Hiçbir iktidar, AKP kadar ülke sevmez çıkmadı. Her
türlü talan, (mesire yerlerinin bile iskâna açılması), limanların, ormanların,
suların ve madenlerin yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi, genç nüfusun
şiddetle cahilleştirilmesi, insanların sadaka yöntemine alıştırılması, her
hanenin bankalara borçlandırılması, kültürel mirasın tümüyle yok sayılması, grev
yapan sendikaların ve işçilerin vatan hainliğiyle suçlanması, eğitim sisteminin
bir ucubeye dönüştürülmesi, insanların yaşam tarzına müdahale bu iktidarın
başından beri tek amacıydı. Büyük bir bölümünü başardılar da. Bütün bunları
başarmak için adım adım yol alırken, hiç kuşkunuz olmasın, dünyayı yöneten 54
uluslararası şirketin danışman kadrolarından yardım aldılar. Uluslararası
şirketlerin algı yönetimleri, iktidarın hiç de zeki ve akıllı olmayan
kadrolarını başarıyla yönlendirdiler.
Bu algı yönetiminde en önemli basamak, ülkenin
geçmişini unutturmaktı. Halk “büyük Osmanlı” gibi bir fantezinin peşinde koşarsa, “millet”
olmanın nimetlerini fark etmeyecek ve Türkiye Cumhuriyeti
kimliksiz, kemiksiz, kolayca yutulan bir lokma olacaktı.
Son
olaylar da gösteriyor ki, uluslararası bu plan tutmuyor. O müthiş uzmanlar, bir
yığın senaryo deniyorlar ama tutmuyor. Tutmaz. Türkiye ne Amerika’ya benzer, ne
Rusya’ya ne de Suriye’ye. Uzmanların atladıkları, 42 uygarlığın bu topraklarda
bıraktığı genetik miras ve 19 Mayıs 1919’da Mustafa
Kemal’in Samsun’a çıktığı anda başlayan Kurtuluş Savaşı’nın
ektiği tohumlar...
Evet, ne yaparsanız yapıp, 19 Mayıs’ı
unutturamazsınız! Buyurun size küçücük bir hikâye. Sevdiğim üç kız kardeş var.
Babaları yıllar önce, Malatya’nın küçük bir köyünden kalkıp İstanbul’a gelmiş,
kızları daha iyi yetişsinler diye. Baba için iki oğlundan çok, kızları
kıymetliymiş. İlla ki okumalı, kendi ayakları üstünde durmalılarmış. Kızlar da
babanın yüzünü kara çıkarmamışlar, her biri bir meslek okuluna giderek birer
altın bilezik sahibi olmuşlar. Ve sonra hep birlikte bir vücut bakım dükkânı
açmışlar. Bu arada kardeşlerden biri evlenmiş ve bir kız çocuğu olmuş. Kardeşler
yeğenlerine sırayla annelik yaparak annenin yükünü hafifletmeye çalışmışlar.
Alevi geleneklerine göre büyümüş bu kızlar. Evlerinde hiç kaç göç
görmemişler. Baba, ağabey, bir gün bile kızlara “şunu
giymeyin, şununla konuşmayın” dememiş. İşlerini yavaş yavaş
büyütmüşler. Baba çok okurmuş, onun bu huyu kızlara da geçmiş, ellerine ne
geçtiyse okumuşlar. En çok da tarihi romanları.
Türkiye’de çok sık
rastlanan bu olayı şimdi neden anlatıyorum? Efendim bu kızların çok sevdiğim bir
huyları var. Sosyal olaylara merakları ve ataklıkları. Onlar, sosyal medyada
atıp tutan, sıra sokağa çıkmaya geldiğinden işleri çıkan kesimden değil. Onlar
işlerini organize edip her eylemde sokaktalar. Nasıl mı yapıyorlar, sırayla
içlerinden birini eyleme gönderiyorlar. Bir gün Silivri’deler, bir gün
Taksim’de, bir başka gün Kadıköy’de.
Onlarla biber gazına karşı
uygulanacak yöntemler konusunda uzman olduk. Grip maskesini kremlemek, çiçek
sulama işinde kullanılan fısfısların içine sirke doldurmak, limon ve sirkeye
bastırılmış gazlı bezler…
Geçen gün işim vardı, dükkânlarına
gittim. 19 Mayıs Pazar’a geldiği için çok sevinçliydiler, çünkü böylece üçü de
Ankara’ya gidebilecek, 19 Mayıs için yapılacak büyük toplantıda
bulunabileceklerdi. İçlerinden biri bir soru sordu: “Tanıdığım iki hostes var. İkisinin de çocukları var. Ve çok iyi
arkadaşlar. Biri işyerindeki greve katılmış öteki katılmamış. Katılmayan şöyle
dedi: ‘Arkadaşım beni gördüğünde çok garip bakıyor,
anlamıyorum.’ Ben de şöyle yanıt verdim: ‘Grev kırıcı gibi mi?’ Sustu, başını önüne eğdi.
Ben anlamıyorum, neden biri katılırken öteki katılmıyor?”
Benim buna verecek bir yanıtım yoktu. O verdi: “Bazıları elini taşın altına koyar ve zaten o elini taşın altına
koyanlar sayesinde dünya ışık alır.”
Onları
Ankara’ya uğurladım. “Bir yerlerde Mustafa Kemal mutlaka
sizi izliyordur, gelince bana anlatırsınız” dedim.
Ve gittiler...
Söyledim size, 19 Mayıs’ı
unutturamazsınız!
Yorum Gönder