Ekim 2018
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Halk Otobüsleri 65 yaş üstü vatandaşları yasa gereği ücretsiz taşımak zorunda
Ankara Batıkent’de oturmaktayım; evim Halk Otobüsleri Durağına yakın olduğu için çoğunlukla halk otobüslerini kullanırım. Dört beş yıl önce 65 yaş üstü vatandaşların özel halk otobüslerinde ücretsiz bineceklerini öngören yasa ve yönetmelik yayınlandığı ve de taşımayanlara bir tam biletin 50 katı ceza verileceği öngörüldüğü halde, Ankara’daki özel halk otobüsleri asla bunu uygulamak istemiyorlar ve yaşlıları indiriyorlardı.
Kimileri bu yasaya inanmadıkları için, yani “böyle bir yasa yok, ben niye ücretsiz taşıyacağım onları” diyerek akla hayale gelmedik engeller çıkarıyorlar, yaşlı başlı insanlara güçlük çıkarıyorlardı. Vatandaşın çoğu da şikâyet etmiyor, sineye çekiyordu, sessizce araçtan iniyor ve bir daha binmek istemiyorlardı.
Bu 65 yaş üstü vatandaşların özel halk otobüslerinde ücretsiz taşınacağına ilişkin kanun 2014 yılı Mart ayında yürürlüğe girdiği ve aradan 4.5 (dört buçuk yıl) geçtiği halde, halk otobüsleri hemen hepsi cezayı yedikçe ve artık yüzde 80-90 ücretsiz taşıdıkları halde, bir çok vatandaş çekindikleri için halen bu otobüslere binmemekteler. Neden binmiyorsunuz diye yaşlılara sorduğumuz zaman, “o terbiyesi adamlar kaç defa azarlayıp indirdiler, bize surat yapıyorlar, saygısız davranıyorlar”  diyerek karşılaştıkları olumsuz tavırları açıklıyorlar.
Onlarla öylesine direndim ki, sürekli yasa ve yönetmeliğin çıktılarını yanımda taşıyordum. Yine de, “abi in beni şikâyet et cezasını vereceğim” diyorlardı. Ben usule uygun şikâyet ettikçe, benim şikâyet ettiğimi öğrenmişler ki, bana düşman gibi bakıyorlar, bazıları “hoş geldin abi” diyorken biletçinin biri de, çok kızmış olmalı ki nüfus cüzdanını da çıkar, ne malüm bu kart senin mi”diyordu. Otobüs içindekiler de şaşkın şaşkın bakıyorlar, yavaşça “abi sana bunlar niye böyle davranıyorlar” diyorlardı. Ben de tepki olarak, -pasaportumu da çıkarayım mı, ikametgâh ilmühaberimi de çıkarayım mı- diyordum, biletçiye.
Ankara Büyükşehir Belediyesi özel halk otobüslerine kart okuyucu makine takması gerekir.
Burada kusur tamamen Ankara Belediyesine ait, çünkü nasıl İstanbul’daki Özel halk otobüslerinde kart okuyucu makine takılmışsa varsa, Ankara Büyükşehir Belediyesi de bütün halk otobüslerine kart okuyucu makine takmaları gerekir. Böylece sorunlar biter, biletçiye gerek kalmaz, hem de belediye para öderken peşince vergiyi tam olarak keser. Çünkü halk otobüsleri çoğunlukla vatandaşa bilet vermemekte.
Fısıltı gazetesinden duyduğumuza göre, özel halk otobüsçüler belediyeye yalvarıp yakarıp, kart okuyucu makine taktırmıyorlarmış, “biz zarar ediyoruz, verenden alalım, vermeyenden almayalım, böyle idare edelim” diyorlarmış.  Oysa devlet yasa çıkarmış herkes buna uymak zorunda, belediye de, (yasada olmasına rağmen) kart okuyucu makine takarak kolaylık sağlaması gerekirken, belediye, “ne şiş yansın ne kebap yansın” ayağından vatandaşı da, otobüsçüleri de küstürmeme çalışıyor, yani oy hesabı ile ikili davranıyor. Yasaya karşın böylesine bir uygulama olur mu, başkentte?
Vatandaşın şikâyeti arttıkça, belediyece ceza verildikçe yavaş yavaş alışmaya ve 65 yaş üstü vatandaşları taşımaya başladılar.

Özel halk otobüsünde gördüğüm bir çıngar
Hasta halimde Halk Otobüsünde tanık olduğum bir çıngar
Bu genel girişten sonra,  hasta halimde gripten her yanım döküldüğü birkaç gün önceki günde, Kızılay Batıkent hattında özel halk otobüsünün birinde tanık olduğum bir olayı anlatmak istiyorum. Öylesine garip ve tuhaf olaylarla karşılaşıyoruz ki, hepsini anlatmak mümkün değil.
Cuma günü hafiften başlayan bir gribe yakalandım. Geçer hele derken cumartesi artmaya ve her tarafım ağrımaya başladı. Tatil, polikinlikler kapalı nereye gitsem derken Gazi Mahallesi’ndeki eski DDY hastanesine gideyim dedim, çünkü önünden halk otobüsü geçiyordu. Acile gittim tenha imiş. Acilde öylesine bir genç bayan doktora rastladım ki, çok şaşırdım, siz doktor musunuz dedim, bıyığının altından güldü, “evet” dedi. İnanır mısın ben seni ortaokulda okuyan öğrenci sandım dedim, daha da güldü, teşekkür etti. Ama çok özenli muayene ediyordu. “Sana hemen bir iğne vurulması gerekli” dedi. İğne yaptılar. Reçetemi şifresini yazıp elime verdi oradan ayrıldım. Tatil olduğu için nöbetçi eczane aramaya başladım. Maltepe’de bir eczane nöbetçi imiş. Yolda hastaneden cebime bir mesaj geldi, ilaç şifremi yazıyordu, nöbetçi eczane falan geçmiş olsun” diyorlardı. Ben böylesine hastaya özen gösteren bir hastane görmemiştim.
Neyse ilacımı alıp Maltepe’den özel halk otobüsüne bindim. Yolda okumak için daima yanımda-çantamda gazete kitap bulundururum.  Gazeteyi açtım okuyordum, bir köşe yazarı, iktidardan 16 yıldır gitmeyen iktidarı ima ediyordu sanırım, şu Hint atasözünü almış yazısına, “eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmak istemiyorsa, altına pislemiş  demektir”, yazıyordu.
Hasta halimde Halk Otobüsünde tanık olduğum bir çıngar
Neyse okuyarak giderken, Beşevler M.E Şura salonu önüne gelince bindiğim 06 DD 9076 plakalı otobüsün içinde bir çıngar çıktı. Neyin nesi olduğunu anlayamadım. Gazeteden başımı kaldırıp baktığımda, genç bir kadın, çocuk arabasında bir çocuğu ve yanında biraz büyük iki çocuğu var,  bağırıp çağırıyor. İnip binme sırasında şoför arabayı ani fren mi veya ani kalkma durumu olmuş, çocuk arabası bir yere mi çarpmış, tam olarak anlayamadım; muhtemelen çocuk düşme tehlikesi geçirmiş çocuk kapıdan düşüyormuş. Gazeteyi bırakıp çıngarı seyretmeye birkaç kare de resim çekmeye başladım. Kadın şaşkın şoföre bağırıp çağırıyor, “nasıl adaba kullanıyorsun, çocuk düşecekti, terbiyesiz adam”  diyerek öylesine bir hücum ediyordu, panter gibi İtiş kakış, bağrışmalar, kadın, “kapıları açma karakola gideceğiz şikâyetçiyim senden” diye bağırıyordu. Birbirinden şikâyetçi olacaklarından bahsediyorlardı. Şoför, “bana hakaret ettin”, kadın “çocuğumu tehlikeye attın” diyerek birbirini suçluyorlardı.
Kimileri “arabayı dikkatli kullansana kardeşim” diyerek şoföre,  “çocuğuna sahip olsana”  diyerek genç kadına söyleniyorlardı.  Kadın, “çocuğumun başına bir hal gelseydi nasıl telafi edecektin terbiyesiz adam” diyor şoförün üstüne yürümek istiyor, birkaç kişi kadını zorlukla tutuyorlardı. 
Gazi Mahallesi’ni çıkarken bindiğimiz otobüs durdu,  Saray’a yakın köprü yakınında duran otobüsten biz yolcuları, "arkadan gelen otobüse bineceksiniz" diyerek indirdiler. Aracın içindekiler, “akşamın bu vaktinde bu da neyin nesi, bir an önce evimize ulaşmamız gerekiyor” diyerek söyleniyorlardı.
Kadın, yanında birkaç kadınla, şoförle otobüsle karakola gittiler. Bizleri 15 kadar kişiyi indirdikleri için şaşkınlıkla bizi alacak olan başka otobüslerini beklemeye başladık. Kimi şoföre kusur buluyor, kimi kadını kusurlu görüyordu. 10-15 dakika bekledik başka halk otobüsü geldi onunla eve gelebildik. Onlar karakolda ne yaptılar bilmiyorum.
Fotoğraflar: Otobüsün içinde alelacele cep telefonumla çektiğim fotoğraflar.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Dünya'nın en büyük lideri Atatürk'e sahipken....
Dünya'nın en büyük hava limanına sahip olduk dün. Sanki buna gerek ve öncelik vardı.

Dün, görkemli bir törenle, başka bir gün yokmuş gibi, hem de en büyük bayramımız olan Cumhuriyet Bayramında açılışı yapıldı, Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, bu sözde en büyük hava limanının açılışı kutlamalarıyla gölgelendi.

Aslında, Dünya'nın gelmiş ve geçmiş en büyük liderlerinin ve devlet adamlarının en başta geleni ATATÜRK'e ve onun devrimleri ve kurduğu Cumhuriyet’e sahip olan Türkiye'nin; bugün için, sadece Dünya'nın en büyük hava limanına sahip olmaya ihtiyacı ve isteği yoktu.

Bizler, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, Dünya'nın en büyük lideri ve devlet adamı ATATÜRK'e sahip olmakla gururlu ve mutluyduk, Dünya'nın en büyük liderine ve devlet adamına sahip olmak bize yetiyordu, ülkemizi bundan daha fazla onurlandırıcı ve gururlandırıcı başka bir şey olabilir mi?

Bizler, ülkemizin demokrasisi, insan hak ve özgürlükleri, üretimi, parasının değeri, yargısının bağımsızlığı, eğitim düzeyinin yüksekliği ile anılmasını ve bu konularda dünya sıralamasının en üstlerinde yer almasını istiyorduk.

Dünyanın en büyük hava limanını yaptırıp hizmete sokmakla övünen Sayın ERDOĞAN; ülkesine iyi hizmetler sunarak, kendi ismini ve ülkesi Türkiye'yi, gerçekten onurlandırmak ve gururlandırmak istiyorsa, bıraksın gökdelenleri, kanal İstanbulları, hava limanlarını, önce ülkesini saygın kılacak değerleri ülkemizde geçerli kılsın.

Ülkemizde şu anda olmayan halkın iradesini, seçim sandığına indirgemekten vaz geçerek, gerçek anlamda ve özünde halkın iradesini hakim kılsın, Türkiye Büyük Millet Meclisi üzerindeki vesayetine son vererek, meclisin özgürce ve ülke yararına yasalar çıkarabilmesini sağlasın,

Ülkemizde olmayan; en başta, düşünce ve düşünceyi açıklama ve basın özgürlükleri olmak üzere, insan hak ve özgürlüklerini hakim ve uygulanabilir kılsın,

Ülkemizde olmayan ve yerlerde sürünen yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığını geçerli ve hakim kılsın, yargının üzerindeki elini ve gölgesini kaldırsın,

Ülkemizde mevcut olmayan, yürütmeyi denetlenebilir ve hesap verebilir hale getirsin,

Ülkeyi, saraylardan, halkından uzak, büyük bir koruma zırhına ihtiyaç duymadan halkın içine karışarak, Anayasa’ya ve yasalara saygı duyarak yönetsin,

Eğitime müdahalesine son versin, Öğrenim Birliği Yasasına aykırı uygulamalarıyla, akıl ve çağdaş bilimin dışına attığı eğitimi, yeniden  akla ve çağdaş bilime dayalı laik çizgisine geri getirsin, eğitimi imam hatipleştirmekten süratle vaz geçerek, Türk Liselerini ve Üniversitelerini, Dünya'nın en iyileri arasına soksun,

Ülkenin ekonomik simgesi ve onuru Türk Parasının, diğer ülkeler paraları karşısında sürekli değer kaybetmesini önlesin,

Ülkesini, Dünya'nın en büyük üretim ve dış satım (ihracat) merkezlerinden biri haline getirsin,

İşsizliği önlesin, bırakınız kendi vatandaşını iş sahibi yapmayı, ülkemizi yabancı işçi davet eden, Dünya'nın en ileri iş merkezi haline getirsin,

Ülkesinin elde edilen yıllık milli gelirini, Dünya ortalamalarının çok üstüne çıkararak, ülkesini Dünya'nın parmakla sayılan, ekonomisi en gelişmiş ülkeleri arasına soksun,

Ülkemizde olmayan, insanların can güvenliklerini sağlayabilsin, terörü sonlandırsın, her milletten insanın, can güvenliği korkusunu taşımadan, Türkiye'ye seyahat edebilmelerini sağlasın,

Tüm bunları sağlasın ki; Türkiye’miz, Dünyanın en büyük hava limanına sahip olmakla övünen, ancak insan hak ve özgürlüklerinden ve demokrasiden yoksun, ekonomisi bozuk, can güvenliği olmayan itibar kırıcı ülke konumundan çıkabilsin, Dünya'nın en büyük hava limanı olarak övündüğümüz yeni hava limanına doğru tüm Dünya'dan havalanan uçaklardan inenler, görkemli bir hava limanından sonra, aynı görkem ve gelişmişlikteki bir ülkeye geldiklerinin huzur ve mutluluğunu hissedebilsin.

Bizler de, bir Türk vatandaşı olarak, göğüslerimizi gere gere, Dünya'nın en büyük hava limanına sahip olmakla gurur duyabilelim.

Maalesef, bugün bu gururu duyup yaşayamıyoruz.

Güner Yiğitbaşı

30/10/2018
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Şark Kurnazlığı - Güner Yiğitbaşı
İstanbul 3. Hava limanı, Cumhuriyet'in kuruluşu ile eş değerde görülen bir devlet töreniyle açıldı.

Şeyhülislam efendi de oradaydı sanırım, televizyonda şöyle bir gözümüz onu fark etti. Sanırım laiklik ilkesinin  gereği yerine getirilerek, Şeyhülislam efendi açılışta dualar okudu.

Ülkemizin tapu sahibi, İstanbul'un tanınmaz hale gelmesinin mimarı ERDOĞAN; sonunda, bir şark kurnazlığıyla çözümü bulmuş ve yeni hava limanının adını, millete sormadan tek başına belirleyerek, bu adı İstanbul olarak açıklamıştır.

Şu garabete bir bakınız, bu hava limanı İstanbul'da olduğu için, adı ne konursa konsun, adından önce, yapım yeri olan  İstanbul adı zaten söylenecektir.

Bu nedenle; şu anda, İstanbul’da faaliyet gösteren iki hava limanından Anadolu yakasında bulunana, İstanbul Sabiha Gökçen Hava limanı, Avrupa yakasında bulanan hava limanına da, İstanbul Atatürk Hava limanı denilmektedir.

Ankara'daki Esenboğa Hava limanına da, Ankara’da olması nedeniyle, Ankara Esenboğa Hava limanı denildiği gibi.

İstanbul’da yeni inşa edilen ve bugün açılışı yapılan hava limanına, Atatürk alerjisi nedeniyle, Atatürk ismi yerine İstanbul ismi verilmiştir.

Bu isimle ortaya bir garabet çıkmıştır. Yeni hava limanı bundan böyle, çifte İstanbul olarak anılacaktır. Yani çifte kavrulmuş İstanbul Hava limanı.

Yazılışı şöyle olacaktır; İstanbul, İstanbul Hava limanı.

Çok keyifli ve anlamlı bir isim oldu doğrusu!

İstanbul'un karesi hava limanı, İstanbul, İstanbul Hava limanı.

ERDOĞAN bu garip ismi açıkladıktan sonra, günah çıkarmayı, yeni hava limanına niçin ATATÜRK isminin verilmediğini açıklamayı da gerekli görmüş ve İstanbul Atatürk Hava limanının, hava limanı vasfını korumaya devam edeceğini, bir bölümünün Millet Bahçesi, kapalı alanının fuar hizmeti vereceğini beyan etmiştir.

Yani, kuşa döndürülecek bir Atatürk Hava limanı ile karşı karşıya kalacağız, zaman içinde de bu alanın hava limanı olma vasfına tamamen son verileceği ve Atatürk isminin de sonlanacağı kesindir.

Hoş geldin; İstanbul İstanbul Hava limanı.

30/10/2018
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Cumhuriyetimizin 95.yılı kutlu olsun!
Değerli Uygar Avrupa Türkleri,

57. Alayın, Kuvayı Milliye’ nin, Dünyadaki Ulusal Kurtuluş Savaşlarının Büyük Önderi Mustafa Kemal’in evlatları, 29 Ekimciler, Cumhuriyetçiler, canlar, sevgili Avrupa Türkleri merhaba.

Öncelikle, Cumhuriyetimizin 95. yılı, Türkiye'de, Avrupa'da ve diğer ülkelerdeki Türklere, Türk Milli Kurtuluş Savaşını ve Ebedi Milli liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek ve önder alan, Tüm Mazlum Milletlere ve Türk dostlarına kutlu olsun! Hepinizi, gönlü Mustafa Kemallerle dolu herkesi, Cumhuriyetçi herkesi saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum.

Her şeyden önce, biz Avrupa'da yaşayan uygar Türkler, Cumhuriyet değerlerini taşıyan kişiler, Büyük Türk Ulusu, Hace (büyük Bilge kişi) Bektaş Veli’nin dediği gibi, 72 Millete bir gözle bakmalıyız. 1948, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine bağlı kalmalıyız. Akıl ve bilimi önde tutmalıyız. Her cumhuriyetçi gibi, Avrupa’da da her türlü önyargıya, gerginliğe, ayrımcılığa, şiddete, ırkçılığa karşı olmalıyız. Çünkü bu insanlık aşısı bizlere Anadolu topraklarında binlerce yıldır aşılandı. Biz Avrupa’da yaşayan Avrupalı uygar Türkler bu aşının ahengini bulunduğumuz Avrupa’da da devam ettiriyoruz. Biz uygar Türkler, laik, sosyal, hukuk devletinden yanayız. Türkiye’de de, T.C. Anayasasının ilk dört maddesinin değiştirilmesinin söz konusu edilememesinin ve yeni Muaviye-III Abdülhamit olan Tayyip ve Tayyibanların uyduruk başkanlık rejimi denilen ucubenin karşı tarafında olmalıyız. Her şart altında, Türkiye Cumhuriyeti, Milleti, Bayrağı ve Atatürk’le sorunu olanların karşısında durmalıyız. Bu konuda kararlı olmalıyız. Bunun için var olmalıyız. Bu konularda kimseyle tartışmamalıyız.. Taviz vermemeliyiz.

Konuya doğrudan girmek gerekirse, biz Avrupa’da yaşan uygar Türkler, Avrupa toplumlarının doğrudan bir üyesiyiz ve aynı zamanda etnik köken olarak da Türküz. Türkiye’yi Anavatan, Avrupa’da bulunduğumuz ülkeleri de Vatan kabul etmeliyiz. Yani hem Avrupalı hemde Asyalıyız, Kısacası Avrasyalıyız. Bundan dolayı, bizim için, İnsanlığın büyük değeri Anadolulu Yunus Emre ne ise, Ortaçağa başkaldıran Roterdamlı Erasmuş, Halk Okullarının (Köy Ensitütülerinin ilk fikir adamı) Danimarkalı Papaz Gurundvig de odur ve olmalıdır. Bizim için, İbrahim Balaban, Bedri Rahmi Eyüboğlu ne ise Picasso, Van Gog da,Edvard Munch da, Rembrant da odur ve olmalıdır. Bizim için, Karacaoğlan, Aşık Veysel ne ise, J. van den Vondel ve Jakob van Maerland, Bertol Brecht de odur ve o olmalıdır. Bizim için İsmail Dümbüllü ne ise, G. A. Brederoo da odur o olmalıdır. Yani kendimizi, Avrupa’da bulunduğumuz ülkelerde Türkiye değerlerinin taşıyıcısı ve mirasçısı olarak görmeliyiz. Çünkü biz sadece Avrupa’da yaşayan uygar Türkler değil,bu aşamadan sonra, dikkatle Cumhuriyet ve Parlementer Demokrasi değerlerini benliğimizde yaşatan, Avrupalı uygar Türkleriz. Bunu biz, büyük bir zenginlik olarak addetmeliyiz. Bu konum ve gerçekliğe saygı duyulmasını, kabul edilmesini istemeliyiz.

Bundan dolayı da, her onurlu yurttaş gibi, Avrupa’da bulunduğumuz ülkelerin ve Türkiye’nin Milli Bayramlarını Milli Bayramımız ve bulunduğumuz ülkelerin Anayasalarını da tereddütsüz Anayasalarımız olarak kabul etmeliyiz. Kanunlarını da kanunlarımız olarak kabul etmeliyiz. Bu konuda tartışmaya yer vermeyecek derecede gerçekçi ve net olmalıyız. Eski medeniyetlerin dediği gibi “Güneşin Doğduğu Ülkeden” yani Türkiye’den ne kopmalıyız ne de içinde ekmeğini yediğimiz suyunu içtiğimiz, günlük hayatımızın şekillendiği Hollanda’dan, Almanya’dan, Fransa’dan, Danimarka’dan, Norveç’ten, İsveç’ten, İngiltere’den, Finlandiya’dan, İsviçre’den, Avusturya’dan, Belçika’dan vs. kopmalıyız. Çünkü bu biziz. Bu iki gerçeği ahenkli bir şekilde benliğimizde ve kimliğimizde yaşatmayı bilemeliyiz, bunu içselleştirmeliyiz ve bulunduğumuz ülke ve Anavatanımızla ilişkili olarak, iki devleti de sevebilecek ve sayabilicek olgunluğa da sahip olmalıyız. İşte bu nedenle de biz Avrupalı Uygar Türkler, Anavatanımızın Milli Bayramı olan, 29 Ekim 1923’te, Ebedi Milli Liderimiz, insanlık tarihinin büyük dehalarından, Büyük Atatürk tarafından ilan edilen, insanlığın şu anda gelebileceği en onurlu yönetim olan, vatandaşın özgür iradesi ile seçimlere katılarak, halkın kendi kendini yönettiği idare şekli olan, Modern devletin ilanının ve bu nedenle ismini adından alan Cumhuriyet rejiminin 95. yıl dönümünü kutluyoruz. Biz Avrupa’daki uygar Türkler bugün bunu, Avrupa’da, 95. yıl önce Padişahın tebasından (yani kulluğundan) özgür yurttaşlığa geçen ve bunu, sömürüye, işgale, katliam ve soykırımlara karşı millet olarak, dünyadaki ilk kurtuluş savaşını veren ve dünyadaki yediden yetmişe tüm milletlere de örnek olan atalarımızla gurur duyarak yapmalıyız.

Avrupa Milletlerine de, Cumhuriyetimizin 95. Yılında mesajlarımızı vermeliyiz. Avrupa’daki Türklerle Avrupa daha güçlü olacaktır. Türklerin Avrupa’da asimilasyonu, Avrupa'ya ilerisi için çok büyük bir yarar sağlamaz. Bildiğimiz gibi, ekonomik gelişme ve büyük stratejik hamleler Asya’ya kaymaktadır. Avrupa’daki yönetici kadroların, Türkleri sadece Avrupa’daki kültürel, sosyal, siyasi ve ekonomik alanda bir zenginlik değil, aynı zamanda düşün alanında, ilerde Asya kapılarının ekonomik, siyasi, kültürel alanında da rekabet çerçevesinde açılmasında da potansiyel, paha biçilemez bir değer olarak görmesini istemeliyiz. Buna göre gerçekçi politikalar belirlemelerini istemeliyiz.

Avrupa, bu ve buna benzer geleceğe ilişkin Avrupa’nın atılımlarının yaklaşık 5 milyon Türk gücünün, Avrupa’da ki; kültürünü, sosyal yaşamını, ekonomik yaşamını ve Avrupa’ya da bağlılığından şüphe götürmeyecek Avrupalı Türk potansiyelini değerlendirmesi, Avrupa’ya da büyük güç katacaktır. 5 milyon Türkle, konu iyi değerlendirilirse Avrupa dünya ölçeğinde daha da güçlü olacaktır. Fakat, biz bunları söylerken, burada önemli gördüğümüz üç sorunun da ivedilikle çözülmesinin altını çizilmesini istemeliyiz. Bu konularda, Avrupa Türkleri ile Avrupa’nın çeşitli makamları arasındaki psikolojik ve fiziki bariyerlerin oluşmasını önlemek ve kaldırmak için giderilmesi gerektiğine inanmalıyız. Birincisi, Avrupa’nın, PKK, FETÖ terör örgütlerinin çeşitli versiyonlarına doğrudan veya dolaylı desteğini tamamen kesmesini ve kestirilmesini, PKK ve FETÖ ile gerçekten mücadele etmesini, sonuç almasını istemeliyiz. İkincisi ise, Emperyalist bir yalan olan ‘Ermeni soykırımı’ konusunda, AİHM Perinçek Davası sonuç kararına uyarak Avrupa’da Parlemento ve yerel yönetimler düzeyinde alınan sözde `soykırım kararlarının` kaldırılmasını, bu konuda Avrupa’daki Türklerin ve Büyük Türk milletinin hassasiyetinin karşılanmasını ve rencide edilmesinin önlenmesini önemle talep etmeliyiz.Üçüncüsü ise, Avrupa’da, 12. Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Avrupa ve Türkiye’de devlet içindeki İrticacı ve insanlık- uygarlık düşmanları tarafından ve Avrupa devletlerinin de, yıllarca Atatürkçü laik ve demokrat kesime karşı desteklediği, ortaçağcı, ilkel, islamcı tarikatlara ve şu anda bunun siyasi temsilcisi, yaptıklarıyla Avrupa’daki Türklerle Avrupalıların arasına bir zehirli kama gibi giren, yeni Muaviye-III Abdülhamit olan Tayyip Erdoğan’a ve onun Avrupa’daki Tayyibanlarına, ve destekçileri olan sözde vakıf, dernek, kurum ve kuruluşlarına bir an önce Avrupa’dan desteğin kesilmesini ve bu insanlık düşmanı yobazlara karşı birlikte mücadele edilmesini talep etmeliyiz. Barış içerisinde ortak yaşam koşullarını ileriye de taşıyacak olan bu adım, Avrupa’da Türklerin rencide edilmesini önleyecek ve Türklerin Avrupa’ya bağlılığını perçinleyecektir. 5 milyon Avrupalı Türk potansiyeli ile Avrupa daha da güçlü olurken, dünyadaki diğer Türkler de bu 5 milyon Avrupalı Türk potansiyeli üzerinden, Avrupa’daki diğer milletlerle daha da sıkı bağlar kuracak ve yaratılacak olan olumlu ilişkilere büyük vesile olacaktır.

Cumhuriyetçi olmak, sadece Cumhuriyet Bayramlarını kutlamak değildir. Cumhuriyet felsefesi, düşüncesi ve fikrini içselleştirmek ve günlük yaşamda bu şekilde hareket etmektir. Cumhuriyetçi olmak ve değerlerine sahip çıkmak, başka milletlerle doğal dostluğu daha da geliştirir ve sağlamlaştırır. Çünkü Cumhuriyetçilik, halkı sevmektir. Cumhuriyetçilik, uygar olmaktır. Cumhuriyetçilik, her dönemde adam olmaktır,hür insan olmaktır,her dönemin adamı olmak değildir. Cumhuriyetçilik, Büyük Atatürk'ün dediği gibi “Kimsesizlerin Kimsesi” olmaktır. Düşene el uzatmak ve onu geliştirmektir. Cumhuriyetçilikte halkın eğitim kalitesini artırmak ve toplumunun kültürel,sosyal,ekonomik ve siyasi seviyesinin yükselmesine, zenginleşmesine katkıda bulunmaktır. İşte bunun için, önemli ve belirleyici olan Cumhuriyet değerlerini ve demokrasiyi kendi toplumumuza benimsetmek ve yaşatmak için uğraşmalıyız. İlerde Cumhuriyetçi perpektiflerle yapacağımız programlarımızla, Avrupa uygar Türkleri olarak, Avrupa Milletlerinin içindeki diğer toplumlara da zenginlikler katacağımıza inanıyoruz. Biz, Cumhuriyetçi olduğumuz için kendimizi uygar Türkler olarak tanımlamalıyız. Bundan dolayı, içinde bulunduğumuz ülkelerin insanlarıyla kolay anlaşabilme yeteneğine sahibiz. Avrupa’da ırkçılık, dinci yobazlık ve terörizmle mücadelede aynı değerleri taşıyoruz.

Hazreti Ali diyor ki; “Topluma faydası olmayanı, ölülerden sayın gitsin” diyor. Biz bu sözün arkasındayız ve bu anlamda işlevselliğimiz de bu yöndedir.

Canlar, sevgili milletimiz, dün olduğu gibi bugün de, Cumhuriyeti yaşatmak için Türkiye Cumhuriyeti'nin birliğine, dirliğine, iriliğine sahip çıkmalyız.

Avrupa’nın Uygar Türkleri, kardeşlerim, kendinize güvenin!

Tarihinizi öğrenin ve başka milletlerin örnek aldığı gibi ondan güç alın! Atatürk’süz Cumhur, Cumhursuz Atatürk olmaz. Biz aynı şeyiz. Biriz. Atatürk'süz Cumhuriyet yaratmaya, Atatürk'süz Çanakkale yaratmaya, Atatürk'süz Kurtuluş Savaşı yaratmaya çalışan bedbahtlar olacaktır. Buna bizden önce, sadece kargalar değil, yabancı devletler ve milletler güler. Bunlara inanmayınız. Hepimiz Mustafa Kemal’in askerleriyiz!

Yaşasın Avrupa Uygar Türklerinin Birliği, Dirliği Ve İriliği.

Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın Mustafa Kemal Atatürk! Cumhuriyetimizin Doğum Günü Kutlu Olsun!

Nice Bayramlara Hoşça, Dostça, Cumhuriyetle Kalın, Atatürk’le Kalın!

Saygılarımla…

Sefa YÜRÜKEL – 17 Ekim 2018 Sosyal Antropolog
Etnograf - Soykırımlar ve Terörizm Araştırmacısı  HOLLANDA

Sağlıkta Şiddet ve Nedenleri
Şiddet, yetersiz kimsenin son barınağıdır.
İssak Asimov
CanavarIarIa kavga eden dikkatli oImaIıdır. Çünkü kendisi bir canavar olacaktır.
Friedrich Nietzsche
Dünyada sadece iki kuvvet vardır. Biri kıIıç, diğeri düşünce. Uzun vade de kılıç her zaman düşünce tarafından fethedilecektir.  
NapoIeon Bonaparte
Ulusal Eğitim Derneği’nin her cumartesi günleri düzenlemiş olduğu eğitim ve kültür konferanslarından bir başkası “Sağlıkta Şiddet” konusu 27 Ekim 2018 günü yapıldı.
Derneğin konferans salonundaki etkinlikte konu hakkında konuşmacı olarak A. Ü. Tıp Fak. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Saltık (1)açıklamalarda bulundu, etkinliği dernek üyeleri, öğretmen ve akademisyenlerden oluşan kişiler izlediler.
Biz de, doktorlara saldırıların, ölümlerin olduğu, sağlık giderlerinin kısılmaya başlandığı ve de ameliyat araç gereçlerinin bile zorlukla alındığı günümüzde, bu sorunları dile getiren uzman bir tıp adamının açıklamalarını sizlere sunmak istedik.
Prof. Ahmet Saltık, “Sağlıkta Şiddet” konusundaki sunumunda şu açıklamalarda bulundu:
Sağlıkta Şiddet ve Nedenleri
“- Şiddet ne demektir, diye değişik kaynaklara baktığımızda, güç ve baskı uygulayarak insanların bedensel, ruhsal, toplumsal açıdan zarar görmesine neden olan bireysel veya toplu davranışların işlevlerin tümü, olarak tanımlayabiliriz.
Literatürde yazında hemen hemen şiddetin bütününü kapsayacak anlamlı tanımlar yok, bir bölümüyle eksik. Şiddet toplu özneler tarafından da yaşanabilir. Bakıyorsunuz, sosyal boyutu yok, bedensel boyutu bakımından zarar görülecek deniliyor. Ama insanlar sosyal bakımdan travma (vuruk) veriyorlar.
Bir başka tanım da, şiddet yakıp yok eden saldırgan davranışları içeren kaba güç ve beden gücünü kötüye kullanmayı, bireye veya topluma zarar veren eylemleri, taşlı, sopalı silahlı saldırıları ve benzeri birçok ilişki etkileşme biçimindeki aşırı duygu durumunu durumunun psikiyatrik olarak duygu durumunu mut onu tarif ediyor. Bu yaklaşımları içinde barındıran saldırgan bir davranış biçimi olarak görülüyor.
Bir başka tanım da, genel anlamda öfke, kaygı duygularının değişik boyutlarıyla dışavurumu oluyor. Fiziksel boyutta değil, sosyal şiddet var, psikolojik şiddet var, hata ve şiddetten kaynaklanan istismar var. Negatif yönleriyle bunlar, bir pozitif şiddet ve davranış göstererek başkasına zarar vermek bir de, yapmanız gerekeni yapmayarak, atıl kalarak pasif kalarak, edilgin kalarak zara vermek var. Çocuk ihmali örneğin, istismarları gibi, eşlerin birbirini ihmali gibi, dernek yönetim kurulu üyelerinin görevlerini ihmali gibi, uzatılabilir.
Günümüzün önemli toplumsal sorunlarından biri durumuna geldi. Tanımın da genişlemesiyle birlikte toplumsal duyarlılık da arttı.
Günümüzün en temel kaynaklarından bir ekonomik şiddet; İnsanları yoksullaştırma “ekonomik krizle bize yaşatıldığı gibi” yüzde birinin bunalımını yüzde 99 un üstüne yıkan, toplumun ezici bir çoğunluğunu yoksullaştıran inanılmaz bir kitlesel şiddet, 80 milyon insanın üstüne yıkan politika kurumunun, siyaset kurumunun uyguladığı acımasız bir vahşeti örüyoruz. Okul şiddeti, gençlik şiddeti, kadına yönelik şiddet gibi başka türev alanları da var.
Saldırganlık ve şiddet kavramları genellikle eş anlamlı gibi kullanılıyor ama gerçekte eş anlamlı değiller. Arlarında bir fark var daha doğrusu, şiddet saldırganlığın nefret ve düşmanlık gibi duygu durumlarının daha da etkinlik kazandığı yoğunlaşmış bir biçimi olarak gibi tanımlanabilir.
Dünya Sağlık Örgütü bu bağlamda bir rapor yayınladı, “şiddet ve sağlık raporu” diye. Yaklaşık 15 yıl oluyor yayınlanalı, çok yeni değil. Buradaki tanıma göre şiddet Dünya Sağlık Örgütünün çok sayıda uzmanının değişik dallardaki daha geçerli olacak haliyle. Gücün ya da kuvvetin tehdit yoluyla ya da, gerçekte fiziksel darp, ölüm psikolojik zarar gelişme engeli ya da yoksulluğa mahrum bırakılmaya olasılıkla ya da gerçekleşen, gerçekleşmiş olması şart değil. Yoksul bırakacak şekilde bir kişiye, küme ya da topluma tek tek bireysel insanlara tekil insanlara değil.  İnsan topluluklarına, bütün Türkiye toplumuna halkın yüzde 99 una dayatılan bir yoksullaştırma diye terörü şiddetin de ötesinde belki istendik biçimde kullanılması bu araçların yöntemlerin tasarlanmış,  bilinçli kurgulu biçimde uygulanması olarak tanımlanıyor, Dünya sağlık örgütü tarafından.
Şiddet içerikli davranışlar neler olabilir?
Şiddet davranışları, itmek, vurmak, yaralamak, yaralamaya çalışmak, kavga etmek, hayvanlara yönelik acımasızca davranışlar, eşyaya dönük kamu malına dönük, yangın çıkarma girişimi, orman yangınları, eşyalara dönük davranışların tümü, öbürleri de fiziksel şiddet, duygusal şiddet, ret etme, aşağılama, yoksun bırakma, yıldırma, bobing  (yıldırı veya yıldırma), umursamama, davranış bozukluklarına göz yumma, bunlar arasında da en şiddetlisi yok sayma, bir insanı görmezden gelme tümüyle yok sayma. Halk arasındaki deyimiyle “insan yerine koymama” insan şiddetinin en ağırı olarak görülüyor. Sözel şiddet laf atma, sözlerle incitme; cinsel şiddet ne yazık ki son derece acı, hepimizi kahreden utanç veren bir boyutuyla, bırakın bir yaşı, birkaç aylık bebeklere dek inebilen cinsel saldırı örneklerini gördük.
Kızından yedi çocuk yaptı. Dünyada da var, Avustralya’da bir acı örnek yaşandı, bir baba kızıyla yaşadığı evin bodrumunda seks kölesine dönüştürerek kendi kızını 27 yıl boyunca cinsel istismar yapıyor, yedi çocukları oldu babalarından, kendi kızından yedi çocuğu oldu. Olay 20-30 yıl sonra ortaya çıktı. Avustralyalılar ne yapacaklarını bilemediler. O binayı betonlarla doldurdular gömdüler o travmayı aşmak için, toplum olarak büyük çaba gösterdiler.
Ekonomik şiddet: Günümüzün Post modern şiddet alanlarından biri bu, evsiz bırakmak, evsiz bırakmak insanları, adaletsiz vergi rejimleri uygulamak, örneğin KDV gibi, ÖTV gibi gelir dağılımını bu yolla çok bozmak, vergi oranlarını yüksek tutup enflasyon yaratmak gibi insanları bunaltma yaratmak; genel anlamda, pahalılaştırmak, yoksulluğu gidermeye dönük olarak adil toplumsal politikaların olmayışı, bunların dışlanması dahası sanki yoksullukla savaşılıyormuş gibi görülmesi herhalde başka bir şiddet alanı olsa gerek.
Şiddete karşı tek başına olamıyoruz, dolayısıyla bir dayanışma göstermek, birlikte davranmak gibi bir sorumluluğumuz var. Bu TTB nin geliştirdiği bir konsept, meslektaşlarımız öbür sağlık çalışanlarımız yalnız kalmasın diye büyük tabip odaları özellikle şiddet hattı telefonu açtılar, salt bu alana özgü. Mutlaka ulaşılabilecek şekilde örnek tutuluyor, nerede ise o telefonu, haftanın her günü bir yönetim kurulu yerine alıyor ve 24 saat açık tutarak bir başvuru olduğunda çünkü hemen yardım etmezseniz bir anlamı yok, acil bir durum hemen insanların yardım alması gerek.
Geçtiğimiz hafta, 11- 17 diydi galiba o günlerde Kuğulu Parkta hekim arkadaşlar topluca İstanbul’da Türkiye’de bakın, Mardin’de Türkiye’nin her yerinde görülen fotoğraflar bunlar. Ankara’da Kuğulu Park’ta bir hafta boyunca akşam saatlerinde şiddete son verilmesine dönük olarak hekim arkadaşlarımız etkinlikler yaptılar. Başka sağlık çalışanları da buna katkıda bulundu, sosyal emekçileri gibi, radyoloji emekçileri gibi, eczacılar, diş hekimleri gibi. Beyaz önlüklerle ellerinde beyaz önlüklerle sessiz eylemler yaptılar buna son versin diye, çünkü son sekiz on yılda kabaca sağlık çalışanlarına dönük saldırı olarak 68 bini geçti, 68 bini geçen kayda geçen olaylar bunlar. Bir bölümü de kayda girmemiş olabilir. Başvurmamış olabilir, insanlar çekinebilir, ürkebilir gibi sıkıntılarımız var.
Şimdi Dünya Sağlık Örgütü’nün bir raporuna biraz bakalım, Dünya Şiddet ve Sağlık Üzerine” diye. Dünya Sağlık Örgütü birinci sağlık ve şiddet raporunu 3 Ekim 2002 de yayınlamış, 16 yıl oluyor bu ilk raporu, o zaman bu 30 toplumsal organizasyonları toplum içi, sivil toplum kuruluşlarını, politika geliştirdiklerini ve bu rapordaki politikaları tartışmaya açtıklarını görüyoruz, dolayısıyla bir gündem oluşmuş görünüyor. Birtakım çözüm önerilerini davet ettiği uygulanmasını istediği uygulamaların yaşama geçtiğini görüyoruz. Yüksek Komisyon insan hakları ile örneğinin Afrika’da kurulduğunu görmekteyiz. Rapor böyle devam ediyor. Ve görsel durum şiddet raporunda, şiddetin önlenmesiyle ilgili yeni bir rapor var 33 ülkeden alındığı belirtilmekte. Kişiler arasındaki şiddete çocuğun kötü davranışlarla karşılaşmasına, gençlerin şiddete uğramasına, yakın arkadaşlık içinde olan insanların, diyelim eşlerin çok yakın arkadaşların cinsel partrnertlerin ortakların birbirlerine dönük seksüel dinsel şiddetleri ve bir de yaşlıların istismarı raporda söz konusu. Şöyle çağırıldığı zaman geliyor, vaylıns şiddet karşılığı Dünya Sağlık Örgütünün vebilden ya da Googulddan çağırılabilir bu da oldukça önemli bir rapor dendi.
Doktor Öldürülmeleri AKP Döneminde Başladı
Türkiye’de 2003 ten bu yana öldürülen hekimler veya ağır iş yükü uğradıkları travma, zorlanma çeşitli şiddet türleri karşısında baş edemeyip intihar edenler var. Düşününüz ki bir hekimde intihar etmek gibi durumda kalabiliyor, kurtaramıyor kendisini çıkamıyor. Çok seyrek de olsa pskiyatristlerin dahi intihar ettiğini biliyoruz.
Ben Türkiye’den bir kadın hocamızın yakın yıllarda 10-15 yıl önce intiharını acıyla anımsıyorum. Bu öyle kolay kolay baş edebilecek iş değil. Onca donanımlı bir psikiyatri profesörü dahi derdine çare bulamıyor ise, bunu çok ciddiye almak gerekir ilk adımda paylaşmak, başına gelen sıkıntıyı insanların, paylaşmaya teşvik etmek yönlendirmek. En yakın dostuna sorunu açmasını sağlamak, ideal olan profesyonel yardım istemesi tabi, en azından bir meslektaşından yardım istemesi.
Eğer profesyonel yardım istemeyip de kendine yakın eşine çok yakın arkadaşına, eşine çocuğuna aştığı takdirde de ciddiye almak arkadaşını, bunu ciddiye almak ve profesyonel yardıma yönlendirmek gerçeğe çalışmak gerekiyor. Şiddete uğrayan insanların kendine içine kapanma, yalıtma kendini ilişkilerden, üretiminin azalması, hobilerden çekilmesi, örtük ya da açık depresyon bulguları göstermesinin de ciddiye alınması gerekir. Açık depresyon bulguları herkes aşağı yukarı biliyor, yemeden içmeden kesilmeden uykusuzluğa kadar, günlük beklenen, zevk aldığı hobilerinden vaz geçmesine kadar gider. Direk ağırlaşan biçimde sorumluluklarını yerine getirmeme, geç gitme gibi ağırlaşan bir tablo, bunlara dikkat etmek lazım, yani daha yalın bir deyimle birbirimizin üstünde dikkatli sakınan özenli bir gözün olması,  bilinçli bakmak birbirimize. İyi miyiz, bir sorun yaşıyor muyuz diye, bunu takıntı haline getirerek değil de özenli bir bakışla.
Öldürülen ve intihar eden doktorlar
Sağlıkta Şiddet ve Nedenleri
Göksel Kalaycı hoca İstanbul Tıp Fakültesinde göğüs cerrahıydı, cerrahdı kendi alanında. Akciğer nakillerine öncülük yapmıştı, Türkiye’de. Benim öğrenciliğimde de, uzman bir ağabeyimizdi, bundan da bir şey öğrendik Göksel Kalaycı hocamızı fakültenin bahçesinde bir hasta yakını Çapa’da, ne yazık ki aramızdan kopardı.
Ali Menekşe’yi 2008 de yitirdik. Ersin Aslan yine bir göğüs cerrahıydı, Gazianatep’de 14-15 yaşları arasında bir genç, 80 li yaşlarda dedesinin ameliyatından sonra uzunca bir döner bıçağıyla Ali Ersin’i rahmetlinin soyunma odasına girerek arkadan o bıçakla saldırıyı yaptı. Dedesinin ölümüyle ondan kalan gelirden yoksun kaldığını düşünüyor idi o delikanlı. Bu yüzden öfkesini çaresizliğini, eğer psiko dinamiğine girersek uzun boylu girmeye zamanımız yok ama oradaki çaresizliğini isyanını bu şekilde dışa vurdu.
Devleti var eden insanlardır
Dolayısıyla sorun o kadar sık boyutlu ki, bir kere insanları köşeye kıstırmama, çaresiz bırakmamak, sosyal yardımlarla dayanışmayla devletin temel sorumluluklarını yerine getirdiği şirket gibi yönetilmediği devletin devlet olduğu kamusal sorumluluklarını hatırladığı Fransız literatüründen geldiği gibi “garson devlet” dediğimiz halka hizmet için kurulmuşsun, esprisi budur, devletin adamlar devletin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi boza pişirsen diye kurmamıştır. Devleti var eden insanlardır, dolayısıyla asıl olan birincil olan insanlardır. Kutsal devlet devletin bekası gibi kavramların faşizm ideolojilerde öne çıkartıldığını biliyoruz. Aslolan insandır, insanlar devletin gereğinde kurar da, yapar da, yıkar da, Türkiye’de bu topraklarda olduğu gibi, kaç kez yıkıldı kaç kez kuruldu. Biz kurdu sonuçta ama biz insanlar bu topraklardan yok edilmiş olsaydık yeni bir devlet kurulamayacaktı belki.
AKP Döneminde 13 Doktor Öldürüldü veya intihar etti.
Melike, intihar etti bu kız asistandı. Ağır iş yükü nöbetler, o kadar ağır ki, bir gün sabah başlıyorsunuz nöbete öbür gün sabaha kadar 24 saat nöbettesiniz, ondan sonra o günü akşamı ediyorsunuz. 32 saat 33 saat, sonra bir gün eve gidiyorsunuz, tekrar geliyorsunuz bu şekilde. Gün aşırı nöbet, ilk gün asistan klinik dallarda gün aşırı nöbet tutar. Buna can dayanmaz.
Kamil Kurtun arkadaşımızı Samsun’da aramızdan kopardılar.
Abdullah sanıyorum Diyarbakır’daydı. Ayşenur genç bir arkadaşımızdı aramızdan koparıldı, Hüseyin öyle. Sait öyle, Engin öyle, Ceyda arkadaşımız öyle bu öğrenciydi, bu kızımız da tıp eğitimi sırasında gördüğü bir takım şiddetle sanıyorum, aramızdan ayrıldı ve son olarak da İstanbul’daki psikiyatrist arkadaşımız Fikret Hacı Osman geçtiğimiz ay bunlar aramızdan koparıldı. Bunlar kimler bunlardan başkası çalışanları da var.
Türkiye’mizde yaklaşık sağlık çalışanı sayısı 900  yüz binin üstünde, hekimler bunların yaklaşık 160 bini dolayında. Biz daha çok hekimlere dönük olanı konuşuyoruz ama beşte biri (1/5) sağlık çalışanın neredeyse. Elimde net bireyler olmamakla birlikte Türkiye’nin sağlık çalışanlarının şiddete yönelik önemli bir bölümü Hekimlere yöneliyor. Sağlık çalışanlarına da var, ama şiddetin daha ziyade hekimlere yönelik olduğunu görüyoruz.
Türk Tabipleri Birliği sürekli örgütümüz olarak çaba harcıyor bu sorunun çözümü için. Tıp Dünyası diye bir dergimiz var onun Eylül-Ekim sayısında şiddete ayrıldı. Türk Tabipler Birliğinin Web sayfasından org. tr erişebilirsiniz. Şiddetle ilgili kapsamlı bir dosya görmekteyiz 2 Ekim günü en son psikiyatris arkadaşımızın öldürülmesinden sonra çok kapsamlı etkinlikler yapıldı. Son beş altı yerdi sekiz yıldır ha bire sağlığa, önlenmesine dönük bir yasal düzenleme yapılması için uğraşıyoruz. Hep gelen sağlık bakanlarıyla konuşuyoruz, yeni raporlar veriyoruz kendilerine, yasa taslakları veriyoruz. Fakat bu güne kadar gerçekleşmedi bu güne kadar, böyle bir istek.
Sadece yasal düzenleme sorun çözmez
Kuşkusuz yasal düzenleme tek başına sorunu çözecek değildir, çünkü sorun çok boyutludur, ancak bir bölümü olabilir. Ne olabilir, yasal düzenlemeye dönük. Onun şekillerini de hazırladık arkadaşlarımızla birlikte. Bir kararlılık bildirgesi yayınladık, Fikret Hacı Osman’ın ölümü son olsun, diye Türkiye’de yahut öldürülmesi demek daha doğru olur, ölmeye. Sağlıkta Şiddet Yasa Tasarısı kabul edilmesi için beyaz nöbet tutma çağrısı da yapıldı. Ne olabilir, caydırıcı olabilir, en azından karşılaşabileceğimiz. Yaptırımı bilirse, bağırırım, çağırırım kaşını gözünü açarım, ondan sonra ilk mahkemede tutuksuz yargılanırım, serbest bırakılırım, olduğundan hukuk felsefesinin temel ilkesidir, göstereceğiniz sergileyeceğinizin karşısında ne göreceğinizi bilirseniz bir ölçüde caydırıcı olur. Onun için bir bu önerildi.
Doktorlar halkın düşmanı değildir.
Bir de, biz hekimler, sağlık çalışanları ve hastalarımız birbirimize rakip değiliz, yumuşatıcı, insancıl, kucaklayıcı mesajlar vermeye çalışıyoruz. Şiddet içermeyen nitelikli bir sağlık hizmetinin eşit iki tarafıyız. Güzel halkımız biz sizin düşmanınız değiliz. Sizin karşınızda sizi hedef alacağınız insanlar biz değiliz. Türkiye’de 2003 den beri Türkiye’nin dayatılan şiddet size dayatılan piyasacı sağlık politikalarıdır. 2003 de Türkiye’miz sağlıkta dönüşüm adlı bir politikaya bir imza koydu. Daha doğrusu, bu politikalar izlensin diye siyasal kadrolar göreve getirildiler. Göreve getirilmelerindeki beklentilerden biri de buydu, “sağlıkta dönüşüm”. Adı, kökü dışarıda ne yerli, ne milli, iktidarın söylediği gibi biz yerliyiz, milliyiz” diyorlar ya, üstelik büyük afra tafrayla bunu söylüyorlar. Yalnızca onlar “yerli ve milli”, onlar çok yerli ve milli, o kadar yerli ve milli ki, daha ötesi yok, filan. Oysa durum tam tersi, 90 küsur ülkede uygulandı bu plan denilen şey, Dünya Bankası, IMF, AB ABD nin ortak uygulaması. Somut örnekleri en son şehir hastaneleriyle görüyoruz. Şehir hastaneleri bu benim hülyam diyor Erdoğan, yankı engel oldu kaç kez onları düzeltiler. Fakat bu gerçek hata, bu şehir hastaneleri bir talan, dolayısıyla kendi halkını talan eden politikaları şiddetin doruğunda bir örnek olarak paylaşılması gerekir. Düşününüz ki, şehir hastaneleriyle o ülkenin kaynaklarını insanların primlerini, vergilerini yerli ve yabancı sermayenin kasalarına aktaracaksınız. Bundan daha büyük şiddet nasıl hayal edilebilir, talan için bilemiyorum.
Hastanelerin ödeneğini kısarak, keserek sağlıkçılara bir şiddet uygulanıyor
Dolayısıyla Ankara’da, Ordu’da ve Gazi Hastanesinde yayınlanan yazılar ortada; artık başhekimlikler ameliyatlar için, sağlık hizmetleri için gerekli araç gereci, malzemeyi alamıyorlar. Sosyal Güvenlik Kurumu son yedi sekiz yıldır fiyatlarında güncelleme yapmadı.
Doğalgaz, elektrik otomatik yüzde 10 yüzde on on geliyor, dev adımlarla geliyor üstümüze. Erdoğan nasıl açıklamıştı bir konuşmasında, “bize bağlı değil, hükümetin dışında piyasalara bağlı” demişti. Peki SGK nun geri ödemeleri veri alımlarında benim hastanede dediğim bir sünnet yapıldı. Buna SGK 50 lira geri ödüyorsa, bu parayı elli lira olarak tuttuysa ben o 50 liranın içine bir üniversite tıp fakültesi hastanesinde nasıl sığacağım. Hijyen standartlarıyla bir yandan öğrencileri alacağım, onlar da görecek öğrencilere giysiler giydireceğim, eldivenler giydireceğim en üst standartlarında yapacağım üniversite hastanelerinde, bunlar reel maliyetler, gerçek maliyetler değil SGK de yedi sekiz yıldır böyle niçin, dönmüyor çünkü Türkiye’de insanların dedikleri primlerle, artı vergilerle, dönmüyor. Bu finansal rejimle Türkiye bir deli gömleği Batı’dan giydiriliyor ödeyemiyoruz. Şu anda SGK nın açığı 30 milyar TL ilk 9 ayda 30 milyar. Bu öngörülen bütçeye yaklaşık 63 milyar, neredeyse açıktan SGK nın açıkları kurumlara dönük ödemeleri hem geç yaptığı hem gerçek karşılıklarla yapmadığı için biz sağlık hizmetleri verirken son derece ilgili sıkıntılar yaşıyoruz.
Benim fakültem de Ankara Tıp da birkaç ay sonra Gazi Tıp gibi olabilir. Yani aramızda birkaç ay fark olabilir. Hepimiz aşağı yukarı aynı durumlardayız. Bu bir şiddet, bu bizim üzerimizde bir şiddet.

Sağlıkta Şiddet ve Nedenleri
Eğer birtakım önemli ağır ameliyatları maliyeti yüksek diye yapamayacak isek tıp eğitimi de bundan zarar görür. Öğrenciler de o ameliyatları görmemiş olurlar. O teknikleri, uygulamaları görmemiş olurlar. Sistem aynı şekilde o ameliyatları, o tedavileri tanımadan, örneğin bir kalp pili takmadan olayı düşünebilir misiniz, yapmadan kardiyolog olsun, insan. Bunun gibi ortak istemimiz dolayısıyla sağlık ortamında şiddeti kaldırmak için yan yana duralım. Sizi ve bizi karşı karşıya getiren düşmanlaştıran politikalar aslında çirkin siyasetin piyasacı özelleştirmeci siyasetin ta kendisidir. Eğer bunu birlikte görürsek kol kola girersek bu sorunları aşma şansımız olanağımız çok büyüyecek. Bütün derdimiz bunu halkımıza anlatabilmek.
Ben 40 yılı geçen bir hekimim, buna karşılık fakültemde sağlık hizmeti alırken ben de önemli kısıtlarla karşılaşıyorum artık. Ben normal insandan daha çekinik tutarak istememek, talep etmemek için içerden biri olarak, durumu bilen biri olarak daha da sınırlıyorum kendimi. Dolayısıyla bu da dolaylı örtük bir şiddet, birçok ilacımızı şunu bunu daha dün eşime reçete yazdım, gitti kadın kendi parasıyla aldı. Kullanamıyoruz, kullanmamak durumunda kalıyoruz.
Bir meslektaşımız Başkent Üniversitesinden Doktor Tuğba Acar çocuk cerrahı, yenilerde doçent oldu. Haftalık düzenli yazılar yazıyor, topluma karşı sorumluluk hissediyor.
1-Acil başvurularda muayene ücreti alınmıyor, acillere kişisel katkı payı alınmıyor. Türkiye’de her yıl yaklaşık kişi başına sekiz buçuk dolayında muayene düşüyor. Bir kişi ortalama sekiz dokuz kez hekime başvuruyor. Türkiye’de nüfus seksek (80) çarpın dokuzla 720 milyon hekim hasta buluşması oluyor, muayene oluyor. Bu çok yüksek bir rakam, Batı ülkelerinde böyle yüksek rakamlar görünmüyoruz. Bu 720 milyon, yaklaşık muayenenin yüz yüz on milyonu, neredeyse yedide biri (1/7) acillere yapılan başvurular. Türkiye bir yılda kendi nüfusundan fazla başvuran bir ülke haline geldi. Acile başvurarak SSK nın öngördüğü katkı paylarını muayene paylarını vermemek için. İnsan biliyor, acil değil hafif bir ateşi var, boğazı kızarmış, beklemek de istemiyor, akşam işten mesaiden çıkmış, hem acil işini görecek evine gidecek veya başka yere gidecek, böyle b ir gerilim, böyle bir beklenti içinde. Ama siz bir tarafta gerçekten acil bir hastayla uğraşıyorsunuz, ağızdan ağza soluk alışverişi yapıyorsunuz, solunum desteği yapıyorsunuz, kalp masajı yapıyorsunuz, monitörden hastanın yaşamasal verilerini izliyorsunuz. Öbür tarafta da homurtular duyuyorsunuz, dışarıda gerginlik içinde, ne yapacak acildeki hekim arkadaş. Gerçek acil hastalar gerçekten hak ettikleri ilgiyi bakımı göremez duruma düşüyorlar.
2- Elimiz ayağımız bir pabuca giriyor derler, gibi, bu işin bu tarafı. Acaba hekim arkadaşların hiç hataları yok mu sağlık çalışanlar da hata yapabilir kuşkusuz. Hiçbir zaman sağlık çalışanları tümüyle masum demek mümkün değil, bizim meslektaşlarımız arasında da hatalı olanlar vardır, yanlış davranalar, sabırsız davrananlar olabiliyor. Bu nedenle de son yıllarda örneğin benim fakültemde tıp öğrenciler daha birinci sınıftan başlayarak iletişim becerileri dersleri koyduk. Öfkeli gergin bir insanla iletişimi nasıl ileteceksiniz gibi yarıyıl değil, iki yarıyıl, neredeyse bu becerileri uygulamalı olarak öğreniyoruz, çok önem veriyoruz.
Örneğin Nazım Bey hekimi çıldırtacak davranışlar için olan bir hasta rolüyle geliyor, onu oyalıyor, eğitilmiş hastalarını senaryolarını oturuyoruz, yazıyoruz, bir takım insanlar eski tiyatro sanatçıları gelip o rolü oynuyor.
Nerede idare edebilecek biçimde nereden geldiği biçiminde ince iletişim becerileri geliştirme, gerilimi düşürme, karşı tarafın öfkesini anlama gibi bu eğitimleri vermeye çalışıyoruz.
Burada Dr. Tuğba Acar’ın yazısını okudu.
Sinan Hoca şu anda Ankara Türk Tabipler Birliği başkanımız. Bir ortopedi el cerrahı uzmanı Ankara Tıp da meslektaşımız yeni geçirdi bu temmuz ayında, geçen yönetim kurulunda da vardı. Halef olmayacağız diyen Tabipler Kurulu üyelerinden on birini hapse attılar, hepsini. Sinan Hoca da birkaç gün hapiste kaldı. Sağlık çalışanlarında şiddetin artığı Türkiye’de Sinan Hoca, kayıtlara göre 30 sağlık çalışanı şiddete uğruyor” diye bir cümleyle başlıyor, her gün oturduğu yer dolayında. Şiddet olayları her toplumda rastlanıyor ama bu Türkiye’de çok fazla arttı. Örneğin 2005 ten bu yana 8 hekim görev yaptığı hastanelerde öldürüldüler, diye devam ediyor.
Hasta hekim ilişkiler, işletme müşteri ilişkilerine dönüştü. İşte vurucu yer burası, hasta talebiyle, istemleriyle kışkırtıldı. Bizzat Recep Akdağ, eski Sağlık Bakanı, anımsayacaksınız uzun yıllar bakanlık yaptı, Refik Saydam’ın rekorunu kırmaya az kaldı, on yıla yakın bakanlık yaptı. 27 Temmuz 2003 günü Sağlıkta Dönüşümü başlattıktan bir ay sonra Milliyet’te çıkan bir demecinde şunları söyledi: Şimdiki gibi aklımda, o kadar yaraladı ki beni unutamıyorum. “Bundan böyle hastalarımızı müşteri olarak görecek ve memnun edeceğiz”. Cümle böyle. Burada iki dev yanlış var, sorunların temelini atan kaynağını oluşturan; bir tanesi hasta lafıyla başlaması, oysa tıpa ve sağlık hizmetlerinin gerçek öznesi sağlam insanlardır. Tıp ve sağlık hizmetleri gerçekte hastaya değil, sağlama verilir. Bütün gücünüzle toplumun sağlığını korumaya çalışırsınız, belli aralıklarla muayenelere çağırırsınız insanları, bunu kurallaştırırsınız. Yine de hastalıklar ortaya çıkacaktır, önce önleyemezsiniz hepsini. Ama çok azaltmış olursunuz, onlara da erken tanı koymuş olursunuz, periyodik muayenelerle ve erken tanı koyduğunuz a da etkin sağlık veririsiniz.
Meme kanserler, erken tanı koyarsanız yüzde yüz kür sağlayabilirsiniz, geç kalırsanız uğraşın maddi ve manevi. Bunun gibi, bir kere onu yıktı Recep Bey. Çocuk hekimiydi bildiğiniz gibi, çocuk hekimliğinin resmi adı, “Çocuk Sağlığı ve hastalıklarıdır”. Sağlığı lafı vardır orada. İç hastalıkları, kadın hastalıkları hep hastalık odaklıdır. Halk sağlığı, ruh sağlığı içinde çok özel üç alandır, bunlar üçünde de sağlık lafı öncedir. Ruh sağlığı ve hastalıkları, çocuk sağlığı ve hastalıkları, halk sağlığı doğrudan doğruya sağlığı korumayla uğraşan bir alan, benim çalıştığım alan.
Sağlıkta dönüşüm programı sağlıkta koşullarını terk etti diye Sinan Hoca devam ediyor. Dolayısıyla sayın bakanın ikinci lafı hatası insanları müşteri olarak görmesi “memnuniyeti memnun etmek, hastayı müşteri olarak görmek. Yani kimdir müşteri, tanımını yapmak gerekirse istekli olduğu mal ve hizmetin bedelini ödemeye potansiyel olarak hazır insana müşteri denir. Değilse ancak birden bakarsınız müşteri olamazsınız. Aklınızdan bile geçirmezsiniz o da potansiyel müşteri aşamasıdır. “Alıyım şunu” diyerek gerçek müşteri olmaya adım atmışsınızdır, potansiyel müşteri olmuşsunuzdur.
Demek ki korucu sağlık hizmetlerini unutturdu. Hasta odaklı bir sağlık hizmetine hastalıklı bir yapıya dönüştürdü. Memnuniyeti bir ölçü olarak ortaya çıkardı, hasta memnuniyetini, bunda müşteri olmaya bağladı.
Sağlıkta Şiddet ve Nedenleri

Üçüncü yanlış hasta memnuniyetinde. Bir ülkede verilen sağlık hizmetlerinin ilk önemi hasta memnuniyeti ile ölçülemez. Örneğin ben bir öğrencime kızım evladım şu dizim çok ağrıyor, sen şuna bir atroskopi yap, hani boru sokup yapıyorlarmış ya atroskopi diye. Öğrencim de hatıra boğulsa yapsa onu, ben bundan memnun olacağım herhalde. Ama bu bilimsel değil, belki endoskopi, atroskopi yi yapmanın gerekliliği yoktur. Onun için bir ülkede sağlık hizmetlerinin niteliği hasta memnuniyeti ile ölçülemez. Hasta hoşnutluğu çok öznel bir şıktır. Bilimsel olarak ölçülmesi nerede ise olanaksızdır. Peki, neyle ölçülür? O ülkenin sağlık düzeyi göstergeleriyle ölçülür. Doğuştan beklenen yaşam süresi uzamış mıdır; insan ömrü engeli kalmadan ömrünün yüzde kaçını tamamladı; bebek ölümleri anne ölümleri nereye gelmiştir; ruh sağlığı hastalıkları nerededir. Belki de bunlarla ölçülür, bunlar evrensel de değil,
Sağlık kuralları hepsini tanımlamıştır, sağlık düzeyini.
Üç büyük hata bizi oraya getirdi. Bundan sonrasında eğer piyasalaştırma devam ederse, insanların sağlık haklarına erişmek için ceplerinden daha çok para harcama, daha çok araya birtakım insan koyma hatırla gönülle işleri yapma halletmeye dönük sistem devam ederse bu şiddet olaylarının Türk Ceza Yasasında değişiklik yapsanız da, sağlık görevlileri görevinin başında veya görevi başında olmasa da sağlık hizmetinden kaynaklanan dışarıda bir şekilde şiddet gördüğünüzde iki yıldır bunun hapsi deseniz de önünü alamayacaksınız. Ne yazık ki önümüzde olumlu gözükmüyor. Çünkü 2019 bütçesinde sağlık harcamalarından 10-11 milyar kısıntı öngörülüyor. Oysa bunca enflasyonlu baskı, dövizdeki bunca yükselme dolayısıyla birçok tıbbi malzemenin dışalım ithal girdi oluşturduğu ilaçlar öle nedeniyle belki de yüzde yirmi otuz enflasyon düzeyinde devolasyon düzeyinde hatta SGK nu artırmak gerekirken bunda kısıntı olabileceğini hepimiz öngörebiliriz. Yani cebimizden daha çok harcayacağız. Birçok ilacı bulamayacağız. Birçok sağlık hizmeti ötelenecek, ertelenecek şehir hastaneleri de dayatılırsa her şeye karşın dayatılabilir, dayatma niyetindeler, çünkü bilindiği gibi “şehir hastanelerinin finansmanı tümüyle dış krediye dayalı. Tümüyle dış kredi yani borç, “şu hastaneyi yap nereden buluyorsan bul, ben devletim bende para yok, sen bul ben sana kefil olacağım üstelik kur farkı dâhil kefil olacağım, doğan kur farkını da devlet kefildir, yap diye. Bu hastaneyi bitirebilirler, çünkü tepedeki adam narsis kişilikli bir adam (RTE), tıp dilinde psikiyatride DSM 5 dediğimiz psikiyatrik bozuklukları adlandıran, uluslar arası kitapta narsisik kişi bozukluğu diye geçer. Narsislik kilit bozukluğu ama bozukluk, buna çok bozulmuştu Erdoğan o yüzden bir fizik tedavisi uzmanı altı oklu arkadaşımız 11 ay yedi gün hapis cezası aldı. Onun için ben bozukluk lafını pek kullanmıyorum, anlaşılmıyorum.  Narsislik kişilik kolay kolay geri adım atmaz, inadım inat geri dönmezler dolayısıyla Ankara içindeki bunca (2)hastaneyi taşıyacaklar. Tıp fakültelerin de nitelikli iyi, sevimli hizmet vermemesi gerekiyor,  şehir hastanelerine biliyorsunuz  “müşteri” gerek. “Hastanelerin yüzde yetmişi dolacak, dolmazsa en ödeyeceğim”, düşünün halkının sağlığını koruyan, halkın sağlığını yükselten, geliştiren bunların hepsinin literatürde karşılığı var. Sağlığı geliştirme gibi, örneğin insanların ağzında ü-ç çürük varsa bunu ikiye bire indirmek, sağlığı geliştirme gibi. Bunların olmaması lazım ki
Halk bol bol “topal ördek olsun, yediği içtiği, şunu bunu sağlıklı olmasın, hastalansın bu şehir hastanelerine “müşteri” oldun şeklinde. Bizim hastanemize de el koyabilirler, böyle bir niyetleri de var, çünkü biz rekabetçi olmamalıyız hastanelerimiz ile. Oraya akmalı her şey. Zaten Erdoğan söylüyor, bir konuşmasında, “hastanecilik başka bir şey, sağlık başka bir şey” Siz bunu beceremiyorsunuz galiba dünya kadar borcunuz birikmiş, bırakın biz yönetelim, siz orada verirsiniz sağlık hizmetini” demeye getirmişti.
Toparlarsak, bu çerçeveyi kırmamız gerekiyor. Yani insanı müşterileştiren, insanı “sen müşterisin bedelini ödüyorsun, vergini ödüyorsun karşıda hekim, hemşire sanat hizmet etmek zorunda” şeklinde yozlaştıran bir yaklaşımı kırmadıkça biz sorunun içinden çıkamayacağız.
Oysa Türkiye’nin taa 1948 lerde 10 Aralık günü İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine attığı imza var. 10 Aralık da yaklaşıyor, Dünya İnsan Hakları Günü, orada tanınan dört haktan birisi sağlık hakkıdır. Aç almayacak, çıplak kalmayacak, açıkta kalmayacak, doktorsuz kalmayacak. İmza koydunuz, dolayısıyla, mesela şimdi AKP nin yaptığı, siyasal iktidarın yaptığı en çıplak biçimde söylüyorum, sağlık sektörü de dâhil ve başlıca olmak üzere yerli yabancı sermayenin kasalarına halkın sırtından ulusal kayakları aktarma misyonudur. Bu iktidar bunun için göreve getirilmiştir.
Demek ki genel sağlık sigortası açıkça söylersek sizin sağlığınızın sigortası değildir. Nedir peki, sağlık sigortası sermayenin karının sigortasıdır. “Aile hekimliği çağ dışıdır, genel sağlık sigortası bir soygundur, genel hastaneler birer talandır, insanı müşterileştiren bu vahşi kapitalizmin dayatması makro çerçeveyi oluşturuyor. İnsanı tekrar sağlık sigortasının öznesi haline getiriyor, doğuştan onu hak eden bir özne haline getiren yapıya birlikte dönmek zorundayız.
Türk ceza yasasına bir bakın tek madde önerilmişti, şöyle “sağlık kuruluşlarında çalışan personele karşı sağlık hizmeti sunum sırasında veya hizmetler nedeniyle sonradan başka mekânlarda cebir şiddet ve tehdit, şu üçü cebir, şiddet ve tehdit kullanan kişi iki yıldan dört yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır, diye bir öneri var. Bu fiiller sonucu sağlık hizmeti kesintiye uğrarsa ceza yarı oranında artırılır şeklinde söylenmişti ama bu yanlış, küçük bir parçası olacakmış gibi geliyor bana. Hep birlikte gezeceğiz, ağzımız yanımıza alarak, dilimiz kuruyana dek anlatarak. Giderek sağlık hizmetlerine erişim zorlanacak, pahalı ancak, yer yer parasını versek bile kimi ilaçları bırak tıbbi teknik donanımı bunun için ne yapıp edip sağlığımızı korumaya büyük özen gösterin. Nasıl sağlığımızı koruruz diye güncelleyin yakınlarınızın, çocuklarınızın üzerinde gözünüz olsun, sağlık sorunlarını erken fark etmek adına çok gecikmeden böyle tıbbın aldığı bu ağır travmayı iktidarı başından def etse bile ancak bu yaraları sarar. Sararız ama bu topraklarda çok şey yaptık gene yaparız. Büyük bedeller ödeyeceğiz, çok acı çekeceğiz, üstesinden geleceğiz”.
Salondan gelen karşılıklı soru açıklamalarla konuşmalar olgun bir hava içinde sone erdi.

Cevat Kulaksız 


Cevat Kulaksız 

SONNOTLAR
(1) Ahmet Saltık Kimdir:  1953 Elazığ doğumlu, İlk ve Ortaokulu Gaziantep’te okudu Van Lisesi’ni 1971 de bitirdi. NATO bursuyla İngiltere’de dil eğitimi aldı. Aynı yıl H.Ü. Tıp Fakültesine girdi. 1976 da Londra Tıp Fakültesinde staj yaptı, 1977 de İstanbul Tıp Fakültesini bitirerek tıp doktoru oldu. Keban’da bir yıl Sos. Sigor. Kur. Hekimliği ve yer altı maden işletmesi hekimliği yaptı. 1978 de H. Tıp Fakültesinde Halk Sağlığı dalında uzmanlı eğitimine başladı ve 1981 İstanbul Tıp Fakültesinde uzman doktor halk sağlığı uzmanı oldu. 1981-1982 arasında Elazığ lepra (cüzam) Hastanesi başhekimliği yaptı. 1982 de Kocaeli Sağlık Müdür. Yardımcılığı görevlerinde bulundu. 1981-1988 arasında Elazığ’da muayenehane hekimliği, işyeri hekimlikleri yaptı. Yerel Fırat Gazetesi’nde (Elazığ) günlük tıbbi ve politik yazılar yazdı. 1986 da ABD leri Teksas Halk Sağlığı Fakültesinde okudu 1988 de Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalına yardımcı doçent olarak atandı ve bu ana bilim dalını kurdu. 1990 da doçent, 1996 da profesör oldu. Dört yıl Türk Tabipleri Birliği Yüksek Onur Kurulu üyeliği yaptı. 2004 den bu yana A. Ü. Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim dalı öğretim üyesi olarak çalışıyor. 10 aşkın derneğin kurucusu, yöneticisi ya da üyesi, Eğitim İş, ADD bir de şube başkanlığı var, sonra onursal başkanlığı var şubenin, yine ADD nin genel merkez onur kurulu üyesi, genel merkez yönetim kurulu üyeliği, genel başkan danışmanlığı, genel başkan yardımcılığı, vekilliği görevlerini üstlendi, Ulusal Eğitim Derneğinin de üyesi. Uzmanlık alanında 258 yerli, 47 yabancı bilimsel bildiri, yayın ve kitaplarda makaleleri yayınlandı, yer aldı. 11 tıp dergisinin yayın danışmanlığını yapıyor. Kıbrıs’ta, Almanya’da, Kıbrıs’ta, Avusturya’da, Türkiye’nin her yerinde konferanslarda çoğu görsel olmak üzere 1500 ü aşkın konferans verdi. Radyo TV programlarına katıldı. Ama aynı zamanda Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi bölümünü de bitirdi. Sağlık Hukuk alanında Yüksek Lisansı yaptı.
(2)Narsis nedir
Narsisik kişilik bozukluğu hastalarını betimlemek için kullanılan bir sıfattır. Ancak hatalı bir kullanım olsa da bu sıfat halk arasında kendini beğenmiş, egoist bireyler için de kullanılmaktadır.
Narsisizm kelimesinin kökeni Yunan mitolojisine dayanır. Genç Narkissos göle düşen yansımasına bakar ve kendi yansımasına aşık olur.
Narsisizm, psikanalitik teoride yeri olan bir kavramdır, bu teori ise Sigmund Freud tarafından sunularak popülerlik kazanmıştır.
Narsisik kişilik bozukluğu Akıl Hastalıkları kapsamına girmektedir ve megalomani konseptine dayanmaktadır.
Narsisizm ayrıca bir sosyal ve kültürel sorundur. Kendini sevme, kendine karşı sağlıklı ve olumlu hisler beslemenin ya da kendini beğenmişliğin aksine, narsisizm bireyin kendisiyle ve başkalarıyla olan ilişkisini etkileyen bir sorundur. Narsisizm kesinlikle egoizm ile aynı şey değildir.

Yeter artık!...- Güner Yiğitbaşı
Yeter artık bu kaçıncı şehit beyler?

Donarak ölen; daha doğrusu, dondurularak öldürülen iki askerimiz yüreğimiz yaktı ve kanattı.

Donarak ölmek; bu devirde bir yazgı olamaz. Bu bir aymazlığın, boş vermişliğin, insan yaşamına saygısızlığın, ölmeleri için para alıyorlar şeklindeki çağ dışı ve sığ düşüncenin, cahilliğin, bilgisizliğin, kendi ikbali için yapılan hoyratlığın bir sonucudur.

Evet, askerlik görevinde; yaşamak kadar, onun ikiz kardeşi sayılması gereken ölmek de vardır, yaşamla ölümün kol kola olduğu ve küçük bir  çizgiyle ayrıldığı yegane meslek askerliktir. Askerlik, bunun için kutsal bir meslektir, asker ocağı Peygamber ocağıdır.

Ama bu demek değildir ki; birileri tarafından askerlerimizin yaşam hakları hoyratça kullanılacak ve ellerinden alınacak, yakınları ve Türk Milleti acı çekecek.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin içini boşaltır, değerli komutanlara kurulan kumpaslarla değerli komutanları tasfiye ederseniz, ordunun ve kışlanın içine politikayı sokarsanız olacağı budur.

Dizginlenmişken, iyi yönetilemeyen, siyasal rant amaçlı bir takım açılımlarla PKK bölücü terörünü azdıranların, en başta Suriye politikası olmak üzere, hatalı dış politika  izleyerek, düşman gözüyle baktıkları bu devletin kurucusu Atatürk'ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini çiğneyerek, Suriye’nin ve Irak'ın kuzeyinde ülkemizin güneyinde, ülkemizi PKK ile sınır komşusu yapanların, büyük bir “U” dönüşü yapmak zorunda kalarak, şimdi mevsim koşullarına bakmadan, meteoroloji bilgilerini dikkate alıp değerlendirmeden, mevsimin ve bölge koşullarının gerektirdiği kıyafet ve teçhizat önlemlerini almadan, bataklıkta sivrisinek avlar gibi, PKK militanı avına başlayan ve öldürülen PKK militanı sayısıyla kafa bulmaya çalışan siyasal iktidarın ve onların talimatlarını uygulayan basiretsiz emir komuta makamlarının işledikleri bir cinayettir bu donarak ölümler.

Sonuç itibariyle bir cinayet işlenmiş ve iki askerimiz göz göre göre katledilmiştir.

Biz bu gerçekleri yazıyoruz diye, bu cinayetin sorumluları, şimdi bize kızacaklar, zeytin yağı gibi üste çıkarak hata ve sorumluluklarını inkar ve gölgelemeye çalışacaklar, belki de milli birlik ve beraberliğimize nifak sokuyor, terörle mücadeleyi zaafa uğratıyor ve baltalıyor diye utanmadan avazları çıktığı kadar bağırıp çağıracaklar ve bize iftira etmeye çalışacaklar, savcıları göreve çağıracaklar ama yanılıyorlar, korkmayıp bir aynaya bakma zahmetinde bulunurlarsa, bu ülkeye zarar verenlerin, terörü başımıza musallat edenlerin, Suriye’nin kuzeyinde ülkemizin güneyinde, bölücü PKK Terör örgütünü ve ABD'yi sınır komşumuz yapanların, donarak ölen iki askerimizin kanından sorumlu olanların, kendileri olduklarını, bizim bir aydın ve yazar olarak, aydın sorumluluğumuzu hissederek görevimizi yaptığımızı, üzüntü içinde anayasal eleştiri hakkını kullanarak tepki verip, aydın sorumluluğumuzu yerine getirdiğimizi, korkmadan gerçekleri savunduğumuzu göreceklerdir.

Halk Arenası ve benzeri programlarda oturdukları yerden sadece “Mustafa Kemal'in askerleriyiz” diye slogan atmakla yetinerek, salonu terk ettikten sonra sessizliğe bürünüp uykuya dalanların ve eylemsiz kalanların değil,

Atatürk'ün ve onun ilkelerinin; sistemli bir şekilde unutturulmasına, karalanmasına, yok edilmesine ve itibarsızlaştırılmasına ses çıkarmayan, eylem koymayanların değil,

Atatürkçü yazarlarımızın büyük emek vererek yazdıkları Atatürk ve Mustafa Kemal'e dair kitaplarının imza kuyruğunda saatlerce beklemelerine rağmen, imzalı kitaplarını aldıktan sonra sessizliğe gömülenlerin değil,

Hiç susmayan, her zaman, her yerde, her koşulda ve korkusuzca; sözleriyle, yazdıklarıyla ve eylemleriyle, gerçek ve özde ATATÜRK'çü olduklarını gösteren, tüm ATATÜRK'çü, Cumhuriyet ve Demokrasi sevdalılarının Cumhuriyet Bayramını kutluyoruz, tümüne selam olsun, ATATÜRK ve silah arkadaşlarına RAHMET olsun İzmir'den.

28/10/2018
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Yazıklar Olsun.. - Gündüz Akgül
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin geleceğinin gençler olduğunun bilinciyle, gençleri yetiştiren öğretmenlere çok önemsemiş ve onlara bazı görevler vermiştir.
 Söylev ve demeçlerinde;
“Öğretmenler, yeni kuşağı, cumhuriyetin esirgemez öğretmen ve eğitmenleri sizler yetiştireceksiniz. Yeni kuşak sizin eseriniz olacaktır.”
“Ulusu kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenlerden ve eğitimden yoksun bir ulus daha ulus adını almak yeteneğini kazanamamıştır.”
Bunları söylerken…
25 Ağustos 1925 tarihinde Ankara’da toplanan Muallimler Birliği Kongresinde yaptığı konuşmada ise “Cumhuriyet sizden, fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller ister.” demiştir.
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün döneminde saygıdeğer öğretmenler bu görevlerini fazlasıyla yerine getirerek laik cumhuriyeti içselleştiren binlerce öğrenci yetiştirmişlerdi.
Günümüzde hala bu yolda yürüyen ve öğrencilerini Cumhuriyet bilinciyle yetiştiren değerli öğretmenlerimiz olduğu gibi ne yazık ki bunun tersini yapanlarda vardır.
27.10.2018 tarihli yazılı medyaya yansıyan bir haber bunun canlı örneğidir.
Haberdeki sava göre İstanbul Erkek Lisesinde (İEL), Okul müdürünün düzenlenen hizmet içi seminerde bulunması nedeniyle Okul Müdür vekilliğini Müdür başyardımcısı M. K.’nın yaptığı, Cumhuriyetin 95. yılı kutlamaları için hazırlanan programda bulunan İzmir Marşının Müdür Vekil tarafından çıkarıldığı, tören sonrasında bir grup öğrencinin İzmir Marşını okuması üzerine, Müdür Vekilinin bu öğrencileri tokatlandığı bildirilmektedir.
Olay sonrasında Okul Müdürünün velilere gönderdiği özür yazısından olayın gerçek olduğu anlaşılmaktadır.
Bu olay üzücü olduğu kadar utanç vericidir.
İzmir marşında geçen
“Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.”
Sözlerinden neden rahatsızlık duyulmaktadır.
Laik Cumhuriyet içselleştirmiş gençlerin ödüllendirilmesi yerine cezalandırılması, hangi sakat düşüncenin eseridir.
Bunu yapan öğretmene yazıklar olsun demekten başka söz bulamıyorum.
Ve
İnadına İzmir marşı diyorum.

27.10.2018
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

İZMİR MARŞI
İzmir'in dağlarında çiçekler açar.
Altın güneş orda sırmalar saçar.
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar.
Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.

İzmir dağlarına bomba koydular
Türk'ün sancağını öne koydular
Şanlı zaferlerle düşmanı boğdular.
Kader böyle imiş ey garip ana
Kanım feda olsun güzel vatana.

İzmir'in dağlarında oturdum kaldım
Şehit olanları deftere yazdım.
Öksüz yavruları bağrıma bastım
Kader böyle imiş ey garip ana
Kanım feda olsun güzel vatana

Türk oğluyum ben ölmek isterim.
Toprak diken olsa yatağım yerim
Allah’ından utansın dönenler geri
Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.

6 Yaşındaki Çocuk muyuz ki; Bu Kadar Çok “Aldatılıyoruz”!..
Hepimizin bildiğinin tekrarı olacak, ama şu “Aldatılma”  serüvenimizi özetleyelim.
Erdoğan, “FETÖ”nün ne olduğunu 2010 yılından itibaren anlamaya başladığını, Şubat 2012'deki MİT krizinden sonra da bu yapıyla ilgili “rezervleri”  ortaya koyduğunu anlatsa da hatırlanacağı üzere Haziran 2012'de “FETÖ”  organizasyonu olan Uluslararası Türkçe Olimpiyatları töreninde Fetullah Gülen'e şöyle seslendi:
“Gurbet hasrettir. Hasret bedeli çok ağırdır, faturası çok ağırdır. Biz, gurbette olup, şu vatan topraklarının hasreti içerisinde olanları aramızda görmek istiyoruz. Bu sıla hasreti artık bitmelidir, bitsin istiyoruz.”
Peki, “Aldatıldık”  itirafı ne zaman geldi? 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra 3 Ağustos 2016'da. Şunları söyledi:
“Bu örgütün 40 yıldır kanserli bir hücre gibi büyümesi, dini değerleri öne çıkaran kimliği sayesinde mümkün olmuştur. Milletimiz meşrebi ne olursa olsun, 'Allah' diyen, 'Peygamber' diyen en azından böyle gözüken herkesi desteklemiştir. Rahmetli Özel, Demirel, Ecevit, hatta biz bu yapıya destek olduk. Ben de katılmadığım pek çok yönleri olmasına rağmen bunlara yardımcı oldum. Yurtdışında yürüttükleri eğitim faaliyetlerinin hatrına bunlara müsamaha gösterdik. 'Ortak bir yanımız var' dedik. Ama aynı menzile giden farklı yollardan bir yapı gördüğümüz, yapının sinsi emellerin örtüsü olduğunu uzun süre göremedik... Bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmanın üzüntüsü içerisindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.”

-PKK ve Barzani- 
“Aldatılma”  bundan ibaret değildi. “Çözüm sürecinde”  PKK'nın ve  “Barzanistan” projesinde Barzani'nin de “aldattığını”  öğrendik.
Erdoğan;
PKK için, “Çözüm sürecinde güvenlik güçlerimiz çatışmaya girmezken, bunlar silah stokladılar... Biz, 'Çözüm süreci' dedik, aldattılar”  dedi.
Barzani'nin “bağımsızlık referandumu”  kararı almasına da, “Bu yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk, yanılmışız”  diye tepki gösterdi.

-ABD'nin Bitmez Tükenmez “Aldatması”-
“Stratejik müttefikimiz”  ABD'nin “aldatmaları” ise sayılamayacak kadar çok. Sadece gündemdeki YPG/PYD desteği ile Münbiç'teki durumu hatırlatalım.
Erdoğan, eski ABD Başkanı Obama hakkında şu açıklamaları yaptı:
“Obama döneminde bizim bir de zeytinlik harekâtı var. Obama orada bizi aldattı. O harekat Münbiç’i teröristlerden temizleme harekatıydı. Sözünde durmadı. Biz üzerimize düşeni yaptık, ama onlar yapmadılar.”
“Daha önceleri PKK'yla ilgili konuda mutabakatımız var idi. Obama döneminde de bu konuda mutabakat vardı, fakat Obama maalesef PYD ve YPG konusunda bizleri aldatmıştır, ama şu andaki yönetimin aynı durumda olacağına ihtimal vermiyorum.”
Şu anki yönetim ne yaptı, yapıyor; Ona da bakalım.
Erdoğan'ın üç temsilcisi; Dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın Beyaz Saray'dayken Trump, YPG'ye yardım paketini imzaladı.
Geçen Kasım'da Erdoğan ve Trump telefonla görüştü. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, görüşmeyle ilgili şu bilgiyi verdi:
“Bizim ABD ile ilişkilerimizi olumsuz anlamda en çok etkileyen konulardan biri ise, FETÖ ve diğer konuların yanında, ABD'nin YPG'ye vermiş olduğu silahlardır. En son bazı zırhlı araçların da verildiğini gördük. Sayın Cumhurbaşkanımız bu rahatsızlığını bir kez daha Sayın Trump'a iletmiştir. Sayın Trump da net bir şekilde talimat verdi ve bundan sonra YPG'ye silah verilmeyeceğini, esasen bu saçmalığa daha önceden son verilmesi gerektiğini net bir şekilde söylemiştir.”
Geçen süreçte ABD'nin teröristlere silah yardımı, binlerce TIR'ı buldu.
En sıcak gündem maddesi Münbiç'e gelirsek;
Haziran başında ABD ile 90 günlük planı imzalandı, teröristler buradan çıkarılacaktı.
Eylül'de 90 günlük süre bittiğinde Erdoğan'dan şu açıklama geldi: 
“Amerika Münbiç’te yol haritasına, takvime kesinlikle uymamıştır, PYD/YPG o bölgeyi terk etmemiştir. Amerika burada sözünü tutmadı. 90 gündü. 90 gün aldı başını gidiyor. Amerika şu anda tahkimatı terör örgütüyle beraber yapacak.”
Peşinden terör örgütünün Münbiç'te hendekler açtığı ve bunun için gerekli iş makinalarını da ABD'nin verdiği ortaya çıktı. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, “Uyarılarımızı ABD makamlarına yaptık. Ayrıca biz de kendi tedbirlerimizi aldık. Terör örgütü, yeri ve zamanı geldiğinde kazdığı çukurlara kendisinin gömüleceğini bilmelidir”  dedi.
Bu gelişmelere rağmen Gaziantep'te Münbiç için Türk-ABD ortak eğitim çalışmaları başladı.
Erdoğan'a, bunun “pozitif sürecin”  başlaması olarak değerlendirilip, değerlendirilmeyeceği soruldu; Şu karşılığı verdi:
“Münbiç meselesinde bir gecikme var. Ortak eğitim başlıyor. Ayrıca YPG sonrasında Münbiç’i yönetecek kişilerin seçimiyle ilgili çalışma devam ediyor. Bir gecikme var ama, tamamen ölmüş değil. ABD’nin Dışişleri Bakanı Pompeo da Savunma Bakanı Mettis de önümüzdeki günlerde somut adımlar atacaklarını söylüyorlar.”
Erdoğan'ın bu sözlerinden iki gün sonra ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, epey şey söyledi. Mesela PKK/YPG için “harika ortaklar”  ifadesini kullandı... “Suriye'deki Kürtlerin masaya oturması için çalıştıklarını ve bunu garanti edeceklerini”  bildirdi...
Birkaç gün sonra da Münbiç'teki teröristlerin ABD'nin gönderdiği zırhlılarla şehir merkezinde devriye gezdiği görüldü.   
Aynı gün Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Münbiç konusunda ABD'de bir savsaklama hissedersek, önceki çizgiye döneriz. Ya siz temizleyin ya da biz temizleriz”  diyordu.

-Münbiç'te Adım Adım Yeni “Aldatılmaya” Giderken- 
Geçen hafta Salı günü; Erdoğan, partisinin grup toplantısında şöyle konuştu:
“Münbiç'te 90 günlük bir takvim vardı. Takvim işlemedi. Fırat'ın doğusu için de aynısı geçerli. Biz kendimiz kendi göbeğimizi keseriz. En üst düzeyde adım atarız.”
Çarşamba günü ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ve Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey Ankara'ya geldi. Moldova'ya gitmekte olan Erdoğan ve beraberindeki heyet, bu iki isimle Esenboğa Havaalanı'nda görüştü. Görüşmeye ilişkin ilk açıklamayı yine Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu yaptı.  Çavuşoğlu, “Verimli bir görüşmeydi. PKK ile mücadele dahil birçok konuda görüş alışverişi yaptık.  Cumhurbaşkanımız görüşmede Münbiç konusunu tekrar gündeme getirdi. Yol haritasını onaylamıştık 4 Haziran'da. Gecikme olduğunu kendileri de kabul ediyor. Şu anda ortak eğitim programı başladı. YPG ve PKK'lilerin temizlenmesi gerektiğini söyledik. Cumhurbaşkanı, 'Biz de kolay bir şekilde temizleriz' dedi. Yol haritasının uygulanması gerektiğini net bir şekilde söyledik. Fırat'ın doğusunda da mutabakatımız var” dedi.
Erdoğan ise konuyla ilgili Moldova'dan dönerken konuştu ve şunları söyledi:
“Kendisine şunu hatırlattım; 'Malûm, 90 gün süre verilmişti. 90 günlük süre artık doldu gidiyor, şimdi herhalde 190'a ulaşacağız' dedim. 'Bunu bir defa süratle halletmemiz lâzım' dedim. 'Şu anda Gaziantep'te Amerikalı askerler ile bizimkiler eğitimlerini yapıyor. Bunların yanında da yine Münbiç'le ilgili olarak oradaki terörist unsurların Fırat'ın doğusuna geçirileceği hususunda söz vermiştiniz. Hâlâ geçirmediniz. Bu konuda Trump da söz verdi. Siz de verdiniz. Hatta Obama da bunu çözeceğiz demişti. Bu konuda mesafe alınması isabetli olur' dedim. Dediğim gibi, Gaziantep'te şu anda bizim askerlerle beraber bir çalışmanın içerisindeler. Dolayısıyla bu kez bir mesafe alınması mümkün. Şu anda işte yeni bir dönem başladı. Hedefleri gerçekleştirmeye başlayabiliriz.”
“Bu kez mesafe alınması mümkün. Yeni dönem başladı”  denirken, iki gün sonra şunlar oldu:
Programında gözükmemesine rağmen ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, Türkiye'den Münbiç'e gitti. Yanında PKK'ya “Akdeniz'e inme”  sözü veren ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Joseph Votel de vardı.
Aynı günlerde ABD Dışişleri Bakanlığı ve CIA'dan bir heyet daha Münbiç'e gitti. Bu heyetlerin,  Sebdi Şirin'deki ABD askeri karargâhında PKK'nın “tüm askeri ve siyasi temsilcileriyle”  biraraya geldiği ortaya çıktı. 
Görünen köy, kılavuz istemiyor; Münbiç'te adım adım yeni bir “aldatılma”  dönemine daha giriliyor.

-Erdoğan'dan “Aldatılma” Tarifi- 
Bu bilinenlerin tekrarının sebeb-i hikmetine gelince;
Erdoğan, iki gün önce partisinin Meclis Grup Toplantısında “aldatılmaya”  ilişkin çok ilginç bir ifade kullandı. Ne mi söyledi?
MHP'nin af teklifine itiraz gerekçelerini anlatıp, uyuşturucu suçlarıyla ilgili örnek verirken, şunları:
“Şu anda cezaevlerinde 50 binin üzerinde uyuşturucu mahkûmu var. Şimdi soruyorum, ekranları başında bizi izleyen milletime sesleniyorum; Allah aşkına bunlara kader mahkûmu diyebilir miyiz?  Efendim işte Aldatılmış. Aldatılmış ne demek, 6 yaşında 7 yaşında 8 yaşında 10 yaşında çocuk mu? Hepsi de bu işi gayet iyi bilen hem içen, hem satan hem de bu arada bu işin aracılığını yapan tipler. Bunlara mı kader mahkûmu diyeceğiz?”
İyi, güzel de koca bir ülkeyi yönetenlerin, bu kadar “aldatılması”  nedir; Kaderimiz mi?!.

Müyesser Yıldız

Müyesser YILDIZ
25 Ekim 2018 

Cumhuriyet Bayramı
Cumhuriyet Bayramı haftasına girmiş bulunuyoruz. Bu sene, 29.Ekim.2018 Pazartesi günü Cumhuriyetimizin kuruluşunun 95.yıl dönümünü kutlayacağız.
İstanbul’da yapımı devam emekte olan İstanbul 3.Hava Limanı'nın natamam açılışının, takvimde başka bir gün kalmamış gibi, Cumhuriyet Bayramının kutlanacağı güne denk getirilerek, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının; İstanbul 3.Hava Limanı açılışına meze ve fon yapılacağını, en büyük bayram olan Cumhuriyet Bayramı'nın, hava limanı  açılış töreninin gölgesinde bırakılacağını, Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonunun, Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti ve kurulduğu yer olan Ankara yerine, Bizans’ın ve Osmanlının başkenti olan İstanbul'da yapılacağı açıklanmıştır.
Cumhuriyetin; 2011 yılında idrak edilen  88.kuruluş yıl dönümünün, Van Erciş depremi gerekçe yapılarak, sönük ve  sınırlı bir şekilde kutlanmasını eleştirmek amacıyla yazıp yayınladığımız,29.Ekim.2011 tarihli “ŞİMDİ GERÇEKTEN ÖLDÜM İŞTE” başlıklı makalemizi, aşağıda aynen yayınlıyoruz.
Türk Milleti’nin  en büyük bayramı olan Cumhuriyet Bayramı, tüm halkımıza  kutlu ve mutlu olsun, en başta büyük asker ve devlet adamı, devletimizin ve Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, emeği geçen ve şimdi hayatta olmayan tüm şehit ve gazilerimize müteşekkiriz, tümüne şükranlarımızı sunuyoruz, nurlar içinde yatsınlar.
26/10/2018
Güner YİĞİTBAŞI

ŞİMDİ GERÇEKTEN ÖLDÜM İŞTE!


Ben, Van ve Erciş de yüzlerce kişinin enkaz altında kalarak öldükleri depreme Erciş de yakalanarak enkaz altında yaşamını yitiren onlarca öğretmenden biriyim.
Ben, Cumhuriyet çocuğuyum, bu nedenle, Cumhuriyetin kazanımlarından yararlanarak ve Cumhuriyetin ilkelerini benimseyerek okudum ve öğretmen oldum.
Cumhuriyetin kazanımlarını ve ilkelerini benimseyerek, bunların savunuculuğunu yapacak ve Türkiye Cumhuriyetini daha da ileriye götürecek olan genç nesiller yetiştirmek üzere, tüm sıkıntılarına, yokluklarına ve zorluklarına katlanarak, Erciş ilçesinde severek ve isteyerek öğretmenlik yapmaya başladım.
Hayatın cilvesi işte, her şey iyi ve yolunda giderken, tabii bir afet olan depremin, Van ve Erciş'i vurması üzerine, yıkılan bir binanın enkazı altında kalarak, hayata veda ettim.
Beni bu fani dünyadan uzaklaştıran depremden üç beş gün sonra, 29.Ekim.2011 de, Cumhuriyetimizin 88. kuruluş yıl dönümü kutlanacaktı. Tek arzum; öğrencilerimle birlikte 29.Ekim Cumhuriyet Bayramını kutlamak ve bu vesileyle, ülkemizde Cumhuriyeti kuran Atamızı ve diğer büyüklerimizi anıp, onlara şükranlarımızı sunmak ve öğrencilerime, Cumhuriyetin ilkelerini ve pozitif kazanımlarını anlatarak, onların Cumhuriyetin ilkelerine ve Türkiye Cumhuriyeti Devletimize dört elle sarılmalarına katkı sağlayabilmekti.
İnanın, depremde enkaz altında kalarak bedenen sizlerden ve aile yakınlarımdan ayrılmış olmam, beni hiç üzmedi, tek üzüntüm, 29.Ekim.2011 tarihinde Cumhuriyetimizin 88.kuruluş yıl dönümünü kutlama imkanından mahrum kalmış olmamdı.
Aslında daha yolun başındaydım ve bu vatana ve bölge halkına yapacağım ve yapmak istediğim daha çok güzel şeyler vardı. Ancak, benim için kısmet bu kadarmış.
Ülkemizde, Cumhuriyetin ilkeleri doğrultusunda yetişmiş, insan hak ve özgürlüklerini ve demokrasiyi benimsemiş ve özümsemiş çok sayıda insan ve öğretmenin var olduğunu bildiğim için, deprem yüzünden hayatımı kaybederek, Cumhuriyetimizin 88. kuruluş yıl dönümünü kutlayamamaktan kaynaklanan üzüntüme rağmen, teselli buluyor ve gözüm arkada kalmıyordu.
Canlı bedenim sizlerden ve ülkemden kopmuş olsa da, ruhum sizlerle ve ülkemle birlikte tüm canlılığı ile yaşamaya devam edecek, Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının yadigarı olan, insan hak ve özgürlüklerine dayalı demokratik ve laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin yaşatılması ve daha da ileriye götürülmesi için yapılacak olan icraatları uzaktan izleyerek, teselli bulacaktım.
Biliyordum ki; benim yapamadıklarımı, arkamda bıraktığım arkadaşlarım yapacaklar, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 88.yıl dönümü, tüm ülkede coşkuyla kutlanacak, Cumhuriyetimizi kurarak bize emanet eden Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları, minnetle anılacak, bu coşkulu kutlamalarla, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetinin, her kesimden tüm iç ve dış düşmanlarına korku salınacak ve hak ettikleri cevap verilecekti.
Heyhat!
Bir de ne duyayım; her fırsatta insan hak ve özgürlüklerinden, demokrasiden, Cumhuriyetten dem vuran ve daha özgür bir yeni Anayasa yapma hazırlığında olan Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN, bir genelge yayınlamış ve tüm yurtta, çelenk sunumu ve tebriklerin kabulü dışında, Cumhuriyetimizin 88.kuruluş yıl dönümü olan bu seneki Cumhuriyet Bayramı kutlamaları ve resmi geçit törenlerini iptal etmiş.
Gerekçe olarak da, benim de enkazı altında kalarak hayata veda ettiğim Van depremini göstermiş. Asıl beni üzen husus da, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının iptaline, benim de enkazı altında kalarak bu hayattan göçmeme neden olan Van depreminin gerekçe yapılarak, benim cansız bedenimin, bu gereksiz iptal kararına alet edilmiş olmasıdır.
Oysa ki, benim tek arzum ve vasiyetim, geride bıraktığım arkadaşlarım tarafından, Cumhuriyetin 88. kuruluş yıl dönümü olan 29.Ekim.2011 bugün, Cumhuriyet Bayramının coşkuyla kutlanmasıydı. Şunu da ilave edeyim; Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını iptal ettiniz ama, görüyorum ki, ölenle ölünmüyor ve herkes, olduğu gibi günlük yaşantısına aynen devam ediyor.
Kaldı ki, ülkemiz, tabii afet olsun, PKK terörü olsun çok sık aralıklarla onlarca toplu ölümlere maruz kalıyor, bu koşullarda, Milli Bayramlarımızı iptal etmeye kalktığımızda, hiçbir bayramı kutlama imkanı bulamayacağımız çok açık. Önümüzde, bir de dini Kurban Bayramı var. Kurban Bayramı için Sayın ERDOĞAN ne düşünüyor bilemiyorum.
İşte, en önemli Milli Bayramımız olan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının, hem de, benim de içlerinde bulunduğum Van depreminde ölenler gerekçe gösterilerek iptal edilmesiyle, şimdi ben gerçekten öldüm.
Sizlerin, kutlanması yasaklanan, ancak hepinizin gönüllerinizde yürekten kutladığınızdan emin bulunduğum 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızı kutluyorum.
Hoşça kalın.

Güner Yiğitbaşı

29.Ekim.2011
Güner YİĞİTBAŞI

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget