Şubat 2022
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Barış
Beş harf ve iki heceden oluşan,

Bazılarımızın nüfus kağıtlarının isim bölümünde yer alan,

Soyut ve anlamsız bir kelime değildir,

Anlam yüklü, iyiliğin, mutluluğun ve insanlığın,

Temel taşıdır,

Barış.

Yaşandıkça varlığı fark edilemese de,

Kaybedildiğinde varlığı ve değeri anlaşılandır,

Barış.

Güçlünün, gücünü kontrol edebilmesi,

Gücünü güçsüzü ezmekte kullanmak yerine,

Güçsüzlerle paylaşabilmesidir,

Barış.

Omuz omuza verebilmektir,

Kucaklaşabilmektir,

El ele tutuşabilmektir,

Düşene ellerini uzatarak,

Onu yerden kaldırabilmek,

Ve bundan mutluk duyabilmektir,

Barış.

Bir lokma ekmeği,

Mutluluğu,

Sevgiyi,

Üzüntüleri, paylaşabilmektir,

Barış.

Huzur içinde uyuyabilmek,

Güne sağlıklı uyanabilmektir,

Barış.

Nefes alıp verebilmek, 

Huzurlu yaşamaktır,

Yarınından emin olmak,

Umutlarını sürekli canlı tutabilmektir,

Sevmek ve sevilmektir,

Barış.

Tüm doğanın ve canlıların  korunması,

Denizlerin ve gökyüzünün mavi rengini,

Akarsuların berraklığını,

Ovaların yeşilini,

Çiçeklerin renk ve  güzel kokularını,

Ağaçların dal ve yapraklarını,

Tüm doğallıklarıyla koruyabilmesidir,

Barış.

Anaların, babaların ve çocukların,

Göz yaşı dökmemeleridir,

Barış.

Bebeklerin anasız kalmamaları,

Beşiklerinde huzur içinde uyuyabilmeleridir,

Çocukların aç kalmamaları,

Sokağa çıkıp özgürce oynayabilmeleri,

Çocukluklarını yaşayabilmeleridir,

Barış.

Anaların bebeklerini emzirebilmeleri,

Onları büyüterek, yetiştiklerini görebilmeleridir,

Barış.

Sevgililerin, ele tutuşarak kırlarda koşabilmeleri,

Kucaklaşabilmeleri,

Sevgilerini huzur ve mutluluk içinde yaşayabilmeleridir,

Barış.

İnsanlıktır,

İnsanlara saygıdır,

İnsanca; huzur, mutluluk ve güven içinde birlikte yaşayabilmektir,

Umutların, ihsanların ve insanlığın ölmediğinin göstergesidir,

Çelikten kuşların, savaş uçaklarının değil,

Kuşların gökyüzünde süzülerek ve özgürce uçabilmeleridir,

Barış.


Güner YİĞİTBAŞI

Uluslararası hukuk var (mı)?
Rus lideri PUTİN'in; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ülkesi iken Sovyetlerin dağılması üzerine bağımsızlığa kavuşan komşu devletlerin ABD ve batı tarafından ayartılarak birer birer Nato şemsiyesi altına alınarak, ABD ve Nato'nun doğuya doğru yayılması, son olarak da Ukrayna'nın Nato üyesi yapılmak istenmesi üzerine, ülkesinin güvenliğini gerekçe yaparak, bağımsız bir devlet olan Ukrayna'yı işgal girişimi üzerine, Rusya karşıtı tüm ülkeler, uluslararası hukuk diye bir hukuk olduğunu hatırlayarak,  hep bir ağızdan,  PUTİN'in işgal girişiminin Uluslararası hukuka aykırı ve bu işgalin kabul edilemez olduğunu haykırmaya başladılar. 

Uluslararası hukuk diye bir hukuk var mıdır? Gerçekten. 

Bize soracak olursanız, hukukçu olmamıza rağmen,  maalesef Uluslararası hukuk diye bir hukuk yoktur demek zorundayız. 

Hukuktan bahsedebilmek için, konulan hukuk kurallarının uygulanmasının güvence altına alınması, yürürlükteki hukuk kurallarına uyulmamasının bir yaptırımının bulunması gerekir. 

Kurallarının ihlal edilmesi ve hiç  uygulanmaması halinde, bu kuralları ihlal eden ve hiç uygulamayan güçlü ülkelere de,  eşit ve objektif bir şekilde yaptırım uygulanamaması, güçlü devletlerin her türlü zorbalıklarının yanlarında kar kalması nedeniyle, uluslararası hukuk diye bir hukukun varlığından bahsedilemez. 

Uluslararası Birleşmiş Milletler Teşkilatının dahi,  Uluslararası hukuku uygulatma ve etkin kılma gibi bir işlevi maalesef yoktur. Bu teşkilatın en önemli karar organı olan Güvenlik Konseyinin yapısındaki beş daimi üye uygulaması dahi,  konunun önemini ortaya koymaktadır. 

Uluslararası hukuk olsaydı, hangi haklı nedene bağlı olursa olsun, PUTİN elini kolunu sallayarak Ukrayna'yı işgal edebilir miydi?

Eski Sovyetler döneminde, Macaristan ve Çekoslovakya’ya, Sovyet tankları girebilir miydi?

Libya, Irak, Suriye parçalanabilir miydi?

Ve Dünyada  daha nice haksızlıklar , acılar yaşanabilir miydi?

Bu nedenle, ülke olarak mağdur edilmemek ve ezilmemek için, Uluslararası hukukuna güvenmeyeceğiz, ona bel bağlamayacağız, güçlü ülke olacağız, ekonomik bağımsızlığımızı kaybetmeyeceğiz, güçlü bir ordumuz olacak, kışlaya siyaseti sokmayacağız. 

Peki bunu nasıl başaracağız?

Aklımızı kullanacağız, okul öncesi küçücük çocuklarımızın hafız yetiştirilmeleri, kindar ve dindar gençlik yetiştirmek için çaba sarf eden bilim ve laiklik düşmanı siyasi iktidara sandıkta dur diyeceğiz, bilimi ve fenni önceleyeceğiz, cumhuriyetin kuruluş değerlerini, milli birlik ve beraberliğimizi koruyacağız. Ülkesini ve milletini seven ve onların menfaatlerini ön planda tutan iktidarları iş başına getireceğiz. 

Aksi halde, bizim de bir Ukrayna namzeti olacağımız unutulmamalıdır. 

Güner Yiğitbaşı

25/02/2022

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

İki Ucu Boklu Değnek
Ukrayna, Nato (ABD) ve Rusya üçlüsü arasında baş gösteren Ukrayna muhtemel savaş krizinin tam ortasında kaldık,  Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak. 

Coğrafi konumumuz itibariyle, olası bir savaşta,  taraf olalım veya olmayalım,  iktisaden ve siyaseten en büyük zararı görecek olan ülke Türkiye olacaktır. 

Türkiye Cumhuriyeti olarak iki ucu boklu bir değnek elimizde bulunmaktadır. 

Ülke olarak yapmamız gereken,  bu iki ucu boklu sopadan en az zarar görerek çıkmanın yollarını aramak, meseleye;  duygusal, şahsi siyasi çıkarlar için değil,  serinkanlı bir şekilde, akılcı ve ülke yararını ön planda tutarak yaklaşmalıyız. 

Hele, hele Suriye konusunda olduğu gibi, ABD'nin dolduruşuna gelerek, yanlış ata oynayarak, başka ülkelerin içişlerine karışarak meseleye balıklama dalmamalıyız. 

Halk Tv de bir programa katılan emekli bir general; Rusya'dan da, Ukrayna'dan da vazgeçmemiz mümkün değildir demiş. Bu beyan ne anlama geliyor? Tarafsız kalalım demek istiyor. 

Mümkünse,  en doğru karar,  tarafsız kalmaktır. 

Ukrayna, şu anda bir Nato üyesi olmadığı için Nato'nun koruma şemsiyesi altında değildir. Bu nedenle, ABD ve İngiltere’nin bu krizi Nato şemsiyesi altında aşma, Rusya ile  Nato olarak savaşma kararı almaları halinde,  ülke olarak Nato'dan kaynaklı bağlayıcı bir sorumluluğumuz olamayacağı için, muhtemel bir savaşta ABD'nin yanında yer almak mecburiyetimiz bulunmamaktadır. 

ERDOĞAN'ın; Putin'in, Ukrayna’nın doğusundaki ayrılıkçı Donbas bölgesindeki iki şehir devletini tanımış olmasını,  kabul edilemez diyerek eleştirmiş ve kınamış olması bile, bize göre gereksiz bir açıklama olup. ülkemiz yararına değildir. 

Bu krizi;  ister Ukrayna ve Rusya, isterseniz ABD ve Rusya krizi olarak değerlendiriniz, şayet eninde sonunda bir tarafı tutmak zorunlu hale gelirse, örneğin, bu krizin bir sıcak çatışmaya savaşa dönüşmesi halinde,  ABD'nin ülkemizi bu savaşa dahil etme talebi söz konusu olduğunda,  kesinlikle bu talebe olumlu bakılmamalıdır, demem o ki; tarafsız kalmak istememize rağmen, bu mümkün olmadığı takdirde, kesinlikle Putin ve Rusya'yı kışkırtacak ve kızdıracak eylem ve söylemlerden kaçınmalıyız. 

ERDOĞAN; Kaddafi’nin devrilmesi ve Libya'nın parçalanmasında da,  önce Nato'nun Libya’da ne işi var demiş ve sonra Libya'nın parçalanmasında ABD ve batıya destek olmuştur. 

Umarız, şimdi Ukrayna krizinde de aynı hatayı tekrarlamaz. 

Nato, saldırı ve genişleme değil, üyeleriyle sınırlı  bir savunma örgütü olup, Ukrayna Nato üyesi de değildir. 

Rusya,  komşumuzdur, iktisaden; turizmden elde ettiğimiz dövizin temininde, ısınma ve sanayide, enerji üretiminde kullandığımız doğalgazın temininde, tarımı ihmal ettiğimiz için açık veren ve ithal etmek zorunda kaldığımız buğday ve ayçiçeğinin temininde, nükleer enerji ve endüstri tesislerinin inşasında, en başta narenciye ürünleri olmak üzere, bazı tarım ürünlerimizin ihracında pazar olarak,  tepeden tırnağa boğazımıza kadar Rusya'ya bağımlıyız. 

Rusya; Suriye batağında şimdilik ülkemize destek çıkan, (İdlipte 34 askerlerimizi şehit etmiş olsalar da)en azından köstek olmayan,  dostane tavrını sürdüren bir komşumuzdur. 

Ukrayna ile de ülke olarak yakın ilişkilerimiz olabilir, ancak,  Ukrayna ve Rusya arasında,  ABD ve AB ülkelerinin kaşımalarıyla baş gösteren krizde,  Rusya'nın;  ülkesinin güvenliği açısından haklı olduğu yadsınamaz. 

Kaldı ki; bu kriz bize göre,  eskiden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Devlet çatısı altında devletler olan Rusya ve  Ukrayna arasında baş gösteren bir aile kavgası olarak değerlendirilmeli ve Ukrayna’nın Notoya girmesinin,  bizim için  zorunlu olduğu ve bunun ilişkilerimize daha büyük katkılar sunacağı da düşünülmemelidir.  

ABD; Suriye’deki Kürt oluşumuna cephane, silah ve askeri eğitim olarak destek vererek, ülkemize düşmanca tavrını sürdüren,  bir sözde dosttur. 

Ulusal çıkarımız; krizin iç politikaya malzeme edilmemesini, öncelikle krizin taraflarına karşı tarafsız kalmamızı, mümkün olmadığında ABD'nin muhtemel baskılarına karşı koyarak,  Rusya'nın yanında tavır koymamızı zorunlu kılmaktadır.  

Güner Yiğitbaşı

24/02/2022

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Hukukumuzda Gizli Tanık Diye Adlandırılan Bir Tanık Tipi Yoktur
Son senelerde ülkemizde gizli tanık kavramının kamuoyunda çok tartışılması ve bu kavramın adil yargılanma hakkıyla doğrudan ilgisinin bulunması, Anayasa Mahkemesinin kararlarını dahi tartışılır kılması nedeniyle,  ceza yargılamasında tanık delilinin ne anlama geldiğini, delil olarak önem ve niteliğini yazma gereğini duymuş bulunuyoruz. 

Tanık delili; ceza yargılamasında,  eskiden olduğu gibi, günümüzün çağdaş ceza ve ceza usul hukukunda da, hala vazgeçilemez önemini muhafaza etmektedir. 

Tanık nedir, kimlere tanık deriz ve tanık sıfatıyla kimlerin ifadesine başvururuz?

Tanık; gördüğünü ve bildiğini anlatan. bilgi veren kişidir, kelime anlamı itibariyle. 

Ceza Muhakemesi Kanununda yer alan tanığa yaptırılacak yemin metnini düzenleyen 55.  maddede de, ”"Bildiğimi dosdoğru söyleyeceğime namusum ve vicdanım üzerine yemin ederim. " yazılıdır. 

Bu yemin metninden de anlaşılacağı üzere; tanık ceza yargılamasına konu somut eylemle ilgili olarak bilgi sahibi olan kişidir. Suçtan mağdur olan,  kendisine yönelik suç teşkil eden eylemin muhatabı kişi de,  mağdur tanık sayılır.  

Burada dikkat edilmesi gereken husus; bu bilgi,  doğrudan görgüye ve görgüyle birlikte,  eş zamanlı doğrudan duyuma dayalı olmalıdır. 

Dedikodulara, eylemden sonra,  başkalarının söylemlerine dayalı olarak dolaylı  duyulanlardan elde edilen bilgiler, tanığa sorulmamalı ve tanık beyanı olarak delil kabul edilmemelidir.   

Ceza Yargılamasında;  gizli tanıklık kurumu ve gizli tanık yoktur. 

Ceza yargılamasında; tanık olarak dinlenecek kişilerin kimliklerinin ortaya çıkması, kendileri veya yakınları açısından ağır bir tehlike oluşturacaksa;  dinlenen tanıkların kimliklerinin saklı tutulması için, adalete zarar vermeyecek gerekli önlemlerin alınması ve tanıkların korunması kurumu vardır. 

Nitekim CMK nın 58. maddesinin 2. fıkrasında; yer alan; “Tanık olarak dinlenecek kişilerin kimliklerinin ortaya çıkması kendileri veya yakınları açısından ağır bir tehlike oluşturacaksa;  kimliklerinin saklı tutulması için gerekli önlemler alınır.  “ hükmü ile

4. fıkrasında yer alan; ”Tanıklık görevinin yapılmasından sonra,  kişinin kimliğinin saklı tutulması veya güvenliğinin sağlanması hususunda alınacak önlemler,  ilgili kanunda düzenlenir.  “ hükmü bizim bu görüşümüzü doğrulamaktadır. 

Ceza Yargılamasında sadece tanık vardır, gizli tanık adı altında, bin bir vaatlerle, menfaat sağlanarak,  sonradan yaratılan, kumpas davalarda kullanılan, ceza adaletini saptıran, düzmece ve sunni yalancı tanıklık kurumu yoktur. Tanıklık yapanların korunması söz konusudur. 

CMK nın 58. maddesinin 4. fıkrasına istinaden tanıklık yapanların korunması için alınacak tedbirleri düzenleyen 5726 sayılı Tanık Koruma Kanunu, konuyu saptırmış amacını aşan hükümlerle,  tanıklık kurumunu güvenilmez kılmış ve adeta gizli tanık yaratmıştır. 

Eylemden çok sonra ortaya çıkan ve tanıklık yapacağını söyleyen veya adaleti saptırmak için tanık yaratma çabasına düşen resmi görevlilerin vaad ve garantileriyle elde edilen,  duruşmaya dahi gelmeden, çapraz sorguya tabi tutularak,  reaksiyonlarından ve davranışlarından verdikleri beyanlarının güvenilir olup olmadığı konusunda bir kanaat edinme imkânından yoksun kalınan kişiler,  ceza yargılamasında meşru tanık olarak kabul edilemezler ve bunların güvenden yoksun beyanlarına dayalı olarak mahkumiyet kararı kurulamaz, bunların beyanları tanık delil olarak asla kabul edilemez ve edilmemelidir de. 

Tanık; tanıklık yaptıktan sonra korunur ve gizlenir. Önceden gizlenerek bilgisine başvurulana tanık denemez.  

Bırakınız gizli tanık diye ortaya sürülen çoğu zorlama ve düzmece yalancı tanıkları; açıkça beyanda bulunan normal tanıkların beyanları dahi; ceza yargılamasında kesin delil olarak kabul edilemez, çiğ süt emmiş, yaptığı yemine rağmen,  şu veya bu sebeple yalan söylemeye meyilli insan unsuruna dayalı tanık beyanları, parmak izi, DNA verileri, balistik inceleme raporları, kan örnekleri gibi kesin delil niteliğindeki delillerden farklı olarak,  sadece takdiri delil vasfında olup, yargıç;  diğer delillerle birlikte,  tanık beyanlarını da vicdani kanaatine göre değerlendirerek bir hükme varmalıdır. 

Sonuç olarak söylemek gerekirse; bizim ceza yargılama hukukumuzda gizli tanıklık yoktur. Var olan şey; örgütlü suçlarla sınırlı olarak,  adalete ve maddi hakikate ulaşmaya zarar vermeden, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal etmeden,  ölçülü ve sınırlı tedbirlerle, tanıklık yapanların, sadece  korunma altına alınmasıdır. 

Ülkemizin adalet geçmişinin çöplüğü; gizli tanıkların gerçek dışı beyanlarıyla oluşturulan ve kurulan kumpas davalarının ve mahkumiyet hükümlerinin buruşturularak atıldığı dosyalarla dolup taşmıştır. 

Nedir bu gayretiniz?

Yaratılan gizli tanıklarla, adil olmayan yargılama ve hukuk dışı delillerle bir masuma ceza vereceğinize, bir masumun ceza almasına yol açacağınıza, şu veya bu sebeple yargılanamayan suçlulardan geçilmeyen, suçlu cenneti olan  ülkemizde, bir başka suçlu da serbest dolaşsa ne olur sanki?

Güner Yiğitbaşı

21/02/2022

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Menederes’le ilgili bir söz ve anımsattığı anılar
19 Şubat 2022 günü Ostim metro durağına gitmek üzere, evimin yakınındaki duraktan ring otobüsüne bindim. Yanıma, Şereflikoçhisar’ın Acı Kuyu köyünden olduğunu öğrendiğim, Sanayi Bakanlığından emekli olduğunu anlatan ve adının Turgay Ekinci olduğunu söyleyen yeni emekli biri oturdu.
Benim bir huyum var, yan yana geldiği, birlikte oturmaya başladığım kimseleri elimden geldiğince onunla konuşmaya gayret eder, onu konuşturmaya çalışırım.
Ben de Kaman Yelek köyündenim, bizim köyün yamaçlarından dağından Hirfanlı Baraj gölü karşısındaki Şereflikoçhisar köyleri Acı Kuyu dahil görünürler. Ona, “benim köyümden sizin köyler dağlar apaçık görünür” dedim ve aramızda samimi bir hava oluşmaya başladı. Turgay Ekinci, Kaman ve köylerinden pek çok kimselerin adlarını saydı “tanır mısın”, dedi. Anlatmaya başladı:
Sizin köylerden Toklümen’den(1) öteki köylerden kağnılarla, eşeklerle üzüm, armut, fasulye satmaya gelirlerdi. Sabaha pahalı sattıklarını akşamleyin azaldıkça yarı fiyatına satarlardı; çünkü o sebzeler, meyveler eşeklerde kağnılarda sallanı sallanı ezilmeye başlar, onun için akşama doğru üçe beşe bakmazlar yok pahasına satıp giderlerdi”.
(1950 li yıllarda ben de küçüklüğümde rahmetli babamla o taraftaki köylere kağnı ile armut satmaya gitmiştik, misafir olduğumuz evde gece yatarken kağnıdaki armutların yarısını çalmışlardı)
Ona sordum kaç yaşındasın, kaç doğumlusun? O da “1956 doğumluyum” dedi. Ona tam da Menderes zamanında doğmuşsun dedim. Menderes Köy enstitülerini kapattı, Kırşehir’imizi vilayetken kaza yaptı, dedim. Ben Menderes deyince Turgay Ekinci, Menderes’le ilgili şunları anlattı:
Menderes Londra’da geçirdiği uçak kazasında kurtulmuştu”.(2) “Menderes İstanbul’a geldiğinde yüzbinlerce kişi karşılamış, karşılamada benim tanıdığım bir arkadaş Menderes’in sağ kurtulduğuna sevinerek 10 yaşlarında erkek çocuğunu yanına almış Menderes’in önüne çıkmış. Ona demiş ki, “sayın başbakanım, uçak kazasından kurtulduğunuz için, şükür adağı olarak Allah için bu oğlumu sizin adınıza kurban etmek istiyorum” demiş elinde bıçak oğlunu Menderes adına kurban kesmek istemiş. Tabi bunu göreneler dehşet içinde kalmışlar, hemen adamın elinden bıçağı alıp çocuğu kesmesine mâni olmuşlar. İşin daha garibi, Menderes Yassıada’da idam edilirken, onun altındaki idam sehpasını çeken cellat, bu onun için çocuğunu kesmek isteyen adamdı. Görüyon ya nerden nereye”.
Menederes’le ilgili bir söz ve anımsattığı anılar
Aman Tanrım, bu dehşetli garip anıyı hiç duymamıştım, diye düşündüm. Eve gelince, tarih boyunca böylesine hazin, dehşetli olaylar, savaşlar, kişiler hakkında nice akıl dışı öyküler ve efsaneler anlatılır, anlatıldığını düşündüm.
Biz bunu tarihin sayfalarına bırakıp, 1950-1960 yılları arasında on yıl Türkiye yönetiminde iktidarda kalan Adnan Menderes’in, kaynaklara dayanarak onun Türk demokrasisine verdiği baskıcı yönetimini, hele Atatürk’ün Laik T.C. ne verdiği arızaları, irticaya nasıl yeşil ışık yatığını sayın Turan Akıncı’nın araştırma derlemesine bakarak anımsamaya çalışalım. Bilindiği gibi, 1960’dan, Menderes devrinin bir darbe ile bitiminden sonra gelen ve aynı irtica çizgisini sürdürmek isteyen iktidar mensupları, Menderes’i bu olumsuz yanlarını göz ardı edip onu kendilerine adeta rehber edinmişler, böylece Türk demokrasisine zarar vererek tek adam yönetimine kadar getirmişlerdi.
Görüyorsunuz otobüste bir sohbet bizi nerelere götürdü. 

Demokrat parti dönemi

Menederes’le ilgili bir söz ve anımsattığı anılar
Bugün “dinci kinci” iktidarı görünce, Adnan Menderes dönemi daha iyi anlaşılıyor. Sayın Turan Akıncı, Menderes dönemine ilişkin bir araştırma derleme yapmış, bu derlemesinin başına, ibret alınması ve unutulmaması için “bu belgeyi kütüphanenizin kapısına asın. Günde bir defa mutlaka okuyun” notunu da düşmüş. Gerçekten bu derlemede maddeler halinde sıralandığı gibi anımsanması ve unutulmaması gerekenler düşünülürse, Türkiye’de Menderes yönetiminde irticanın temellerinin atıldığı irticaya yeşil ışık yakıldığı görülür. Bu doğrultuda Menderes yönetiminin demokrasiyi, laikliği yıkan uygulamaları şöyledir:
3 Aralık 1950- Arap harfleriyle eğitim yapan dershanelere izin verildi.
8 Ağustos 1951- Hükümet, Halk Evleri’ne el koydu.
9 Ekim 1951- Devlet iç borçları 2 milyar 565 milyon liraya yükseldi.
4 Kasım 1951- İlkokulların ders programlarına din dersi konuldu.
5 Haziran 1952- Lozan Antlaşmasına göre Fener Rum Patrikhanesi’nin başındaki kişinin Türk vatandaşı olması gerekir. Bu ilke ilk kez ABD’den uçakla gönderilen Athenagoras’ın Türkiye’ye sokulması ile ihlal edildi. Başbakan Menderes Athenagoras’ı ziyaret etti.
8 Ekim 1952- Balıkesir’e giden CHP lideri İnönü’yü Vali kent dışında karşılayarak, kente girmemesini, girerse olaylar çıkabileceğini ve kendisinin sorumluluk almayacağını belirtti. İnönü gezisinden vazgeçti.
24 Aralık 1952 – Anayasada bulunan Türkçe kelimler yerine Osmanlıca kelimeler kullandı. Bakanlık yerine Vekâlet kullanılmaya başlandı. Genelkurmay Başkanlığı’nın adı “Erkan-ı Harbiye-yi Umumi Reisliği” şeklinde değiştirildi).
21 Ocak 1953- Petrollerimizin işletilmesiyle ilgili ilk anlaşma bir ABD şirketiyle yapıldı.
21 Temmuz 1953- Profesörlerin politika ile uğraşmalarını yasaklayan kanun kabul edildi.
27 Ocak 1954- Köy Enstitüleri kapatıldı.
7 Mart 1954- Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan ve Max Ball adlı bir yabancının hazırladığı Petrol Yasası Meclis’te kabul edildi.
8 Mart 1954- Basını sıkı kontrol altına alan ve basın suçlarına yönelik cezaları yükselten Basın Kanunu kabul edildi. Hakaret suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği reddedildi.
2 Mayıs 1954- GENEL SEÇİMLER YAPILDI.
Oyların %57,6’sını alan Demokrat Parti 503 sandalye kazanırken, %35,4 oy alan CHP sadece 31 milletvekili çıkarabildi.
++
30 Mayıs 1954- Osman Bölükbaşı’nı seçen Kırşehir, ceza olarak il olmaktan çıkarılıp ilçe yapıldı.
14 Haziran 1954- Seçimlerde CHP’ye oy veren Malatya ceza amacıyla bölünerek Adıyaman ili kuruldu.
21 Haziran 1954- Demokrat Parti kendi kadrolarını kurmak için devlette tasfiyeye yöneldi.
7 Ağustos 1954- Millet gazetesi sahibi Fuat Arna, Adnan Menderes’e hakaret ettiği için tutuklandı.
18 Ağustos 1954- Millet gazetesi yazarı Nurettin Ardıçoğlu ile yazı işleri müdürü Hüsnü Söylemezoğlu gazetede çıkan bir yazıdan dolayı 7’şer ay hapis cezasına çarptırıldılar.
23 Eylül 1954- Hüseyin Cahit Yalçın, Cemal Sağlam, İbrahim Cüceoğlu hapis cezası aldılar.
1 Aralık 1954- Hüseyin Cahit Yalçın, Hükümetin hakaret ettiği gerekçesiyle. 26 ay hapse mahkûm edildi ve 79 yaşında hapse girdi.
8 Nisan 1955 – Döviz bulunamadığı için kahve ithalatı yapılamadı. İstanbul’da hane başına 100 gram kahve dağıtımına başlandı. Kahve alanlar, muhtarların hazırladığı listeleri imzaladı.
20 Mayıs 1955- Akis dergisi yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek tutuklandı.
23 Haziran 1955- Hükümete muhalif Akis Dergisi’nin yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek “Hükümetin nüfuzunu kıracak neşriyat yapması ve bu suçu işlemekte devam etmesi ihtimalinin bulunması” gerekçesiyle 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
20 Temmuz 1955- Polis CHP Isparta İl Kongresini dağıttı. Kasım Gülek kürsüden indirildi.
5 Ağustos 1955- Karadeniz gezisine çıkmış olan CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Sinop’ta tutuklanarak İstanbul’a getirildi ve bir gün hapiste kaldı.
5 Eylül 1955- Ekspres Gazetesi’nde Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı haberi yayınlandı.
6 Eylül 1955- Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi üzerine, çok önceden planlanan gösteriler, kısa zamanda Rum vatandaşların işyeri ve evlerine yönelik yağmaya dönüştü.
7 Eylül 1955- Hükümet bu olayları muhaliflerinin üzerine yıkmak, onlardan da kurtulmak amacıyla “olayları komünistler tezgâhladı” söylemiyle idam talebiyle yargılanması öngörülen bu kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Can Boratav, Asım Besirci, Hasan İzzettin Dinamo da bulunuyordu.
16 Eylül 1955- Sabah Postası gazetesi kapatıldı yazı işleri müdürü Orhan Rahmi Gökçe tutuklandı.
19 Eylül 1955- Muhalif yayınlarından dolayı Ankara’da Ulus Gazetesi süresiz kapatıldı.
15 Ekim 1955 – ISPAT HAKKI KALDIRILDI. Siyasiler hakkında bir iddia ileri sürenler hakaret suçuyla yargılanıp mahkûm olmaktaydılar. Yargılanan kişinin ispat hakkı kaldırıldı.
8 Şubat 1956- Ekonomik sıkıntılar nedeniyle gazetelerin sayfaları 6’ya indirildi.
2 Mart 1956 -Cumhurbaşkanına hakaretten gazeteci Şinasi Nahit Berker 1 yıl hapse mahkûm oldu
8 Nisan 1956- Başbakan Adnan Menderes, muhalefeti, “SİYASİ SAPIKLIK, SAHTE İHTİLALCİLİK, İNKÂRCILIK, ADİ VE ALÇAK İFTİRACILIK, SAHTE HÜRRİYETÇİLİK VE TEDHİŞÇİLİK”LE SUÇLADI.
31 Mayıs 1956- CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “adım adım mutlakıyete gidiyoruz” dedi.
14 Haziran 1956- CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, TBMM’nin manevi şahsına hakaret ettiği gerekçesiyle 1 yıl hapse ve 4 ay Bursa’da ikamete mahkûm oldu.
13 Ağustos 1956- Bakanlar Kurulunca ortaokullarda din dersi okutulmasına karar verildi.
28 Eylül 1956- PARASIZLIKTAN MALİYE, İSTANBUL’DA HAZİNEYE AİT 10 BİN ARSA VE 500 BİNAYI SATIŞA ÇIKARDI.
11 Mayıs 1957- Gazeteci Nusret Safa Coşkun ve Rıfat Ekinci birer yıl hapse mahkûm oldular.
19 Mayıs 1957- Kayseri’de halka yaptığı açıklamada Menderes, DP’nin iktidarda olduğu yedi yıl içinde 15.000 YENİ CAMİ İNŞA ETTİK dedi.
2 Temmuz 1957- CMP Genel Başkanı ve Kırşehir Milletvekili Osman Bölükbaşı tutuklandı.
6 Temmuz 1957- Hükümet, İstanbul Gazeteciler Sendikası’nı bir süre için kapattı.
20 Ekim 1957 – Adnan Menderes Adana’da yaptığı seçim konuşmasında “İSTANBUL’U İKİNCİ BİR MEKKE, EYÜP SULTAN CAMİİNİ DE İKİNCİ BİR KÂBE YAPACAĞIZ” dedi.
27 Ekim 1957- GENEL SEÇİMLER YAPILDI.
Oyların %47,9’unu alan DP 424, %41,1’ini alan CHP: 178. Toplam 610 milletvekili seçildi.
27 Ekim 1957- Seçim sonuçları tartışmalara neden olmuş. En vahim olaylar Gaziantep’te yaşanmış, seçimi ilkönce CHP’nin kazandığı ilan edilmiş, sonra bu karar değiştirilmiştir. Bu olayın yarattığı tepkiler üzerine kentin üstünde askeri uçaklar uçuruldu.
29 Ekim 1957- Seçim günü Mersin’de bir CHP’linin öldürülmesi olayına yayın yasağı konuldu.
1 Kasım 1957- Yeni meclisin toplanacağı bugün halkın tepkisinden çekinen iktidar başta meclisin çevresini tanklarla çevirmek dâhil kentin tüm önemli noktalarına askerî birlikler yerleştirdi.
10 Mart 1958- Demokrat Parti örgütlerinin ramazan ayı boyunca camilerde düzenlediği mevlitlerin propaganda amacıyla devlet radyosundan naklen yayını uygulaması başlatıldı.
30 Nisan 1958- Et sıkıntısını gidermek için Yeni Zelanda’dan koyun eti dışalımı yapıldı.
19 Temmuz 1958- Nükleer silah taşıyan ABD uçakları İncirlik üssüne indi.
2 Ağustos 1958- IMF önerisiyle, Cumhuriyet tarihinin en yüksek orandaki devalüasyonu yapıldı. 1 dolar 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarıldı. Devalüasyon oranı yüzde 221 oldu.
4 Ağustos 1958- IMF’den ilk borç alındı. IMF Türkiye’ye 250 milyon dolar kredi verdi.
6 Eylül 1958- Başbakan Adnan Menderes, “idam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya…” diyerek muhalefeti tehdit etti.
7 Eylül 1958- CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “sehpalar kurulursa nasıl işleyeceğini kimse bilemez” diyerek başbakana cevap verdi.
21 Eylül 1958- Başbakan Menderes, CHP’nin parti olmadığını, İsmet İnönü’nün siyaseti bırakması gerektiğini, basının istediğini yazamayacağını söyledi
22 Eylül 1958- İnönü, “Demokrasiye paydos demeye Demokrat Parti genel başkanının gücü yetmeyecektir” şeklinde cevap verdi.
12 Ekim 1958- Başbakan Adnan Menderes yurttaşlara muhalefetin kin ve husumet cephesine karşı bir “Vatan Cephesi” kurmaları çağrısında bulundu. Vatan Cephesine katılanların ismi saatlerce radyolarda okunurdu.
19 Ekim 1958- Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılandı.  Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için talimat vermiş ve kâğıt tahsisi yaptı.
30 Kasım 1958- DP hükümeti Adalet Bakanı Esat Budakoğlu açıkladı. İlk sekiz yıllık hükümet dönemi içerisinde 811 gazeteciye toplam 57 yıl hapis cezası verilmiş olduğunu açıkladı.
20 Şubat 1959- Uçak kazasından kurtulmuş olması nedeniyle taraftarları arasında adeta EVLİYA MERTEBSİNDE kabul edilen Menderes Eyüp Sultan’a gitti, yanında büyük bir kalabalıkla türbede dua etti, dağıtılmak üzere resimler çektirdi.
2 Mart 1959- Müsteşarı Ahmet Salih Korur, Eyüp Sultan Cami’sinin avlusunda büyük bir iftar yemeği verdi.
30 Nisan 1959- İsmet İnönü’nün Uşak gezisinde olaylar çıktı. İnönü’nün Kurtuluş Savaşı’nda karargâh olarak kullandığı evi ziyaret etmesi, Uşak Valisi tarafından önlenmek istendi. Valinin bu yasadışı buyruğunu kabul etmeyen Emniyet Müdürü ve Jandarma Komutanı aynı gün görevden alındılar. Polis, halkı dağıtmak için göz yaşartıcı bomba kullandı.
7 Kasım 1959- CMP lideri Osman Bölükbaşı 10 ay hapse mahkûm oldu.
23 Ekim 1960- Demokrat Parti iktidarında okuma yazma bilenler yüzde 41’den yüzde 39’a düştü.
5 Ocak 1960- Mersin’e gitmekte olan Menderes’in önüne Tarsus’ta elinde kasap bıçağı olan Ali Bayat adlı bir şahıs çıktı ve bacaklarının arasına sıkıştırmış olduğu beş yaşındaki çocuğu göstererek “uçak kazasından kurtulduğunuz için oğlumu size kurban edeceğim” dedi, son anda engellendi.
5 Ocak 1960- Said-i Nursi’nin doğu illeri valilerine yazdığı bir mektubu gazeteler yazdı. Şark bölgesinde komünistliği 60 bin Nursî sayesinde önlemekteyim. Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanları Demokrat Parti cephesinde topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nurlarla komünizmle ve masonlukla savaşacağız.
12 Nisan 1960- DP Grubu yayımladığı bildiri ile CHP’yi silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla, bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçladı.
18 Nisan 1960- CHP’nin orduyla birlikte hareket ettiği ve bir ihtilal peşinde olduğunu düşünen Demokrat Parti, bu iddiaları araştırması için “Tahkikat Komisyonu” kurdu.
27 Nisan 1960- Meclis bünyesinde kurulan 15 üyeli Tahkikat Komisyonuna ek yetkiler veren kanun, uzun ve çetin tartışmalardan sonra kabul edildi.

MENDERES NEDEN İDAM EDİLDİ?
Menderes neden idam edildi?
Adnan Menderes İmralı Adası'nda 17 Eylül 1961'de sağlık muayenesini yapan doktor heyetinden sağlam raporu alındıktan sonra öğlen 13.21'de idam edildi.
Adnan Menderes neyle suçlanmıştı?
1- Örtülü ödenek paralarını zimmetine geçirmek,
2- 6-7 Eylül Olayları'na önceden haberi olduğu halde müdahale etmemek,
3- Kanuna aykırı olarak üniversite basmak ve halka ateş açtırtmak,
4- Bazı muhalefet milletvekillerinin ve muhalefet liderinin seyahat özgürlüğünü kısıtlamak,
5- Devlet radyosunu siyasi çıkarları için kullanmak,
6- Halkı Demokrat İzmir gazetesinin matbaasını tahrip etmeye teşvik etmek
7- Kırşehir'in haksız olarak ilçe yapmak
8- Yargı bağımsızlığının ihlal etmek,
9- Tahkikat Komisyonu'nun kurulup olağanüstü yetkilerle donatmak,
10- CHP'nin mallarına "haksız" yere el koydurmak,
Peki bunlar idam cezası için yeterli mi? Bence hiçbir suçun cezası idam olamaz, idama tamamen karşıyım. Fakat Menderes de idama karşı mıydı? Elbette değil, 1951-1960 yılları arasında Menderes 43 kişinin idam kararına imza attı ve hepsi idam edildi. İdamların en dramatik olanı ise, 14 Nisan 1955'te casusluk suçundan idam edilen Hayati Karaşahin'di. İnfazı, Ankara Samanpazarı'nda halka açık olarak yapıldı. Suçu neydi? Rusya için casusluk yapmak.
Menderes'in başka suçları yok muydu? Aslında Menderes'in suçları mahkemelerde gündeme gelmeyenlerdi. ABD'nin tepkisinden çekinen Gürsel hükümeti aşağıdakileri hiç gündeme getirmedi.
1- 1951 yılında Menderes hükümeti Kore Savaşı'na Amerika için asker gönderdi. Amerikan çıkarları için bine yakın vatan evladı Kore'de yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı.
2- 1952'de NATO'nun isteği üzerine komünizme karşı gayri-nizamı harp yapacak Seferberlik Tetkik Kurulu, daha sonraki adıyla Özel Harp Dairesi kurdu.
3- 1954 yılında Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni verildi.
4- Tek parti döneminde kurulan bazı traktör ve basma fabrikaları Menderes döneminde özelleştirildi veya ekonomik olmadıkları için kapatıldı. Nuri Demirağ tarafından kurulduktan sonra İsmet İnönü tarafından devletleştirme kapsamına alınan uçak ve uçak motoru fabrikaları, Eskişehir tank fabrikası ve Kırıkkale silah fabrikası Menderes döneminde NATO standartlarına uymadıkları gerekçisiyle kapattı.
5- Cezayir kurtuluş savaşı sırasında Fransa'yı destekledi.
6- 1954-1958 yılları arasında 238 gazeteci iktidara karşı yazılar yazmak suçundan mahkûm ettirdi.
7- "Tahkikat Komisyonu"nu kurdu. 15 DP milletvekilinden oluşan komisyon hem suçlama hem de yargılama hakkına sahipti. Komisyon 5 kişiden fazla yan yana yürümeyi bile yasakladı.
8- İsmet İnönü'ye 12 oturum meclisten men cezası verildi
9- Turan Emeksiz hükümete karşı İstanbul Üniversitesi'nde düzenlenen bir protesto mitinginde polisin açtığı ateş sonucu öldü. Hüseyin Onur ise sol bacağı kesilerek kurtarıldı.
10- Hukuk'un üstünlüğünü savunan Yargıtay Başkanı Bedri Köker, Yargıtay Başsavcısı Rifat Alabay, Yargıtay 2. Başkanlarından Haydar Yücekök, Yargıtay Üyeleri Melehat Ruacan, Kâmil Çoşkunoğlu, Faik Uras ve İlhan Dizdaroğlu 'görülen lüzum üzerine emekliye sevk edildiler.
Aslında Menderes hükümeti, ordu darbe yapacak gerekçesiyle daha 6 Haziran 1950'de, Genelkurmay Başkanı Nafiz Gürman olmak üzere bütün üst komuta kademesi dahil olmak üzere 15 general ve 150 albayı resen emekliye sevk etmişti.

Menederes’le ilgili bir söz ve anımsattığı anılar
1950-1960 DP hükümetinin kısa bir değerlendirmesi böyle.
10 yıllık Demokrat Parti (DP) İktidarında, Başbakan Adnan Menderes yönetimi, “komünist” suçlamasıyla yüzlerce nice aydınları gazetecileri hapislere attırdı, süründürdü; ABD ne yaranmak için aydınlara bu zulmü yapıyor, adeta her taşın altında “komünist” arıyordu.
Bu arada Şair Nazım Hikmet, siyasi ideolojik görüşleri yüzünden hapse atılmıştı. Nazım Hikmet, yıllarca hapislerde çürütüldükten sonra 1950 yılında serbest bırakıldığında sağlığı iyiden iyiye kötüleşmişti. Zaten mahpusluğunun son dönemini açlık grevleri yaparak geçirmişti. On yıl hapis yattıktan sonra kamuoyunun yoğun baskısı nedeniyle Nazım Hikmet'i serbest bırakan Demokrat Parti, ondan hâlâ korkuyordu. Kaldığı evinin önünde polis hiç eksik olmuyor, Abdülhamid hafiyesi gibi DP tarafından adım adım takip ediliyordu. Nihayet bir yolunu bulup 20 Haziran 1951'de yurt dışına kaçmak zorunda kalan Nazım Hikmet, 25 Temmuz 1951 tarih 13401 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Demokrat Parti hükümeti tarafından Türkiye vatandaşlığından çıkarıldı. Ama dünyanın her yerinde Nazım Hikmet “Büyük Türk Şairi” diye anılıyordu.    
Ancak kamuoyunun yoğun baskısı nedeniyle Nazım Hikmet'i serbest bırakan Demokrat Parti, ondan hâlâ korkuyordu.
Nazım Hikmet, aradan 58 yıl geçtikten sonra (1963 de ölümünde 46 yıl sonra), yine bir Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye vatandaşı oldu. Bakanlar Kurulu'nun 5 Ocak 2009 tarihli ve Nazım Hikmet'in vatandaşlığının iadesini öngören kararı, Resmî Gazete ‘de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
Nâzım Hikmet'i vatandaşlıktan çıkaran Adnan Menderes hükümeti bu kararı, şairin Resmi Sicil Kaydı'nda yer alan "Mehmet Nazım Ran" adı üzerinden değil de takma adı olan "Nazım Hikmet Ran" adıyla alınmıştı. Nazım Hikmet'e, Mernis sisteminde de "20753206252" numaralı vatandaşlık numarası verildi. Böylece İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin gasp edilen 15. Maddesi de iade edilmiş oldu. UNESCO tarafından 2002 yılı Nazım Hikmet Yılı olarak kabul edildi.

Kore'de ölen bir yedek subayımızın Menderes’e söyledikleri

 Diyet
Kore Savaşına (Menderes, TBMM’den danışmadan yetki almadan ABD ne ve NATO ya yaranma için Kore Savaşı’na 4500 kişilik bir tugay göndermişti) Kore Savaşı’nda şehit olan 800 şehidimiz gibi, bir yedek subayımız da savaşta gözlerini, kollarını, bacaklarını kaybetmiş ağır yaralanıp şehit olmuştu. İşte o şehit olan yedek subayımızın ağzından Nazım Hikmet Başbakan Adnan Menderes’e “Diyet” adlı şiiri ile şöyle sesleniyordu:  

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
   iki hayın,
         ve zeytini yağlı iki gözünüzle
                 bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
                          ve topraklarına çiftliklerinizin
                                     ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
   iki ak,
        vıcık vıcık terli iki elinizle
            okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
                    dövizlerinizi,
                           ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
      iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
              halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
                   Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
            vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
           çığlığımı duymamanız için
                   kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
          kopuk ellerim,
                     kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.     25 Haziran 1959(3)

Cevat Kulaksız

 Cevat Kulaksız.

(1) Toklümen Kızılırmak- Hirfanlı kıyısında bağcılığı ile tanınan Kırşehir merkezine bağlı köy

(2)(Kıbrıs sorunu, Londra antlaşmaları için 17 Şubat 1959 da Londra’ya THY uçağı ile gitmekte olan DP Genel Başkanı Başkan Adnan Menderes’in delegasyonu ile birlikte içinde bulunduğu uçak, Londra Havaalanı yakınlarında düşmüş, 21 yolcudan 6sı yaralı, 14 ü ölü, 7 si kurtulmuştu. Menderes de hafif yaralı olarak kurtulmuştu).

(3)http://huyhuyhuy.blogcu.com/idamlara-karsiyiz-ama-yinede-susluyu-aklamamaliyiz-asmayalim-a/8922293

Tarkan Ve Maymuncuk Etkisi Yapan Geççek Şarkısı
Tarkan; çoğunun sözlerini de kendisinin yazdığı,  özgün besteleriyle ve bunları kendine has danslarıyla icra etmekle ünlenen, ülkemizin mega starı olarak anılan tanınmış ve çok sevilen bir müzisyenidir. 

Bundan önceki şarkıları gibi, iki gün önce klip halinde yayınlanan sözleri ve bestesi kendisine ait olan GEÇÇEK GEÇÇEK-GELDİĞİ GİBİ GİTÇEK sözleriyle hayat bulan son şarkısı da,  Türk kamuoyu tarafından çok beğenilmiş ve iki gün içinde milyonlar tarafından izlenmiş, muhalefetiyle iktidarıyla,  tüm yazılı ve görsel basın bu şarkıya kilitlenerek gündemin başına oturmuştur. 

O kadar ki; iktidar da muhalefet de, iki gündür bu şarkının gölgesinde kalmış ve ülke gündeminde yer bulamamıştır. 

Tarkan’ın şarkısı,  sözleriyle ve bestesiyle gayet güzel. 

Hele sözleri; pandemiyi çağrıştırdığı gibi, ülkemizin içinde bulunduğu politik ortama da cuk diye oturmuştur. Adeta,  her kilide ve her kesimden insanın değişik yorumlarına uyan bir maymuncuk şarkı ile yüz yüze gelmiştir Türk insanı. 

Tarkan, ülkemizin özgürlük ve demokrasi iklimini çok iyi gözlemlediği ve saraydan gelebilecek muhtemel hışm ve tepkiyi hesaba katmış olmalı ki; başına kötü  şeyler gelmemesi için, şarkının sözlerinde çok dikkatli ve diplomatik bir dil kullanmış, sözleriyle her kapıyı açabilen, dinleyenlerin;  istedikleri,  arzuladıkları gibi, kendi düşünceleri doğrultusunda yorumlayabilecekleri,  bir maymuncuk şarkıya imza atmıştır. 

Şarkının;  ülkemizin içinde bulunduğu politik koşullara uyan, artık çoğunluğun umudu ve arzusu olan iş başındaki tek adama dayalı otokratik saray iktidarının,  2023 seçimlerinde, geldikleri gibi yine sandık yoluyla gideceklerinin umudunu ve müjdesini veren sözleri, saraya muhalif olan büyük kesimi memnun ve mutlu etmiş, buna bestesi ve Tarkan'ın güzel klibi de eşlik edince,  şarkı birden hit oluverdi, olağanüstü söz ettirdi kendisinden. 

Halkımız meğer ne kadar dolmuş da haberimiz yokmuş. Bu şarkı, sarayın baskısından ve çözüm bekleyen sorunlardan bunalan halkımızın içinde biriken kötü enerjinin boşalmasına neden olduğu için,  çok sevilmiştir. 

İşte bizim halkımızın en büyük eksikliği olan, her şeyi başkalarından bekleyerek hazıra konmacılığını, kendisi bir şey yapmadığı, söylemediği, yazıp çizmediği, demokratik bir eylem ortaya koyamadığı, kendisini doğrudan ifade edemediği halde, güzel bir şarkı dinlediğinde, yazı ve makale okuduğunda, karikatür gördüğünde, ”ne kadar güzel, hislerime ve duygularıma tercüman oldu” diyerek, kendiliğinden ve doğrudan duygu ve hislerini açığa vurmaktaki, kendisini doğrudan ifade etme konusundaki beceriksizlik ve kayıtsızlığını, vurdumduymazlığını ve de korkaklığını, Tarkan'ın bu şarkısı açıkça ortaya sermiştir. 

Bu şarkı da;  diğerleri gibi, Tarkan’ın güzel şarkılarından biridir, ama insanlarımız;  bu şarkının sözlerinde,  kendilerinin doğrudan ve açıkça dile getiremedikleri, dile getirmekten belki de korktukları,  kendi his ve duygularının ifadesini buldukları,  Tarkan bu şarkısıyla, kendilerini ifade edemeyen sessiz kitlenenin sesi, his ve duygularının tercümanı olduğu için,  olağanüstü sevilmiş ve şarkısı milyonların ilgisini çekmiştir. 

Tarkan, geçecek ve gidecek sözcüklerine, Anadolu’nun şivesini de ekleyerek;  bu sözcükleri,  geççek ve gitçek şeklinde kullanarak,  şarkının sözlerine Anadolu motifi eklemek suretiyle,  şarkının daha samimi ve sevimli hale gelmesini sağlamış, şarkının sevilmesine ve doğallığına ilave bir  katkı sunmuştur. 

Bu şarkı; insanlara umut vermiş, onları uykularından uyandırmış olduğu için faydalı olmuştur. 

Ancak ve korkarız ki; o hiçbir şey yapmayan, kendilerini doğrudan  ifade edemeyen,  hazıra konma alışkanlığından başka hiçbir özelliği bulunmayan, his ve duygularını ifade ederek açıklamak için,  hep birilerinin tercümanlığına ihtiyaç duyan,  geniş ve sessiz  muhalefet kitlesi; bu şarkının kendilerinde yarattığı olumlu  müthiş etkisinden yola çıkarak, yine iktidarı bir kenara bırakıp,  Millet İttifakının bileşenleri olan en başta CHP olmak üzere muhalefet partilerini dillerine dolayarak, bir Tarkan kadar olamadınız,  bizi etkileyemediniz, bizim his ve duygularımıza tercüman olamadınız diye ağır bir şeklide muhalefet partilerini eleştirecekler ve büyük bir haksızlığa neden olacaklardır.  

Güner Yiğitbaşı

20/02/2022

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

“İstikbal Marşı”
Aşağıda Cem Yılmaz’ın yazdığı söylenilen, İstiklal Marşımıza nazire olarak yazılan “İstikbal Marşı” başlıklı, siyasi, ekonomik sıkıntıları da harmanlayan bir şiir internette dolaşıp duruyor. Cem Yılmaz diyor “ben yazmadım”. Bunu yazan da iktidarın “hakaret” bombardımanından korktuğu için toplum olarak mizah, fikir ve ifade özgürlüğü sindirildiği için sahibi ortaya çıkmıyor.  Yazan kişi de “ben yazdım” diyemiyor ortaya çıkmıyor, bu şiir aşağıdaki gibi, bir de siz okuyun ve kendiniz yorumlayın:


“Bakma, dönmez şafak vakti yurttan kaçan o alçak!

Dönmeyip Amerika'da, arlanmaksızın yaşayacak!

O benim milletimin hırsızıdır, yurdu soyacak,

Hortumladıkları benimdir, milletimindir ancak!


Çalma, kurban olayım hepsini ey hırslı çakal!

Gariban halkıma da bir pul bırakacak kadar al!

Olmaz sana götürdüğün paralar sonra helal,

Hakkını vermezsen burdaki ortaklarının behemehal!


Ben ezelden beri aç yaşadım, aç yaşarım!

Hangi hükümet beni kurtaracakmış, şaşarım!

Kurumuş musluk gibiyim ne akar ne taşarım!

Yırtsam da bir tarafımı, hiç görülmez başarım!


Mali krizler, yoluna örmüşse çelikten bir duvar,

Benim ..çeyiz, ..cağız diyen bir hükümetim var!

Bağırsın korkma, nasıl işimize burnunu sokar?

'Avrupa Birliği' denen tek dişi kalmış canavar!


Arkadaş, Meclis'e namusuyla çalışanları uğratma sakın!

İşe aldıracakların, olsun hep sana yakın!

Gelecektir, cezanı vereceği günler Hakkın,

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın!


Yaktığın yerleri 'orman' diyerek geçme, tanı!

Çalışanı işten at, doldur kadroya yatanı!

Gözleri açık yatır seni kurtaran atanı,

Satılmadık o kaldı, durma satıver şu vatanı!


Sermaye mutlu olsun, olsa da çevre feda!

Semizlettin Apo'yu, mezarında dönsün şüheda!

Uydurma kanunlarla Meclis'ten getirin seda!

On bin Yıllık tarihe, yurdum ederken veda!


Cümlenizin bu yurdu yok etmek mi emeli?

Yediğiniz herzelere başka ne demeli!

Oyuverin altını iyice sallansın temeli,

Yurdumun ki, sonunda vatandaş kükremeli!


O zaman durur belki gözümden akan yaşım,

O zaman doğrulur belim, yukarı kalkar başım,

O zaman boşa gitmez yıllar süren uğraşım!

HESABINI VERİP DE GİTTİĞİNİZ GÜN KARDAŞIM,


Dalgalanın dolar gibi sizde şimdi ey suçlular!

Olsun artık soyguncuya vurulacak bir yular,

Ebediyen, öyle yok hesapsız bir iktidar!

Hakkıdır 'garip yaşamış vatandaşın da gülmek,

Hakkıdır ezilmiş milletimin, aydınlık bir İstikbal!


“Cem Yılmaz yazdı” diye dolaşıyor.  Sezen Aksu, Tarkan derken sanatçılar korkularından ima yoluyla, “kızım sana diyorum gelinim sen anla” kabilinden eleştiri mi yapmak istiyorlar. Her neyse okuyup gülümseyin yeter.

Bu ileti Avrupa’da tıklanma rekorları kırmış. Ben de size aktarmak istedim.

Cevat Kulaksız

 Cevat Kulaksız.

Sedef Kabaş'ın Anayasa Mahkemesinin Ret Kararına İsyanı Haksızdır
Sedef KABAŞ'ın avukatları,  tahliye isteminin yerel mahkemece reddedilmesi üzerine Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yapmış,  başvurunun öncelikle görüşülmesini isteyerek,  tedbir talebinde bulunmuş ve  Sedef Kabaş'ın "tedbir yoluyla derhal tahliye edilmesi ve başvurunun öncelikli olarak pilot dava usulüne göre incelenmesi" talep edilmiş olup,  Anayasa Mahkemesinin İkinci Bölümü; ”Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü uyarınca,  tedbir talebi,  başvurucunun yaşamına ya da maddi veya manevi bütünlüğüne yönelik ciddi bir tehlike bulunduğunun anlaşılması üzerine verilebilir,  başvurucunun ceza infaz kurumunda tutulmasının yaşamına,  maddi veya manevi bütünlüğüne yönelik bir tehlike oluşturduğuna dair derhal tedbir kararı verilmesini gerektirir bir durum bulunmadığı sonucuna varılmıştır” gerekçesiyle, Sedef KABAŞ'ın tedbiren tahliye talebini reddetmiştir. 

Sedef KABAŞ'ın;  haksız tutuklanması ve bu tutuklamaya itiraz edilmesine rağmen salıverilmemesi üzerine,  avukatları marifetiyle Anayasa Mahkemesine yaptığı;  kişi güvenliği ve özgürlüğü, düşünce ve düşünceyi açıklama ve basın özgürlüklerine, adil yargılanma hakkına ilişkin,  anayasada ve İnsan Hakları Sözleşmesinde koruma altına alınan haklarının ihlal edildiğine yönelik başvurusunun, Anayasa Mahkemesince reddedilmesi, Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulü Hakkındaki Yasanın 45.  maddesine ve olağanüstü bir yasal başvuru hakkı ve yolu olan bireysel başvuru hakkının özüne ve amacına uygundur. Ret kararında,  asla hukuka aykırılık yoktur. 

Bu nedenle;  Anayasa Mahkemesinin başvurusuna verdiği ret kararına isyan eden Sedef KABAŞ,  bu isyanında haksızdır. 

İnsanlarımıza, anayasada ve İnsan Hakları Sözleşmesinde yer alan hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesi halinde Anayasa  Mahkemesine bireysel başvuruda bulunarak haklarını arayabilme olanağı veren ilgili yasanın 45.  maddesi çok açıktır. 

Bu maddeye göre;   Herkes,  Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden,  Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından,  ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. 

Ancak; 

İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem,  eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının,  bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir. 

Anayasa Mahkemesi İç Tüzüğünün 73.  maddesine göre de: Başvurucunun yaşamına ya da maddi veya manevi bütünlüğüne yönelik ciddi bir tehlike bulunduğunun anlaşılması üzerine,  Bölümlerce esas inceleme aşamasında gerekli tedbirlere resen veya başvurucunun talebi üzerine karar verilebilir. 

Yukarıya aynen aldığımız ilgili mevzuata göre; İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem,  eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması zorunludur. 

Bu yasal hükümleri;  Sedef KABAŞ somut olayına uyguladığımızda,  şunu görüyoruz. 

Sedef KABAŞ, Cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında açılan soruşturma evresinde,  tutuklanmıştır. 

Bu tutuklama kararı;  hukuka uygundur veya değildir. 

Sedef KABAŞ; sadece bir atasözü söylemiş olup,  bu söz,  Cumhurbaşkanına yöneliktir veya değildir, içeriğinde  hakaret vardır veya yoktur, suç oluşturuyor veya oluşturmuyordur, tutuklamanın yasal koşulları vardır veya yoktur. 

Tüm bunları, bu aşamada,  Anayasa Mahkemesinin değerlendirerek esastan br karar verme yetkisi,  bize göre yoktur. 

Zira; bireysel başvuru hakkını tanıyan ilgili yasanın 45.  maddesinde öngörülen; ” İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem,  eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir. ” koşulu; konunun halen yargılamanın soruşturma evresinde bulunması ve kovuşturma evresine dahi geçilmemiş olması, davanın açılarak duruşma gününün verildiği ve kısa süre sonra  başlayacak olan kovuşturma evresinde,  yargılamayı yapacak olan mahkemenin;  Sedef KABAŞ'a atılı eylemi ve hakkındaki tutuklama kararını,  Sedef KABAŞ ve avukatlarının talebi ve hatta resen değerlendirerek tahliye kararı verme yolunun,  halen mevcut ve açık bulunduğu,  gerçeği karşısında,  bireysel başvuru hakkının doğması için yasada aranan,  

yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması koşulunun henüz gerçekleşmediği, inkar edilemez bir gerçektir. 

Anayasa Mahkemesi; hak ihlallerine dayalı bireysel başvurularda, iç hukuktaki en son ve olağanüstü bir başvuru merciidir. Bu unutulmamalıdır. 

Bize göre;  olağanüstü bir başvuru yolu olan Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkını doğuracak bir hak ihlalinden bahsedebilmek için; Temyiz dahil, tüm yargılama evresince başvurulabilecek olağan tüm yargısal başvuru yollarının tüketilmiş olması ve hak ihlalinin,  artık kalıcı hale gelmiş olması zorunludur. 

İşte Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı, bu kalıcı hak ihlaline son veren olağanüstü bir başvuru yoludur. 

Ülkemizde, haksız tutuklanan milyonlar vardır. Sedef KABAŞ da,  popüler ve tanınmış bir gazeteci olsa da, yasalar önünde eşit olan milyonlardan sadece birisi olup, ne ilktir ve ne de son olacaktır. 

Olağan yargısal yollar tükenmeden,  yargılanmasına dahi başlanmadan, herkesin haksız tutuklandığı gerekçesiyle hak ihlalinden Anayasa Mahkemesine başvurması,  bireysel başvuru hakkının özüne ve ruhuna aykırı olup, bu yolun açılması halinde, ülkemizin tüm il ve ilçelerinden Anaya Mahkemesine yapılacak bireysel başvurularla,  Anayasa Mahkemesinin asıl işlevini yerine getiremeyecek yoğunluğa dayanabilmesinin mümkün olmadığı unutulmamalıdır.  

Güner Yiğitbaşı

18/02/2022

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

“Matbuat (basın) hiçbir sebeple tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz” Atatürk 1923

Yazım Üstüne - Cevat Kulaksız
Emekli öğretmen olarak internette gazetecilik yapıyor, ülkenin sorunları, doğruları bazen de denk düştükçe iktidarı eleştiren çeşitli makaleler yazmaktayım. Gerek bir internet sayfasında gerekse bir sosyal paylaşım sayfamda, bu yönde eleştiri mahiyette yazılar yazıyor, bazen de bazı resim, karikatür ve yazıları paylaşıyorum. Bu böylece devam ederken, iki yıl kadar önce bir gün bilgisayarımdan interneti açtığımda sosyal paylaşım sayfamda şöylesine kin ve hakaret olan bir yazı ile karşılaştım;
-İyice CHP’nin köpeği olmuşsun, bizim köyde eskiden köpeklerin kulağını keserlerdi, daha iyi sadık olsun diye, sen de öyle olmuşsun” şeklinde bir yazı okudum, (soyadım Kulaksız ya). Okuyunca şaşırdım, şok oldum, ben hiçbir partinin ne üyesiyim ne bir partinin sempatizanı veya düşmanı değilim, diye düşündüm. Ekrana bakarken, hemen bunun cep telefonumla bir fotoğrafını çekeyim diye aklıma geldi ve cep telefonuma uzanırken yazı hemen silindi. Lüzumsuz birinin münasebetsizliği diye düşünerek önemsemedim.
Aynı yılda iktidarın,ülke sorunları, siyasi parti ve grupları hakkında, sadece doğru bildiklerimi belirten yazı ve paylaşımlara devam ederken, sosyal paylaşım siteme, sanki benim tarafımdan eklenmiş gibi benden habersiz porno fotoğraflarının eklendiğini ve böylece birilerince beni itibarsızlaştırma çabasının olduğunu anladım. Sosyal paylaşım siteme yerleştirilen porno fotoğraflarının altına, “arkadaşlar bu fotoğrafları ben koymadım, kim buraya koyuyor, yapmayın” diyorum veertesi günü tekrar konuyor, ben siliyorum tekrar koyuyorlar, ben altına “yapmayın” notumu yazıyorum ve fotoğrafları siliyorum. Bu hakaret ve itibarsızlaştırma girişiminin muhtemelen siyasal iktidarın yandaş paralı trolleri tarafından yapıldığını tahmin ettim.   
Meğer benim şifremi kırıp sayfama girerek beni itibarsızlaştırmak için porno fotoğrafları konurmuş.  Araya sosyal paylaşım şirketi girerek bana şöyle bir uyarı geldi: “Anladığımız kadarı ile sayfana şifre kırılarak girilmiş. Şimdi bizi takip ederek ve uyarılarımıza uyarak şifreni değiştireceğiz” dediler. Hemen şifreyi değiştirdik. Sosyal paylaşım sayfama bu porno fotoğraf koyma olayı bitti.
Herkesin bir çokların iktidarın politikalarını eleştiren, karikatürize eden yazılar yazıyor, karikatür, fotoğrafları ve videoları ben de sosyal paylaşım sitesinde paylaşmaya devam ediyordum. Paylaşımlarımın altına açıklayıcı yorumlar, yazılar yazıyordum. Bu paylaşımlarımın ve yazılarımın ara ara ya gizlendiğini ya da silindiğini görüyordum.  Bir gün bilgisayarımı açtığımda sosyal paylaşım sitem ekranında kırmızı renkli olarak, “DİKKAT ET” yazısını birkaç kez gördüm. Anladım ki, Abdülhamid hafiyeleri gibi her şeyimin izlendiğini gözlendiğini anladım,  
Covid 19 virüs salgının hızla yayıldığı 2019 yılının sonlarına doğru ve ilk haftalarda, Cumhurbaşkanlığınca 65 yaş üstü vatandaşlara kolonya ve maske dağıtılıyordu. Bir ekip araba ile mahallemizin sokağında dağıtım yapıyorlardı. Evin önüne çıktım, sağ komşuma sol komşuma verdiler, bize niye yok dedim, görevli “elimizdeki listeye göre dağıtıyoruz” dediler. Üzüldüm ve şaşırdım, milletin parası ile halka dağıtım yaparken bile seç kat-ayırımcılık yapıyorlar, diye düşündüm. Oysa hiçbir yazımda küfür hakaret içeren cümleler yoktu, salt eleştirdiğim, bazı olumsuz uygulamaları benzetmeler yaparak örnekleyip eleştirdiğim için önyargılı ve dışlayıcı tavır içinde oldukları görmüştüm. Demek ki, troller aşağıdaki yazım gibi muhalif gördüklerini Abdülhamid hafiyesi gibi takip ediyorlar, küçük bir açık gördüler mi hemen yargıya havale diyorlar diye düşündüm. İşte bu önyargılarla hakkımda çok daha önce yazdığım bir yazı hakkında soruşturma açıldığını anladım.

Bir Yazar Kitabında makalemden alıntı yapmış
Yönetimin aydınlar, gazeteciler, sanatçılar üzerinde baskıcı uygulamalarını eleştiren bir makalemde, Haşhaşi benzetmesi yaptığım için Ankara Başsavcılığının 27.01.2022 tarih ve 2021/6472 sayılı yazıları ile soruşturma açıldığını, telefonla bölgemizdeki polis karakolundan arandığımda öğrendim.
Tam bu sıralarda, Yazar Ergün Poyraz’ın İndeki Vaiz adlı kitabını okumaya başlamıştım. Rastlantı sonucu, Ergün Poyraz bu kitabının 14. Sayfasında, Fetullah Gülen’in yaşam öyküsünü anlatırken Laik T.C. ne Haşhaşilerden daha beter tuzak kurduğunu anlatıyor ve epey yıllar önce yazılarımı gönderdiğim ve sonradan kapanan Hakimiyeti Milliye adlı internet sitesinde yayınlanan bu konudaki makalemden alıntılar yaptığını gördüm. Ergün Poyraz 2014 yılında yayınlanan bu kitabına makalemden şu alıntıları yaptığını okudum:
Hakimiyet’i Milliye’den Cevat Kulaksız, Haşhaşileri mükemmel anlattığı yazısında “Haşhaşi Militanları nasıl yetiştiriliyordu” başlığı altında şu bilgileri veriyordu:
“…Alamut Kalesi’nin çevresinde bulunan köylülerden, çobandan tutun hemen herkes Hasan Sabbah’ın ajanları idi. Çevresinden izole edilmiş Alamut Kalesi’nin içi Haşhaşi militanlarının eğitim merkezi olduğu kadar, haşhaş bahçelerinin ve içinde huri gibi kızların hizmet ettiği gizemli bir yerdi. Buraya ilk gelenlere, örgüte yeni katılanlara, acemilere “mucipler” deniyor, eğitimden sonra yeteneklerine göre yönlendiriyorlardı. Ya “mümin” olurlar, ya “refik” olurlar, ya da o zamanın Müslümanlarına göre Hasan Sabbah’ın gerçek gücünü oluşturan “fedai” sınıfına seçilirlerdi.
Fedai dışındakiler durumlarına göre çevrede, devlet içinde propagandacı, misyoner olarak yetişirken, fedailer adeta bir terör, ölüm makinesi olarak eğitilirlerdi. Fedailer eğitilirken sıkı bir şekilde şu eğitim kurallarını alırlardı:
Hançerini saklamayı bilmek, aniden hançer çıkarmasını becerebilmek, kurbanın tam kalbine saplayabilmek ya da kurban zırhlı ise şah damarını kesmek; posta güvercinlerini, kendine alıştırmak, şifreleri akılda tutmak, Alamut ile süratli gizli haberleşmeyi sağlamak, bazen bir yörenin lehçesini öğrenmek, yöresel şive ile konuşmasını bilmek, yabancı bir bölgeye sızabilmek, bir çevreyle bütünleşeme becerisini bilmek, infaz saati gelene kadar kuşku çekmemek, avı bir avcı gibi izlemek, yürüyüşünü, giyişini, alışkanlıklarını, gezdiği yerleri akılda tutmak, yanına yaklaşılması zor biriyle yakınları ile ilişki kurup geliştirmek gibi şeyler öğretilirdi. Kurbanlardan birini öldürmek için, iki fedainin iki ay süresince keşiş kılığı ile bir manastıra kapandıkları anlatılır.
Hasan Sabbah bu hastalıklı, “dinci kinci” öğretisini yaymak için cennetin anahtarının kendisinde olduğunu çevresine inandırmış, bu sayede fedailer ve suikastçılar yetiştirmiş ve tarikatını sürdürmüştür. Haşhaş, içki ve huriler tarikatın büyütülmesinde, suikastçıların korkmadan eylem yapmasında ikna yöntemi olarak kullanılmıştır.
Aynı ruh ve sapkınlığı sürdüren günümüzün başka Haşhaşileri, militanlar da nice aydınlarımızı katletmediler mi? Sabahattin Ali’den, Çetin Emeç, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu’na kadar isimlerini sayamadığımız yüzlerce, binlerce, aydınımız katledilmedi mi? Üstelik derin devlet midir, paralel devlet midir tarafından doğru düzgün katiller araştırılmadı bile, ne ki üstü örtüldü bunların…” (1)
Sanırım bu yazım 10-14 yıl önce yazılarımı göndermeye başladığım ve yönetmeni tarafından kapatılan şu anda internette yayında olmayan “Hakimiyeti Milliye” adlı sitede yayınlanmıştı.
27 Ocak 22 Batıkent Polis karakolundan telefonla çağırılınca 28 Ocak 22 günü aynı polis karakoluna giderek nedenini öğrenmek istedim. Yıllar önce yazdığım bir makalede, yönetimin baskıcı uygulamalarının Haşhaşilere benzetmem nedeni ile araştırıldığımı öğrendim. Aynı gün polis karakolunda verdiğim ifademde ben söylüyordum görevli polis yazıyordu. İfade tutanağımda şunlar yazılı idi:
Ankara C.Başsavcılığının 27.01.2022 tarih ve 2021/6472 sayılı talimatına istinaden davetiniz üzerine ifade vermek için geldim. Emekli öğretmenim, ayrıca internet gazeteciliği yapmaktayım. Talimatta belirtilen Haber Güncel isimli siteye makaleler göndermekte ve bu makalelerim internet üzerinden yayınlanmaktadır. Sormuş olduğunuz talimata konu makale bana aittir. İçeriğinde bin yıl önce Selçuklu Türklerine suikastlar yapan Haşhaşileri anlattığım yazımda, halen günümüzde sanatçılar, yazarlar, akademisyenler ve aydınlar üzerinde Haşhaşiler dönemini anımsatan baskılar ve uygulamalın görünce bağlantı kurmak istedim. Başkaca kötü bir maksadım yoktur. Benim kesinlikle hükümetimize, devletimize, Sayın Cumhurbaşkanımıza ve AK Parti hükümetine saygım vardır (bunları söylemedim polis eklemiş), kötü bir maksadım yoktur. Yazı eleştiri mahiyetindedir. Bu hususta söyleyeceklerim bundan ibarettir”.
Gerçek bir demokraside yaşıyorsak, kimseye küfür hakaret etmeden, sağlıklı bir toplum yaratabilmek için birbirimizi eleştirmek zorundayız, birbirimizle uygarca tartışmalıyız, eleştirmeliyiz ve böylece özgür basınla doğrular hakikatler bulunur ve çağdaş dünya çağdaş toplum bunu gerektirir. Medya dediğimiz gazeteler, televizyonlar, sosyal paylaşımlar topluma yönelik bu aydınlatma görevi yapar. Bu bağlamda tek adam yönetimi ve totaliter yönetimler ülkelerine daima gerilik, felaket ve yıkım getirmiştir. Dünyada 50 civarında Müslüman ülke var ve bu ülkelerin hepsinde demokrasi yoktur, hepsi de tek adamla yönetiliyor, hepsi de çağın en geri kalmış ülkeleridir. Tek adamla yönetilen bütün Müslüman ülkelerden milyonlarca insan yurdunu yuvasını terk edip, kimi zaman denizlerde boğularak, kimi zaman dağ başlarında donarak ve ölmeleri pahasına ilerlemiş çağdaş Avrupa ülkelerine gitmek için can atıyorlar.  Batı’ya Avrupa’ya gitmek için can atan bu insanlar neden Müslüman devletlerin en zengini Suudi Arabistan’a değil de Batı’ya gitmek istiyorlar; çünkü orada insan hakları yoktur ve adaletleri çağdaş değil.   
1950’den bu yana, Müslüman ülkelerin içinde bir tek Türkiye vardı “kör topal da olsa” demokrasi ile yönetilen. Ne yazık ki, 2017 de şaibeli anayasa değişikliği ile Türkiye tek adam yönetimine evirildi.  Dünyada yaşayarak görüyoruz tek adam yanılır, “el elden üstündür, herkes yanılabilir”. Nitekim o son referandumdan sonra yanlış uygulama ve yönetimle ülkemizde ekonomik düzen bozulmaya başlamış, enflasyon ve ekonomik sıkıntı zirveye ulaşmıştır, hepimiz de bunun sıkıntısını yaşamaktayız.   
O zaman en iyi yönetim şekli çok sesli gerçek demokrasidir ve şimdiki çağdaş Batı laik ve gerçek çoğulcu demokrasi ile çağdaşlığa, refaha ulaşmıştır.  İşte bu düşüncelerle internette eleştirel makaleler yazmaktayım. Tüm bunları yazarken kusur ve yanlış nerede. Nerede anayasada ifadesini bulan fikir ve ifade hürriyeti, nerede özgür basın yayın hürriyeti? Özgür basının olmadığı, fikir ve düşünceyi yayma hürriyetinin olmadığı bir ülkede asla demokrasi ve ekonomi gelişemez. İşte bu duygu ve düşüncelerle toplumu aydınlatmak amacı ile demokrasiyi, insan haklarını savunan, yönetimin yanlışlarını eleştiren yazılar yazmaktayım. Suç kusur bunun neresindedir.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNDE NEREDEYİZ

Yazım Üstüne - Cevat Kulaksız
Basın üzerine yapılan baskılar yüzünden Türkiye dünya sıralamasında işte bu hallere yani sonunculuğa düşürüldüğünü üzüntü ile izledik. Türk yönetimi ve Türk yargısı da Anayasamızda basın ve ifade özgürlüğünü koruyan hükümleri doğrultusunda davranmalı, basın üzerindeki baskıcı ve sansürcü uygulamada daha dikkatli özenli olmalı; içine girmeye çalıştığımız AB ülkeleri standartlarına göre basın ve ifade özgürlüğünü koruyan savunan kararlar vermelidirler. Basın ve yargı iktidarların, üstünlerin çıkarlarını değil, anayasanın, yasaların, evrensel değerlerin (AYM-AİHM gibi), gerçeklerin, halkın hukukunu korumalı ve savunmalıdır.  Unutmayalım ki, özgür basın ve özgür yargının, fikir ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir ülke asla çağdaşlık olamaz, sonunda hepimiz her vatandaş bunun sıkıntılarını çekeriz. Aşağıdaki sıralamada nerede olduğumuza bir bakın, kararı siz verin yorumu siz yapın.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, 2020 Yılı Dünya Basın Özgürlüğü İndexi sıralamasını yayınladı, bu üzüntü verici sıralama aşağıdadır ve Türkiye en sonuncudur. Listede 180 ülke var:

1. Norveç
2. Finlandiya
3. Danimarka
4. İsveç
5. Hollanda
6. Jamaika
7. Kosta rika
8. İsviçre
9. Yeni Zelanda
10. Portekiz
11. Almanya
12. Belçika
13. İrlanda
14. Estonya
15. İzlanda
16. Kanada
17. Lüksemburg
18. Avusturya
19. Uruguay
20. Surinam
21. Samoa
22. Letonya
23. Namibya
24. Lihtenştayn
25. Capa Verde
26. Avustralya
27. Güney Kıbrıs
28. Litvanya
29. İspanya
30. Gana
31. Güney Afrika
32. Slovenya
33. Slovakya
34. Fransa
35. İngiltere
36. Trinad ve Tobago
37. Andorra
38. Burkina Faso
39. Botsvana
40. Çek Cumhuriyeti
41. İtalya
42. Güney Kore
43. Tayvan
44. Doğu Karayipler
45. ABD
46. Papua Yeni Gine
47. Senegal
48. Romanya
49. Guyana
50. Tonga
51. Şili
52. Fiji
53. Belize
54. Madagaskar
55. Dominik
56. Mauritius
57. Nijer
58. Bosna Hersek
59. Hırvatistan
60. Gürcistan
61. Ermenistan
62. Polonya
64. Seyşeller
65. Yunanistan
66. Japonya
67. Bhutan
68. Fildişi Sahili
69. Malavi
70. Kosova
71. Togo
72. Tunus
73. Moğolistan
74. Salvador
75. Komoros
76. Panama
77. Kuzey Kıbrıs
78. Batı Timor
79. Maldivler
80. Hong Kong
81. Malta
82. Kırgızistan
83. Haiti
84. Arnavutluk
85. Sierra Leone
86. Lesoto
87. Gambiya
88. İsrail
89. Macaristan
90. Peru
91. Moldova
92. Kuzey Makedonya
93. Sırbistan
94. Guina Bissau
95. Liberya
96. Ukrayna
97. Moritanya
98. Ekvator
99. Etiyopya
100. Paraguay
101. Malezya
102. Lübnan
103. Kenya
104. Mozambik
105. Karadağ
106. Angola
107. Brezilya
108. Mali
109. Kuveyt
110. Guine
111. Bulgaristan
112. Nepal
113. Benin
114. Bolivya
115. Nijerya
116. Guatemala
117. Nikaragua
118. Kongo Brazzaville
119. Endonezya
120. Zambiya
121. Gabon
122. Afganistan
123. Çat
124. Tanzanya
125. Uganda
126. Zimbabve
127. Sri Lanka
128. Ürdün
129. Katar
130. Kolombiya
131. Arap emirlikleri
132. Orta Afrika
133. Fas
134. Kamerun
135. Uman
136. Filipinler
137. Filistin
138. Güney sudan
139. Myanmar
140. Tayland
141. Esvatini
142. Hindistan
143. Meksika
144. Kamboçya
145. Pakistan
146. Cezayir
147. Venezüella
148. Honduras
149. Rusya
150.Demokrtk Kongo
151. Bangladeş
152. Breni
153. Beyaz Rusya
154. Türkiye

 Cevat Kulaksız. 

(1) İndeki Vaiz Ergün Poyraz Tanyeri Yay. 2014 sf. 14-15

Sedef Kabaş'a Yüklenen Zincirleme Suç İddiası
Cumhurbaşkanına hakaret suçundan halen tutuklu bulunan gazeteci Sedef KABAŞ hakkında düzenlenen iddianamede bizim dikkatimizi çeken husus; hakaret suçunun zincirleme işlenmiş olduğu iddiasıdır. 

Peki zincirleme suç nedir?

Zincirleme suç Türk Ceza Kanununun 43. maddesinde düzenlenerek tanımlanmıştır. 

Bu tanımlamaya göre zincirleme suç; ”Bir suç işleme kararının icrası kapsamında,  değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi” olup bu durumda,  bir cezaya hükmedilir.  Ancak bu ceza,  dörtte birinden dörtte üçüne kadar artırılır” 

Bu tanıma göre zincirleme suçun varlığından bahsedebilmek için; 

Birden çok aynı suçun tüm unsurlarıyla işlenmiş olması, 

Bu suçların değişik zamanlarda işlenmesi,  

Suçun mağdurunun  aynı kişi olması,  

Aynı suç işleme kararının bulunması gerekir. 

Biz, Gazeteci Sedef KABAŞ'ın katıldığı televizyon programında sarf ettiği sözlerin,  Cumhurbaşkanına yönelik ve hakaret oluşturan sözler olup olmadığını,  burada değerlendirecek değiliz. 

Biz, velev ki; Sedef  KABAŞ'ın sözlerinde Cumhurbaşkanına hakaret suçunun tüm unsurlarının var olduğu kabul edilse dahi, eylemin zincirleme hakaret suçuna vücut verip veremeyeceğini tartışmaya açmak istiyoruz. 

Sedef KABAŞ'a atılı buluna somut eylem; adı geçen gazetecinin katıldığı Demokrasi Arenası programında sarf ettiği sözlerdir. 

Bize göre, iddia konusu suçun işlendiği Demokrasi arenası programı; iki veya üç saate varan zaman dilimiyle sınırlı, bu zaman dilimi içinde başlayarak sonlanan, bir bütünü oluşturan,  bir paket program olup, bir bütünü içeren bu program içinde ve süresince birden ziyade sarf edilen sözlerin, aynı zaman dilimi içinde bir kül olarak sarf edildiği dikkate alındığında,  hakaret suçunun değişik zamanlarda ve birden çok işlendiğinin kabulü mümkün değildir.  

Yani, Sedef KABAŞ'ın eyleminde; TCK. nın 43. maddesindeki tanıma göre zincirleme suçlarda aranan ve zincirleme suçu oluşturan zincirin halkasını oluşturan fiillerin değişik zamanlarda işlenmiş olması koşulu oluşmamıştır. 

Şayet; Sedef KABAŞ, aynı 24 saat içinde veya ertesi günlerde katıldığı değişik programlarda ve platformlarda da,  aynı suç işleme kararının icrası kapsamında,  hakaret teşkil eden sözlerini tekrarlamış olsaydı, ancak o zaman zincirleme suç kapsamında bir hakaret suçunun varlığından bahsedilebilecekti diye düşünüyoruz. 

Bir kavga esnasında, aynı kavgaya katılan kişilerin,  kavga süresince peş peşe tekrarladıkları hakaret içeren sözlerin zincirleme hakaret suçunu oluşturmayacağı gibi, bir paket halinde, belli bir zaman dilimi içinde başlayıp biten ve bir kül oluşturan Demokrasi Arenası programında sarf edilen birden ziyade sözden,  zincirleme suç çıkarmanın haksız ve hukuksuz olduğunu düşünüyoruz. 

Güner Yiğitbaşı

15/02/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

14 Şubat Sevgililer Günü
Sevgi;  aslında,  bir üst kavramdır. 

Genel anlamda;  insan sevgisi, eş, anne ve baba, çocuk, kardeş, arkadaş, hayvan, bitki ve doğa sevgisi gibi,  tüm sevgileri kapsayan. 

Bugün kutlanan 14. Şubat Sevgi ve Sevgililer Günü ise;  genel anlamadaki bu sevgiden farklı olup, çok özel bir gündür. 

Her türlü insani sevginin dışında; gönül gönüle,  yürek yüreğe birbirlerini aşkla, gün ayırmadan yılın 365 günü aynı şekilde, seviyor muş gibi yapmadan,  gerçekten seven ve sevilenlerin, gerçek sevgililerin günüdür. 

Sevgililer; resmi nikaha dayalı eşler olabileceği gibi, evlenme imkanı bulamayan, bunu gerekli bulmadıkları için tercihan aralarında resmi bir karı koca bağı ve statüsü olmayan erkek ve kadın da,  sevgili olabilirler tabi. 

Ama, bizler;  herkesin bir sevgilisi ve eşi olmadığının bilinci içinde, sevgilisi olmayanları üzmemek, onları mahzun bırakmamak adına; bu güne,  genel anlamda sevgi günü diyoruz,  nezaketimizden veya yersiz olarak,  yaşımızdan başımızdan utanarak, sevmenin ve sevilmenin, iki sevgili olmanın,  sanki bir yaşı varmış gibi. 

Oysa; sevmek ve sevilmenin,  iki sevgili olmanın, bir üst yaş sınırı yoktur, miadı bir ömürdür. 

Aslında,  sevgililer gününün;  sadece bir güne,  14. Şubata indirgenmesi, kabul edilemez.  

Sevgi varsa, yılın her gününe eşit yayılmalıdır. 

Sevgililer günü; birbirlerini, ruhlarıyla olduğu kadar,  yürekleri ile de seven erkek ve kadının; karşılıklı sevgilerinin,  daha bir yoğunlaştığı özel bir gün olarak kabul edilmelidir. Ancak, vahşi kapitalizmin bir tuzağı olduğu gerçeği de,  inkar edilmemelidir. 

Sevgililer; kadın ve erkek,  sevgide eşittir, bu günü karşılıklı eşit koşullarda kutlamalıdırlar. 

Bizim ülkemize baktığımızda, kadın ve erkek eşit sayılmadıkları için, sevgililer gününde de,  kadın ve erkek eşitliğine önem verilmediğini görüyoruz. 

Bizim ülkemizdeki sevgililer günü; daha çok erkeğin, sevdiği kadını pahalı hediyelere boğduğu, sevgisini sadece pahalı ve gösterişli hediyelerle ispata çalıştığı, kadının gözüne girmeye çalıştığı, hemen sonrasında da, kadına ihanet ve şiddet uyguladığı geçici bir ateş kes günü olarak değerlendirilmektedir bazı kadınlarımızca. 

Sevgililer gününde eşlerin maddi karşılığı olan hediyeler almaları gerekmiyor aslında,  birbirlerine gönülden ve sevgiyle sarılarak öpmeleri dahi yeterli olup, bunun dışında maddi değeri olan hediyeler de alınacaksa, kadın da sevdiği erkeğe pekala hediyeler alabilir, bu hediyelere farklı anlamlar yüklemek,  bu nedenle hem erkeğe hem de kadına yapılan büyük bir haksızlıktır. 

Maddi çıkara ve pahalı hediyelere dayalı, sadece 14 Şubat günü ile sınırlı sevgiye, ne kadar gerçek sevgi denebilir ki?

Bugün sosyal medyada dolaşırken tanık olduğum bir sayfa arkadaşımın 14 Şubat paylaşımında yer alan; 

“14 Şubat , 

Erkeklerin olmadıkları kadar romantik , düşünmediğimiz kadar yaratıcı, bonkör, kibar nazik , anlayışlı oldukları ;  

Kadınların;  bir gün beylik beyliktir misali , alabildiğince talep kar, kaprisli, nazlı olma hakkını kullandıkları sevginin değil de atraksiyonların ön plana çıktığı bu şekilde Sevginin değersizleştirildiği bir gün . 

gece 24:00 çanlar çaldı;  15 Şubat külkedisi misali her şey eski tas eski hamam

Seviliyormuşuz, seviyormuş' a özendiriliyoruz,  oysa sevgi muş gibi,  miş gibi olmaz” görüşüne katılmıyoruz. 

Bu paylaşımda yazılı olanlar, bazı erkek ve kadınlarımız için gerçek değil mi? Gerçek tabi. Ama istisnalar kuralı bozmamalı ve bu sevgi içeren özel günde, bu günün güzelliğine gölge düşürecek bir genelleme yaparak, gerçekten seven, sevdiği kadına hayat boyu sevgisini ve saygısını gösteren erkeklere de haksızlık yapılmamalı,  kadınlarımız bu kadar çaresiz, erkeğine muhtaç, zavallılar olarak gösterilerek,  kadınlarımız değersizleştirilmemelidir. 

14 Şubat Sevgililer Günü, aynen ibadet gibi, erkek ve kadın iki sevgili arasında en güzel şekilde çok özel kutlanmalıdır. 

Bu nedenle, yazıma son verirken, 14. Şubat Sevgililer Gününü,  genel anlamda tüm okurlarım için kutlamaya kendimi yetkili saymıyorum, her sevgili bu özel günlerini, istedikleri gibi kendi aralarında çok özel  kutlasınlar. 

Güner Yiğitbaşı

14/02/2022

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Hiç Kimsenin Şımarıklık Ve Naz Yapma Lüksü Kalmamıştır
Ülkemiz;  en başta ekonomisi olmak üzere, her alanda tarihinin en büyük buhranını ve felaketini yaşamaktadır. 

İş başındaki tek adam;  acz içinde olup, ülkeyi yönetememektedir, etrafını dalkavuklar ve yetersizler sarmış, ehil kadroları tükenmiş ve hala her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiği yanılgısı içinde debelenmekte, çaresiz süresini tamamlamanın ve yeniden seçilmenin telaşı içinde bocalamakta ve ülke her geçen gün daha da kötüye gitmekte, demokrasiye ve halk iradesine saygılı halkımız da, sandık ve demokratik yol dışında bir çıkış yolu arayışını ve bunun sonucunda oluşacak karanlık bir maceraya girişmeyi, şimdilik asla düşünmemektedir. 

Halkın bu demokratik sağduyusunu, sabrını ve ferasetini; en başta saray ve iş başındaki iktidar olmak üzere, hala armudun sapı üzümün çöpü diyerek,  yeni iktidarın en büyük adayı Millet İttifakına burun kıvıran, Cumhurbaşkanı adayı şu olursa oy veririm, bu olursa oy vermem diyerek ortalıkta dolaşan sözüm ona muhalif halk kesimi, Millet İttifakının bileşeni ve Millet İttifakına girip girmemekte hala tereddüt yaşayan ve adeta naz eden, oturmuş olan Millet İttifakı isminin değiştirilmesini ittifaka girmek için şart koşan partiler ve mensupları, anlamak ve çok doğru değerlendirmek zorundadırlar. 

Bu, yapılması gereken akılcı değerlendirme,  ülkenin demokratik geleceği, selameti ve birliği için hayati bir önem taşımaktadır. 

Ülkenin içinde bulunduğu bu zor koşulları aşabilmek için önkoşul olan, iş başındaki saray yönetiminin demokratik seçimlerle iş başından uzaklaştırılabilmesi için, muhalefetin elinde bulunan malzemenin en doğru bir şekilde değerlendirilmesi,  yurtseverliğin gereğidir. 

Sevelim veya sevmeyelim, çok yeterli veya az yeterli bulalım veya bulmayalım, bugün iş başındaki saray iktidarına karşı demokratik muhalefet görevini en etkin bir şekilde yapan partilerimiz arasında,  başı CHP ve onun lideri KILIÇDAROĞLU'nun çektiği gerçeğini,  hepimizin kabul etmesi zorunludur. 

KILIÇDAROĞLU ve ekibi; elinden geldiğince fedakarca muhalefet görevlerini yapmakta, iş başına geldiklerinde,  Millet İttifakının bileşeni partilerle, onların da destekleriyle (Dostlarıyla)ülke için yapacaklarını,  somut öneri ve projeleriyle açıklamaktadır. 

Bu itibarla, ülkenin içinde bulunduğu bu zor koşulları aşabilmek, ülkeye demokrasiyi tekrar geri getirebilmek, ekonomik sorunları çözebilmek, tekrar parlamenter sisteme geri dönebilmek için; hiçbir muhalif kişi ve partilerin, ben o yemeği beğenmiyorum, o yemeği yemem diyerek annesine naz yapan çocuklar gibi, şımarıklık ve  naz yapma hak ve lüksleri yoktur. Herkesin, haddini bilmelerinin zorunlu olduğu bir dönemin içindeyiz. 

KILIÇDAROĞLU; muhalefetin ve Millet İttifakının lokomotifi CHP'nin Genel Başkanı olarak yaptığı konuşmalarında,  Cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıkça ima etmekte, ancak demokratik kişiliğinin gereği, kendisine sorulduğunda,  Millet İttifakı bileşeni partilerin de uygun bulmasının gerekliliğini açıkça vurgulamaktadır. 

Şayet Millet İttifakı, ortak bir aday gösterecekse ki; göstermelidir, bu adayın KILIÇDAROĞLU olması, ittifakın en büyük partisinin ve ülkenin neredeyse birinci partisi olma aşamasına gelen ana muhalefet partisinin genel başkanı olarak, en doğal hakkıdır, demokratik geleneklerimiz de,  aday olarak KILIÇDAROĞLU'nu işaret etmektedir. 

Bazı muhalif halk kesiminin ve Millet İttifakı bileşeni partilerin;  KILIÇDAROĞLU yerine, İMAMOĞLU, YAVAŞ gibi, CHP li diğer kişileri, Millet İttifakının Cumhurbaşkanı adayı olarak görmek istediklerini açıklamaları, ayıptır,  günahtır, demokratik geleneklere ve hakkaniyete aykırıdır. Yeni sistemde Cumhurbaşkanının etkinliğinin azaltılacağı, tüm görev, yetki ve sorumluluğun yeniden tesis edilecek Başbakan'a ait olacağı gerçeğine rağmen, KILIÇDAROĞLU'na haksızlık yapılması, onun adaylığının hor görülmesi, demokratik geleneklere aykırı olarak, emrindeki kişilerin aday yapılmaya çalışılması, ülkeye ihanettir, şımarıklık kendini bilmezlik ve hadsizliktir. 

Hem demokrat, ülke sever, muhalif ve ERDOĞAN karşıtıyım, ülke batıyor diyeceksin, hem de beğenmediğin ERDOĞAN gibi kimlik siyasetinin batağına girerek, KILIÇDAROĞLU alevi olduğu için oy vermezler seçilemez diyeceksin, sen adamın namusuna, dürüstlüğüne, liyakatine, birikimine mi oy vereceksin, yoksa mezhebine mi?

Sana ne adamın mezhebinden, sen sünnisin de ne olmuş, KILIÇDAROĞLU'ndan daha mı namuslusun, daha mı bilgili ve liyakat sahibisin? Sen önce kendini ortaya koy ve düşün bakalım, bu ülkeye ne hayrın oldu?

Keşke bu ülkenin 84 milyon insanı da;  laik ve alevi olabilseydi de, bu günleri hiç görmemiş olsaydık.  

KILIÇDAROĞLU; uzun süre bürokraside üst görevler icra etti, en önemli bakanlıklardan biri olan Maliye Bakanlığının saygın kurumlarında üst düzey yöneticilikler yaptı, eğitimli, namuslu ve birikimli, siyasetin içinde de uzun yıllar kalıp CHP Genel Başkanlığı koltuğuna oturarak,  ülkeye siyasette de hizmetler yapan,  ülkemizin ölçeğinde çok değerli bir siyasetçi, her şeyden önce insan gibi insan, dürüst ve ve namuslu, devlet hazinesini emanet edebileceğimiz değerli bir kişi. 

Bize göre, KILIÇDAROĞLU; demokratik nezaketi bırakmalı ve isteyen peşimden gelir isteyen gelmez, Millet İttifakı dağılır veya genişler,  ben elimden geleni yaptım diyerek restini çekmeli, ülkesini seven ama hala naz ve şımarıklık yapan sözde muhalifler,  külahlarını önlerine koyarak düşünürken, kendine güvenen bir lider edasıyla,  Cumhurbaşkanlığına aday olduğunu derhal açıklamalıdır.  

Güner Yiğitbaşı

10/02/2022 

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget