekten de çok doğru ve yerinde bir saptamaydı bu…
Hain kaynıyordu ortalık…
O yıllarda da bugün olduğu gibi, şeriatçı çeteleri, bağımsızlık savaşı yeren ulusalcı güçlere karşı, her zaman, yabancı devletlerle işbirliğine girerek onları arkadan hançerlemiş, “Hıyaneti Vatan” suçu işlemişlerdi. Zaten siyasal İslamcıların, tarihinde “emperyalizmi ülkeden kovmak” diye bir sorunları asla olmadı, bu konuda herhangi bir çaba da göstermediler.
Denilebilir ki Kurtuluş Savaşı sadece dış düşmanlara karşı verilmiş bir savaş değildi; o aynı zamanda “şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit eden; gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunan” işbirlikçiler ordusuna karşı da verilmiş bir savaştı.
Atatürk bir yandan “Ya istiklâl ya ölüm” parolası kılavuzluğunda yedi düvelle savaşırken, bir yandan da içerideki “Hıyanet Çeteleri”ni etkisiz duruma getirmeye çalışıyordu.
Zaman zaman en yakın arkadaşları bile onun düşüncelerine, eylemlerine katılmak istemediler.
“Bolu Mebusu” Cevat Abbas Gürer’in anılarında belirttiğine göre Mustafa Kemal, 26 Ağustos’ta başlayacak “Büyük Taarruz”u yönetmek üzere savaş alanına gidişini de saklı tutmak zorunda kalmıştı. Tıpkı “Cumhuriyet’in İlanı”nı saklı tutmak zorunda kalması gibi…
Cepheye 19 Ağustos gecesi hareket edecekti. Bu hareketini gizleyebilmek için Anadolu Ajansı, gazetelerde Atatürk‘ün “Çankaya’da çay ziyafeti verdiği” haberini yaymakta idi. Onun böyle önlemler alması elbette yerinde ve gerekli bir davranıştı.
Hainler pusuda bekliyorlardı çünkü. İçerideki ve dışarıdaki efendilerine yaranabilmek için yapamayacakları şey yoktu.
Yurdumuzu işgal eden emperyalistlere karşı Kurtuluş Savaşı verdiği için geçmişte Atatürk’ü idama mahkûm eden İngiliz emperyalizminin uşaklarının torunları, günümüzde de Amerikan emperyalizminin uşakları olarak atalarından, babalarından aldıkları ihanet bayrağını yükseklerde tutmakta, bayrak yarışını devam ettirmektedirler…
Hainlik ve ihanet günümüzde kâr getiren, rant sağlayan bir meslek haline dönüşmüştür. Onlar, yerli ve yabancı efendilerine yaranabilmek için olmaz hokkabazlıkları yapmakta, onların hoşuna gidecek sözleri bulup çıkarabilmek için en yüksek çabayı göstermektedirler. İçlerinde çıkar uğruna bebek katilinin elini ayağını öpen, Türkiye Cumhuriyeti devletine sövenlerle sarmaş dolaş olan belediye başkanları bile var…
Bakın daha önce de ne inciler yumurtlamış bu açılımcı aydınlar (!) ve bölücüler, okuyalım:
“Kürtlerin geleceği ve özgürlüğü için Türk askerinin kanının oluk oluk akması gerekir.” Leyla Zana
(Bu sözü söyleyenlerle AKP iktidarı bugün kucak kucağa…)
“Vatan sevgisi nedir ki? Vatanı seveceğinize gidin evde karınızı sevin.” Çetin Altan
“Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı sırtımızı Amerika’ya dönmeliyiz.” Fethullah Gülen
“Memleketi bir çift kadın memesine satarım.” Ahmet Altan.
Bu ihanet erbabı için ne demişti Ahmet Arif:
Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü…

TANIYARAK BÜYÜYORUZ, BÜYÜTÜYORUZ HALK DİRENİŞİNİ…
BU ENGEREKLERİN, ÇIYANLARIN BAŞININ EZİLME ZAMANI ADIM ADIM YAKLAŞIYOR…
ÇOK KALMADI…


Ali Eralp

Senin “ayyaş” dediğin insanlar, at sırtında üzerine oturduğun cumhuriyeti kurdular...
Sen ayık kafa ile otuz saniye duramadın ya atın üzerinde...

*

Sen ayran iç...
Bizim liderlerimiz rakı içerdi...“Yalan” sözcüğünü devlete sokmadılar...
Özleri, sözleri doğruydu...
Bir tek dediklerinin tersini yapmamış, bir tek gün sözlerinden dönmemişlerdi...“Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir” sözünü sen söylemiş olsaydın var ya...
Zikzak, strateji ortağı, danışma, beysbol sopası derken...
Bakmışsın ordu Polatlı’dan dönmüş geliyor...

*

Söyledikleri her söz tarih kitaplarına geçti “ayyaş”ların...
Birçok ülkenin duvarlarına yazdılar vecizelerini...
Çinli çocuklar hâlâ onların sözlerini ders kitaplarından okur...
Sen ayran iç...
Ayranla bu kadar söylenir ancak:“Men dakka dukka...”


*

Müslümanlar son asırlardaki tek şanlı zaferini “kıyak kafa” ile kazandılar, her biri kurşun altında...
Kantin subayı değildi “ayyaş”lar...
Oğulları askerlikten tüymedi...

*

Rakı içtiler...
Yaşamlarında kin yoktu...
Ne nefret...
Ne intikam...
Onun için Çanakkale’de savaştıkları Anzak askerlerinin ailelerine “Müsterih olun, onlar artık bizim çocuklarımız” demişti...
Avustralya’da o sözleri anıtlarına yazdılar...
Kendi şehit çocuklarına saygın yok...
Dedin zaten:“Kelle...”


*
Bu topraklarda yaşayanlardan tek millet yarattılar onlar kıyak kafayla; Türk’ten, Kürt’ten, Lazdan, Tatardan, Abazadan, Boşnaktan, Çeçenden, Çerkezden, Süryaniden, Zazadan...
Ayranı fazla çekince demek ki...
Dağıttın...
Paramparça vatan...

*

Sen ayran iç...
Ne kadar koyun, ne kadar inek...
O kadar ayran...

İnsan içki ve uyuşturucu kullanmadan da kafa bulabilir mi? Vallahi bal gibi de bulur.
Önümüzde bir örnek var işte, adı Recep Tayyip Erdoğan. İki çift sözle gündemi değiştiriveriyor. Diğer önemli konular geride kalıyor.
Hipnoza gerek yok, çok güzel milleti uyutuyor.
Tahmin ediyorum için içinde gülüyordur.
Balık hafızalı değiliz ama kindar da değiliz. Millet olarak kızdığımızda hemen tepki vermek gibi bir huyumuz var, oda bunu bildiği için resmen gırgır geçiyor. Eminim yakınları ile konuşurken “enayiler, yine yuttular, şimdi birkaç gün rahat ederiz “ diyerek gülüşüyorlardır.
Kendisine biat eden, emret başbakanım pardon, sultanım diyen müritlerini almış ardına, var mı bana yan bakan diyor. Vatan, hak, hukuk diyenleri zindanlara kapatıyor.
Haklı. Evet, ne yapsa haklı zira bütün güçler elinde. Fazla söze gerek var mı?
Kanun benim, en büyük benim, ben 1. Sultan Tayyip Erdoğan’ım diyor.
Onu bu mertebeye getiren bizler olduğumuza göre kızmamalı, gülüp geçmeliyiz.
Daha doğrusu o gülünce gülmeli, ağlayınca ağlamalıyız.
Ne derse Ala demeliyiz.
Neden mi?
Böyle olmasını biz istedik, hep üç maymunu oynadık.
Kendi kuyumuzu kendimiz kazdık. Bu zamana kadar aklımız neredeydi acaba? Perşembenin gelişi Çarşambadan belli değil miydi?
Baba muhalefeti (Halk) Ana Muhalefeti ve Yavru Muhalefeti ile ne yaptık bu güne kadar?
Verdik eline mührü, olanları film izler gibi izlemeye başladık.
İki ayyaşın yaptığı yasalar dediğinde, kimdir onlar diye sormaya hakkımız var mı?
Şimdi neden kınıyor, feryat ediyoruz ki?
Mutlu olmamız gerek değil mi? Kendimiz ettik, kendimiz bulduk.
Haaa!
Mutsuz isek, isyanları oynuyorsak, özgürlüğümüz kısıtlanmışsa, böylesine hakir görülüp aşağılanıyorsak, üstüne üstlük bir de vatanın bölünmesi söz konusu ise
Kalplerimizde Atatürk’ü öldürdük te, yeni bir Atatürk gelmesini mi bekliyoruz?
O zaman birlikte yıkalım Atamızın heykellerini, hiç olmamışçasına unutalım devrimlerini.
Unutalım Çanakkaleleri, 30 Ağustosları,23 Nisanları,19 Mayısları
Var mısınız?
Bu hayal bile edilemez diyorsak,
Soruyorum;
Bizler öldük mü?
Uzayın derinliklerinde veya pis bir çukurda kaybolan millet mi olduk?
Yakışır mı bizlere?
Üzerimize ölü topraklarımı dökülmüş? Nerede damarlarımızdaki o asil kan? Yolunu mu şaşırdı?
Hayır, biz varız, yaşıyoruz, bunları hak etmiyoruz diyorsak, aslımıza dönmenin zamanı geldi geçiyor.
Ey! Benim destanlar yazan yürekli halkım, silkelenelim, kendimize gelelim. Vatan uğruna boşuna mı can verdi bunca fidan. Kolay mı kazanıldı özgürlüğümüz?
İçimizdeki düşmanlar, dışımızdaki düşmanlar, hepsi pusuya yatmışlar.
Düşünelim ve artık gerçekleri görelim.
Zamanıdır uyanmanın, dik durmanın. Uyanalım ki şehitlerimiz rahat uyusunlar kabirlerinde. Hepimiz birer Kuva-i Milliye neferi olalım. Vatanımıza, bayrağımıza Atamızın bizlere armağan ettiği devrimlere sahip çıkalım.
Bundan ötürü Atatürk’te birleşmeliyiz.
Çünkü;
Atatürk’te birleşelim demek birlikte güç olmaktır.
Atatürk’te birleşmek demek vatandır, bayraktır, namus ve ahde vefadır.
Başka söze gerek var mı?
TC:Tünay Süer

Not: CHP’nin yüzde 10'luk seçim barajının yüzde 3'e düşürülmesi teklifi TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilmedi. Kabul edilseydi şaşardım zaten.

ABD’den döndüğünden beri iyice bir haller oldu. Obama çarpmış gibi!..
Çarpmanın şiddetiyle, PKK muhabbetlerini, Reyhanlı’yı, İsrail’i, Gazze gezisi vs.’yi gündemden kaçırmak için habire çırpınıyor.
Bugün de içki yasaklarını savunurkun, ucu açık bir cümle kurmak suretiyle herkesin eline günlerce oynayacağı bir sopa tutuşturdu. Şöyle buyurdu Sultan Hazretleri:
“İki tane ayyaşın yaptığı yasa sizin için muteber oluyor da, inancın emrettiği bir gerçek, bir vaka niçin sizler için ret edilmesi gereken bir olay haline geliyor?..”
“Atatürk ve İnönü’yü kastediyor” diye kıyametler kopuyor.
İsterseniz önce Sultan’ın “ayyaş” defterini karıştıralım,
Böylece “psiko-analitik” değerlendirmesini yapalım,
Sonra da bu cümlesiyle kimleri kastettiğine veya en azından bunu nasıl tevil edebileceğine kafa yoralım.
TRAFİK POLİSİ
Sene 1987; Büyük bir konvoyla Partisinin Edirne il kongresine gitmektedir. Tam Silivri’yi geçerlerken, trafik ekipleri yolu kesip, konvoyu sağa çeker. Polise göre hız limitini aşmışlardır, radar böyle söylemektedir. Tartışma uzayınca olaya müdahale edip, adama (Polise) şöyle bir bakar... “Görev başında içki mi içtin sen? Ağzın leş gibi içki kokuyor, sahroşsun. Rezilliğine bakmadan kalkmış bir de millete iftira atıyorsun” der. Polisler bakar ki, papuç pahalı, çekip giderler!..
İLÇE SEÇİM KURULU BAŞKANI
Sene 1989; Beyoğlu Belediye Başkan adayı olur. Seçimi 1500 oy farkla kaybeder. İlçe Seçim Kurulu’na gider. Yetkililerle tartışır. Sonunda Kurul Başkanı Hakim Nazmi Özcan’ı, “Siz sahroşsunuz. Ayakta duramıyorsunuz. Bu kafayla mı adaleti sağlayacaksınız?” diye azarlar!..
“Psiko-analitik” sonuç: İtiraza, engellenmeye, kaybetmeye tahammülü yok. Anında teşhisini koyuyor; “sarhoşsun”!..
KAPTIKAÇTI
Bugünkü “ayyaş” ilânıyla ilişkilendirilebilecek sözüne gelirsek;
Sene 1994; Şunları söyler:
“Kaptıkaçtı, maptıkaçtı (Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı) var ya, Anayasa'yı hazırlıyorlar, biz de oradayız... Eski Maliye Bakanı Vural Arıkan, o da tam böyle zil zurna sarhoş, ayakta duramıyor. O da akıl veriyor. Adamlar ayık kafayla hazırlamıyorlar bunu. Sonra iki senede deliniyor."
Halen yürürlükte olan 1992 Anayasasını beğenmiyor ya, “sarhoşlar hazırladı” deyip, kestirip atıyor. Ama alkol yasağını savunurken, nedense o “sarhoşların” hazırladığı maddeye sığınıyor.
Demem o ki, bugünkü “iki ayyaş” sözüyle Atatürk ve İnönü’yü ima ettiği yönündeki iddialar yaygınlaşır, tepkiler büyürse pekâla, “Orhan Aldıkaçtı ve Vural Arıkan’ı kastetmiştim” teviline gidebilir.
Benim sorunum ve sorularım ise çok başka:
BOP haritasını çizen ve BOP eş başkanlığını tevdi edenler içki içiyor mu, içmiyor mu?
O “sarhoşların” tevdi ettiği görevler muteber mi, değil mi?!.
Sonuç: Yolcudur Abbas, içkiye vursan da durmaz!..
Müyesser Yıldız
Odatv.com

İslam dünyasındaki yaygın benzetmeye göre İsrail şeytan, ABD de büyük şeytandır. Ancak AKP Hükümeti, tersine, İsrail’e karşı savaşan Hizbullah’ı şeytan ilan etti! Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Esad’ın firavun, Hizbullah’ın da şeytan olduğunu kaydetti.
Bu durumda başlıktaki sorumuz yerindedir: Hizbullah şeytansa, İsrail ne?
HİZBULLAH: ESAD KAYBEDERSE, FİLİSTİN’İ KAYBEDERİZ
Bekir Bozdağ’ı hem AKP’yi hem de İslam dünyasını karıştıracak bu sözlere sevk eden, hükümetinin Suriye politikasının iflasıdır.
AKP Hükümeti Esad’ı deviremediği için, koordine ettiği Suriyeli terörist gruplar başarı elde edemediği için ve Suriye’de baraj kuran bölge ülkelerini aşamadığı için ayarı kaçırmış durumda.
Yoksa sıradan bir AKP’li bile İsrail’e karşı uzun yıllardır etkili mücadele veren Hizbullah’ı şeytan ilan etmenin nasıl bir siyasi intihar olduğunu görebilir.
Üstelik Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah, neden mevziiye girdiklerini şu somutlukta açıklamışken: “Esad kaybederse, Filistin’i de, Kudüs’ü de kaybederiz.
ESAD KAYBEDERSE, İSRAİL VE PKK KAZANIR
Mesele bu kadar basittir: Esad kaybederse; Suriye kaybeder, Filistin kaybeder, Lübnan kaybeder, Irak kaybeder, İran kaybeder, Türkiye kaybeder, Ortadoğu kaybeder, İslam dünyası kaybeder.
Esad kaybederse; ABD kazanır, İsrail kazanır, AKP hükümeti kazanır, Öcalan ve Barzani kazanır!
Bu gerçeği gören Hizbullah, o nedenle emperyalizmin Suriye’ye açtığı savaşa artık müdahil olmuştur.
Peki, neden 25 ay sonra? Çünkü ABD İsrail’i Suriye cephesine sürünce, Hizbullah da bu gelişmeye göre konumlanma gereği duymuştur!
AKP’DEN İSRAİL VE RUMLARA İŞBİRLİĞİ TEKLİFİ
Oysa AKP Hükümeti’nin eline yanlıştan dönmek için altın bir fırsat geçmişti. AKP Hükümeti Cenevre-2 sürecini bu yanlış politikasını onarmanın bir aracı olarak değerlendirebilirdi. Üstelik İran kendisine el uzatmışken…
İran’ın Ankara Büyükelçisi Ali Rıza Bigdeli, Suriye’deki çatışmaların sona ermesinin yolunun, Türkiye ile Suriye ilişkilerinin düzeltilmesinden geçtiğini savunuyor ve Ankara ile Şam arasında arabuluculuk yapmayı teklif ediyordu.
Her gün ekranlara çıkarak “Suriye’de kan dökülmesini istemiyoruz” diyen AKP, sözlerinde samimiyse, işte fırsat!
Ancak AKP menzile öyle geri dönülmez şekilde sürülmüş ki, ne İran’ın teklifini düşünme, ne de Cenevre-2 sürecini fırsata dönüştürme iradesine sahip değil. Tersine, bölgede İsrail’e daha da sıkı bağlanacağının işaretlerini veriyor.
Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, ABD’deki enerji konulu görüşmelerden sonra İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi’ne enerjide işbirliği teklif etmesi, ABD’nin adım adım “AKP-İsrail-PKK-Rum kesimi” cephesini inşa ettiğini gösteriyor.
AKP’NİN ZORUNLU İNTİHARI
AKP Hükümeti ABD’nin Suriye ve İran görevleri gereği İsrail’le, PKK’yle, Barzani’yle Rumlarla ittifak kurmaya mecbur kalıyor ve bunun doğal sonucu olarak da Hizbullah’a ve Filistin’e arkasını dönmüş oluyor.
Bunun nasıl bir siyasi intihar olduğunu çok yakında göreceğiz…

Bun­lar tüm iş ve iş­lem­le­ri­ni din yo­baz­lı­ğı ve ül­ke­yi böl­me üze­ri­ne kur­gu­la­mış­lar.
“El­ham­dü­lil­lah şe­ri­at­çı­yız, de­mok­ra­si bi­zim için amaç de­ğil araç­tı­r” gi­bi söy­lem­ler men­fur ni­yet­le­ri­ni açık­ça
ka­nıt­lı­yor.
Bu “zır­va­lı­ğa­” Türk med­ya­sı ve ay­dın­la­rı­nın en ufak bir tep­ki­si ol­ma­yın­ca zı­va­na­dan çı­kı­yorlar.
La­ik Cum­hu­ri­yet de­ğer ve ku­rum­la­rı bir bir yok edi­li­yor.
Türk­lük kim­li­ği ya­sak­la­nı­yor. Türk Bay­ra­ğı­’nı açan­lar cop­la­nı­yor.
T.C. harf­le­ri kal­dı­rı­lı­yor.
Hız­la­rı­nı ala­mı­yor mil­li bay­ram­la­rı ip­tal et­ti­ri­yor. Ata­türk is­mi ve za­fer­le­ri ki­tap­lar­dan sil­di­ri­li­yor. Anıt­la­rı­na
çe­lenk koy­mak ya­sak­la­nı­yor. Ata­türk okul ve bul­var­la­rı­na, ken­di ya da eş­le­ri­nin isim­le­ri­ni ver­di­ri­yor­lar.
Ata­türk ve Türk­lü­ğe yö­ne­lik tüm bu re­za­let­le­rin “ki­şi­lik ve ma­kam onur­la­rı­nı iki pa­ra­lık eden rek­tör­ler, va­li­ler, müs­te­şar­lar, yar­gıç­lar, po­lis mü­dür­le­ri ma­ri­fe­tiy­le ic­ra et­ti­ril­me­si utanç ve­ri­yo­r”.
Med­ya, söz­de bi­lim ada­mı, ay­dın­lar ya da “ma­sa­la­rı­na PKK bay­rak­la­rı ser­di­re­rek top­lan­tı ya­pa­n” akil
kim­lik­li mah­lu­kat tüm bu re­za­let­le­ri gör­mez­den ge­le­rek bu din sim­sar­la­rı­na pi­yon­luk yap­ma zil­le­ti­ne
dü­şü­yor­lar.
Aziz Ne­sin bu ül­ke­nin yüz­de 60’ı ap­tal­dır di­yor­du. Re­jim ve Ata­türk düş­man­lı­ğın­dan mus­ta­rip ya­ra­tık­la­ra ami­go­luk yap­mak eğer ha­in­lik de­ğil­se, %65 içi­ne gi­ren ap­tal­lık de­ğil de ne­dir?
İç ve dış odak­lı bir oyun­la Ata­tür­k’­ün göz be­be­ği Türk Or­du­su­’nun çö­ker­til­me­si­ne Ge­nel­kur­may ka­rar­ga­hı­nın en ufak bir tep­ki­si ol­mu­yor. Ak­si­ne bu kı­yı­mı, sır­ça köşk­ten hu­şu ve re­ha­vet­le iz­li­yor­lar.
Cum­hu­ri­ye­ti ko­ru­mak­la gö­rev­li Cum­hu­ri­yet sav­cı­la­rı ve yar­gıç­la­rı “ki­mi ik­ti­dar ki­mi de ce­ma­at li­der­le­rin­de­n” al­dık­la­rı ta­li­mat­lar­la “Si­liv­ri­’de­ki yar­gı kat­li­am­la­rın­da­” bir­bir­le­riy­le ya­rış ha­lin­de olu­yor­lar.
Hiç­bir yar­gıç Baş­ba­kan ya da Fet­hul­lah Gü­len aley­hi­ne ka­rar ve­re­mi­yor. So­nuç­ta la­ik Cum­hu­ri­yet ka­pa­nın elin­de ka­lı­yor.
Türk Mil­le­ti “Ken­dim et­tim ken­dim bul­du­m” di­ye ağıt­lar ya­kı­yor
Yü­ce Ata­türk de­ha­sıy­la asır­lar bo­yu ül­ke­ye mu­sal­lat olan din­ci yo­baz­la­rın gü­nün bi­rin­de yi­ne hort­la­ya­ca­ğı­nı çok iyi bi­li­yor­du.
Bu ne­den­le “ik­ti­dar sa­hip­le­ri gaf­let ve da­la­let­le Cum­hu­ri­ye­te kas­te­der, or­du­mu­zu çö­ker­te­bi­lir­le­r” di­yor. Bu
ah­val­de La­ik Cum­hu­ri­ye­ti Türk genç­li­ği­ne ema­net edi­yor.
Din­ci ik­ti­dar bu kor­kuy­la Ata­türk­çü Türk genç­li­ği­nin nes­li­ni ku­rut­ma­yı amaç­lı­yor. Ata-tür­k’­ün genç­li­ğe
hi­ta­be­si­ni ya­sak­lı­yor. Din­dar ve kin­dar bir genç­lik ye­tiş­tir­mek için mol­la eği­tim ge­ti­ri­yor.
Tüm TV ka­nal­la­rın­da (ulu­sal bir stres ya­ra­tır­ca­sı­na) 24 sa­at Tay­yip Er­do­ğan arz-ı en­dam ey­li­yor. Tür­ki­ye
 bö­lü­nü­yor, halk fer­yat edi­yor. Ge­ri ze­ka­lı Su­ri­ye po­li­ti­ka­sı­” ül­ke­yi fe­la­ke­te gö­tü­rü­yor. Hır­sız­lık­lar ay­yu­ka
 çı­kı­yor. Tüm bun­lar med­ya­yı ır­ga­la­mı­yor.
Böy­le­si­ne te­fes­süh et­miş (ko­kuş­muş) bir med­ya uta­nıp sı­kıl­mı­yor. Tür­ki­ye­’nin ca­nı­na oku­mak için ade­ta
her­kes se­fer­ber olu­yor.
Bun­la­rın yüz­de bi­ri baş­ka bir ül­ke­de ya­şan­sa yer ye­rin­den oy­nar­dı. Biz­de ise yap­rak kı­mıl­da­mı­yor.
Sin­si amaç­la­rı­na bu ka­dar ko­lay na­sıl ula­şa­bil­dik­le­ri­ne AKP de şa­şı­rı­yor.
Apo, böy­le bir eb­leh­ler gü­ru­hu­nu pa­zar­lı­ğa oturt­muş par­ma­ğın­da oy­na­tı­yor
Yan­daş ve bes­le­me med­ya, ay­dın­lar yıl­lar­dır “T.C hü­kü­met­le­ri­ni Gü­ney­do­ğu hal­kı­na bi­linç­li zu­lüm ya­pan
ce­be­rut bir dev­le­t” ola­rak gös­te­ri­yor. Hal­kı T.C ve dev­le­te düş­man et­mek için her tür­lü ha­in­lik ve tez­vi­ra­tı
ek­sik et­mi­yor­lar.
PKK ola­yı­nın AB­D’­nin bir şer pla­nı ol­du­ğu, em­per­ya­list­le­rin Kürt­le­rin ka­ra­kaş, ka­ra göz­le­ri için de­ğil,
 ken­di re­zil çı­kar­la­rı için Kürt­le­ri kul­lan­dı­ğı ger­çe­ği, halk­tan giz­le­ni­yor. Gü­ney­do­ğu Tür­ki­ye­’den ay­rı­lır­sa
akı­bet­le­ri­nin Su­ri­ye ve Ira­k’­tan da be­ter ola­ca­ğı hal­ka an­la­tıl­say­dı olay bu bo­yut­la­ra gel­mez­di.
1980’li yıl­lar­day­dı. Ya­kın dos­tum Üze­yir Ga­ri­h’­in bir ye­mek da­ve­tin­dey­dik. Ga­rih, soh­bet sı­ra­sın­da şöy­le
 di­yor­du:
Ben bir Türk Ya­hu­di­si­yim. “Dev­let kimli­ği­m” Türk­lü­ğüm­le öğü­nür, gu­rur du­ya­rım. Ama kö­ke­ni­mi so­rar­sa­nız Ya­hu­di asıl­lı­yım.   Ya­hu­di­li­ğim­le de öğü­nür, gu­rur du­ya­rım.
Ya­zar-çi­zer, bi­lim ada­mı, ay­dın­lar Ga­ri­h’­in ib­ret­le di­le ge­tir­di­ği “dev­let ol­ma­nın mü­mey­yiz vas­fı­” olan bu
ger­çek­le­ri hal­ka an­lat­ma ge­re­ği duy­mu­yor­lar. Ak­si­ne, ha­ya­sız çı­kar­lar uğ­ru­na Tür­ki­ye­’nin bö­lün­me­si­ne
hiz­met edi­yor­lar.
Oba­ma çö­züm sü­re­ci­ni des­tek­li­yor­muş. Za­ten Tür­ki­ye üze­ri­ne oy­na­nan bu şer pla­nı on­la­rın me­la­ne­ti de­ğil mi?
310 mil­yon­luk AB­D’­de; 50 mil­yon Al­man, 120 mil­yon Bri­tan­ya­lı, 28 mil­yon Mek­si­ka­lı, 18 mil­yon İtal­yan,
12 mil­yon Fran­sız, 10 mil­yon Po­lon­ya­lı ol­mak üze­re 30 ay­rı kö­ken­li mil­let bu­lu­nu­yor. Hep­si sec­de eder
gi­bi el­le­ri kalp­le­ri­nin üs­tün­de ABD Bay­ra­ğı­’na say­gı su­nu­yor. “A­me­ri­ka­n” ol­mak­la gu­rur du­yu­yor­lar.
Bun­lar ara­sın­dan “A­me­ri­kan yok Ame­ri­ka­lı­lık va­r” ya da “bi­zim di­li­miz de res­mi ol­su­n” di­yen bir mec­nun
çık­tı­ğın­da anın­da ka­ran­ti­na­ya alı­nır.
Oba­ma­’ya ge­lin­ce, Tür­ki­ye­’ye biç­ti­ği “çö­züm sü­re­ci­” hok­ka­baz­lı­ğı­nı (şey­ta­na uyup da) ken­di ül­ke­sin­de de uy­gu­la­sın da gö­re­lim. 24 sa­at için­de ba­ba­sı­nın mem­le­ke­ti­ne pos­ta­la­nır.

SÖZCÜ

Askere o kapılar da kapandı - Saygı Öztürk
“Bal­yoz Da­va­sı­”n­da sa­nık­la­rın he­men ta­ma­mı­na ha­pis ce­za­la­rı ve­ril­di. “Erge­ne­ko­n” ola­rak bi­li­nen da­va­nın ha­zi­ran so­nu ya da tem­muz or­ta­sı­na kadar bi­ti­ril­me­si bek­le­ni­yor. Bu­gün tu­tuk­suz ola­rak yar­gı­la­ma­sı de­vam eden sa­nık­la­rın da ço­ğu­nun tu­tuk­lan­ma­sı­nın sür­priz ol­ma­ya­ca­ğı­nı, ko­nuş­tu­ğu­muz avu­kat­lar söy­lü­yor. Sı­ra “28 Şu­bat Da­va­sı­”na ge­li­yor. Mah­ke­me­ye idianame su­nul­du. Mah­ke­me­nin iddianemeyi ka­bu­lün­den son­ra ar­tık da­va aşa­ma­sı da baş­lı­yor. 
355 kla­sör­lük da­va­nın avu­kat­la­ra, sa­nık­la­ra fo­to­ko­pi­le­ri­nin ya da CD’­si­nin ve­ril­me­si ge­re­ki­yor. Avu­kat­la­ra, bun­la­rın ve­ril­me­ye­ce­ği söy­len­di. On­lar da “Pe­ki biz na­sıl sa­vun­ma ya­pa­ca­ğı­z” de­yip, ya fo­to­ko­pi ya da da­va dosyasının ta­ra­nıp CD ha­lin­de ve­ril­me­si­ni, du­ruş­ma­nın ka­me­ra­ya alın­ma­sı­nı da ya­zı­lı ola­rak is­te­di­ler. Bu ara­da yi­ne bir umut­la “tah­li­ye­” bek­len­ti­si­ne
 gir­di­ler.

“Ten­sip­te tah­li­ye ka­ra­rı­” bek­len­ti­si

Ar­tık dos­ya­lar mah­ke­me­de­dir. Mah­ke­me he­ye­ti­nin du­ruş­ma ha­zır­lık­la­rı için dü­zen­le­di­ği tu­ta­na­ğa “ten­si­p” de­ni­li­yor. Mah­ke­me, o da­va­nın tu­tuk­lu sa­nık­la­rı hak­kın­da “ten­sip ka­ra­rı­nı­” ya­zar­ken tah­li­ye ede­bil­me yet­ki­si­ne de sa­hip… Bu­gü­ne ka­dar “tah­li­ye is­tek­le­ri­” hep ge­ri çev­ri­len sa­nık avu­kat­la­rı, bu kez da­va­ya ba­ka­cak mah­ke­me he­ye­ti­nin sür­priz bir ka­ra­rıy­la da kar­şı­la­şa­bi­lir.
28 Şu­bat tu­tuk­lu­la­rı için 15 Ma­yı­s’­ta sür­priz bir du­ruş­ma ya­pıl­dı. 4’ün­cü yar­gı pa­ke­tin­den ön­ce­ki ya­sa­ya gö­re tu­tuk­lu­la­rın, tu­tuk­lu­luk ha­li her ay öz­gür­lük ha­kim­le­ri ta­ra­fın­dan sav­cı­nın ha­zır­lık so­ruş­tur­ma dos­ya­sı üze­rin­den göz­den ge­çi­ri­li­yor ve her ay “tu­tuk­lu­luk ha­li­nin de­va­mı­na­” ka­ra­rı çı­kı­yor­du. 4’ün­cü yar­gı pa­ke­tiy­le tu­tuk­lu­luk ha­li­nin de­vam edip et­me­ye­ce­ği­ne ha­kim ka­rar ver­me­den ön­ce tu­tuk­lu­la­rın ve avu­kat­la­rı­nın ha­kim önü­ne çık­ma­sı uy­gu­lan­ma­sı­na ge­çil­di.

Du­ruş­ma sa­lo­nu ka­pı­la­rı ki­lit­len­di

Tu­tuk­la­nış­la­rın­dan 13 ay son­ra ha­kim kar­şı­sı­na çık­mak Sin­can ve Ma­mak ce­za­ev­le­rin­de he­ye­can ya­rat­tı. Ço­ğu tu­tuk­lu­lar ken­di­le­ri için olum­lu bir so­nuç çık­ma­ya­ca­ğı­na inan­sa­lar da sa­vun­ma­la­rı­nı yap­tı­lar, da­ha ön­ce ver­dik­le­ri di­lek­çe­le­rin ye­te­rin­ce in­ce­le­me­di­ği­ni ve bu kez ken­di­le­ri biz­zat an­la­tın­ca suç­suz ol­duk­la­rı­nı da­ha iyi ifa­de edip ser­best bı­ra­ka­cak­la­rı­nı da göz ar­dı et­mi­yor­lar­dı.
Da­ha ön­ce mah­ke­me ne­dir bil­me­yen as­ker­ler, YÖK es­ki Baş­ka­nı Prof. Dr. Ke­mal Gü­rüz, o gün 2-3 sa­at­te ve­ri­len 10-15 da­ki­ka­lık ara­lar­la tam 26 saa­ti uy­ku­suz ge­çir­di. Mah­ke­me­ye ilk sevk edil­dik­le­rin­de hak­la­rın­da tu­tuk­la­ma ka­ra­rı ve­ri­len ko­mu­tan­lar, di­ğer du­ruş­ma sa­lo­nu­nun tah­ta kol­tuk­la­rı­na uza­nıp uyu­du­lar. Bu gö­rün­tü­ler­le pa­şa­la­rın içi­ne dü­şü­rül­dü­ğü du­ru­mu SÖZ­CÜ göz­ler önü­ne ser­di. Ko­mu­tan­lar hak­la­rın­da­ki ka­ra­rı he­ye­can­la bek­ler­ken, yaş­la­rı ge­re­ği uy­ku­suz­lu­ğa da­ya­na­maz ha­le gel­miş­ler­di. Ge­ri­si­ni, du­ruş­ma sa­lo­nun­da bu­lu­nan avu­kat­tan din­li­yo­rum:
“SÖZ­CÜ­’de ya­yım­la­nan fo­toğ­raf ve ya­zı­dan ra­hat­sız­lık du­yul­muş ola­cak ki, bu kez kar­şı ta­raf­ta­ki boş du­ruş­ma sa­lon­la­rı da ki­lit­len­miş ol­du­ğun­dan, ço­ğu yaş­lı olan tu­tuk­lu ko­mu­tan­lar uza­nıp din­len­me im­ka­nı bu­la­ma­dan tah­li­ye umu­duy­la 26 saa­ti tah­ta san­dal­ye­ler üze­rin­de otu­ra­rak ge­çir­di­ler.”

Bu ağır yü­ke can mı da­ya­nır?

Ha­kim ka­ra­rı­nı ve­rip, aya­ğa kal­kar­ken avu­kat­lar­dan bi­ri “Sa­yın Ha­kim, ta­ri­he adı­nı­zı yaz­dır­ma şan­sı­nı­zı ka­çır­dı­nız. Bu da­va­nın si­ya­si de­ğil, hu­ku­ki bir da­va ol­du­ğu­nu ve­re­ce­ği­niz tah­li­ye ka­rar­la­rı ile tüm Tür­ki­ye­’ye gös­te­re­bi­lir­di­ni­z” di­yor­du. Bun­dan son­ra ya­şa­nan­la­rı yi­ne avu­kat­tan din­li­yo­rum:
“A­vu­ka­tın söz­le­ri üze­ri­ne ha­kim şa­şır­dı ‘A­ma ağır­laş­tı­rıl­mış mü­eb­bet ha­pis­le yar­gı­la­nı­yor­lar. Siz de ka­ra­ra iti­raz ede­bi­lir­si­ni­z’ de­yip du­ruş­ma sa­lo­nun­dan ay­rıl­dı. Oy­sa mev­cut iç­ti­hat­la­ra gö­re, sa­de­ce mü­eb­bet­le yar­gı­lan­mak kaç­ma şüp­he­si­nin var­lı­ğı için ve tu­tuk­lu­lu­ğun de­va­mı için ye­ter­li de­ğil­dir. Tu­tuk­lu­la­rın ta­ma­mı hak­kın­da ‘tu­tuk­lu­lu­ğu­nun de­va­mı­’ yö­nün­de ver­dik­le­ri ka­rar­dan son­ra du­ruş­ma sa­lon­la­rın­dan ay­rıl­dı­lar.”
Bü­tün ge­ce on­la­rı yal­nız bı­rak­ma­ya­rak ad­li­ye önün­de tah­li­ye ka­ra­rı bek­le­yen ai­le­le­rin du­ru­mu­nu avu­kat “iç­ler acı­sıy­dı­” di­ye an­la­tı­yor. Ar­tık dos­ya An­ka­ra 13. Ağır Ce­za Mah­ke­me­si­’n­de… Bun­dan son­ra tu­tuk­lu­lu­ğun de­va­mı­na veya salıverilmelere bu mah­ke­me­de karar ve­ri­le­cek.

“Du­ruş­ma­da uyu­yan ha­ki­m”

Tu­tuk­lu sa­nık­lar 26 sa­at uy­ku­suz kal­dık­tan son­ra ye­ni­den ce­za­evi­ne gön­de­ril­di. Ha­kim­le­rin, za­bıt ka­ti­bi­nin, mü­ba­şi­rin, avu­ka­tın da yor­gun düş­tü­ğü­nü bi­li­yo­ruz. Üs­te­lik o ha­kim­le­rin, avu­kat­la­rın 26 sa­at­lik ça­lış­ma­la­rın­dan son­ra yi­ne o gün du­ruş­ma­la­ra ka­tıl­dık­la­rı­nı öğ­re­ni­yo­ruz. Bu ka­dar ağır yük aca­ba baş­ka ül­ke­nin yar­gı men­sup­la­rın­da var mı­dır? Bir sa­nı­ğın, mah­ke­me tu­ta­nak­la­rı­na yan­sı­yan şu söz­le­ri de yar­gı­nın ağır yü­kü­nü ve yar­gı­ya olan ba­kı­şı or­ta­ya koy­ma­ya ye­ti­yor:
“Ben, 13 ay ön­ce ayın 15’i­ni 16’sı­na bağ­la­yan ge­ce bu sa­lon­da tu­tuk­lan­dım. Ben tu­tuk­lan­dı­ğım sı­ra­da ha­kim uyu­yor­du. Be­ni din­le­me­yen bir ha­kim ta­ra­fın­dan tu­tuk­lan­dım. Be­nim ada­le­te olan gü­ve­nim sar­sıl­mış­tır.”

CNN Türk'te Ahmet Hakan'ın sunduğu Tarafsız Bölge programına konuk olan Deniz Baykal çok önemli konulara değindi.
Türkiye'nin bir tarihsel döneme girmiş, nereye sürükleyeceği ve sonunda neyin ortaya çıkacağı bir boşlukta olduğunu ve de pek çok noktadan tarihsel kırılma yaşayacağı izlenimi aldığını söyledi.
Orta Doğu'nun içindeki krize doğru sürüklendiğini, bir süredir Suriye yönetimine karşı olan Hizbullah’ın 2 gün önce 'biz artık Esad'a destek veriyoruz' açıklamasından sonra Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın meydan okurcasına tavır takınmasının yanlış olduğuna değindi.
Baykal, bundan sonra Türkiye'nin güvenlik güçleri Hizbullah tehdidine karşı hazır bulunmalıdırlar. Dedi.
Başbakan Erdoğan’ın önceleri Kürt meselesi ayrı, terör meselesi ayrı derken şimdi teröristlerle Kürt sorununu konuşarak meşrulaştırmaya çalıştığını ve Öcalan’ın devletin gözünde bebek katilinden meşru bir siyasi muhataba döndürüldüğünü söyledi.
Tüm sözleri bir devlet adamına yaraşır sözler, uyarılardı..
                                                                 *****
AKP iktidarı Türkiye’yi karanlık geri dönülemeyecek bir uçurumun başına getirdi.
Yarınlarda ne olur bilemeyiz. Dışarda Suriye meselesi, çerde ise Kürtçülere verilen sözlerle başımız dertte.
İşte bundan ötürü halk sağ, sol, o parti bu parti demeden zaman kaybetmeden Atatürk te birleşmelidir. Tıpkı istiklal Savaşımızdaki gibi birlik ve beraberlik içinde, her şeye hazırlıklı olmalıyız.
CHP kendisine düşen misyonu daha fazla geç kalmadan yerine getirmelidir. Ya Milli Hükümeti kurmalıdır ya da Milli Merkez adıyla kurulmuş olan halk hareketine katılıp destek vermelidir.
Milli Merkez milli gücü temsil ediyorsa, CHP de halkın partisi ise varlığı ile bu güce katılmalıdır ve diğer Atatürkçüyüm diyen partileri de bu olan güce katmaya çalışmalıdır.
Başımızın üzerinde bombaların patlamasını, füzelerin uçmasını beklememeliyiz.
AKP iktidarından kurtulursak Ortadoğu da Türkiye’de kurtulacaktır.
                                                                      ****
Osman Paşaya iftira
Bu arada Oda TV de HE_PAR Genel Başkanı, Osman Pamukoğlu Paşa ile röportaj yapan Ayşe Deniz isimli bayan gazetecinin bir röportajını okudum. Yazının sonunu okuyunca hayretler içinde kaldım.
Gazetecilik demek söylenmeyen sözleri söylenmiş gibi yazmak, durumu çarpıtarak fazla okunmak değildir.
Gazetecilik, kamuya doğruları söyleyen gerektiğinde halkı uyaran şerefli bir meslektir. Ne yazık ki bazı yandaşlar bunun da içine ettiler.
Maalesef günümüzde dürüst gazeteci bulmak samanlıkta iğne aramak kadar zorlaştı. Doğruları yazan değerli yazarlar işlerinden bir şekilde uzaklaştırıldılar. Meydan gazeteciyim diye ortalarda dolaşan yalakalara kaldı.
Ayşe Deniz hanımefendi paşa ile yaptığı röportajın sonunda kelime oyunları ile Osman Paşanın ağzından şöyle yazmış.
“Bizim partinin önünü kesen %10 barajıdır; bu baraj da PKK sayesinde düşecek bu memlekette. %5’e inince önümüz Konya ovası gibi açılır, çünkü oyumuz boşa gitmesin endişesi ortadan kalkar.”
Eh yani yuh olsun! Sanki Osman paşa vekil olmak için can atıyormuş gibi.
16 Ocak 2012 de Efsane Paşa Sn. Pamukoğlu’yla başlıklı yazımda belirttiğim gibi HE_PAR İst İl Yönetimi ve Sn.Pamukoğlu ile bir yemekte buluşmuştum. Paşa ile uzun uzun konuşmuştum. Konuştukça ona olan hayranlığım artmıştı.
Paşa diğer liderler gibi değildi. Sert görünümü altında sevecen, disiplinli saygın kişiliğe sahip bir insandı. Her konuşmasında vatan ve Atatürk sevgisinin onun için her şeyden önemli olduğunu anlıyordu karşısındaki.
Konuşmam sırasında;
Sizi bu kadar seven varken neden bağımsız aday olmadınız? Sizin yeriniz Meclis olmalıdır, mutlaka seçilirdiniz demiştim.
Yanıtı aynen şöyle olmuştu:
“Benim tek amacım gençliği güçlendirerek istediğim düzeye getirmek sağlam bir örgüt kurmak ve partiyi onlara bırakmaktır.” Bu sözler çok anlamlıydı. Kendisi gibi yürekli, Atatürkçü vatansever bir gençlikten söz ediyordu.
Yüksek cesareti nedeniyle 1.Dereceden Altın Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası, 2 kez Üstün Cesaret ve Feragat Nişanı ve 5 kez Üstün Birlik Yetiştirme Nişanı alan tek komutandır.
Elbette bu kadar donanımlı bir insanın Mecliste olması gereklidir ama o mütevazı haliyle önce gençliği düşünüyordu.
 PKK ile dağlarda savaşmış ve çok sevilen, efsaneleşmiş bir Paşanın ağzından nasıl olur da PKK sayesinde seçim barajının düşeceğinden, Meclise girmekten söz ettiği utanmadan yazılır?
Bu gazetecilik midir? Böyle gazetecilik yerin dibine batsın diyorum.
Bu uydurma sözleri yazan bayana Kan Uykusu Belgeselini izlemesini öneririm.
Bu günlerde Atatürk diyenleri karalamak moda oldu. İstediklerini yazsınlar, konuşsunlar altını çamura batırmakla pas tutmaz.  Gün gelir, atılan çamurlar bataklığa döner ve yalan haber yapanlar, halkı kandırmaya çalışanlar,  o bataklığın içinde kaybolup giderler.
Sevgiyle kalın
TC.Tünay Süer

Önce emekli albay, avukat Levent Göktaş tutuklandı. Vücudunun yarısını Güneydoğu’da bırakan Gazi Üsteğmen, avukat Serdar Öztürk silah arkadaşı ve meslektaşının davasını üstlendi. Göktaş’tan 5 ay sonra Öztürk de “Ergenekon terör örgütüne”  üye olduğu iddiasıyla tutuklandı. Tamı tamına 4 yıldır Silivri’de.

Serdar Öztürk Cuma günü son savunmasını yaptı. Anlattıkları baştan sona çok önemliydi. Ama savunması yazılı olmadığından kelime kelime aktarma imkânım yok. Neyse ki, hepsini toparlayıp, birkaç gün içinde ulaştıracak. 2 saatlik savunmasını yetişebildiğim kadar not almaya çalıştım. Epey eksiğim olsa da en önemli bölümlerini daha fazla gecikmemek için paylaşmak istiyorum.

Öztürk savunmasına, Gazeteci ve AKP Milletvekili Şamil Tayyar hakkında suç duyurusunda bulunduğunu belirterek başladı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, Şamil Tayyar’ın eleştiri hakkını kullandığı, bazen bu eleştirilerin sert olabileceği kanaatine varıp, takipsizlik kararı verdiğini kaydeden Öztürk, “Güzel bir karar vermiş. Şimdi ben de bize bu komploları düzenleyenlere karşı sert eleştiri hakkını kullanacağım”  dedi.  

                                  -Nusret Demiral’ın Koruması Cemaatçi Bir Polis-

Öztürk, “Gizli Tanık İsmet”in verdiği ifadeye değindi önce. Gizli tanık, askerden kaçıp, Dev-Sol'a, oradan DHKP-C’ye katılan Muzaffer Mehmetçiler isimli birisinin halen Ergenekon adına Avrupa'da Dev-Sol'u yönettiğini iddia etmişti. Öztürk, bu olayın detaylarını anlatırken, şu ilginç iddiayı gündeme getirdi:

“Türk Silahlı Kuvvetleri hainleri asla sevmez ve affetmez. Ama o şahsı 1994’te PKK öldürdü. Devletin kayıtlarında vardır. Bu şahsın abisi polistir, cemaatçidir ve eski DGM Savcısı Nusret Demiral’ın korumasıdır...”

                                             -Şüpheli Komutan Altay Tokat’tır- 

Öztürk, TSK ve Türkiye’ye bu komployu kuranları isim isim açıklarken de müthiş iddialarda bulundu. İşte Öztürk’ün o sözleri:

-Mütalaanın altında Cumhuriyet Savcılarının imzası olabilir, ama onların yazmadığı kanaatindeyim. Kimler yazmış olabilir? Fikir vermesi için hakkında suç duyurusunda bulunduğum, her biri ayrı yerde olan bazı polislerin değişik tarihlerde alınan ifadelerinden örnek vermek istiyorum. 5 ayrı savcılık, ayrı il ve ilçeler, ama hepsinin ifadesi aynı. Dahası tamı tamına mütalaadaki ifadelerin aynısı.

-Oğlumun kız arkadaşıyla yaptığı telefon görüşmelerini kaydetmişler ya!.. Bunun terörle mücadeleyle ne alakası var Allahaşkına?

-Poyrazköy’e patlayıcıları koyan polislerin ismi Beykoz savcılığında var...

-Soruşturmanın içinde Amerikalıların olduğunu öğrendik. Sonra da gözlerimizle gördük. Bir yerde ABD’liler varsa, orada cinayet, örtülü operasyon, kirli işler vardır. Bunu 12 Eylül’de gördük. Güneydoğu’da PKK’ya malzeme atarlarken gördük. ABD’lileri görünce kırmızı görmüş boğa gibi oluyorsun.

-Müvekkilim Levent Göktaş’ı çağırıp, “Bir asker ismi ver, birkaç olay anlat git” diyorlar. Böyle bir soruşturma yöntemi olur mu?

-TSK’yı hedef alan bir operasyon olduğunu farkettik.Tipik bir askeri casusluktu bu. Dönüp Genelkurmay’a, “Hedef TSK. Durum, savaş hali kadar ciddi” diye dilekçe yazdık.

-Cemaatteki polislerin ABD’ adına casusluk yaptığının ortaya çıkartılmasının neresi suç?

-ABD Kongresi’ne, bu işleri yapan ABD istihbaratçılarının ismini verip, “Yasal işlem yapın, yoksa Türk Milleti gereğini yapacaktır” dedim.

-Genelkurmay’dan o belgelerin çalınması organisazyonunu yaptığı ve Emnuiyet'e teslim ettiği yönünde şüpheli olan Altay Tokat’tır (Emekli Korgeneral). Hakkında suç duyurusunda bulunulmasını talep ediyorum. 

-Levent Göktaş’ın ofisine o DVD’yi koyan polisi tespit ettik. Bu kalleşliktir. Kimse bu kalleşliği Müslümanlıkla bağdaştıramaz, kimse bunu Müslümanlık diye yutturamaz. Kendi uydurduğu yalana iman etmişler. Bu sapkınlıktır. Levent Albay gözaltına alınana kadar ne düşmanımız vardı, ne siyasetle ilgilendik. Kimden gelirse gelsin, kalleşliği  kabul etmem.  

-İnsanların özel hayatına bulaştı polisler. Onlara, Gülen’e, cemaate ne insanların özel hayatından? Onların özel hayatı çok mu düzgün de başkalarının özel hayatına burnunu sokuyorlar?

-Avukatım Demet Reçber’i ölümle tehdit ettiler. Siz de Demet, “Bu işi yapanlar akıl hastası”  dediği için hakkında suç duyurusunda bulundunuz. Evet biz bunlara “akıl hastası” diyoruz. Bunlar emniyet istihbaratta örgütlenmişler. Suç duyurusunda bulunduk. Finalde; Bülent Arınç ağlasın!.. Yaptıklarıyla dalga geçmekten başka çaremiz yok. Mertlikle bağdaşmayan işler yapıyorlar. Tabii üslubumuz sert olacak.

-Gladyo deniyor. Gladyo’yu yanlış yerde arıyorsunuz. Biz avukatlar gladyoyla mücadele ederiz.

-Ne PKK tehdidinden korktum, ne Gülen tehdidinden korkarım. Türk Ordusu bölgede görevini şerefiyle yapmıştır. Eruh Şemdinli’yi biz basmadık. ASALA’nın eğittiği PKK’lılar bastı. Hiç kimse Türk Ordusuna saldırmasın, hakaret etmesin.

                                         -“Osmanım” Boşuna Yatıyor-                                          

-Levent Göktaş’ın davasını takip ettiğim, Arena programına çıkıp, gerçekleri anlattığım için bir başka müvekkilimin telefonu dinlemeye alınıyor. Gerçekte  ben  dinleniyorum.

-Ardından polis, kapıcımız Kemal’e, Naci Uslu adına kayıtlı bir telefon veriyor. Sadece mesajlaşmışlar. Onu, Cemaat yöneticilerinden birisinin oğluyla görüştürmüşler.

-Büromda hiçbir evrak, CD bırakmadığım için polisler gelip, sözde “AKP ve Fetullah Gülen’i bitirme planının” fotokopisini büroma bırakıyor. Mürekkep analizi istedik. 1.5 yıl geçtiği için yapılamaz dendi. Alman Kriminal Dairesi 5 yıl içinde yapabileceğini bildirdi. Gönderebilirsiniz.  

-Evrakta 43 parmak izi var. Hiçbiri sanıklara ait değil. Polislerin parmak izinin alınması gerekir. Alınmıyor. Ofisimde mermi bulunmuş. Benim silahım yok. Bu mermilerin adresi mi? Ankara özel harekat polisi Mehmet Avni Şahin o hafta yurdışına Lüksemburg’a gitti mi, araştırılsın. Hakkında suç duyurusunda bulunulmasını talep ediyorum.

-Operasyondan sonra kapıcımız Kemal tatile gitti, ev, araba aldı. Osman Yıldırım burada boşuna yatıyor. Osman Yıldırım burada yatsın,onlar ne güzel tatile gitmiş.    

                                 -Adnan Hoca’nın Kadınları Cemaatten Kimi Aradı?-

-Büroma keşfe gelen Adnan Hocacı kadınlarla ilgili taleplerimiz olmuştu. Mahkemeniz kabul etmedi. Savunmalarımdan dolayı hakkımda suç duyurusunda bulundular. Kendilerine teşekkür ediyorum. O sayede, ulaşamadığımız delillerin bir kısmına ulaştık.  Beni mahkûm ettirdikleri kararı mahkemenize göndermişler. Gırtlağına kadar o hanımların bu işin içinde olduğunu göreceksiniz.

-Adnan Hocacı kadınların telefon dökümlerini çıkarttırdık. Emniyetle istihbaratla, ABD’yle, ABD Büyükelçiliğiyle, AKP’lilerle görüşmüşler. İsrail’le 5 ayrı görüşmeleri var. İtalya’yla  görüşmüşler. Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasına dair kanunun çıktığı gece AKP’li Abdülkadir Aksu’yla görüşmüşler. Bize yapılan operasyondan önce ve sonra Başbakanlık örtülü ödenek birimiyle görüşmüşler.

-Aynı süreçte Cematten Şerif Ali Tekalan’la (Halen Fatih Üniversitesi Rektörü) da görüşmüşler. Bu hanımların cemaatle ne işi olabilir?  

                         -Verilecek Karar ABD, İsrail, Cemaatle İlgili Olacak-

Gazi Üsteğmen Serdar Öztürk savunmasının sonunda Ergenekon komplosunun amacıyla ilgili olarak şunları söyledi:

-ABD’lilerin bir hedefi vardı, TSK’yı çökertmek.

-Yine hep söyledik, bunlar Öcalan’ın affını istiyor. Bebekleri öldüren bu adamın affının sağlanması için başlatılmış bir projedir.

-Bir hedef de ılımlı İslâm projesidir. Bu millet Allah’la arasına kimseyi sokmaz; ne ABD, ne Fetullah Gülen, ne Erdoğan’ı. Bu Horasan erenlerinin anlayışıdır.

-Yalan söylemek kötüdür. Bu yalana inanmak hastalıktır. Ama yalana iman, sapkınlıktır. Çukura düşenin yapacağı en kötü şey çukuru derinleştirmektir.

-Verilecek karar bizim hakkımızda değil, ABD, İsrail, Cemaat hakkında verilecektir. Onların aleyhinde olacak veya bundan sonrası için onların Türkiye’deki konumunu belirleyecektir.   

Son savunma için verilen 2 saatlik sürenin tamamına yakınını Serdar Öztürk kullandığı için Avukatı Demet Reçber, ancak birkaç kelime edebildi. Onun da son sözü çarpıcıydı, “Gerçekler, resim ortada. Buradan aklanarak çıkamayacağımızı 4 yılda gördük, ama tarih önünde aklandık”  dedi.

Reçber’in bu sözüne Mahkeme Başkanı Hasan Hüseyin Özese, “Önyargılı olmayın”  karşılığını verdi.

Yorumsuz son bir not; Mahkeme bugüne kadar Serdar Öztürk’ün tüm savunmaları için suç duyurusunda bulundu. Bu son savunması için de şöyle bir ara karar aldı:

“İncelendikten sonra suç duyurusunda bulunulup, bulunulmayacağının değerlendirilmesine...”

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
28 Mayıs 2013

Yaşar Kemal;
1923 doğumlu. Cumhuriyetle yaşıt. 90 yaşındaki Türk Romancısı-Senaryo-
Öykü Yazarı.
Memleketi Osmaniye’nin Çökçedem(Hemite) köyünde şunları söyledi;
“Hiçbir köylü ben Kürdüm diye beni dışlamadı. Biz cennette büyüdük.
Hiçbir kötülük görmedim, anadan babadan dededen. Şimdi bağırıyorum yine buradan ve Türkiye bunu dinlesin. Türkiye bilsin, bütün Türkiye desin ki, “Bütün Türkiye Yaşar Kemal’in köyü gibi olsun.” Bende bunu yazayım. Bana bir gün bile “Sen Kürt’sün demediler!”
Türkiye’nin her yeri zaten Yaşar Kemal’in köyü gibiydi. Hala da öyledir.
Küresel şeytanların kölesi Kürtçü-Bölücü çetenin tüm kışkırtmalarına, tüm cinayetlerine rağmen Türk Milleti bu terör olayını, hiçbir zaman Kürt kökenli vatandaşlarına mal etmedi.
Türk Milleti bu Bölücü Teröre 54 bin insanını kurban verdi ama ülkenin hiçbir yerinde herhangi bir Türk-Kürt çatışması yaşanmadı. Bundan sonra da inşallah yaşanmayacak.
Sıkıntılar-acılar-ızdıraplar-ölümler yaşanmadı mı? Elbette ki yaşandı.
Fakat ülkenin her yerinde yaşandı. Diyarbakır Cezaevinde yaşananların benzerlerini, ülkenin başka cezaevlerindeki demokratlar da yaşadı.
Darbeler-Dış Etkenler-Bölgedeki Ağalık Düzeni- Cehalet-Yolsuzluk ve Yoksulluk –Şeriat ve Hilafet özlemcileri birliğimize-bütünlüğümüze sürekli darbe vurdular.
Bölücülerin bu süreç boyunca yararlandıkları en önemli kaynak ise maalesef kendini aydın olarak tanıtan “Kara Cahiller” oldu. Kendileri bilmedikleri, gerçekleri araştırmadıkları gibi içlerinden bazıları para karşılığı vatanımıza ihanet ettiler ve genç nesli zehirlediler.
Türk Milletine hiçbir zaman doğruları göstermediler. Bölücü örgütü suçlayacaklarına, devleti suçlamayı tercih ettiler.
Örnek vermek gerekirse,
30 Aralık 1994 Yazar Sayın Onat Kutlar, saat 18.30’da Kafe Marmara’ya gitti.
15 dakika sonra orası terör örgütü tarafından havaya uçuruldu. Hastanede
11 gün yaşam mücadelesi veren Onat Kutlar maalesef kurtarılamadı.
Aynı olayda Arkeolog Yasemin Cebenoyan hastaneye kaldırılırken yolda yaşamını yitirdi. İkisini de rahmetle anıyorum.
Ertesi gün, Aydınlarımız toplu olarak yürüdüler ve haklı olarak, işlenen cinayete isyan ettiler ve devleti suçladılar. Olaydan bir ay kadar sonra, bu feci patlamayı ve cinayetleri PKK Narko-Terör Örgütü üstlendi. Fakat o günden bu güne geçen yaklaşık 20 yılda aynı Aydınlarımızdan PKK terör örgütünü kınayan-telin eden bir tek açıklama duyulmadı. Aydınlarımız bir türlü kafalarındaki kalıbı kırıp, devlet ve millete sahip çıkamadılar.
Sayın Yaşar Kemal’in son açıklamasını bu yüzden çok önemsiyorum.
Aydınlar, aydınlanmaya ve gerçekleri görmeye başlarlarsa, Türk Milletinin önündeki pislikler de temizlenecektir.
Bu arada Türkiyeli Eşbaşkan’a sormak isterim;
“Türkiye Cumhuriyeti Devletini sürekli olarak, inkârcı-asimilasyoncu-baskıcı olarak gösterdiniz. Aynı zamanda Yaşar Kemal’i de hep takdir ettiniz.
Şimdi ne olacak?
Sizce, Yaşar Kemal de, Ergenekoncumu oldu?
Not; “Cumhurbaşkanı-Başbakan Eşi” nasıl olmalı, sorusuna Hanımefendiliği, Saygınlığı, Fedakârlığı ile örnek olan Sayın Nazmiye Demirel’i kaybettik.
Kendisine Allahtan rahmet, ailesine ve Sayın Cumhurbaşkanı Demirel’e başsağlığı dilerim.

Nisan/mayıs 1915 -3- ( Ermeni isyanı ) - Galip Baysan
Ermeni isyanı, 15 Nisan 1915 günü Van’ın bütün bölgelerine yayıldı ve genel bir havaya girdi. O günleri yaşayan Em. Tümgeneral Ahmet Hulki Saral, şahit olduğu olayları şu sözlerle anlatıyor:
“15 Nisan 1915 günü Van bölgesinde kendini gösteren ilkbaharın parlak güneşli bir gününde gök gürültüsünü andıran silah sesleri ile uyandık. Sokakların ve evlerin arasından yansıyarak geçen mermiler, acı bir inleyiş gibi vızıldıyordu. Her taraf toz duman içinde ve her yerden ağır bir barut kokusu geliyordu. Herkes heyecan ve endişe içinde idi. Bütün Vanlılarda adeta derin bir ölüm sessizliği vardı.
Van, Ermenilerin ilk önce ele geçirmek istedikleri bir şehirdi. Bir noktada şansları da kendilerine yardım ediyordu. 33.Piyade Tümeni savaş dolayısıyla Erzurum’a gönderilmişti. Van şehrinde böylece hiç bir askeri kuvvet kalmamıştı. Sadece Jandarma kuvveti kalmıştı. Böylece Ermenilerin şehri işgalleri nispeten daha kolay bir hale gelmişti. Fakat her ihtimale karşı Rus Ordularının Türk topraklarına girmelerini ve (İklim şartlarından rahatsız olmamak için) baharın gelmesini beklemişlerdi. Bu suretle Ruslarla müşterek hareket ederek daha başarılı olacakları inancındaydılar.
Uzun yıllardan beri silahlanan, tüfek, tabanca ve el bombaları gibi türlü silahlarla donanmış olan Ermeni çeteleri Van’da toplanmışlardı. Köylerde aynı şekilde silahlandırılmış, harekete hazır hale getirilmişlerdi.
(1)
Bir Rus Generali’nin (Maflofiski) bu isyanla ilgili anıları şöyledir:
“Van mıntıkasında vaziyet karışık bir hal almıştı. 14 Nisan’da, Van’da kıyama başlamışlardı. Ermeniler Van’daki küçük Jandarma kıtasını katl ve tard etmişlerdi. Bunun üzerine Türkler Kazım Bey’in 5. Mürettep Fırkası’nı göndermişler ve iç kalede ve şehirdeki Ermenileri muhasara etmişlerdi. Aynı şekilde Van’daki Ermenilere yardım için General Truhin komutasında bir birliğin Van’a sevk edilmesi Kolordu’ya bildirilmişti” (2)
20 Nisan’da Ermeniler karakollara ve Türk hanelerine silahla taarruz ederek isyanlarını genişletmişlerdi. Van içinde Vali Cevdet Bey Ermenilerle kıyasıya bir mücadele’ye girmişti.(3) Artık Van ve çevresinde, Rus Cephesi’nin hemen yanı başında Ermeniler kendi anavatanlarına karşı tam bir iç isyan hareketi içindedirler. Rafael de Nogolis adlı bir yazar “Hilal altında dört yıl” adlı eserinde isyan hakkında şunları söylüyor:
“Nisanın sonuna doğru başlayan isyan gelişmeye yüz tuttu. Vilayet merkezinde çok kuvvet yoktu. Ancak Türk jandarmaları ile birkaç eski top vardı. Van’da fazla kuvvet bulunmadığını bilen Ermeniler Van’ı yakıp yıkmaya başladılar. Ermeni mahallerinde jandarma ve polis kuvvetlerine ateş açtılar. Kışladaki erleri şehit ettiler.” (4)
Nisan ayının ikinci yarısından itibaren hem Van ve Doğu Anadolu Bölgesinde hem de Gelibolu Yarımadasında çok ciddi olaylar gerçekleşmektedir. Osmanlı Hükümeti sık sık toplanarak gelişen olumsuz durumlar için acil kararlar almaktaydı. Doğu Anadolu Bölgesinde iç ve dış tehditlerin nasıl geliştiğini zamanın Başbakanı Talat Paşanın anılarından izliyoruz.
“Van’daki olayları dâhildeki öteki isyan hareketleri izledi. Kıtalarına katılmak üzere gönderilen bazı münferit askeri birliklerin bu isyankâr Ermeni çeteleri tarafından öldürüldüğü anlaşılmıştır. Kumandanların genel karargâha gönderdikleri rapordan anlaşıldığına göre, Müslümanlara karşı şehir, köy ve yollarda yapılan kıyım ve saldırılar, Rus Cephesindeki o çevre halkından oluşan askerler üzerinde çok kötü etkiler bırakmaktadır.
Ordu Göç ettirme kanununun uygulanmasını yeniden gündeme getirdi ve ısrar etti. Ben yine karşı çıktım. Birçok acı durumlar bana göstermiştir ki, Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları zulümler Avrupa’da büyük bir hoşgörüyle, sessiz karşılandığı halde, Müslümanların en ufak bir hareketi gereğinden fazla büyütülüyordu. Bu bakımdan, Rusların bu savaşta Ermenilerin yanı başında bulunması yüzünden çıkacak olan düzensizliklerin bize karşı kötüye kullanılacağını önceden biliyordum.
Bu görüşmeler sırasında meslektaşlarımdan bazıları beni duygusuzluk ve vatana ihanetle suçlayacak kadar ileri gittiler. Gerçekte de Ordu, son derece tehlikeli bir durumda bulunuyordu.” (5)
Aynı günlerde çok yakınlarda 1878’den beri Rusların elinde kalan Kars-Ardahan bölgesinde seri cinayetler işleniyordu. Sarıkamış Harekâtı sırasında, 37 yıllık bir esaretten sonra kurtuluş ışıkları gören Kars ve Ardahan halkı sevinçlerini gizleyemediler. 4 Ocak 1915 günü Ardahan’ı baskınla alan Kazak Sibir alayı, Çıldır’dan Göle’ye kadar Türk köylerinde “Türklerin gelişini alkışladınız” diye silahsız ahaliyi, çoluk çocuk demeden katliama başladılar. 1915 başından itibaren üç ay Ruslar, Kars ilindeki silahsız Türk-müslüman ahaliyi kırıp sindirmekle uğraştılar. Bakû’daki “İslâm Cemiyeti Hayriyesi” nin “Felâket ve Harbzadelere Yardım Şubesi” Çardan resmen izin alıp 1915 Nisan başında yardıma gelinceye kadar, pek vahşice yapılan bu Rus mezalimi devam etti. En az 40.000 Türk katledildi. Bu cemiyet; resmen kayıtlı “22.000 harbzade” Karslıya 1917 sonlarına kadar yardıma devam edip ölmekten kurtardı. (6)
Van ve çevresindeki Ermeni isyan ve cinayetleri Kuzey ve Doğu’daki Rus Ordusu ilerleyişi ile işbirliği içinde, bazen onlara paralel ve bazen de davet eder tarzda büyümüştür.
“Ermeni ekseriyeti olan yerlerde çekilmek isteyen memurların, memur ailelerinin ve masum çocukların kanları ile dereler boyandı. 23 Nisan’da isyan devam etti. Her taraftan Van’a mümkün olan kuvvet ve bir kaç toptan başka Türkleri savunacak bir kuvvet yoktu. Ancak kuzey’deki Rus baskısı ve harekâtı gittikçe artarken onlarla birleşip Türkleri katletmek isteyen Ermeniler daha önceki planları gereği Van’daki isyanları ve kıyamları başlatmışlar (ve geliştirmişler)’dir.”(7)

Sivas Valisi 22 Nisan 1915 günü İçişleri Bakanlığı’na aşağıdaki telgrafı yollamıştı.
“Vilayet içinde Ermenilerin toplu olarak bulundukları yerler Şebinkarahisar, Suşehri, Hafik, Divrik, Gürün, Gemerek, Amasya, Tokat ve Merzifon’dur. Şimdiye kadar Suşehri’ni Türk köyleriyle civarında ve Hafik’in Tuz hisar, Horasan köylerinde ve Merkeze bağlı Olaraş nahiyesinde yapılan aramalarda pek çok yasak silah ve dinamit bulundu. Ermenilerin bu vilayetten 30.000 kişiyi silahlandırdıkları, bunlardan 15.000 kişinin Rus Ordusuna katıldığı, 15.000 kişinin de, Türk Ordusunun başarısızlığı halinde, ordumuzu gerisinden tehdit edeceği yakalanan sanıkların ifadeleriyle kesinleşmiştir. Ermeni Taşnak Komitesinden Murat’ın sığındığı Tuz hisar köyüne gönderilen güvenlik birlikleriyle Ermeniler arasında çarpışmalar olmuştur, kaçanlar takip edilmektedir.” (8)
Diyarbakır Valisi de şu bilgileri veriyordu:
“Diyarbakır’da asker kaçağı, silah ve mermi araması yapılmıştır. Sonucunda pek çok silah, cephane, askeri elbise, patlayıcı madde bulunmuştur. Ermeni komitacılardan yalnız merkezde 1.000’den fazla asker kaçağı ele geçirilmiştir.” (9)
Aynı günlerde Zeytun ve Muş’da da isyanlar devam etmekteydi. Ermenilerin Ruslarla işbirliği içinde olduğu açıkça biliniyordu. Doğudaki bu hareketlerin yanında, Batıda Çanakkale bölgesinde İngiliz ve Fransızlar İmparatorluğun başkentini ele geçirmeyi hedef alan büyük bir çıkarma harekâtı hazırlığı içindeydiler. İç ve dış baskılar yöneticileri ağır bir baskı altına almışlardı.
Bütün bu gelişmeler üzerine İçişleri Bakanlığı 24 Nisan 1915’te bir genelge yayınladı. Bu genelge ile Ermeni parti, komite merkezi ve şubelerinin kapatılması, evraklarına el konması, elebaşlarının gözaltına alınması, gerekenlerin askeri mahkemeye verilmesi ve suçluların cezalandırılması isteniyordu. Bunun üzerine 2345 kişi tutuklanarak mahkemeye verildi. İşte Ermenilerin soykırım günü olarak kutlanmalı diye bastırdığı “24 Nisan” günü, bu yasal tedbirlerin başlatıldığı gündür.(10)
O gün, İstanbul’da yaşayan 77.735 Ermeni’den 235’i eyleme geçtikleri için tutuklanmışlardır. Bu tutuklananlar arasında 1908 II. Meşrutiyet Meclisi’nde Kozan Milletvekilliği yapan Kamparsum Boyacıyan Murat, Erzurum Milletvekili Karakin Pastırmacıyan, Armen Garo, Van Milletvekili Vohan papazyan... Takma adlar kullanarak “çetebaşılık” yaptıkları için tutuklanmışlardır.” (11)
      

DİPNOTLAR:

(1) Ahmet Hulki Saral, Ermeni Meselesi s.135–136 (Ankara –1970).
(2) General Maflofski, Umumi Harpte Kafkas Cephesi’nin Tenkidi, s.194–195 (Çeviren Kaymakam Nazmi, Ankara, 1935).
(3) Ali İhsan Sabis, C.2, s.218–219.
(4) Refael de Nogolis, Hilal Altında Dört Sene ve Buna Cevap, s.73 (Çeviren Kaymakam Hakkı, İstanbul, Askeri Matbaa, 1931)
(5) Talat Paşa’nın Anıları, s.82–83 (Bas. Haz. Mehmet Kasım, Say Yayınları, İstanbul – 1986)
(6) Kırgızoğlu, M. Fahrettin, Kars Tarihi, Cilt –1, s.553–554 (Taş Çağlarından Osmanlı İmparatorluğu’na Doğru, İstanbul–1953); Ahmet Ender Gökdemir, Cenüb-i Garbi Kafkas Hükümeti, s.14–15 (Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara –1988)
(7) Aziz Samih, Büyük Harpte Kafkas Cephesi, Hatıraları (Zivin’den Peteriç’e); s.41 (Ankara, Büyük Erkân-ı Harbiye Matbaası, Ankara- 1934).
 (8) Genelkurmay, No.4/3671, KLS 2820, Dosya 69, F–3–45.
 (9) Genelkurmay, No.4/3671, KLS 2820, Dosya 69, F–3–82.
(10) Yılmaz Akbulut, Ermeniler ve Bingöl’de Ermeni Tehcirleri, s.68 (Kültür Bakanlığı, Ankara – 1998); K.Gürün a.g.e., s.213.
(11) Nurşen Mazıcı, Belgelerle Uluslararası Rekabette Ermeni Sorunu’nun Kökeni, 1878 – 1918, s.80 (İstanbul–1987)

Dr. M. Galip Baysan

 Nisan/ Mayıs–1915 Van İsyanı - 1 - 
Nisan/ Mayıs–1915 Ermeni İsyanı Büyüyor - 2 -

Gündem Sarhoşluğunda Kıbrıs’ı Verdik Gitti! - Müyesser Yıldız
PKK açılım-saçılımıyla ayıkan millet önce “milli içki”  ayranla sarhoş edildi. Şimdi de içki yasağı uygulamalarıyla gündem sarhoşu yapıldık. Böylelikle en kritik anda muhalefet bir kez daha “laiklik, şeriat”  minderine çekilirken, özellikle gidişatı, açılımı sorgulayan AKP seçmenlerinin yeniden iktidarın yanında saf tutması sağlandı.

Gündem sarhoşu yapılmamızın tek sebebi açılım-saçılım değil. Başka önemli şeyler de oluyor; Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ı emperyalizme teslim etmek gibi.

Bugün Brüksel’de önemli bir toplantı var; Adı, AB-Türkiye Ortaklık Konseyi. Toplantıdan sonra bir Ortak Tutum  Belgesi yayınlanacak.

Bu toplantı ve belgenin önemi şu; AB ile ilişkilerimizde tek söz ve oy hakkımız olan bir mekanizma. Yani kararları birlikte alıyoruz.

AB Haber, o toplantıdan sonra açıklanacak Ortak Tutum Belgesi’nin taslağını yayınladı. Neler yok ki!.. Tuhaf olan adı “Ortak Tutum Belgesi”, ama Türkiye AB ağzıyla kendi kendine, “şunları şunları yap”  emirleri veriyor. Bir başka çarpıklık; Sözümona Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Türkiye’yi Gümrük Birliği’nden çıkarmaya hazırlanıyor, ama bu belgeye göre, AB’ye daha o kadar çok vereceğiz ki!..

Erdoğan’ın ABD ziyaretinden önce Obama’nın defterinde Kıbrıs ve İsrail olduğunu, özellikle Rum kesiminin İsrail’le birlikte Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarına el koymasını kabullenmemizi,ayrıca Rum kesiminin AB ordusuna, İsrail’in de NATO’ya katılımını veto etmemizden vazgeçmemizi isteyeceğini yazdım.

Erdoğan, ABD’ye Enerji Bakanı Taner Yıldız’ı da götürdü. Taner Yıldız bugün Hürriyet Daily News’e konuşmuş. Türkiye, enerji açığını kapatmak amacıyla petrol ve gaz zengini güney komşularına arama ve dünya piyasalarına satış konusunda işbirliği teklif etmiş. Ankara’nın teklifinin hedefinde, özellikle son dönemde Doğu Akdeniz’de petrol arama lisansları konusunda sorunlar yaşadığı İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi bulunuyormuş. Yeraltı kaynaklarının adanın iki tarafınca paylaşılması şartının Türkiye için bir “kırmızı çizgi”  olduğunu belirten Yıldız, “Biz bütün bunların hepsini Amerikalı meslektaşlarımıza açık açık konuşuyoruz. Ve doğru söylediğimiz kadar da haklı olduğumuzun teyit edildiğini görüyoruz”  demiş.

Erdoğan’ın ABD gezisinden sonra Kıbrıs’la ilgili önemli bir gelişme daha yaşandı. Geçen hafta yapılan AB Liderler Zirvesi sonuç bildirgesinde, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Rum kesimine ait olduğunu gösteren bir haritaya yer verildi.

Bugün yapılacak toplantı ve yayınlanacak olan Ortak Tutum Belgesi’ne dönersek; 20 sayfalık belgede Kıbrıs geniş yer tutuyor. Türkiye, AB’yle birlikte kendi kendinden şunları yapmasını istiyor veya taahhüt ediyor:                               
-Limanlarımızı bir an önce Rum gemilerine açmamız

-Kıbrıs ek protokolünü uygulamamız, yani Rum kesimini tanımamız

-Rum kesiminin uluslararası örgütlere katılmasına izin vermemiz

-Doğu Akdeniz’deki doğalgaz konusunda, (aynen Ege’de olduğu gibi) imzalamadığımız BM Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesini uygulamamız    

-Doğu Akdeniz’de Rum kesiminin hava güvenliğini tehlikeye sokmamamız  

-Doğal kaynaklar başta olmak üzere Rum kesiminin tüm egemenlik haklarını kabul etmemiz 

-Güney-Doğu Akdeniz bölgesindeki güvenlik riskini acilen ortadan kaldırmamız, yani Rum kesimini "tehdit"  etmememiz

-AB-Türkiye enerji işbirliği çerçevesinde, Avrupa’nın enerji güvenliği konusunda yapıcı rol oynamamız, doğal kaynak aramaları ve Güney gaz koridor projesini desteklememiz    

Belgeye bir tek,“Kıbrıs’ı verdik gittik!..” yazmadıkları kalmış vesselam!..

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
27 Mayıs 2013

Nihat Genç kamuoyuna ve CHP ile AKP ye milli hükümet oluşturmalarını ve dolayısı ile de Suriye yüzünden başımıza geleceği var sayılan felâketlerden kurtulmamızı önermiş. 
“AKP bu kadar anlamsız bir savaşa niye girdi” soruları gittikçe daha da çaresiz hale gelip, sadece AKP’yi değil ülkemizin bekasını geri dönülmez bir felakete sokmuş görünüyor.” Diyen Nihat Genç nasıl böyle bir öneride bulunur hayret ettim(!)
Söz konusu dahi edilmemesi gerek. Bu sadece AKP ‘in durumunu sağlamlaştırır ve ona yarar. CHP de asla kabul etmez. Edemez. Etmemelidir.
 Nihat Genç’e soruyorum şimdi. AKP sadece Suriye meselesi ile mi ülkemizi felaketlere sürükledi?
Türk Silahlı Kuvvetlerini darmaduman etti, güzide subaylarımızı adeta esir alarak zindanlara tıktı. Bir parti genel başkanını, gazetecileri, bilim adamlarını hatta Atatürk diyen gencecik çocuklarımızı da hücrelere kapattı. Türkiye’yi analar ağlamasın kandırmacaları ile bölünme noktasına getirdi. Atatürk ile ne değer varsa hepsini ortadan kaldırdı ve halen kaldırıyor.
Kendi ağzı ile hukuka talimat verdim diyen bir başbakanla yönetilen ülkemizde hukukun üstünlüğü kalmış mıdır? Hukukun işlemediği bir ülkede demokrasiden söz edilir mi?
 Cumhuriyetimizin temellerini birer birer yıkan, şimdi tamamen yok etmek için uğraşan böyle bir iktidarla nasıl olur da koalisyon kurulur?
Ne yazık ki Atatürk Cumhuriyeti sanki kâğıt üzerinde kaldı zira meclisteki çoğunluk elinde olan başbakanın diktatörlük anlayışı ile yönetiliyoruz. Bir saatte çıkarttığı kanun hükmünde kararnameler ile istediğini yapan, yaptıran, özgürlükleri kısıtlayan, kendisine karşı çıkanı hapislere tıktıran, elindeki erki kendi için kullanan bir insandan bahsediyorum. Esas felaket başımızdaki bu iktidardır dolayısı ile.
Tüm bunlara rağmen AKP’nin gemileri yakarak savaşa girdiğini ve geri dönemediğini söylerek
“Siyasiler ve diplomatlar çok sıkı çalışırsa AKP’nin bulamadığı geri dönüş planı için belki birçok senaryo devreye sokabilir, ancak gün particiliği aşıp, geri dönüş için birçok yeni senaryonun tartışılma zamanıdır. Diyen Nihat Genç, keşke bu çağrısını benim yaptığım gibi Atatürk düşüncesinde olan tüm parti liderlerine Milli Hükümet kurmaları için yapsaydı.
Benim bu çağrılarıma yetkili ağızlar fantezi diyorlar. Bu sözlere çok üzülüyorum. Milli Merkez kuruldu ve içinde çok değerli yöneticiler bulunmaktadır. Onlara sözüm, yılmadan parti liderlerine çağrı yapmaya devam etsinler ve halkımıza vatanın içinde bulunduğu bu vahim durumu anlatsınlar.
Onlar anlattıkça halk daha çok uyanacak ve bu oluşum büyüyecektir. Kendilerini düşünen ve bu çağrıya yanıt vermeyen liderler halkın gözünden düşeceklerdir. Çünkü Atatürk ne demişti? Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.
İddia ediyorum;
Hiçbir parti tek başına iktidara gelemez bu böyle biline. İnandırıcılıkları kalmamıştır. Hele bu seçim sistemi ile asla,yine aynı tas, aynı hamam olur. Üç beş oy fazla veya eksik fark etmez. Bu da AKP’ in işine yarayacaktır.
Liderler ayrı siyasi görüşlerde olsa da şayet gönülden Atatürk devrimlerinin yaşamasını istiyorlarsa Atatürk’te birleşmelidirler. Vatan için birleşmelidirler.
Bencilliği, kibiri bırakmalıdırlar. Farz etsinler seçime girdiler oy dağılımına göre koalisyon birliği yapmaları elzem oldu diyelim. Buna hayır diyebilirler mi?
Birleşmek istemeyen yani bir koalisyon hükümeti kurmak istemeyen liderlerin vatan sevgisinden şüphe ederim açıkçası. Vatan zor durumda, sabun köpüğü gibi kayıp gidecek elimizden Buna izin vermeyecek kadar güçlü ve dirençli bir milletiz biz. Yeter ki birbirimize tahammül edelim ve vatan için birleşelim.
Buradan o isimli büyük yazarlarımıza da sesleniyorum. Sanatçılara, STK lara ve duyarlı halkımıza seslensinler onlarda durumu anlatsınlar yazıları ile. Liderleri vatan için birleşmeye çağırsınlar.
Hiçbir lider mitinglerdeki yüz binlere kalabalık görüntüye aldanmasın. Belirli bir kesim bu toplantıları izler. Bizim amacımız diğer halkımızı uyarmak ve uyandırmak olmalıdır. Bundan ötürü güçlerimiz birleştirmek şart olmuştur.
Böyle yapmayan liderler, birleşmeyi düşünmeyenler vatanın bölünmesinde ve tekrar AKP ‘nin başa gelmesinde en büyük vebali alacaklardır, bilmiş olsunlar.
                                                   ****
Yarın CHP Meclise yüzde 10 seçim barajının yüzde 3 olarak değiştirilmesi için kanun teklifi verecek. Bu teklife AKP ne diyecek bakalım.
Parmaklar  Genel Kurulda ne için kalkacak göreceğiz. Yüzde 3 seçim barajının olması, Meclis'te temsil edilen çoğunluğun artması demek olduğuna göre Meclis'e girmeye hak kazanan partilerin çokluğu, demokrasinin olmazsa olması çok sesliliği getirecektir. Yarın Türkiye için tarihi günlerden biri olacaktır. Bekleyip göreceğiz.
Sevgiyle kalın
TC.Tünay Süer

Tarihsel bilgilere göre “Cebir”i anlatan ilk kitabın adı:
“El’Kitab’ül-Muhtasar fi Hısab’il Cebri ve’l-Mukabele”.
Eser, Hazer Denizi kıyılarında ya da Mezopotamya dolaylarında yaşamış olan “Harezmi” tarafından 830 yılında Arapça yazılıp bilim dünyasına sunulmuş.

Kelime olarak “Cebir” Arapçadan kaynaklı Osmanlıcada “zorlama”, -kırılan kol örneğinde olduğu gibi-, “bir şeyi düzeltme” anlamına geliyor.
“Mukabele” de aralarında zıtlık bulunanları bir arada bulundurma işi.

Bilgin Harezmi’nin bulduğu bu tekniği anlatan o eserin adını da bu bilgiler ışığında “Aralarında zıtlıklar bulunanları bir arada bulundurma, dengeleme hesabının özet kitabı” diye çevirebiliriz günümüze.

Konu matematikseldir ama buluşu siyasetin matematiğine bile ne kadar uyuyor bir bakın göreceksiniz.

Bilirsiniz, “Cebir”de “artı bir” ile “eksi bir” biraraya getirilince sonuç “sıfır çıkar”, iki değil. Çünkü cebir denen hesaplama yönteminde sayıların da “artı” ya da “eksi” türünden birer karakterleri vardır; “bir”in önüne artı gelirse değeri başkadır, eksi gelirse başka.
Hatta her ikisi de sayısal olarak “bir” olduğu halde aralarındaki değer farkı “iki”dir.

Bu söylediğimiz biraz soyut geliyorsa başka örnek verelim:
Örneğin bir siyasi partide her yüz kişiden ellisi “falancı”, diğer ellisi “filancı” ise ve bunlar tanımları gereği birbirinden pek hoşlanmıyor, yanındakileri kendilerine rakip olarak görüyorlarsa, yani Harezmi’nin kitabında anlatıldığı gibi aralarında zıtlıklar varsa, hepsini aynı çatı altında bir araya getirdiğinizde elde edeceğiniz sonuç “sıfır” çıkar. Çünkü cebirsel matematiğin temel kuralıdır bu; eksiler artıları götürür.
Eğer her ikisi bir birine denkse sonuç da sıfırdır.

-İyi ama günlük siyasette böyle olmuyor? Çok tatmin edici olmasa bile yine de bir sayı çıkıyor? da diyebilirsiniz.
Kural değişmez.
Eğer sıfırdan farklı bir rakam çıkıyorsa, yine de oradaki artılarla eksiler kendi aralarında çarpışıp birbirlerini “götürürler”, bunlardan hangisi diğerinden biraz fazlaca ise ancak o kadarlık bir sonuç elde edilebilir.

Diyelim ki artı üç ile eksi biri topladın; alacağın sonuç artı ikidir. Eksi üç ile artı biri topladın, sonuç eksi ikidir.
Bir araya toplananlar kadar sonuç alınabilmesinin matematiksel yolu, onların hepsinin aynı karakterde yani ya hep artı, ya hep eksi olmasıdır.
*
Gelelim siyasetin “Cebir”ine.

Yurttaşlar çıkarları ya da inançları dolayısıyla belli partilerde toplanırlar.
Örneğin bir yerde toplanırken onları bir araya getiren ölçüleri kendi ekonomik çıkarları ise zenginler ve işleyen düzenden nasibini alanlar sağ partilere, fakirler ve var olan düzenin bir yararını göremeyen, daha adil bir düzen isteyenler sol partilere giderler.
Eğer düşünceler çıkarların da üzerinde, yani ideolojik ise, emekten ve halktan yana olanlar sola, zenginlikte ve bu düzende refah var diyenler sağa yanaşırlar.

İşte bu toplanma işlerini organize eden siyasi partiler de yurttaşların siyasi kümelenme eğilimlerine bakıp onları kendi çatıları altına almaya çalışırlar.
Kimi açık açık biz bir sağ partiyiz der, kimi sol.

Tabanlarını genişletmek için bunu açık açık söylemeyip ölçülerini biraz daha esnek tutanlar ise yine asıl karakterlerini muhafaza etmekle birlikte kendilerine “Kulağa hoş gelecek, daha toplayıcı daha cazibeli” isimler koymayı seçerler.

Ama adları ne olursa olsun, insanların yönelimlerinde temel güdü kendi ekonomileri olduğu için siyasette partiler esas olarak benimsedikleri “ekonomik modele göre” soldan sağa ya da sağdan sola bir yelpaze oluştururlar ve bu işi bilenler açısından, her partinin bu yelpazedeki konumu adeta milim hatasız bellidir:

Kurulu düzen sağa çalışıyorsa, siyaset yelpazesinin ortalarında olduğunu söyleyenler de dâhil, o düzenin değişmesine çalışmayanların hepsi sağ partilerdir.
Daha solda ve değişimci bir düzen için çalışanlar da tabii ki sol partiler.

Bir toplumda yaşayanların bu ikilemde daha çok ne tarafa yönelmesi gerektiği düşünüldüğünde, ekonomi bilimi “sol” diyecektir.
Çünkü genele hâkim olan piyasa düzeninde geçerli kural “Gücü gücü yetene” olduğu için, gelir ve servet dağılımı piramidinin en geniş yeri olan tabanında “halk” yani bu düzende “altta kalanlar” bulunur. “Tuzu kurular” piramidin tepesini oluşturur ve sayıca pek azdırlar.

Örneğin, sadece “gizlisi saklısı hariç” 44 tane dolar milyarderinin olduğu bir ülkede adam başına yıllık gelir 10.000 dolar varsayılırken siz bu 44 adamı çekip bir kenara koyarsanız, nüfusun sadece 44 kişi noksanıyla tamamının gelirinin aslında öyle sanıldığı gibi 10.000 dolar falan değil, örneğin en fazla 6.000 dolar gibi olduğu gerçeği ile karşılaşırsınız.

Peki, Harezmi’nin bilimde devrim niteliğindeki ve bin yıldan fazla denenmiş bu güçlü hesap mantığı yanlış sonuç vermeyeceğine göre; toplumun çok büyük bir bölümünün bu düzende “altta kalanlar” dan oluştuğu, bunların sola eğilimli olması gerektiği apaçık ortada iken acaba neden sol partiler bir türlü iktidar olabilecek bir taban yakalayamazlar?

-İnsanlardan bir kısmının gidecekleri yerde kendilerini “naksedecek” yani artı iseler eksi lerle karşılaşarak etkisizleşecekleri düşüncesinde olmaları dolayısıyla kendilerini bu işlerden uzak tutmalarından mı?

-Bir araya gelmiş olsalar da eksilerle artılar yani siyaset dilinde solcularla sağcılar bir araya geldiğinde kendi aralarındaki “mukabele” den dolayı birbirlerini sıfırladıklarından mıdır bilinmez.

*
Büyük Hesap adamı Harezmi, 850 yılında Bağdat’ta ölmüş.
Hayatının önemli kısmı buralarda geçmiş.
Bizim coğrafyamızın adamı.
O açıdan huyumuzu suyumuzu da çok iyi biliyor olmalı.

Büyük olasılıkla hiç kimsenin bu işin farkında bile olmadığı bir zamanda; daha günümüzden yaklaşık 1200 yıl öncesinde cebirsel matematiği çözdüğüne göre;
acaba günümüzde yaşayıp da bu günkü siyasetin matematiğini ele alsaydı, bize şu particilikteki “tezatların birlikteliği” olayını nasıl açıklar, eğer ortada bir hesap yanlışı varsa bize neleri önerirdi?

Bülent Soylan

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget