Aralık 2012
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Kemalist Aydınlanma: Köy Enstitüleri...
Köy Enstitüleri; antiemperyalist, feodaliteye karşıt, halkçı-devletçi ve devrimci Cumhuriyet felsefesini temsil ediyorlardı. Onun için de karşıdevrimci bir süreç, ilk fırsatta aydınlanma öğesi enstitüleri tasfiye etti.

Bu ülkenin yüzyıllardır en büyük sorunu; “hurafe ve safsatalarla” uğraşmak zorunda kalmasıdır. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, bir taraftan devrimsel süreç yaşanırken öbür yandan “Terakkiperver Cumhuriyet” ve “Serbest” fırkalarının, halkı olumsuz yönde etkileyen karşıdevrimci siyasetleri etrafındaki kümeleşmeler saptanmıştır. Ama devrimci rejim, kümeleşmelerin eylemselliğe erişememesi için gereken siyasal ve hukuksal yanıtları vermekte asla gecikmemiştir.

İlerici ve toplumcu bir görüş; kamu yararına dayalı bir sistemi oturtmaya çalışırken zıtlıklarla uğraştırılmıştır. Devrimci kararlılık, aydınlanma karşıtlarına yol vermezken fırsat arayışları içindeki karanlık direnç, uygun zamanı sabırsızlıkla beklemiştir. 14 Mayıs 1950 sonrasında amaca ulaşılarak; ceberut karakterli ve Kemalist aydınlanmayı yadsıyan siyasal iktidarlar serisi gün yüzüne çıkmıştır.

Bir saptama:

Devrimci rejim, halkın ülkeye adanmış yurttaşlık bilincine erişebileceğini kavramıştır. Yurttaşlık sorumluluğunun da ancak bilimsel düşünüşten geçtiğini görmüştür. Onun için eğitimin, çağcıllık dışı her türlü yanlışlıktan arındırılması, kesin erek sayılmıştır. İşte Köy Enstitüleri, toplumsal yenileşmenin ufuklarını gözeten bu gereksinimden doğmuştur.

Köy Enstitüleri nedir? Bilgi ve eylem birliği içinde ülke ve ulusuna bağlı kuşakların; teknolojiye uzanan somut eğitim düzeninde, kendi toprağına bağlı yurtsever eğitimcileri yetiştirme seferberliğidir. Bu isabetli planlama sonunda, bilimsel çağcıllık ışığında ülke gerçeklerini tanıyan ve çare arayan halk önderlerinin kalkınmada ödevli kılınması düşünülmüştür.

Köy Enstitüleri, ilerici ve toplumcu oluşumun filizleri olarak belirince, sinmiş görünen karşıdevrimcilerin kıpırdanışına tanık olunmuştur. Öyle ya; toprak bilimle uyanacak, makineleşme başlayacak ve geniş halk kitlesi, aydınlanma devrimine inanmış insanlarla güçlenecekti. Varlığına güvenen bir ulusun, kendi insan kaynakları üzerindeki yükselişi yerleşecekti. İşte bu gelişme, karşıdevrim öbeklerini alabildiğince korkutmuştur.

Köy Enstitülerinin yetkin isimlerinden İsmail Hakkı Tonguç; “İnönü, okulların sayısını 60’tan yukarıya çıkarmayı önerdiğinde Milli Eğitim Bakanı Yücel’le, böylesine bir hızla yapılacak sayısal kurumlaşmanın olanaksız olduğunu sanmıştık” der ve içtenlikle hayıflanır. Ama sonrasında bırakınız artışı, 1946’lı yılları izleyen devrede Köy Enstitüleri; hem kurucu iktidarın içinde beliren ve hem de muhalefet partilerinin yekpare olumsuzluklarıyla yüklenen saldırılarla karşılaştılar.

Köy Enstitüleri kalsaydı ne olurdu? Sayıları artarak kurumlaşsalardı, çok şeyler başka türlü olurdu. Örneğin; toprak reformuna karşı çıktıkları için dönemin siyasal iktidarınca dışlananlar, parti kurup; az topraklı, topraksız köylü tarafından 14 Mayıs 1950 tarihinde işbaşına getirilemezlerdi. Karşıdevrimcilere, iktidar yolu açılmazdı. Köy Enstitüleri kalsaydı; tam bağımsızlık ve antiemperyalist bir çizgi, ülkenin kuruluş amacına uygun temeli besleyecek etken olacaktı. Sadece teoride değil, uygulamada da ülke sorunlarının tümüne el atmış kuşaklar yetişecekti. Köy Enstitüleri kalsaydı; köylerinden koparak kentlerin işsiz varoşlarını dolduran çilekeşler değil, köykentler oluşacaktı. Devrimci aydınlanmadan asla sapılmayacaktı. Köy Enstitülerinde uyanan sosyal bilinç, ülke geleceğini en gerçekçi demokratik boyutlara hazırlayıp, taşıyacaktı. Köy Enstitüleri; emperyalizmi yadsıyan devrimci duruşun, halktan yana eğitimciler yetiştirerek yerleşmesini temsil ediyorlardı. Kapatılmasalardı; içteki feodaliteye ve dış sömürüye karşıt, yurt topraklarına sahip çıkan yaklaşımın onurlu kurumları olurlardı.

Köy Enstitüleri, karşıdevrime tutsak iktidarlarca kapatıldılar. Kemalist aydınlanma düşmanları, ülke zararına bir yenginin utkusunu geniş ve çökertici adımlarla günümüze doğru sürdürdüler.

Sonuç:

Ulus aydınlanmasını, ülke kalkınması sayanlar, Köy Enstitülerinin; anlam, işlev ve değerinin günümüzde de bitmediği kanısındadırlar. Bu görüş haklı, tutarlı ve aynı zamanda da demokratik devrimci bir işlev gerektiren bir sorumluluktur.

18 Nisan 2011/Cumhuriyet

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın evinin alt katındaki çalışma ofisinde dinleme cihazıyla ilgili SÖZCÜ yeni bilgilere ulaştı. Konutta düzenli olarak arama yapan ekibin, dinleme cihazını önceden bulmaması “cihazı yerleştirenlerle, aramayı yapanlar arasında bağ olduğu” iddiasına neden oldu. Cihazın bulunduğu son aramanın ise bir milletvekiline ulaşan özel bilgi üzerine ayrı bir ekibe arama yapıldığında ortaya çıkarıldığı öğrenildi.

Cihazı gören kamera kurdular
Cihazın bulunduğu odanın belirlenmesi üzerine, bunu yerleştirenlerin ortaya çıkarılması için farklı bir adım atıldı. Binanın elektriği kestirilip, dinleme cihazı cihaz kapalı duruma getirildi. Cihazın bulunduğu bölümü gören yeni bir kamera sistemi yerleştirildi. Böylece, gizli bir biçimde devredışı bırakılan dinleme aygıtının, kim ya da kimler tarafından yeniden çalışır duruma getireceği öğrenilmek istendi.

Elektriği kesip cihazı kapattılar
Bazı iddialara göre, cihazı faal duruma getirmek için bir girişim olduğu, Başbakanın çalışma ofisine rahatlıkla girebilen bir kamu görevlisinin cihaz üzerinde bir çalışma yaptığı belirtildi. Ancak, olayın o günlerde duyulmaması için “güvenlik zafiyeti” gerekçe gösterilip Koruma Dairesi Başkanı, Koruma Müdürü ve 300’ün üzerinde polis koruma görevinden uzaklaştırıldı. Bazı yetkililere göre, cihaz üzerinde oynama yapan kişiye, CD’ye alınan görüntülerinin gösterildi.

Araç dikkat çeker, karargah ev ya da bürodur
İmralı Adasına, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve bazı yetkililerin gittiğini ilk gündeme getiren, girişlerinde İmralı’da kamera sisteminin devre dışı bırakıldığını öne süren eski CHP Milletvekili Bilimiş Uzmanı Tacidar Seyhan, dinleme skandalının farklı boyutlarını SÖZCÜ’ye şöyle anlattı:

“Bu vericilerin hafızası yok. Yani kendi içinde kayıt yapmaz. Vericiler 500 metre çapında bir alana belli frekanstan sinyaller yolluyor.Bu sinyal süreklidir. Çünkü cihaz elektriğe bağlanmıştır. Ancak bu sinyalleri alabilmek için 500 metrekarelik bir alan içinde ya bir otomobilden ya da ev veya bürodan kayıt alan bir cihazla takip edilmesi gerekir. Kaç yerde cihaz bulunduysa, bu sinyalleri takip eden birilerinin konuşlanmış olması gerekir.

Cihazı yerleştiren ve aramada bulmayanlar
Araçla görüntünün 7/24 saat konuşlandırılarak alınması mümkün görünmüyor. Araç dikkat çeker. Dinleme için en uygun yer daire ya da bürodur. Eğer, dinleme araçla yapılıyorsa, bu ekip teknik takip desteği alıyor. Başbakanın gideceğini bilecek, kendisi de gidip orada konuşlanacak. Daire ya da bürodan izliyorlarsa devamlı birisinin olması gerekir. Kısaca bu iş bir ya da birkaç kişinin yapacağı bir takip değil, organize bir iştir.

Bu cihazlardan Türkiye’de çok
Dinleme cihazının yaydığı frekansın, sinyal bozucu jammer cihazının etki altına alamayacağı farklı bir frekans olmak zorunda. Bu da ciddi bir uzmanlık gerektirir. Verici ve alıcının cihaz olarak güçlü bir sinyal yayması ve almalı. Bulunduğu iddia edilen cihazlar İsrail yapımı vericilerdir. Bu vericilerin çoğu Türkiye’de bir çok yerde bulunabilen vericilerle hemen hemen aynıdır.

Hayret edilecek asıl nokta
Bu olayla ilgili hayret ettiğim nokta şu: Başbakanlık Koruma Dairesi yeni kurulmuştu. Buraya 300’e yakın görevli yerleştirildi. Bu cihazları bulmak zor değildi. Çünkü, bunun sadece elektrik alan bazı noktalara yerleştirilmesi gerekmektedir. Yani priz, boat, televizyon, radyo, telefon, sensör gibi elektrikli cihazlar içine yerleştirilebilir. Bir frekans tespit cihazı bu böceklerin hepsini anında bulur.

Yerleştirenler ile arayanlar aynı ekipten
Önceki aramalara vericiler bulunamadıysa bunun anlamı cihazı yerleştirenler ile aramayı yapan ekibin ortak çalıştığını gösterir. Bir ekip yerleştirecek, diğer ekip de aramalarda bulamayacak. Yani organize bir iş. Bir arama yapılıyorsa, bunların bulunmaması diye bir şey söz konusu değil.

Deniz Feneri şüphelisi dinlemenin başına
Başbakanın makamında, otomobilinde dinleme cihazları bulunduğunu ilk kez gündeme getiren CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, önemli bir iddiayı daha gündeme getirdi. Tekin, “Deniz Feneri e.V soruşturması” kapsamında adı geçen, ev ve işlerlerinde arama yapılacağı bilgisini şüphelilere ulaştırmakla suçlanan Emniyet Müdürü’nün, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nda (TİB) önemli bir göreve atandığını bildirdi. Ancak, TİB yetkilileri adı geçen Emniyet Müdürünün henüz göreve başlamadığını söylediler.

Gürsel, bu bilgiyi önemli bir kaynaktan aldığını belirtti . Deniz Feneri soruşturması sırasında bir bakanın koruma müdürlüğünü yapan emniyet mensubu, C.Savcıları tarafından ifade için C.Savcılığı’na çağrılacağı aşamada, Savcılara görevden el çektirilmişti. Aynı kişinin, Başbakanlık koruma ekibinin gönderildiği günlerde, o ekipten birisinin Başbakanlığa gelip bazı evrakları almak istediği, aynı Emniyet Müdürünün de duruma müdahale ettiği, bu konudaki soruşturmanın da C.Savcılığı tarafından yürütüldüğü bildirildi.

Sevgili okurlar; bir yılı daha bitirdik. Bu gece hepimiz yeni yılın umutlarıyla 2013’e adım atacağız. Ne yazık ki 2012 yılını da mutlu ve huzurlu geçiremedik. Yeni yıl içinse sadece iyi dileklerimizi söyleyebiliriz ama bunun gerçekten yararlı olup olmayacağını da bilemiyorum.

Yılın olayları

Medyada âdettir, yılın sonuna gelindiğinde, yılın olayları, yılın önemli isimleri belirlenir. Benim, geçen yıl yaşadığımız olaylar içinde favorim savcıların MİT Müsteşarı’nı ifadeye çağırmaları, ama Müsteşar’ın ortadan kaybolması, ardından da Başbakan’ın derin öfkesi oldu. Bu kırılma noktasıydı.

MİT krizi

Geçen yılın şubat ayında bir sabah beklenmedik bir haberle şaşırdık. Özel yetkili savcılar MİT Müsteşarı ile eski MİT Müsteşarı ve yardımcısını KCK davası nedeniyle “sanık” sıfatıyla ifadeye çağırıyordu. Oysa MİT Müsteşarı yasa gereği Başbakanlık koruması altındaydı.

Görevin niteliği

Özel yetkili savcılar, MİT Müsteşarı’nı terör örgütlerinin liderleriyle yapılan gizli görüşmeler ve daha sonra KCK’nın yapılandırılmasındaki rolü nedeniyle suçluyordu. İddialara göre MİT PKK’nın bazı eylemlerini organize etmişti ve bu olaylarda pek çok asker, polis ve sivil şehit vermiştik.

Müsteşar kayıp

Savcılık eski ve yeni müsteşarları ifadeye çağırıyordu ama ikisi de kayıptı. Bir tür “kaçak” hâldeydiler. Duruma hemen Başbakan Erdoğan el koydu ve “Benden izin alınmadan nasıl böyle bir girişimde bulunabilirler” diyerek öfkelendi ve yargıyı “Devlet içinde devlet olmakla” suçladı.

İlker Başbuğ olayı

Başbakan’ın bu çok sert çıkışı sonucu bir hukuk tartışması başladı. Evet yasaya göre MİT Müsteşarı Başbakan izni olmadan sorgulanamıyordu ama, çok kısa bir süre önce yaşanan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ olayı da kafaları ister istemez karıştırıyordu,

Özel yetkili mahkemeler

İlker Başbuğ Ergenekon davasını yürüten mahkeme tarafından tutuklanmıştı. Başbuğ 12 Eylül 2010’da kabul edilen Anayasa’ya göre ancak Anayasa Mahkemesi tarafından yargılanabileceğini ileri sürerek karara itiraz etti. Mahkeme çok ilginç bir gerekçeyle itirazı reddetti.

Herkes için geçerli

Mahkeme tarafından Özel Yetkili Mahkemeler’in kuruluş esaslarına göre bu mahkemelerin istedikleri herkesi hiçbir izin almadan ifadeye çağırabilecekleri, sorgulayabilecekleri, tutuklayıp yargılayabilecekleri belirtildi. İlker Başbuğ bu durumda “çaresiz” kalmıştı. Hapse girdi.

Sıra MİT’e gelince

Ancak MİT olayında bu esaslara uyulmadı. Çünkü Başbakan gelişmelere çok öfkelenmişti. Müsteşar 5 gün ortaya hiç çıkmadı. Bu süre içinde AKP Meclis’ten 7 saat içinde bir yasa geçirdi, böylelikle MİT Müsteşarı’nı özel yetkili mahkemelere karşı koruyan sağlam bir yasal kalkan oluşturuldu.

Sadece MİT değil

Ancak yeni çıkan kanun dikkatli okunduğunda ilginç bir ayrıntı göze çarpıyordu. Çünkü yeni madde MİT Müsteşarı’na örülen koruma duvarını aynen koruyordu ama eklenen bir cümle daha önemliydi. Buna göre Başbakan’ın özel görev verdiği herkes aynı korumaya tabi tutulacaktı.

Özel temsilci

Çünkü bugünkü MİT Müsteşarı, teröristlerle yapılan ilk pazarlıklarda MİT’te değil Başbakanlık’ta çalışıyordu ve orada bulunma nedeni “Başbakan’ın özel temsilcisi” sıfatını taşımasıydı. Yani savcılık müsteşarı, müsteşar olmadan önceki bir suçlamayla ifadeye çağırabilirdi.

İçten kırılma

MİT olayı, AKP iktidarına güç veren kesimlerde ilk ve ciddi kırılmayı ortaya çıkardı. MİT operasyonunu düzenlediği ileri sürülen ve dini bir ağırlığı da bulunan bir kesim o günden itibaren Tayyip Erdoğan’a karşı, açıktan olmasa da ciddi bir yıpratma kampanyası başlattı.

Sessiz ve derinden

O gün bu gündür, bu kesimin Erdoğan’a karşı başlattığı yıpratma kampanyası sürüyor. Açık beyanlarda “Hiçbir sorun olmadığı” söylense bile, bu kesimin sözcüsü konumundaki isimler her fırsatta “desteğin kesilebileceği” sinyallerini veriyor. Erdoğan ise giderek sertleşiyor.

Savcılara yıldırma

Gerçi MİT Müsteşarı bu olayla tam koruma altına alınmış olsa bile, “izin isteme” formülü aynen durduğu için, aynı savcı bu kez resmen izin başvurusunda bulundu. Bir cevap verilmedi kendisine ama bir sabah aniden görevinden alınıverdi. Yerine yenisi atandı.

Aynı uygulama

Ancak gariptir, yeni atanan savcı da “izin talebini” yineledi. Ardından o savcı da yerinden oldu. Şimdi Başbakan’ın “izin talebine bir cevap verip vermeyeceği” beklenirken, yeni atanan savcının benzer bir talepte bulunup bulunmayacağı da şiddetle merak ediliyor.

Çömez’den farkı var mı?

Şimdi bir soru sormak istiyorum. Londra’da kaçak yaşayan eski AKP Milletvekili Turhan Çömez ile MİT Müsteşarı arasında fark var mı? İkisi de Özel Yetkili Savcılar tarafından “sanık” olarak ifadeye çağrılıyor, ikisi de gelmiyor. Biri İngiltere’nin diğeri Başbakanlığın koruması altında.

Diğer olaylar

Kısaca 2012’nin önemli olayları hatırlayalım. Hrant Dink davası bitti, mahkeme, olduğuna inandığı “çete”yi bulamadı. Oysa bu olayda sorumluluğu ve ihmali bulunan herkes ortadaydı, haklarında çeşitli kitaplar bile yazılmıştı. “Var ama bulamıyoruz” dendi, olay da bitti.

Başbakan’ın sağlığı

2012 yılına Başbakan Erdoğan’ın geçirdiği ameliyatlar da damgasını vurdu. Doktorları hiçbir açıklama yapmadı ama yakınları Erdoğan’ın sağlık durumunun çok iyi olduğunu belirtiyor. Zaten bu Başbakan’ın inanılmaz temposunu izlerken de gözle görülebiliyor.

Afyon’u unutmayalım

Yaz aylarında Afyon’dan gelen korkunç bir haber hepimizi şoke etmişti. Bir cephanelikteki patlamada 25 askerimiz şehit olmuştu. Tabii buna teröre şehit verdiğimiz yüze yakın polis ve askerimizi de eklemeliyiz. Çeşitli olaylarda yitirdiğimiz yurttaşlarımızı da unutamayız.

Balyozda acele kararlar

Bitirdiğimiz yılın önemli gelişmelerinden biri de yüzlerce askerin yagılandığı Balyoz Davası’nın sona ermesiydi. Açıklanan kararlar hem tepki gördü hem de kimseyi tatmin etmedi, gözler Yargıtay’a çevrildi. Hukukçuların hâkim görüşü bu davanın Yargıtay’dan döneceği yolunda.

Üniversitelere saldırı

Bana göre yılın önemli olayları sıralamasına yılın son günlerinde ODTÜ’de yaşanan olayları da koymak gerek. Özellikle iktidar ve yandaşlarının üniversitelere yönelik hasmane tutum ve davranışları demokrasi ve özgürlükler konusunda ciddi kuşkular yaratacak boyutta.

Soner Yalçın özgür

Yeni yıla 4 gün kala 684 gün tutuklu kalan gazeteci Soner Yalçın nihayet özgürlüğüne kavuştu. Gazeteciliğin yargılanması olarak tarihe geçecek bu olay sanıyorum aynı zamanda kara bir leke olarak da hafızalarda kalacaktır. Bu dava “sevilmeyenlerden” nasıl intikam alındığının bir kanıtıdır.

Parça parça tahliye

Odatv davası olarak bilinen davada güya yargılanan gazeteciler parça parça tahliye edildiler. Sanki gizli bir el “Biz bunları sevmiyoruz, burunlarını sürtün” talimatı vermiş gibi. Belli ki her gazeteci kendilerine biçilen intikam süreleri kadar hapiste tutuldular. Başka bir izahı olabilir mi?

Hepinize iyi yıllar dilerim.

“17 Nisan 2009 tarihinde İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’ndeki tedavi sürecimden başlayarak, 11 Mart 2011 tarihinde Silivri Ceza İnfaz Kurumu’na nakledilmem ve sonrasında, T. C. Sağlık Bakanlığı’na bağlı çeşitli devlet hastaneleriyle ile üniversite hastaneleri tarafından, GECİKMELİ DE OLSA DEFALARCA DOĞRULANMAK zorunda kalınan TEŞHİS, TEDAVİ SÜRECİM ve YAŞADIĞIM DİĞER OLAYLAR ile ilgili bu BİLGİ VE BELGELERİ, olayların kronolojik sırasına uygun olarak, yine YORUMSUZ bir biçimde AZİZ TÜRK MİLLETİ’NİN YÜCE YARGISINA saygıyla sunuyorum.”

***
Kitabın “Başlarken” bölümünde yer alan bu sözler, Ergenekon yargılamasının en ilginç sanıklarından biri olan Prof. Dr. Mehmet Haberal’a ait...
Kitap tamamen raporlardan, el yazısı dilekçelerden ve kurumların yaptıkları açıklamalardan oluşuyor...
Ve bir insanın sadece hastalığını kanıtlamak için verdiği mücadeleyi belgelerle anlatan bu kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman şu acı gerçekle karşıya kalıyorsunuz:
“Vicdan da kalmamış!”

***
Prof. Dr. Mehmet Haberal, ardında bıraktığı dört yıllık sürede mahkemeyi sadece “suçsuzluğuna” değil, aynı zamanda hasta olduğuna da inandıramadı.
Hatta hasta olduğu için kendisini tedavi etmeye kalkışan doktorların bile başı belaya girdi.
Dünyanın tanıdığı, organ nakli konusunda ilklere imza atmış bu bilim insanı; gün geldi, yaşamsal risk taşıyan hastalığına karşın Metris Cezaevi’nde 3-4 metrekarelik, havalandırması bile bulunmayan bir hücrede tutuldu.
Ayrıcalık değil, sadece hastalığının tedavi edilmesini istedi.
Başaramadı.

***
Bu kitapta bir şey daha öğreniyor insan:
Her belge gerçek değildir!
Çünkü bazı belgeler gerçeği çarpıtmak, örtmek ve birilerini kurtarmak için düzenlenir!
Ne yazık ki; bu derlemede bu türden yüzlerce “düzmece belge”ye rastlamak mümkün...

***
Umarım edinip okuma olanağı bulursunuz...
Çünkü sadece “belgeler”den oluşan bu kitap, kindar cehaletle aydınlığın gizli kavgasını da gözler önüne seriyor...

PROF. DR. MEHMET HABERAL’DAN BELGELER VE GERÇEKLER ***
Türü: Belge
Yayına hazırlayan: Mete Akyol
Basan: Kültür Sanat Basımevi
Baskı tarihi: Aralık 2012
Sayfa sayısı: 470
Fiyatı: Ücretsiz... Edinmek için Başkent Hastaneleri’ne başvurursanız, size yardımcı olunacağını sanıyorum.
Kişisel not: Bu kitabı yayına hazırlayan Mete Akyol, benim çocukluk kahramanlarımdan... Gündemin üzerine cesurca giden, gözünü budaktan esirgemeyen, kendisiyle bile dalga geçebilen, meslek hayatı benim yaşımdan büyük olan bir ağabeyim... Kitabı bana o gönderdi. CHP Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal’ı ise artık sadece Türkiye değil, tüm dünya tanıyor.

*****
“Yeni yılınız kutlu olsun!”

Ne yalan söyleyeyim, 52’sine merdiven dayamış biri olarak başlığa taşıdığım bu cümleye artık güvenim kalmadı...
Bu yazıya başlamadan önce koltuğumun arkasına yaslandım ve bugün ülkemizde kaç milyon kişinin bu cümleyi kurarak, kaç kişiye mutlu yıllar dileyeceğini tahmin etmeye çalıştım.
Bazı yobazları çıkaralım; 60 milyon kişi, ortalama beşer kişiye, “Yeni yılınız kutlu olsun” dese... Bu cümle, bugün tam 300 milyon kez kurulacak demektir...
Şimdi size çok basit bir sorum var. Arkanıza yaslanın ve kimseye sormadan, hiçbir yere bakmadan yanıt verin:
“Kutlu”nun anlamı ne?
Nasıl; hatırlayamadınız değil mi?

***
Düşünmekten bıktıysanız ben söyleyeyim:
Uğurlu, hayırlı, mübarek...
Peki hangisi?
Daha fazla uzatmayın; o konuda dilbilimcilerin de pek fazla bir fikri yok...

***
Yolun yarısını onlarca yıl önce aşmış bir “olgun çocuk” olarak ben bu yıl sizin yeni yılınızı kutlamayacağım...
Onun yerine size hayırlı, uğurlu, sevgiyle, aşkla dolu, sağlıklı, bol kazançlı, başarılı ve “özlem”in biteceği nice yıllar dileyeceğim.
Sevgi ve saygılarımla...

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ODTÜ’de polisin öğrencilere şiddet uygulaması konusuna maşallah yepyeni bir yorum getirmiş.. Artık kimden ve nasıl aldıysa bu bilgiyi, hiç duyulmamış iddialar ortaya atıyor ve o öğrencilerin “yasa dışı örgüt, terörist” filan olduğunu ve dahi “Marksist-Leninist terörist” olduklarını söylüyor.. “Öğrenci oldukları ileri sürülen kalabalıklar” diye başlayarak..
O kalabalıkların “öğrenci” olduklarını ODTÜ yönetimi açıkladı, polisin gösterdiği şiddetin dengesiz, oransız güç gösterisi olduğunu söyledi. Arka arkaya atılan gaz bombalarından bir öğrencinin beyin kanaması geçirdiği medyada yer aldı. Eğer Devlet Bahçeli gündemi izlemiyor ve birilerinin kulağına fısıldadığı şeyleri tekrarlıyorsa oldukça ayıp bir durum doğrusu..

BİR ‘TERÖRİST’ TUTTURMUŞLAR

Ayrıca... Hepimiz o sıralardan geçtik, bunları yaşadık ve biliyoruz... ODTÜ’de de başka üniversitelerde de (diğer ülkelerde de) her dönemde hükümet üyelerine karşı gösteriler yapılmıştır, gelecekte de olacaktır, bunları polis şiddetiyle ve bu susturma politikalarıyla, aynen hapse tıkılan gazetecilere, hatta İlker Başbuğ’a yapıldığı gibi “terörizm”le maskeleyip başka yönlere çekerek toplumu da yanıltmak doğru değildir.
Devlet Bahçeli’nin gündemle ilgili açıklamalarının hemen hepsi çok geç yapılır ama hem geç, hem yanlış olması bir genel başkan için gerçekten üzücü!


*****
Senatonuz var mı, senatonuz?

Başkanlık sistemini kısa ve öz olarak anlatmak lazım, zira sonunda referandumda olduğu gibi “kimse bir şey anlamadan”, “yetmez ama evet” sesleri arasında, şimdiden geri dönen ve yıllar öncesine dayanan “mağduriyet açıklamalarıyla sempati yaratarak” o da olup bitecek.. Yani nasılsa olup bitecek belki ama hiç değilse konuşalım, inceleyelim.. Şimdi, biliyoruz ki bu sistem bir tek ABD’de başarılı olmuş, diğer ülkelerde baskı rejimleriyle son bulmuş ve bunun da önemli nedenleri var.. ABD’nin başka ülkelerde olmayan çok farklı yapısı gibi. Mesela..
- ABD’de Başkan’ın ikna etmek zorunda olduğu bir meclis ve bir senato var (başkan suç işlerse senatonun 2/3 oyu ile mahkum edilebiliyor) bizde senato var mı, yok.. Bizde kimseyi ikna etmek zorunda mı; hayır..
-ABD’de “çok güçlü ve tam bağımsız bir yargı” var, bizde durum bu mu? Hayır.. “Siyasallaşmış bir yargı” söz konusu (Bkz; referandum sonrasında HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi, bakınız HSYK’nın başında Adalet Bakanı’nın bulunması, bakınız MİT, Deniz Feneri gibi davalarda hakim, savcı değişiklikleri, bakınız “özel yetkili mahkemeler hukuk dışı” denerek kaldırılmalarına rağmen yüzlerce insanı 20 yıl hapse mahkum edecek yetki verilmesi).. ABD’de “disiplinsiz parti yapısı” var, milletvekilleri özgür iradeleriyle karar verebiliyor, parti genel başkanları tarafından da seçilmiyor. Türkiye’de bu var mı, yok..
-ABD’de her biri ayrı bir devlet gibi eyaletler, o eyaletlerin başında her biri “ayrı bir başkan” gibi valiler, kısacası “başkanın diktatöre dönüşmesini önleyen, gücü paylaştığı” bir federatif devlet yapısı var. Türkiye’de var mı; yok!
O zaman, bol bol konuşalım ve sonunda da güle güle (!) kullanalım başkanlık sistemini.. Kendi düşen ağlamaz, değil mi?

*****
Soğuk yılbaşı!

Yeni bir yıla herkes neşe içinde girerken “siyasi nedenlerle ve hukuka-adalete güvensizlik yaratan bir tabloyla” cezaevinde tutulan (sadece “hukuka aykırı olduğu için kaldırılan” özel yetkili mahkemelerin yalnız bu davalara bakmasına izin verilmesi bile yeterli güvensizliği yaratıyor), soğuk taş duvarlar içinde yılbaşı geçirecek insanları unutmak istemiyorum.
Askeri Hakim Albay Onur Uluocak 19 aydan beri tutuklu bulunduğu Hadımköy Askeri Cezaevi’nden bir mektup göndermiş. Ağustos 2011 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) üyesi seçilen Deniz Kurmay Albay Osman Gündüz Bora Oğurlu’nun da “bir Balyoz şüphelisi” olduğunu, 22 Ağustos 2011 tarihinde “hakkında kuvvetli suç şüphesi” bulunması nedeniyle tutuklama istemiyle İstanbul Özel Yetkili 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edildiğini..
Üzerine atılı üç eylem olduğunu ve imzasız ve sanal bir yazıda “özel kurye” olarak göründüğü için “darbeye teşebbüs” iddiası ile suçlandığını..
Beraber sevk edildiği diğer subaylar tutuklandığı halde, sorgu hakimine “Cumhurbaşkanı tarafından AYİM üyeliğine seçildiğini” söyleyince serbest bırakıldığını.. Başlangıçta hakkında kuvvetli suç şüphesi ile tutuklanmasını isteyen Özel Yetkili Savcılığın 11 Kasım 2011 tarihinde bu kez “isnat edilen suça ilişkin maddi deliller bulunmadığından bahisle delil yetersizliği” gerekçesiyle hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verdiğini..
Oysa şüpheli Bora Uğurlu’nun üzerine atılı eylemler açısından “hakkında dava açılan diğer 142 sanıktan hiçbir farkı olmadığını”, hatta yine “sözde darbe senaryosu”na göre durumunun birçok sanıktan daha ağır olduğunu anlatıyor. (Devam edecek..)

*****
Mutlu bir yıl ümidiyle..

Ümit denen şey asla kaybolmamalı, her şey kaybolabilir ama ümit “o her şeyin geri kazanılabilmesi” için en gerekli duygudur.. Tabii başta “sağlık” olmak üzere.. Sevgili okurlarım, mutlu, mutsuz, kolay, zor günleri bir arada yaşadığımız bir yılı daha geride bırakırken 2013’ün hepinize yepyeni umutlar, beklemediğiniz sürpriz mutluluklar, sağlık, başarı ve tüm güzellikleri, kısacası “kendim için de umduğum her şeyi” getirmesini diliyorum. İnşallah daha uzun yılları birlikte ve huzurla paylaşırız. Yeni yılınız kutlu olsun!

'Hazret' kelimesi dilimizde; 'ulu, yüce, kutsal' anlamında kullanılagelmiştir. Hazret-i Muhammed gibi...
Gel gör ki günümüzdeki 'yeni tip Sünni dinciler' katillere bile 'hazret' diyebiliyorlar.
İkide bir Haber Türk kanalına çıkartılan yeniyetme bir masalcı, Hazret-i Hamza'nın katili Vahşi'yi bile Hazret-i Vahşi diye anabilmektedir.
Diyeceksiniz ki Vahşi kimdir?
Vahşi; Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in bir numaralı düşmanı olan Ebu Süfyan'ın kölesi idi. Mekke'nin en büyük tüccarı ve zengini olan Ebu Süfyan; Hz. Muhammed'i yok etmek için 624'te oğlu Hanzala'nın komutasında bir ordu yolladı. Müslümanlar; bu orduyu Bedir'de karşıladılar. Hazreti Hamza'nın ve Ali'nin olağanüstü yiğitliğiyle Mekkeliler yenildi. Öldürülen 77 kişiden 22'si Ali'nin kılıcıyla can vermişti. Bunların arasında Ebu Süfyan'ın oğlu; ordu komutanı Hanzala da vardı.
Hanzala; daha sonra Hz. Ali'ye karşı isyan edecek olan Muaviye'nin ağabeyi idi.

HİND HAREKETE GEÇİYOR
Bedir'de yenilen Ebu Süfyan ertesi sene başında bulunduğu daha kuvvetli bir ordu ile Medine'ye saldırdı. Bu arada Ebu Süfyan'ın karısı Hind; intikam peşindeydi. Bu amaçla Vahşi isimli savaşçı kölesini, savaşta Hz. Hamza'yı öldürmesi için şartlandırdı.
Uhud'da yapılan çatışmada ilk anda Müslümanlar baskın geldiler. Mekkelilerin malını yağmalama sevdasına düşen Müslümanları; Mekke askerinin süvarilerini yöneten Halid bin Velid arkadan bastı. 'Allahın Kılıcı' diye bazılarının ululadığı Halid bin Velid'in saldırısıyla Müslümanlar bozguna uğradılar, dağıldılar. Hz. Muhammed yaralandı. Peygamberin yanına Ali ve birkaç kişi yetişerek onu kurtardılar.
Bu arada  Vahşi; attığı mızrak ile Hz. Hamza'yı vurup öldürdü. Hind; bunu öğrenice varıp Hamza'nın ciğerini söktürdü ve bir parçasını çiğ çiğ yedi. Bu yüzden de adı 'akiletü'l ekbad' yani  Çiğer Yiyen kadın olarak kaldı.
İşte Uhud'da bu kanlı cinayeti işleyen katile; onu yönlendiren  Hind'e, bu kadının kocası Ebu Süfyan'a  bile günümüzün yeniyetme Sünnileri 'Hazret' diyebiliyorlar. Hatta 'cennetlik' gösteriyorlar. Bunlar; Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye'yi de hazretlikte göklere çıkartıyorlar.
Şimdi bu zevata soruyorum:
Eğer Ebu Süfyan; hazret ve cennetlik ise, bu adamın can düşmanı Muhammed Peygamber neliktir?
Eğer Ebu Süfyan soyu iyi ve ulu ise Hazret-i Muhammed soyu (Ehl-i Beyt) nedir
Ve neden kendini dindar gösteren piyasa Müslümanları hep Muaviye ve soyunu överken; Peygamber soyunu ağzına almaz?
Siz onların hiç Ehl-i Beyt dediklerini duydunuz mu?
Demezler de övmezler de... Çünkü bunlar gerçek Müslümanlığın temsilcileridir.
Hazreti Muaviye derler; çünkü o bir zalimdi, katildi, gasıptı.
Onun düzeni; saltanata hizmet edenleri mala ve paraya boğdu.
Bugün işte mal ve para peşinde koşanlar; Ebu Süfyan soyunun; o lanetlik soyun peşinde koşturmakta; İnternetteki sitelerinden bunlara yalan hadisler üzerinden övgüler dizmektedirler.
***
Yarın yeni bir yıla daha giriyoruz.
Geleceğin; gidenden daha iyi olması dileğiyle seviniyoruz; eğleniyoruz.
Bunu; 'Gavurluk' gibi gösterenler; işte bu Ebu Süfyancı takımıdır.
Belirtelim ki Peygamberimiz zamanında, Medine'ye Habeşistan'dan çalgıcı-oyuncu takımı gelmiştir. Bu ekibe yer bulunamayınca yüce Peygamber; 'Mescid ne güne duruyor, orada oynasınlar.' demiş ve kendisi de burada oynayan Habeşlileri; yanında eşi Ayşe olduğu halde izlemiştir.
Ne yapacağız; şimdi İslam Peygamberini de İslam dışına mı atacağız?
Aşırıya kaçmadan eğlenmek, yemek içmek  herkes gibi Müslüman'ın da hakkıdır.

Cumhuriyetin en önemli eseri, yarattığı çağdaş toplum idi. Bu toplum ilerici, aydınlık ve idealistti. Bu duygular toplumda en büyük erdemdi. İnsanlar paraları ile değil, kişilikleri ile saygı kazanırlardı. Aileler çocuklarına mütevazı olmayı, zenginlik sergilemenin affedilmez bir görgüsüzlük olduğunu, anne-babanın toplumdaki statüsünün onları hiç ilgilendirmediğini, gençlerin ve çocukların ancak okuldaki başarılarıyla kişilik kazanacaklarını öğretirlerdi.

Aileler, çağdaş yaşama kavuşma emelinde idiler. Kadına saygı, kız çocuğunu eğitme, tasarruf-temizlik ve kibar olmak en önemli konulardı.

Cumhuriyetin ilk 25 yılında toplum, yaşanan devrimin getirdiği heyecanla gelişiyordu. O yıllarda her yerde bir idealizm rüzgârı esiyordu.
Düşünün 1930’lu yıllarda Adnan Saygun, Muzaffer Sarısözen ve Macar sanatçı Bela Bartok katır sırtında dağ-tepe geziyorlar, Türk Halk Müziği ezgilerini derliyorlar, çok zor koşullarda onların yok olmaması için idealistçe savaşıyorlardı!

O yılların ünlü sanatçılarına bakın; Reşat Nuri Güntekin- Ahmet Hamdi Tanpınar gibi edebiyatçılar, Nuri İyem-Cemal Tollu- Eşref Üren gibi ressamlar hepsi birden eğitim seferberliğinin birer neferi olarak Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde öğretmenlik yapıyorlardı. Gencecik mühendisler Anadolu’ya yayılmış şantiyelerde çalışıyorlardı. Doktorlarımız o günün zor şartlarında veremle-sıtma ile mücadele edip, Anadolu’yu yıllardır bitiren bu hastalıkları yok etmek için uğraşıyorlardı.

Kimsenin aklına köşeyi dönmek gelmiyordu. Onlar Cumhuriyetin askerleri, Cumhuriyetin Kubilay’ları idiler. Onurlu ve gururlu bir toplum yetiştirmek için çabalıyorlardı.

Bu ruh, devrimlerin verdiği bir heyecandı ve bu heyecan bizi diğer Ortadoğu toplumlarından farklı hale, “kaliteli bir toplum” haline getirmişti.
Bu toplumsal kalite doğal olarak kurumlara da yansımıştı. Üniversitelerimiz- Mahkemelerimiz- Devlet dairelerimiz güvenilir ve düzenli idi. Yasalar çerçevesinde haklı iseniz, güvende idiniz. Bu kurumların bozulmayacağı düşünülürdü.
İlk kokuşma 1980 de başladı. YÖK Kanunu ile yapılan değişiklik sonucu, Akademik Kariyer yapma yöntemleri yozlaştırıldı. Daha sonra “Her İl’e bir Üniversite” diye başlatılan anlamsız girişimle üniversitelerimizin kalitesi düştü. Buralarda yetişen gençler bulundukları küçük şehirden çıkmadan diploma alıp, “diplomalı kasabalılar” ordusunu oluşturmaya başladılar.
Diğer yandan hala kaynağını çözemediğimiz büyük paralar harcanarak, liseden itibaren gençler, apartman dairelerinde başlarındaki ağabeyleri tarafından eğitildiler. Daha sonra cemaat dershanelerinde bedava kurslar görerek bir biçimde, Siyasal ve Hukuk fakültelerini doldurdular.
Sonra da Vali-Kaymakam-Yargıç-Savcı oldular.

1989’dan itibaren belediyelerce sosyal yardım adı altında dağıtılan ihtiyaç maddeleriyle halkımız sadaka kültürüne alıştırıldı. Halkın çalışıp kazanma, alın teriyle elde etme duyguları köreltildi. Onur ve gurur değerleri zedelendi, bunların yerini “ne-nerede- bedava dağıtılıyor, bende kapayım” duygusu yerleşti.
Bütün bunlar yapılırken din-iman faktörü öne çıkarıldı. Her mahallede bir cemaat yapılanması, bir şeyh, bir şıh türedi.

Bütün bu süreçte, 1980’den 2002’ye kadar geçen dönemde cemaat, hep iktidar olmaya aday partileri destekledi. Önce ANAP, sonra DYP, Refah, DSP, CHP ve en sonunda da AKP desteklendi. Bu taktikle, her dönemde iktidardaki partinin içinde cemaatin Bakanları-Milletvekilleri, bürokraside elemanları oldu.

Ve sonunda, 2005 yılında açıkça “Karşı Devrim” harekâtı başlatıldı.
Ergenekon adıyla başlatılan bu süreçte, cemaat-AKP-ABD el ele vererek Türk toplumunu değiştirmek için çeşitli projeler uyguladılar. Türk Milletini yolsuzluk ve borç batağında bitirdiler. Toplumun kalitesi iyice düştü. Her tarafı bademler sardı!

Televizyonu açıyorsunuz; Profesör-Vali-Müsteşar-Genel Müdür-Köşe Yazarı- İş adamı- Araştırmacı-Doktor-Avukat diye tanıtılan, alaturka veya alafranga kentsoylu kültüründen hiçbir iz taşımayan kaba-saba ve cahil diplomalılar her konuda yalan-yanlış ahkâm kesiyorlar.
Bu adamlar kim, nerede yetişti bunlar diye dehşete düşüyorsunuz!
Bir Vali çıkıyor, en olmadık davranışı sergiliyor, bu nasıl Vali, hiç mi devlet terbiyesi almadı derken, filanca tarikat şeyhinin kardeşi olduğunu öğreniyorsunuz.
Bir cemaat televizyonunda, uzmanlığı ortopedi olan bir doktor, her sabah kocakarı ilaçları ve yalan-yanlış bilgilerle halkı zehirliyor. Başka bir TV de cinlerin hayatımızdaki önemi anlatılıyor! Bakanlıklar, cemaat ve tarikatların savaş alanı haline gelmiş. 21. Yüzyıl Cumhuriyet Türkiye’sinde tarikattan izin almadan bir Başhekim atanamıyor!

AKP İktidarının en önemli taktiği, cahil diplomalıları belli makamlara getirmek ve onlardan şartsız itaat istemektir. İşte ODTÜ olayları sonrası, Başbakan’a yağ çekmek uğruna, acınacak duruma düşen AKP’nin atadığı Re(a)ktör bademler.

Sporcuların bile kalitesini düşürdüler. Bir Metin Oktay’ı, bir Baba Hakkı’yı, bir Can Bartu’yu düşünün, bir de MV maaşını beğenmeyip, yorumculuk yapan Şaban’ı!

Türk Milletine yürekten bağlı bir vatandaşı, bir Atatürk askeri olarak diyorum ki;
Yüce Türk Milletini bu duruma düşüren din bezirgânları-cemaat tarikat beslemeleri ile “çağdaşlık” kavgamız, onları ortaçağ karanlığına göndermeden bitmeyecektir, bitmemelidir.
Duydunuz mu Türk Gençliği…

Sağlık ve başarı dileklerimle
31 Aralık 2012
Rifat Serdaroğlu

Emekli Oramiral Salim Dervişoğlu başkanlığındaki 7 kişilik BİLGESAM heyeti, Çin ziyaretiyle ilgili raporunu yayımladı. Oldukça önemli verilerin yer aldığı bu raporu Aydınlık okurları için inceleyeceğiz.
Raporda yer aldığına göre BİLGESAM heyetinin programının ilk gününde Prof. Dr. Pan Guang başkanlığındaki Çinli akademisyenlerle toplantı vardı.
Prof. Pan Türkiye’yi iyi bilen bir isim. Şanghay Sosyal Bilimler Akademisi öğretim üyesi olan Prof. Pan, aynı zamanda Çin’in Medeniyetler İttifakı nezdindeki temsilcisi. İttifakın Türkiye’deki toplantılarına katılan Prof. Pan, önemli isimlerle temaslarda bulunmuş.
Prof. Pan Guang, hem Çin’in genel Ortadoğu politikası hakkında, hem de tek tek Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri hakkında BİLGESAM heyetine kapsamlı bilgiler vermiş. Çin’in Ortadoğu politikasını anlamamızı sağlayacak bu verileri, sizlerle yarın paylaşacağız. Bugün Prof. Dr. Pan Guang’ın ülkemizi ilgilendiren çok kritik 2 sorusuna mercek tutacağız.
ABD, TÜRKİYE’NİN SURİYE’YE MÜDAHALESİNİ İSTİYOR
Prof. Pan’ın dikkat çeken ilk sorusu Türkiye’nin Suriye’ye müdahale olasılığıyla ilgili.
Prof. Pan, yakın zaman önce ABD’de bulunduğunu, temas ettiği bazı kişilerin ABD’nin Suriye’ye askeri müdahalede bulunmayacağını, bunu Türkiye’nin yapması gerektiğini düşündüklerini nakletmiş ve böyle bir şeyin olup olmayacağını sormuş.
Prof. Pan’ın sorusuna yanıt veren emekli Oramiral Salim Dervişoğlu, Türkiye’nin komşusundaki bu krizden şüphesiz çok rahatsız olduğunu ancak gerek halkın çoğunluğunun gerekse hükümetin böyle bir hareket tarzını uygun görmediğini belirtmiş.
ABD’nin Suriye’ye bizzat saldırmayacağı ve bunu Türkiye’den beklediği bilgisi, Aydınlık okurları açısından yeni olmasa da, Çin-ABD temaslarında bile gündeme gelmiş olması anlamlı.
ÇİN’İN BÖLGEDE KÜRT İTTİFAKI UYARISI
Prof. Pan’ın ikinci sorusu çok daha önemli. Pan Guang ileride Suriye muhalefeti içindeki Kürtlerin kuzey Irak’taki Kürtlerle ittifak halinde Türkiye’ye karşı bir harekete girişmesi durumunda Türkiye’nin nasıl hareket edeceğini sormuş.
Emekli Oramiral Salim Dervişoğlu, böyle bir senaryonun gerçekçi ve muhtemel olmadığını, çünkü Türkiye’nin kuzey Irak’la ilişkilerinin gayet iyi olduğunu ve Kürt kökenli Suriyelilerin de hem nüfus bakımından az hem de ülkede dağınık biçimde yerleşik olduğunu savunmuş. Dervişoğlu, Suriye Kürtleri içinde PKK’ye sempati duyan ve PYD mensubu olan azınlık bir gruba karşılık çoğunluğun Türkiye’ye yakın olduğunu ve PKK’ye soğuk baktığını belirtmiş, bu nedenle böyle bir senaryoyu olası görmediğini vurgulamış.
Soru ve yanıta bakılırsa Çinli Prof. Dr. Pan Guang, konuya emekli Oramiral Salim Dervişoğlu’na nazaran daha “Türkiye’nin güvenliği” merkezli bakıyor.
Bir kere Dervişoğlu’nun PYD’nin Suriye Kürtleri içindeki ağırlığına dair verdiği bilgi gerçeği yansıtmamaktadır.
İkincisi Ankara-Erbil ilişkilerinin bugün iyi olmasına göre genellemede bulunmak gerçekçi değildir zira bu iyi hal sadece son iki seneye ve AKP’nin ABD adına yürüttüğü Kürt Açılımı’na endekslidir.
Üçüncüsü Irak Kürtleri ile Suriye Kürtlerinin birlikte hareket etmeyeceğini düşünmek, sadece temennidir! Barzani’nin Temmuz’da Suriye Kürtlerini Kürt Yüksek Konseyi’nde birleştirmesi, KDP’ye bağlı Suriye Kürt partileri ile PYD arasında Erbil mutabakatı kurması, Suriyeli Kürtlere Irak’ın kuzeyinde askeri eğitim vermesi gibi somut olgular ortadayken Salim Dervişoğlu’nun Prof. Pan’ın dikkat çektiği tehlikeyi olası görmemesi “yığınakta hata”dır.
Yarın Çin’in Ortadoğu politikalarını ele alacağız…

Gündem yoğunluğunda arada kaynadı gitti.

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ geçen hafta Viyana’da “darbenin” gerekçesi yapılan TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesinin yanısıra, aynı kanunda yer alan askeri yeminin de değiştirileceğini açıkladı.

Önce Madde 35’i değiştirme ımeselesine değinelim; “Demokrat paşa” Hilmi Özkök, şimdiki Genelkurmay Başkanı Necdet Özel bile sözkonusu maddenin darbelerle ilgisi olmadığını, bu maddenin değişmesi halinde TSK’nın iç güvenlikte kullanılamaz hale geleceği uyarısında bulunuyor. Ama dinleyen kim? Demek niyet başka.

Geçelim asker yeminine; Başbakan Yardımcısı Bozdağ, Madde 35’teki ifadeler geçtiği için madde 37’deki yeminin de değiştirileceğini söyledi.

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne katılan her askerin içtiği ant şöyle:

“Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyliyeceğime namusum üzerine ant içerim."

Acaba bu yeminde rahatsız edici olan ne; Millete ve Cumhuriyete hizmet mi, kanuna, nizamlara ve amirlere itaat mi, Türk sancağının şanını canından aziz bilmek mi, Cumhuriyet ve vazife uğruna seve seve hayatını feda etmek mi? Hepsi mi?

Her konuda ABD’yi örnek alıyorlar ya; Yoksa profesyonel askerliğin olduğu bu ülkede asker yemini falan yok da, onun için mi bu hususa taktılar?

Hayır, ABD’de de katılım andı var. İşte o ant:

Birleşik Devletler Anayasası'nı -dahili ve harici- tüm düşmanlara karşı savunup destekleyeceğime, ona gerçek inanç ve sadakatle bağlı kalacağıma, Birleşik Devletler Başkanı'nın ve üstüm olarak görevlendirilen yöneticilerin verdikleri emirlere Askeri Yargı Düzen Kanunu'na ve ilgili düzenlemelere göre itaat edeceğime tüm ciddiyetimle yemin ederim. Tanrı yardımcım olsun."

Görüldüğü gibi TSK’daki yeminden daha sert ve kapsamlı; Bizimkilerin şiddetle eleştirdiği, “iç ve dış düşmanlar” kavramı var... Anayasa’ya sadakat var... Yine bizimkilerin “yargıda çift başlılık olmaz” diye artık takmaz oldukları ve kaldırmaya hazırlandıkları “askeri yargı” var...

Sözüm herşey tamam da fıstık yeşilimiz eksikmiş gibi asker yemini ile uğraşanlara; Anayasa’da Cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin de yemini var. Her dönem törenle “namus ve şerefleri” üzerine ant içiyorlar. Kerhen yemin eden BDP’liler başta olmak üzere, uyan kim?

En iyisi gelin tüm yeminleri kaldırın, gitsin!..

Silivri, Hasdal, Hadımköy ve Maltepe’ye kucak dolusu sevgiler...


Müyesser YILDIZ
31 Aralık 2012

Biriktirdi, biriktirdi; “uyanın-aydınlanın- hesap sorun- saydamlık isteyin- her söylenene aldanmayın. Çok büyük yalanlar söyleniyor artık kanmayın” diyerek bırakıp gidiyor.
Böylece;
Uyuşukluk dönemi.
Biat etme dönemi.
Ne söyleniyorsa inanma dönemi.
Bekleyip görme dönemi.
Bizim için çalışıyorlar dönemi.

Çalıyorlar ama iş de yapıyorlar dönemi.  Geçmişin kötü mirasını tamir ediyorlar, biraz daha fırsat verelim deme dönemi bu gece saat 12’yi vurduğunda  gidecek olan şu 2012 yılı ile bitmiş olacak.

Xxx

2013’e merhaba!
Yeni yıldan umutluyum.
Keskin bir yıl olacak.
Bekliyorum; fakir ile fukaranın, garip ile gurebanın gözlerinin açılacağı bir yıl yaşayacağız. 10 yıldır ülkeyi Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı, Başbakanlık, bakanlıklar, devlet kadrolarını, polis kadrolarını, üniversiteyi, iş dünyasını, İstanbul sermayesi ile Anadolu sermayesini; yasamayı, yürütmeyi, basının neredeyse tamamını ele geçirmiş olarak yönetenlerin; “darbeciler... Ergenekoncular... Basçılar…. Esad sevenler... Statükocular... Bizi engelliyorlar...” laflarına kimsenin kulak kabartmayacağı bir yıla gireceğiz. “Taş koyuyorlar, çalıştırmıyorlar. Kuvvetler ayrımı önümüzü kesen duvar” kof yalanına artık yeni yılda çok az inanan bulacaklar.

xxx

2012 bahane bitiren yıl oldu.
Temel sorunları çözmediler.
Ana problemler bitmedi.
İşsizlik büyük.
Yoksulluk arttı.
Gelir eşitsizliği düzelmedi.
Geçim sıkıntısı ağırlaştı.
Bölgesel uçurum açıldı.
Vergiler ağırlaştı, ağırlaşıyor.
Zamlar durmuyor.
Memur kıvranıyor.
İşçi homurdanıyor.
Esnaf kıvranmakta,
Çiftçi daralmakta.
Emekli sıkıntıda.
Orta tabaka nefes nefese.
Devletin bütün malları satıldı.
Devletin bütün gelirleri satıldı.
Özelleşecek mal kalmadı.
Türkiye’nin geleceği de satıldı.

xxx

**
Yeni yıl; “kof bahanelere kimsenin inanmayacağı”  sıkışma-daralama- küçülme sarsıntılarına gebe olarak geliyor.
Bilen biliyor.
Bu tip yıllar değişim getiriyor.
İktidar halk desteğini yitiriyor.
Düzenin menteşeleri sarsılıyor.
1954’te sarsıldı.
1958’de sarsıldı.
1971’de sarsıldı.
1980’de sarsıldı.
2001’de sarsıldı.
2002’de de sarsıldı
İktidar partileri çöktü.
Halk onları sandığa gömdü.
Türkiye’de darbeler bitti.
Seçimle gelen seçimle gidecek.

Xxx

Yeni iktidar 10 yılını doldurdu.

2012 yılı biriktirdi, biriktirdi.
Bu gece çekip gidiyor.
Bu gece saat 12’de merhaba diyeceğimiz  2013 sarsılma yılı olmaya aday olarak geliyor.
Giden yıl hüzündür.
Gelen yıl umut.
Ezberlerin bozulacağı bir yeni yıla giriyoruz.
Yeni yılınız kutlu olsun.
Sağlıklı olsun.
Mutlu olsun.

Türkiye üzerinde Rabıta gölgesi 4 : Rabıta bağlantılı İmamlar
1980’li yıllarda yurtdışına gönderilen imamlar hep yükseldi

Uğur Mumcu’nun Rabıta kitabına göre 17 Ağustos 1980 ve 28 Nisan 1981 tarihli iki ayrı Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiye’den toplam 73 din görevlisi Rabıta parasıyla yurtdışında görevlendirildi.

Rabıta kitabında adları yer alan isimlerin, kararname çıktığı dönemde hangi görevde oldukları (ayraç içindeki unvanlar) ve AKP döneminde ise ne yaptıklarına ilişkin kimi örnekler şöyle:

• Yusuf Altaş (Müftü-Zonguldak): 1980’deki ilk kararname ile yurtdışına gönderildi. Şu anda Diyanet İşleri Başkanlığı Yüksek Seçici Kurul Başkanı ve Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi.
• Abdullah Demircioğlu (Müftü-Arsin): 1980’de Belçika’nın Gent kentine din görevlisi olarak gönderildi. Şu anda Gent’te kurulu Avrupa İslam Fakültesi Rektörü.
• Hüsamettin Çalışkan (Müftü-Ezine): Mamak Müftüsü.
• Yasin Makasoğlu (Müftü-Buldan): Dursunbey Müftüsü.
• Kemal Sandıkçı (Yüksek İslam Enstitüsü-Samsun): Prof. Dr., Rize İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanı, Rize Üniversitesi Rektör Yardımcısı. Rize Üniversitesi, senatosunun oybirliğiyle aldığı karar ve TBMM’den çıkarılan yasa ile bu yıl adını “Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi” olarak değiştirdi.
• Dr. Cahid Baltacı (İstanbul Şeri Siciller Arşiv Uzmanı, Müftü Vekili-Fatih): Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi.
• Yusuf Bilgin (Vaiz-Ankara): Fethullah Gülen’in 1962’de Mamak Muhabere Alayı’ndan askerlik arkadaşı. 1980 tarihli kararname ile Belçika’ya gitti. Müftülük, vaizlik yaptı, 1995’te emekli oldu.
• Celalettin Baykoz (İmam-Hatip Lisesi Müdürü – Gemlik/Bursa): Belçika Limburg bölgesi din kültürü öğretmeni, eski Executif üst kurul üyesi.
• İsmail Durmuş (Yüksek İslam Enstitüsü asistanı-Samsun): Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi.
• Nurettin Başyiğit (İmam Hatip Lisesi öğretmeni-Bursa): Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim görevlisi.
• Hayrettin Şallı (Diyanet İşleri Başkanlığı uzmanı): Görevlendirildiği Hollanda’da Hollanda Diyanet Vakfı kurucusu oldu. Berlin Din Hizmetleri Ataşeliği yaptı.
• Ömer Öztop (İmam-Hatip Lisesi Müdürü-Kartal): Ensar Vakfı kurucusu ve yöneticisi. “Hutbelerle İslam”, “Kaynaklarıyla Müminlere Vaazlar” adlı kitapların yazarı.
• Ali Serter (Diyanet İşleri Başkanlığı Hac İşleri Müdürü): Köln Din Hizmetleri Ataşesi.
• Yılmaz Güneylioğlu (İmam-Hatip Lisesi öğretmeni-Ankara): DSP’li Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu döneminde Ankara Gölbaşı İmam Hatip Lisesi öğretmeni iken “meslek lisesinden genel liselere öğrenci geçişini yasaklayan genelgeye uymama” gerekçesiyle soruşturma geçirdi. Mamak Lisesi Müdürlüğü yaptı.
• Mehmet Erkal (İmam-Hatip – İstanbul): Prof. Dr., Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü öğretim üyesi, Ensar Vakfı kurucusu.
• Ö. Faruk Turan (İmam-Hatip – Beyoğlu/İstanbul): Din Hizmetleri Müşaviri ve Belçika Türk İslam Diyanet Vakfı Başkanı.
• Abdullah Özgönüller (Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürlüğü uzmanı): Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürlüğü Daire Başkanı.
• Sabahattin Karasu (İmam-Hatip Lisesi Müdürü – Sarıyer/İstanbul): AKP’li çok sayıda siyasetçiyi içinden çıkaran 100’e yakın dinsel amaçlı vakıf ve örgütün çatı örgütü olan Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın kurucusu.
• Alaaddin Şahin (İmam-Hatip Lisesi Müdürü – Kartal/İstanbul): Eylül 1981’den Temmuz 1985’e kadar Frankfurt’un Offenbach kasabasındaki Yavuz Sultan Selim Camisi’nde görev yaptı. Kurucuları arasında AKP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, eski Başbakanlık Müsteşarı ve bugünkü Çalışma Bakanı Ömer Dinçer’in de bulunduğu Ensar Vakfı’nın kurucusu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’ye türban davası açan ve bu davayı yitiren Leyla Şahin’in babası. Nuruosmaniye Camii imamı iken Kadir Topbaş tarafından İETT Müşteriler Daire Başkanlığı’na atandı. Hürriyet gazetesi yazarı Yalçın Bayer’in 17 Mart 2007 tarihli yazısına göre Alaaddin Şahin, aynı zamanda Akıncılar – Milli Görüş anlayışından gelmektedir ve Başbakan Erdoğan’ın da “ağabey” dediği bir isimdir.
• Baki Yıldız (Müftü-Gürün): Tavşanlı Müftüsü.
• Mürsel Sıradağ (Müftü-Bulancak): Müftülükten emekli.
• Mahmut Sezgin (Vaiz-Kastamonu): AKP döneminde Polatlı Müftülüğü’ne kadar yükselen Sezgin, 2008 yılında camilerde toplanan yardım paralarını zimmete geçirmek suçundan tutuklandı.

Parti kapattıran imam

Ramazan Yenidede, Uğur Mumcu’nun Rabıta kitabını yazdığı 1987’den 8 yıl, Uğur Mumcu’nun katledilmesinden de 2 yıl sonra, yani 1995’te Refah Partisi’nden Denizli milletvekili seçilir. RP kapatılınca Yenidede, Fazilet Partisi’ne geçer. FP de kapatılır. Anayasa Mahkemesi’nin FP’yi kapatma gerekçelerinden biri de Ramazan Yenidede’nin yaptığı bir basın toplantısında söyledikleridir.
Uğur Mumcu’nun Rabıta kitabında sözünü ettiği ve ilki Süleyman Demirel’in Başbakan olduğu 1980 yılını, diğeri de 12 Eylül askeri dönemini kapsayan iki kararname ile ve Rabıta örgütünün parasıyla yurtdışına gönderilen 73 imam ve din adamından biri de Ramazan Yenidede’dir. Yenidede, Denizli Müftü Yardımcısı iken Rabıta parasıyla yurtdışına gönderilmiştir.
Ramazan Yenidede, Uğur Mumcu’nun Rabıta kitabını yazdığı 1987’den 8 yıl, Uğur Mumcu’nun katledilmesinden de 2 yıl sonra, yani 1995’te Refah Partisi’nden Denizli milletvekili seçilir. RP kapatılınca Yenidede, Fazilet Partisi’ne geçer. FP de kapatılır. Anayasa Mahkemesi’nin FP’yi kapatma gerekçelerinden biri de Ramazan Yenidede’nin yaptığı bir basın toplantısında söyledikleridir. Yenidede’nin, soruşturma dosyalarında yer alan ve FP’nin kapatılmasına gerekçe olan sözlerinden bir bölüm şöyledir:
“Hırsız, ben Atatürkçüyüm ve laikim diyor, soysuz böyle diyor. Hazine yerlerini işgal edenlerin elinden bu yerleri almaya giden kamu görevlilerinin karşısına Atatürk posterleriyle çıkılıyor.”
Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başkomutanı, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’e yönelik bu sözleri söyleyebilen Ramazan Yenidede, yalnızca FP’nin kapatılmasına değil, kendisinin de 5 yıl siyaset yasağı kapsamına girmesine yol açar.

Türkiye Üzerinde Rabıta Gölgesi -1

Türkiye Üzerinde Rabıta Gölgesi -2 : Bereketli Bir Vakıf

Türkiye Üzerinde Rabıta Gölgesi 3 : Bir başka bereketli vakıf 

Türkiye üzerinde Rabıta gölgesi 4 : Rabıta bağlantılı İmamlar

Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ,ın Noel adeti kabul  edilen çam süslemesiyle ilgili olarak çarpıcı açıklamaları var. Kabul edilenin aksine çam ağacı süslemesinin eski bir Türk geleneği olduğunu söyleyen dünyaca ünlü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, bu âdeti Avrupa,ya Trüklerin aktardığını belirtiyor.
Dilek Ağacı
Muazzez İlmiye Çığ, tarihi değiştirecek araştırmasını şöyle dile getiriyor: Çam ağacı süslemek, tamamıyla Türk âdetidir. Yeni Türk devletleri ile münasebetimiz bize yepyeni şeyler öğretiyor. Eski Türklerde yerin göbeğinden göğe kadar bir ağaç tasavvur ediliyor.
Buna hayat ağacı deniyor. Altay'daki çamlar, her zaman, şaşılacak kadar güzeldiler. Oklar gibi düzgün. Çam, eskiden Türklerde mukaddes ağaç sayılırdı. Onu eve alırlardı. Onun şerefine, daha üç-dört bin yıl önce, insanların putlara tapındıkları zamanlarda bayramlar düzenlediler.
Bayram, ilkin Dünya'nın merkezinde, tanrıların ve ruhların dinlendikleri yerde yaşayan Yersu'ya adanırdı. Yersu'nun yanında, gür beyaz sakallı bir ihtiyar olan Ülgen bulunurdu.
İnsanlar, onu daima, zengin kırmızı kaftan içinde gördüler. Ülgen, aydınlık ruhların reisi idi. O, altın kapıları olan altın yeraltı sarayında, altın bir taht üzerinde oturmaktaydı. Güneş ve ay, ona itaat ederlerdi.
Selçuklu mimarisinde ağac bezemesi
Çam bayramı; kışın en soğuk zamanında, karakışta, 25 Aralık'ta yapılırdı. O zaman, gün geceye galip gelirdi. Ve güneş, toprak üzerinde biraz daha uzun süre kalırdı. İnsanlar, Ülgen'e dua ederler, güneşin dönüşü için ona teşekkür ederlerdi. Duaların işitilmesi için Ülgen'in sevgili ağacı olan çam ağacını süslerlerdi. Onu eve getirirler, dallarına parlak kurdeleler bağlarlar, yanına hediyeler yığarlardı. Bütün gece, güneşin karanlığa galibiyeti hâdisesi dolayısıyla eğlenirlerdi. Bütün gece "Koraçun, Koraçun" diye bağırırlardı. Böylece bayramı "Koraçun" diye adlandırdılar. Bu söz, eski Türklerin dilinde, "azalsın" manasına geliyordu... Yâni, gece azalsın, gündüz artsın.
Çamın etrafında sabaha kadar "inderbay" adı verilen bir halka (dairevi) oyunu oynarlardı: insanlar, güneşi sembolize eden daireye katılırlardı. Böylece, semâvî ışık vereni (güneşi) geri dönmeye çağırırlardı. Herkes, en mahrem dileğin bile, esrarengiz bu gecede değişmeden gerçekleşeceğine inanırdı.
Gerçekten de, Ülgen, bir kere olsun ret cevabı vermedi, hayatta bir kere olsun mahcup etmedi. Bayramdan sonra gece daima kısaldı. Kızıl güneş ise hep, gökyüzünde daha uzun, daha uzun süre kaldı. Bu arada, kaftan, şapka, kuşak, deri çizme yâni Ayaz Ata' nın kıyafeti de eski Türklerin gardırobundan. Onlar, tıpatıp böyle bir kıyafet içinde dolaşıyorlardı. Arkeologlar, bunun doğruluğunu mükemmel bir şekilde ispat ettiler.
Ülgen; efsanelerin söyledikleri gibi, bazen kılık değiştirirdi. O zaman Erlik adını alırdı. Bununla birlikte, Erlik'in Ülgen'in kardeşi olması mümkündür. Şimdi gerçeklerin iç yüzünü öğrenmek güç, bunca yüz yıl geçti. Galiba, bu o kadarda da önemli değil.
Tanrı Ülgen
Çok daha önemli başka bir şey var. Eski Türklerde Ülgen ve Erlik, iyiliği ve kötülüğü, ışığı ve karanlığı temsil ediyorlardı. Onun için, 25 Aralık'ta, bütün insanlar, hatta en kötüler bile, iyi ve cömert olmaktaydılar. Bu tarihte Erlik, kötülük sembolüdür. O, bu gün torba içinde hediyeler getirirdi. Çocuklar da onu ararlardı. Onlar şarkılarla dolaşırlar, tekerlemeler söylerdi. Türkçe "kolyad" sözü, kelimesi kelimesine şöyle çevriliyor: "mutluluk, saadet dileme". Sümerlerde de var. Bir ucunda Gök tanrısı duruyor. Türklerde güneş kutsal ama tanrı olarak kabul edilmiyordu. 22 Aralık'ta güneş yeniden fazla olarak dünyayı aydınlatmaya, günler uzamaya başlayacaktı. Türklerin Gök tanrısı gün ile geceyi tanzim ediyor gökte. Sözde gün ile gece sürekli münakaşa halinde. 22 Aralık'ta gün geceyi yeniyor. Bunu "yeniden doğuş bayramı" olarak eski Türkler kutluyorlarmış. Türkistan'da bir ağaç varmış, adı akçam. Bu akçam ağacı başka yerde yetişmiyormuş. Akçam ağacını evlerine getiriyorlar, altına o sene Tanrı onlara güzel şeyler, güzel bir yaşam verdi diye, hediyeler koyuyorlar, dallarına da ertesi sene için Tanrı'dan niyaz ettiklerini adak olarak, istedikleri şeyler için paçavra veya kurdele asıyorlardı. O günlerde büyük bayram, şenliğe dönüşmüştü. Aileler toplanıp, varsa büyükler ziyaret edilip, özel yemekler yenilip, güzel elbiseler giyiliyordu. Bu gelenek daha sonra Türkler yoluyla Avrupa'ya geçiyor. Konunun Noel'le ilgisi yok.
Kilim motifinde Hayat Ağacı

Kaynaklara göre, "akçam ağacı" sadece Orta Asya'da yetişiyormuş. Örneğin, diğer ülkelerde bu ağaç bilinmezmiş. O yüzden, bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği savunuluyor. Hıristiyanlar, Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek almışlardır bu töreni, deniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok. Doğum, güneşin yeniden doğuşu. İsa evrenin nuru, güneşi olarak algılanıyor ve bu olayın pagan halklardan alınıp İsa'ya yakıştırıldığı yazılıyor.
İmparator Konstantin (324-337) zamanında İznik'te toplanan konsülde, 22 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan bu "pagan bayramı" İsa'nın doğumu olarak 24 Aralık'a alınıyor ve buna da "Noel Bayramı" deniyor ve Batı kilisesi (Katolikler) bunu 25 Aralık'ta kutlamaya başlamışlar. Çam süsleme ise, ilk olarak 1605'te Almanya'da görülüyor ve oradan Fransa'ya ve diğer Hristiyan ülkelere geçiyor.
İnanabilir misiniz, yüzyıllardır Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel Bayramı'nın çok eski Türklerin "yeniden doğuş bayramı" olduğuna? Nereden nereye; inanılacak gibi değil, değil mi?
Türklerin tek tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir "akçam ağacı" bulunuyor. Bu ağacın tepesi de gökyüzünde oturan tanrı Ülgen'in sarayına kadar uzuyor ve buna "hayat ağacı" diyorlar. Bu ağacı motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde bulabiliriz. Ülgen, insanların koruyucusu; sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyor. Türkler 'de güneş çok önemli. İnançlarına göre, gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece, gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra da gün, geceyi yenerek zafer kazanıyor. Bu, güneşin yeniden doğuşu; bir "yeni doğum" olarak algılanıyor, Türklerde. Bayramın adı Nardugan. Nar-güneş, dugan da yeni doğan anlamında. Gök bilimi olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor. İşte bu güneşin zaferini ve yeniden doğuşunu Türkler, büyük şenliklerle "akçam ağacı" altında kutluyorlar.
Güneşi geri verdi, diye Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları tanrıya gitsin, diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar; dallarına kumaş parçaları bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar tanrıdan.
Noel Baba olarak bilinen Aziz Nicholas

Halen, yaşayan bir efsane olan Noel Baba (ayrıca Aziz Nicholas, Santa Claus, Saint Nicholas,
Saint Nick, Father Christmas, Kris Kringle veya Santy olarak da bilinir), aslında gerçekten yaşamış birisidir.
M.S. 245 yılında zengin bir ailenin oğlu olarak Antalya'ya bağlı Pata-ra'da (bugünkü Demre) dünyaya gelmiştir. Dini eğitim alıp rahip olduktan sonra hayatını çocuklara ve denizcilere adamıştır. Hatta yaşadığı dönemde denizcilerin kurtarıcısı olarak da ün-lenmiştir. Babasından kalan bütün mirası yardım işlerine harcamış, ancak bunu yaparken kimliğini hep saklamıştrr. Özellikle İsa'nın doğum yıldönümü olan 25 Aralık'ta, yaşadığı Demre'deki yoksul insanların kapılarının önüne gizlice altın, oyuncaklar ve çerez bırakmış ve bu olay uzun süre halk tarafından anlaşılamamıştır.
Sonunda hayali bir kahramana dönüşen Noel Baba bu yardımlarına devam ettiği bir sene gece bekçisi tarafından fark edilmiş, şüphelenen bekçi Noel Babayı yakalamış ve başlığını çıkarınca, Aziz Nikolas olduğunu görmüş. Elindeki çuvalda da altınlar oyuncaklar ve çerezler bulunduğunu görünce hediyelerin sahibinin Aziz Nikolas olduğu ortaya çıkmış. Bu tarihten sonra herkes onu Noel Baba olarak tanımıştır.
İyilikseverliği ve bilgeliği ile tanınan Noel Baba (St. Nicholas) M.S. 343 yılının 6 Aralık günü vefat etmiştir.
St. Nicholas kilisesi Demre
Mezarı Demre'de olan Noel Babanın mezarının yanında ayrıca onun adı verilen bir de kilise inşa edilmiştir. M.S. 5. yüzyıldan sonra Noel babanın mezarı Hıristiyanlar tarafından her yıl ziyaret edilmiştir. Ancak bunu gören İtalyan tüccarlar 1087 yılında mezardan Noel Babanın kemiklerinin bir kısmını çalarak Bari'ye (İtalya) götürmüş ve yaptıkları bazilikaya gömmüşlerdir. Ona ait olduğu sanılan geride kalmış bir kısım kemik ise bugün Antalya Müzesi'nde saklanmaktadır.



Çetin İmir/Bütün Dünya
Kaynakça: Prof. Dr Muazzez ilmiye Çığ/Aralık2007

Derinden gelen uğultunun paniğiyle pencereden baktım da; iftira atmıyordu rüzgar hırçın sesiyle!.. İsyan ediyordu aslında tüm nefesiyle... Aydınlık hiç teslim olmadı karanlığa diye!..
Oysa o gün, şiddetli rüzgar nedense ürküttü beni... Kendim için değil, çaresiz varlıklar için ürktüm!.. O an, menteşesi paslanmış bir pencerenin isyankar çarpışları gibi öfke duydum yokluğa!..
Çünkü adaletsizliğin kölesi olmuş yaşamlar; kimine saltanatlar bahşetse de, çoğuna kucak açmıyordu çaresizliğinde...
Çünkü dünya tüm zenginliğiyle el uzatsa da kimilerine, işaret bile etmiyordu çoğunun yalnızlığına...
Dışarıda virane kalmış insanlar, pejmürde bir çaresizliğe köle olmuş berduşlar; kediler, köpekler ve de yarınını bilmeyen minik kuşlar...
İşte o yüzden isyan ettim tüm hıncıyla efkar dağıtan fırtınaya!.. Yüreklere tuzak kurmuş kuru soğuğa!..
Böylesi günlerde ve rüzgarın kar(ı)a haber verdiği anlarda hep düşünürüm; Gözlerimi mi kapatsam görmemek için, sırtımı mı dönsem çaresizliğe?.. Yoksa, boyun mu eğsem yaşamın girdabına?..
Yani ne desem sahibini arayan mahzun yalnızlığa?..
Ne desem pencere kıyısında, bir minik ekmeği bölüşmek için kanatlarıyla savaşan kuşlara?..
Ne desem; karanlıkta yolunu şaşırıp kehribara sığınmış minik karıncaya?..
İyisi mi yıldızlara teslim etsem yoksul geceyi!.. Olur ya, en azından yalnız kalmasın kabusa direnen rüya!..
Buhar sinmiş yürekler!..
Yaz bu sene uzun sürdü ya, kış belli ki pususunda mahsur kalmıştı!.. Ya da, acımasız yüzünü göstermek için kar doğrayan kılıçlarını keskinletiyordu!..
O pusu ki, yuvasından fırlamış bir kar leoparının hızıyla yaşamın en sıcak anlarına buz damlası gibi inmeyi düşlemiş olmalıydı!..
Geçen hafta bir akşam üstü, paslı zincirden savrulan özgürlük aşkına bir düdük öttürüyordu sanki rüzgar... Belli ki yolda soğuk vardı, şehre eminim kar gelecekti!..
Ak düşmüş tül perdesini tam da indirirken gökyüzü, aşağıdaki dizeler de tıpkı kar taneleri gibi düşüverdi aklıma;
“Buhar sinmiş yüreğin ayna olsa da bakmam; kan olsam damarında, sen yaşa diye bir damla akmam...”
Sıcacık bir yürekten damıtılan sözcüklere şu masum soru yüzünden hapsoldum; Umut ısıtır mı acaba bedeni?..
Kar yağıyordu çünkü dışarıda ve yapraklar zemheri bir soğuğa isyan ederek sarsılıyordu...
Oysa o kadar belliydi ki, kar tanelerinin cilveli ve patavatsız gelişi!.. Gökyüzünün renginden; pas vurmuş gecenin zifirisine kadar belliydi!.. 
Çünkü naz düşmüştü, soğuktan pembeleşmiş tenlerin mahcup yüzüne!.. Çünkü ahkam kesiyordu soğuktan kırıtan bulutlar!..
Sonra düşündüm de, rüzgar kesilse ay düşer mi acep gecenin sesine?.. Sevdalı bir uyku tutunurken garip geceye?..
Tenha köşedeki canan...
Geçen hafta kar yağdı İstanbul’a... Kartopu büyüklüğünde isyankar hüzünler, gökyüzünden toprağa usulce düşüverdi...
Yeşil aniden rengini yitirdi, toprağın kahverengisi adeta pamuklara gizlendi!.. Tıpkı, kar kadar köpüklere hapsolmuş sütlü kahveler gibi!..
Kar var ya, kar?.. O gün, geceden sabaha kadar hiç durmadı... O beyaz kristal buz parçacıkları; saçlardan savrulan nazlar gibi buse konduruyordu toprağa...
Sıcak tene düşen öpücükler ihtimaldir ki, tenha köşelerde kan da veriyordu canana!..
Sonra gökyüzü, yürek titreten nazlarını savurmaktan yoruldu herhalde?.. Utangaç bir masume gibi aniden kapatıverdi kendini...
Kısa bir yağmur karla karışık düşünce toprağa; beyazın gizemi de, bir hayal gibi kaybolup gitti!..
Yani İstanbul beyaz teninden soyundu, gelinlik mahcubiyetindeki bir beyaz kısrak gibi!..
Ve beyaza bulanmış hüzün, sevgilinin ardından ağlayan divanenin gözyaşları gibi eridi gitti!..
Kar bu kadardı işte büyük şehirde... Kısa ve hüzünlü yaz aşkları misali, geride acı bir kahvenin kısacık hatırı gibi!..
Yapraktan düşen yağmur damlasının, berraki bir günün martı kanadına düşmüş zamanı gibi!..
Kar hayaldir unutmayın!..
Kar hayal gibidir aslında... Bazen tüm pisliklerin üzerine bembeyaz bir badana çeken...
Bazen yaşamımızı zehir eden haşeratı esir alan...
Ve bazen de, kirlenmiş dünyayı gizemli ve aldatıcı bir tabloya çeviren...
Kar, kimi zaman çocukları tahta kaykaylarında rüyalara taşıyan bir uzun patika olsa da; bazen, yolları kapatan bir öfkeli canavardır aslında!.. Çekici, etkileyici, sinsi ve acımasız!..
Sonunda ne olursa olsun aslında hayaldir kar... Gelişinde ve gidişinde habersiz olan bir hayal!..
Bazen uyanmak istemediğimiz bir tatlı rüya, bazen de kaçmaya çalıştığımız bir beyaz kabus!.. Siz ne olur ne olmaz “beyaz”dır, “ak”tır diye fazla güvenmeyin!..
Çünkü ben, kar beyazı tertemiz umutların peşinden koşsam da bazen, hayallere hapsolmadım ki hiç...
Hep kavga ettim yalan olan hayallerle... İnandım ki; gerçeğe ulaşmak en güzel hayalden daha mutludur...
İnandım ki aslında, “beyaz” diye “ak” diye bize yutturulanlar, yüreğimizi hapseden, direncimizi kıran, umudumuzu tüketen ucuz ve takiyeci hayallerdir aslında...
Unutmayın beyaz da olsa kar, eninde sonunda hayal gibidir!.. Siz karanlıkta, aydınlığa sımsıkı sarılabiliyorsanız eğer gerisi yalandır!..
Sözü, kar tanesi gibi yüreğime savrulan dizelerle bitirmek en iyisi:
“Gecenin ayazında düş görüyor bulutlar; rüyaya yatmış yıldızlar ve de yüreğinden ürküyor sevdalılar!.. Hepsi sabahın aydınlığına gebe...”
“Ak” karlar, “beyaz” felaketler karda kışta, kara günde ve de kötü dönemde esir de alsa sizi; her gününüz aydınlık olsun...

CHP Ge­nel Baş­ka­nı Ke­mal Kı­lıç­da­roğ­lu, ün­lü psi­ko­log ve psi­ki­yat­rist­ler­le bir ara­ya ge­lip “Ne­dir bu Al­lah aş­kı­na, si­ya­si­ler ne­den böy­le ko­nu­şu­yor. Baş­ba­ka­nın ruh ha­li­ni so­ra­ca­ğı­m” de­di. Si­ya­si­le­rin üs­lu­bun­dan he­men her­kes şi­ka­yet­çi. Ko­nuş­ma­la­rı top­lu­mu ya­tış­tır­mak ye­ri­ne da­ha da ge­ri­yor.
An­ka­ra Üni­ver­si­te­si Po­li­tik Psi­ko­lo­ji Araş­tır­ma ve Uy­gu­la­ma Mer­ke­zi Mü­dü­rü Prof. Dr Ab­dül­ka­dir Çe­vi­k’­e hem li­der­leri, hem de top­lum­da bu ge­ri­li­min düş­ürülme­si için ne­ler ya­pı­la­ca­ğı­nı sor­dum. İş­te, Çe­vik ağ­zın­dan li­der­le­ri­mi­zin toplum­da ya­rat­tık­la­rı al­gı:

Er­do­ğan: Aşa­ğı­lı­yor, kü­çüm­sü­yor

Baş­ba­kan Re­cep Tay­yip Er­do­ğa­n’­ın ifa­de tar­zın­da yük­sek ses­le ko­nu­şu­yor ol­ma­sı ve ko­nuş­ma­nın içe­ri­ğin­de doğ­ru şey­ler söy­le­se bi­le bu ses to­nu ve kar­şı ta­ra­fı kü­çük gö­ren, aşa­ğı­la­yan tav­rı var. Geç­miş­te ya­şan­mış olay­la­rı gü­nü­müz­de ay­nı ke­fe­ye ko­yan tav­rı is­ter is­te­mez mu­ha­le­fet­te bir ger­gin­lik, te­dir­gin ya­ra­tı­yor. Ör­ne­ğin, tek par­ti dö­ne­mi­nin ve ikin­ci Dün­ya Sa­vı­şı ko­şul­la­rın­da iz­le­di­ği po­li­ti­ka­nın halk­ta ya­rat­tı­ğı olum­suz­luk duy­gu­la­rı­nı gün­de­me ge­tir­me­si is­ter is­te­mez şim­di­ki CHP’­li­le­ri kız­dır­mak­ta­dır.

Bir par­ti li­de­ri ola­rak ko­nuş­ma tar­zı ile Baş­ba­kan ola­rak ko­nuş­ma tar­zı­nın fark­lı ol­ma­sı ge­re­kir. Baş­ba­kan ola­rak, ken­di ta­kip­çi­le­ri­ne yö­ne­lik me­saj­lar de­ğil, top­lu­mun bü­tü­nü­nü ku­cak­la­yan bir üs­lup kul­lan­ma­sı ge­re­kir. Pa­di­şah­lık ge­le­ne­ğin­den ge­len bir top­lum ol­du­ğu­muz için halk li­der­den her za­man her­ke­se eşit ya­kın­lık ve uzak­lık­ta ol­ma­sı­nı bek­ler. Tıp­kı bir ai­le­de­ki an­ne-ba­ba­nın ço­cuk­la­rı­na olan tav­rı gi­bi.

An­ne-ba­ba ço­cuk­la­rı­na eşit me­sa­fe­de ya­kın ol­du­ğun­da, o ai­le için­de ço­cuk­lar da ken­di­le­ri­ni an­ne-ba­ba­ya ay­nı ya­kın­lık­ta his­se­der. An­cak, an­ne-ba­ba ço­cuk­la­rı­na fark­lı dav­ra­nır­sa ço­cuk­lar ara­sın­da bir çe­kiş­me olur, an­ne-ba­ba­ya da fark­lı dav­ra­nır­lar. Bu­gün ül­ke­miz­de­ki tab­lo bu­na ben­ze­mek­te­dir. Baş­ba­ka­nın önem­li bir özel­li­ği de ya­rat­tı­ğı al­gı ba­kı­mın­dan çok do­ğal ol­ma­sı­dır. Çok faz­la ken­di­ni kon­trol et­me ih­ti­ya­cı duy­mu­yor. Bu da ken­di­si­ne olan aşı­rı gü­ven­le il­gi­li­dir.

Kı­lıç­da­roğ­lu: Ses to­nu, mi­mik ve jest­le­ri­ni kul­la­na­mı­yor

CHP Ge­nel Baş­ka­nı Ke­mal kı­lıç­da­roğ­lu­’nun üs­lu­bu da­ha yu­mu­şak ve ku­cak­la­yı­cı gö­rün­se de, et­ki­li ola­ma­mak­ta­dır. Et­ki­li ola­bil­me­si için ses to­nu­nu, mi­mik ve jest­le­ri­ni kul­lan­dı­ğı ke­li­me­le­re, cüm­le­le­re ve içe­ri­ği­ne gö­re ayar­la­ma­sı ge­re­ki­yor. An­cak o za­man da­ha ken­di­ni or­ta­ya ko­ya­bi­len, ses ge­ti­re­bi­len bir li­der ima­jı çi­ze­bi­lir.

Kı­lıç­da­roğ­lu­’nun, ba­na gö­re bir ek­si­ği de top­lu­ma umut ve­ren ve ge­le­cek viz­yo­nuy­la il­gi­li bir al­gı ya­ra­ta­ma­mış ol­ma­sı­dır. Ör­ne­ğin, Baş­ba­kan 2023, 2071 viz­yo­nun­dan söz edi­yor. Kı­lıç­da­roğ­lu ise umut ver­me ko­nu­sun­da ye­ter­siz ka­lı­yor. Sü­rek­li Er­do­ğa­n’ın pe­şin­den git­me­si onu da­ha çok pa­sif ko­num­da tu­tu­yor. Mu­ha­le­fe­tin de gün­dem ya­ra­ta­cak bir güç­te ol­ma­sı la­zım.

Bah­çe­li: San­ki dev­le­ti o yö­ne­ti­yor­muş gi­bi

MHP Ge­nel Baş­ka­nı Dev­let Bah­çe­li, çok di­sip­lin­li, ti­tiz, mü­kem­me­li­yet­çi ve her han­gi bir olum­suz olay ya­şan­ma­ma­sı­nı is­te­yen, her şe­yi ida­re et­me­ye ça­lı­şan bir li­der ima­jı çi­zi­yor. San­ki mu­ha­le­fet par­ti­si de­ğil, Dev­le­ti yö­ne­ti­yor­muş gi­bi bir iz­le­nim ve­ri­yor. O za­man da bir mu­ha­le­fet par­ti­si li­de­ri gi­bi imaj ya­rat­mı­yor. Hat­ta ik­ti­da­rın pe­şin­den sü­rük­le­ni­yor iz­le­ni­mi­ne yol açı­yor. Bah­çe­li­’nin ye­ri­ne ko­nu­şan MHP söz­cü­le­ri da­ha fark­lı dav­ra­nı­yor. Bah­çe­li­’nin de hak­kı­nı ye­me­ye­lim, ken­di par­ti­si­nin aley­hi­ne de ol­sa dev­le­ti ön plan­da tu­tu­yor.

Eş baş­kan­lar: Li­der ola­rak gö­rül­mü­yor

BDP’­li eş baş­kan­la­rı Se­la­hat­tin De­mir­taş ile Gül­tan Kı­şa­nak, par­ti li­de­ri ola­rak gö­rün­mü­yor­lar. San­ki, Ab­dul­lah Öca­la­n’­ı tem­sil eden yar­dım­cı­lar gi­bi. Bun­lar da ken­di­le­ri­ni li­der de­ğil, eş baş­kan ola­rak ta­nım­lı­yor. Li­der vas­fı­na ka­vuş­ma­la­rı için Kürt va­tan­daş­la­rın tü­mü­nü zor­la tem­sil et­me gi­bi bir tu­tum­dan vaz­geç­me­si ge­re­ki­yor. Üs­lup­la­rı çok tah­rik edi­ci, ırk­çı söy­lem­le­ri çok teh­li­ke­li. Bir­lik, bü­tün­lük, kar­deş­li­ği iş­le­mek ye­ri­ne bö­lü­cü söy­lem­le­re faz­la yer ve­ri­yor­lar. Bu da tep­ki­le­re yol açı­yor.

Prof.Dr. Çe­vik, ba­kan­lar ara­sın­da Ulaş­tır­ma Ba­ka­nı Bi­na­li Yıl­dı­rı­m’­ı be­ğe­ni­yor. “Çün­kü, ken­di yap­tık­la­rı­na da gü­le­bi­li­yor. Bu da onun da­ha güç­lü ol­du­ğu­nu gös­te­ri­yo­r” di­yor. Çe­vik, mil­let­ve­kil­le­ri­nin TBMM’­de hır­çın dav­ra­nış­lar için­de bu­lun­ma­la­rı­nın te­me­lin­de “ken­di bi­rey psi­ko­lo­ji­le­rin­den sıy­rı­lıp, grup psi­ko­lo­ji­si­nin al­tı­na gir­me­le­ri­”ne bağ­lı­yor, bu­nun da top­lum­da iyi bir ör­nek ol­ma­dı­ğı­nı kay­de­di­yor.

Di­ya­log kül­tü­rü ge­liş­me­miş

Psi­ki­yat­rist Ab­dül­ka­dir Çe­vik, “Türk top­lu­mun­da di­ya­log kül­tü­rü ma­ale­sef ye­te­rin­ce ge­liş­me­miş­ti­r” gö­rü­şün­de. Çe­vik, Son gün­ler­de sık­ça kul­la­nı­lan Baş­ba­ka­n’ın “genç­le­re taş ve mo­lo­tof ve­rip so­ka­ğa sa­lı­yor­lar”, di­ğer li­de­rin “baş­ba­ka­nın kim­ya­sı bo­zul­du­” gi­bi bir dil ve üs­lup kul­lan­dı­ğın­da bu­nun özel­lik­le genç­lik ça­ğın­da­ki grup­lar de­mok­ra­tik bir hak olan ifa­de­yi şid­de­te dö­nüş­tü­re­bi­le­ce­ği­ni be­lir­ti­yor.

Ye­ni bir yı­la, ye­ni bir üs­lup­la gi­ril­me­si ge­re­ki­yor. Yok­sa, kay­be­den he­pi­miz olu­ruz.

Dava dilekçelerinde, süslü köşelerinde ve nato kürsülerinde “fıkıh dersi veren” ve beni dinsizlikle itham eden “müteahhit muhafazakarlara” bir fıkıh dersi verelim bugün. Dikkat buyurunuz;

(1 Hadis)

Ahmed, Buharı ve Müslim, İbn Ömer’in himayesinde olan Nafi’den şunu rivayet ediyorlar: “İbn Ömer, Peygamber zamanında, Ebubekr, Ömer, Osman zamanlarında ve Muaviye’nin zamanında ekim arazilerini kiraya verirdi. Sonra Rafı’ b. Hadİc’den, Peygamber’in tarlaları kiraya vermekten nehyettiği rivayet olundu. Bunun üzerine İbn Ömer, Rafi b. Hadic’e gitti. Ben de onunla birlikte gittim. Rafi’den bu rivayetini sordu. O da: “Peygamber (s.a.v.), tarlaları kiraya vermekten nehyyeti” dedi. (Babu’l Bey, 118.hadis; Kitabu’1-Harac(Buhari), 3/141; Müslim, Kitabu’1-Buyu’, 4/49; Ahmed, Müsned, 2/64)

(1 Ayet)

Sana neyi infak edeceklerini sorarlar, De ki; ihtiyaçtan artanın tamamını!(kull’ul afv) (Bakara Suresi 219.ayet)

(1 Hadis)

Tarlaları birbirinize kiralamayınız (Babu’l Bey, 121.hadis)

(1 Ayet)

Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve resulünün yasakladığını(nehyettiğini) haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, boyun eğerek kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın. (TEVBE suresi 29. ayet)
Klasik kavrayışın temel argümanları üzerinden hareket edersek, temelde “itikadi prensiplerin biçimleniş esasları hususunda sınıfta kaldıklarını çok net biçimde görürüz.” Klasik kavrayış, Allah’ın Kur’an’da yasakladığını ve Peygamber’in hadislerde yasakladığını “mutlak anlamda haram kabul etmek” yönünde bir ictihadi yönelimi öngörür. Lakin, nedense bu yönelim; “mala-mülke gelince tıkanır ve gündem dışı kalır.”
Bize göre, hadisin metnine ihtiyaç duymaksızın, Bakara Suresi’nin 219. ayeti “kiranın hükmünü verir.” Bunun yanısıra, riba kavramının manası (riba; faiz, paranın kendiliğinde çoğalması) ve Necm suresinin 34 ve 39. ayetleri bu hususta belirgin bir şema çizer.
Din sosyolojisi açısından incelediğimizde ise; günün koşullarında Medine’de “konut kiralama yoktur.” Tarla kiralama ise, Medine’de mevcuttur. Mekke’de tarımcılık söz konusu olmadığından, Medine’de “toprak sahiplerinin ekseriyeti Yahudi olduğundan, Yahudiler tarafından icad edilen tarla kiralama sistemi hakimleşmiş idi.”
Tam da burada devreye tarlanın mahiyeti giriyor. Tarla nedir? Bir üretim aracıdır!
Hz.Peygamber “tarla nezdinde” üretim araçlarının kiraya verilmesini nehyetmiş(yasaklamış)tir. Bu ne manaya gelir?
Bu durum tarlanın(üretim araçlarının) şahsi mülkiyetini tanımamaktır. Çünkü “kiraya verme tasarrufunda bulunma, özel mülkiyetin meşruiyeti ekseninde gelişir.” Demek ki, üretim araçlarının özel mülkiyeti söz konusu değildir! Şu ayeti hatırlayalım;

(1 Ayet)

Allah’ın peygamberine savaşılmaksızın kazandırdığı mallar (doğal üretim araçları, kendiliğinden var olmuş olan mallar/ tarla-parsel-toprak mülkiyeti-su-bitki..vb.) Allah’a, Peygamberine ve ahalisine, yetimlere, yolda kalmışlara ve yoksullara aittir! O mal ve nimetler, yalnızca içinizden zenginlerin ellerinde dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdiyse alın, neyi yasakladıysa uzak durun! Allah’a karşı gelmekten sakının! Allah’ın gazabı çetindir.
(Haşr Suresi 7.ayet)
Savaşılmaksızın edinilmiş mal nedir? Sayalım; tarla, su, parsel, toprak mülkiyeti, ağaç, orman, tarım arazisi, altın(maden), gümüş, bakır, bor, perlit..vb.

Yani bütün “doğal kaynaklar.”

Bunları kiraya vermek “haramdır.” Bunların özel mülkiyetinin “sadece belirli bir zümrenin elinde dolaşması” haramdır. Bunlar Allah’a aittir. Dolayısı ile, yoksulların, yetimlerin, yolda kalmışlarındır...
Şimdi düşünelim, “kira nasıl mübah olabilir?”
Klasik akıl, bankaya yatırılan 100bin TL için elde edilen 1000TL’yi faiz görürken, daireye yatırılan 100bin TL için elde edilen 1000TL’yi nasıl mübah sayıyor. Bu ikisi arasında teknik açıdan hiçbir fark yoktur. Banka parayı, kiracı daireyi(dolayısıyla parayı) kullanmaktadır.
Üstelik banka, para ile para kazanmaktadır. Kiracının durumu çok daha kötüdür, daireye “muhtaçtır.”
Yalnız bu noktada şunu ortaya koyalım; “hiçbir güvencesi olmayan, çalışamayan ve hayatını sadece sahip olduğu bir evin kirasıyla geçindiren kişiyi ayırıyorum.” O’nun durumu da meşru olmasa da, makuldür. Çünkü, orada da “muhtaç olma durumu” vardır.
Ama, daire üstüne daire alan, kira gelirleriyle “sermaye biriktiren” bir kişi, kesesinde ateş toplamaktadır. İnsanlığın temel ihtiyaçlarını istismar etmek sureti ile, kapitalist döngünün gelişmesine katkı sunmaktadır.
Hadi bakalım Ey Nato Mücahitleri. Ya da mücahitlikten müteahhitliğe transfer olanlar! Ne diyeceksiniz bu işe? Nasıl çıkacaksınız bu işin içinden? Beni “dinsizlikle itham ederek mi, bel altı oynayarak mı, yoksa saldırarak mı?”

(Not: Başbakan’ın avukatı, dava dilekçelerinde fetva veriyor. Bu işlere burnunu fazla sokmamasını, onun bildiklerini çoktan unuttuğumuzu, bu işlerin; ilmin, sultan sofralarında talim edilemeyeceğini hatırlatır, aynaya bakıp; biriktirdiği ateşi tahayyül etmesini ve tevbe etmesini temenni ederim!)

Bir şey kesin!
Tayyip Erdoğan sadece odasını değil bir kamu kurumunun tepesine konan röle’nin yansıtıcılığı sayesinde Genelkurmay ve Yargıtay dahil bütün Bakanlıkları dinleyenin Cemaat olduğunu biliyor. Başbakan’ın, “Dersaneler önümüzdeki yıl mutlaka kapanacak” resti de aslında bu kızgınlığın somut yansımasıdır.
Evet! Başbakan’ın durduk yerde “ofisimden böcek çıktı” demesi, yapılan araştırmanın sonuçlandığını ve faillerin kesin olarak öğrenildiğini gösteriyor.
Diyeceksiniz ki o zaman failler nerede?
Bu konuda Ankara’nın öbür yakasında  şunlar konuşuluyor:
1 Tayyip Erdoğan üç büyük seçim öncesi F Tipi cemaatten, tam seçim arefesinde vurgun yememek için elini güçlendirmiş ya da F Tipinin elini-kolunu bağlamıştır. Erdoğan, Cemaatin (Oslo misali) elindeki arşivden yararlanıp kendine ya da yakınlarına saldırılması durumunda  böcek yani dinleme ambalajı ile bütün cemaati, “yeni derin devletin mensupları” diye hedefe oturtacağınının net mesajını vermiş ve korku salmıştır.
2  Başbakan, Cemaatin kendisine hasım olduğunu net olarak gördüğünden seçimler öncesi bu kesime dönük bir operasyon beklentisi ihtimaller arasındadır. Nitekim bu durum, Cemaat tarafından algılanmış olacak ki Hüseyin Gülerce gibi Cemaat sözcüleri, yazıları ile “aman” dilemektedir.
3 Kulağımıza gelen bir başka iddia, ABD’deki en etkin Musevi Örgütü olan ADL’nin Başkanı Abraham Foxman’ın, Erdoğan ile F Tipi kavgasında aracılığa soyunmasıdır. Dinlediğime göre   Foxman, Erdoğan’a özel bir elçi ile mektup göndermiş ve F Tipi Camia ile eskiden olduğu gibi yine beraber çalışmasını önermiştir (Tam burada bir parantez açıp Abraham Foxman isminin bize yabancı olmadığını belirtelim. Bu ismin, 2001’in başlarında yani AKP kurulurken İstanbul’da Erdoğan ve Gül ile gizlice görüştüğünü ilk kez Cem Uzan’ın Star Gazetesi’nde biz yazmış ve bu doğru haberden ötürü Tayyip Erdoğan’ın hışmına uğramıştık).
Zerdüşt’e Kur’an okunabilir mi?
Tayyip Erdoğan’a göre siyasal Kürtçüler, Zerdüşt!
Hatırlayın, meydanlarda az dillendirmedi bunu!
Öyle ise soralım, Zürdüşt  denilen bir kitlenin önderi sayılabilecek birinin yani Şerafettin Elçi’nin vefatı sonrasında Tayyip Erdoğan’ın taziye ziyaretinde bizzat Kur’an okumasını nasıl yorumlayacağız?
Sakın ha, “Şerafettin Elçi, Kürtçülükte o kadar aşırı değildi” falan demeyin, bu ülkede üstelik bakan koltuğunda otururken tam 34 yıl önce Kürtçülük meş’alesini ilk yakan, Elçi’dir ki bunu Erdoğan’ın bilmemesi mümkün müdür?
Nitekim TBMM’de yapılan törende Türk bayrağı ile örtülü olan Şerafettin Elçi’nin naaşı, Cizre’de Kürdistan bayrağı ile sarılmış ve PKK sempatizanı 100 bin insan, onu davalarının önderlerinden biri diye uğurlamıştır.
Kuşkusuz söylemek istediğimiz, Şerafettin Elçi’nin Zerdüşt olduğu değildir, Başbakan’ın söylem ve eylem tutarsızlığının altını çizmektir.
Bazıları Başbakan’ın, Elçi’ye Kur’an okumasını samimi bulurken bazıları da bunu Güneydoğu halkını etkilemeye matuf görüyor zira gerçekte İslama  göre Zerdüşt dediklerinizin ardından Kur’an tilaveti haramdır.
Virüs teröristleri!
Bir şey artık kanıtlanmıştır.
OdaTv davası devlette yuvalanan virüs teröristlerinin tertibidir.
TÜBİTAK’ın bile gizleyemediği bu tertipte, düşünün OdaTv kadrosu tutuklu iken bile güya Müyesser Yıldız’e örgüt dökümanını göndermiş ve Yıldız bundan ötürü hapse girmiştir.
Gelinen süreçte son üç tutukludan biri olan Soner Yalçın’ın tahliyesi çok sevindirici çünkü Yalçın gibi haber fabrikatörü gerçek bir gazetecinin böylesine karanlık bir süreçte dışarıda yani aktif mücadelenin içinde olması gerekiyor.
Hanefi Avcı ile Yalçın Küçük’ün tahliye edilmemesi ise fevkalade üzücü ve düşündürücüdür.
Hanefi Bey sadece bu olayda değil Devrimci Karargah Davası’nda da bırakın hukuku, aklın ve mantığın asla kabul edemeyeceği saiklerle içerde tutuluyor ki kamuoyu bu durumu, yazdığı  “Haliç’deki Simonlar” kitabına bağlıyor.
Yalçın Küçük’ün ettiği şu söz ise hadiseyi resmediyor:
- Bir davada suç tanımlanamıyorsa o dava siyasidir!
Söyleyin haksız mı Yalçın Bey?
İşte belge, Zaman Atalay’ın defolarını saklıyor
Önder Aytaç’ı bilirsiniz.
F Tipi yapının küreselci şahin önderlerinden!
Aytaç son yazısında aynen şunu yazıyor:
- Beşir Atalay kamuoyunda bilinse inanılmaz sorunsallara neden olabilecek defolarına rağmen Cemaat Gazeteleri bunların hiç birini kamuoyu ile paylaşmıyor.
Bu satırların açılımı şudur:
- Beşir Atalay ve hatta Başbakan’a açık bir şantaj var çünkü Cemaatin elinde büyük sorunlar yaratacak defolu belgeler var deniliyor.
- Zaman Gazetesi’nin bunu yazmayarak normal bir gazeteden başka bir şey olduğu kanıtlanıyor.
Dersane öğretmenliğinden bir gece ansızın Zaman Gazetesi’nin tepesine uçurulan ve her hafta medya alemine vaazlar veren Ekrem Dumanlı’nın, yoldaşı Önder Aytaç’ın bu satırlarından sonra ne diyeceğini doğrusu merak ediyorum.

Kur’an’ın surelerinden biri de Tekâsür adını taşıyor.
Tekâsür, ‘çoklukla övünme yarışına girmek’ anlamında. Kur’an, tekâsürün, insan hayatında daha çok mal ve insan çokluğuyla övünme şeklinde belirdiğini gösteriyor.
Çoklukla övünme, niteliğe karşı niceliği yani, öze karşı şekil ve kütleyi öne çıkarmaktır ki, Kur’an bunu aldanışın, çöküşün habercisi sayar. Servetten ibadete kadar bütün alanlarda sayı çokluğuyla övünmenin birey ve toplumu, yıkımın kucağına ittiğini kabul ve ilan, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in temel tavırlarıdır.
Tekâsür suresi bize, insan sayısının çokluğunu bir üstünlük sebebi sayan iki Arap kabilesinin zavallılığını örnekleştirerek, ölümsüz bir ders vermektedir. Bu iki kabile, insan sayısı bakımından çok oldukları iddiasını birbirlerine karşı öne sürmekle başlattıkları kavgayı iyice kızıştırmış, nihayet ölülerini de saymaya başlamışlar ve böylece kavga mezarlığa götürülmüştür. Esrarlı Kur’an dili bunu şu şekilde ifadeye koyuyor:
“Oyalayıp aldattı, o çokluk kuruntusu sizleri. Öyle ki, ölüleri saymak üzere ziyaret ettiniz kabirleri. İş, sandığınız gibi değil, ilerde bileceksiniz bilinecekleri…”
İki görünümü vardır kemiklere sığınmanın: Övme görünümü, yerme görünümü.
Övme görünümünde, ölüp gitmiş kişi veya kişilerin, üretilemeyen güzellik ve iyiliklerin yerine ortaya sürüldüklerini görürüz: “Benim babam, benim ecdadım şuydu, buydu. Ben, falan babanın, filan ırkın çocuğuyum…” teraneleri bu çaresizliğin ifade şekillerinden bazılarıdır.
Görünüm ister bireysel planda, ister sosyal planda olsun, Kur’an’ın buna cevabı şudur: Baban, ecdadın peygamber bile olsa, eğer sen bir şey üretemiyorsan, hiçlik ve hüsrandan kurtulamazsın.
Soya tapma, ataları ilahlaştırma ve kutsanan kemiklerin arkasına saklanma, Kur’an’a göre putperestliğin niteliklerindendir.
Yaratıcı dehadan yoksun bireylerin, yaratıcı ruhlardan yoksun toplumların eskiye sığınışlarına hayat gerçeğinin verdiği yanıt şudur: Kendi elinle ürettiğin, kendi ruhunla yarattığın bir şey varsa, göster. Yoksa, olduğun yere çömel ve sus!...
Kemiklerle uğraşmanın yerme görünümü ise eksiklik ve cüceliği kemiklere yükleme şeklinde ortaya çıkar. Zavallı benlikler, başarısızlıklarını, kendilerini savunamaz duruma gelmiş kişilerin mezarlarına yüklemeyi, en geçerli yol bilirler. İslam Peygamberi, ölülerin arkasından çirkin şeyler söylemeyi yasaklayarak, üzerinde olduğumuz evrensel ilkeyi çok yalın bir nezaket kuralı içinde göstermiştir.

İSLAM DÜNYASININ TALİHSİZLİĞİ

Kemiklere sığınma talihsizliğinin en tipik belirişlerini, ne yazık ki, günümüz İslam dünyasında görmekteyiz. Ülkemizin de, ilk sıralarında yer aldığı bir dizi topluluk, yaratıcı hamlelere beşiklik yapacak büyük beyinler yetiştirmenin sırlarını aramak ve çilesini çekmek yerine, geçmişin, başkaları tarafından tarihe bırakılmış değerlerini zavallı bir bezirgânlıkla sömürme açıkgözlülüğünden bir şeyler beklemekte. Bu ülkelerdeki, kitleleri coşturma, avutma ve susturmanın yolu her şeyden önce, hararetli ‘ecdat ve mazi övme’ nutuklarından geçiyor. Ve hayat, bu ülkelere sürekli şunu soruyor: Peki, siz ne yapıyorsunuz?
Oluş ve eriş hiç kimsenin kazanılmış hakkı değildir. Her insan, ölümsüzleşmeye, sadece potansiyel olarak adaydır. Bunu, fiile çevirmek, benliğin sarfedeceği öz gayrete bağlı bulunuyor.
Kemiklerle uğraşmaya harcanan ümit ve enerjileri kendimizi tanımaya ve oluşun çileli yolunu yürümeye harcadığımızda talih ufkumuz aydınlanacaktır.

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget