Çağdaş bir “hukuk devleti” olmanın temel koşullarından biri olan
“Kuvvetler Ayrılığı” konusu, gündemimizden -ara sıra çekilirse de- pek
düşmez.
Bu “ilke”nin dilimize bu denli dolanmasının nedeninin, “demokrasi”nin de
temeli olan bu koşulu, iktidarların pek umursamamasıyla son “on” yıldır
da iyice kulak ardı etmesiyle bağlantılı olduğu açıkça ortadadır.
Yine de; bu tutumları aşan bir “söylem”le karşı karşıya kalınca, sudan çıkmış balığa dönüverdik.
Günümüz “AKP” iktidarının Başbakanı Erdoğan, bu temel “ilke”ye “hayır!” dedi; yadsıdı dolaylı yoldan olsa da.
Son birkaç yıldır; özellikle de “Ergenekon Davası”yla birlikte
“savcı”lığa da başlayan Başbakan, zaten bu “söylem”ini tıkır tıkır
uygulamıyor muydu?
Sanki biraz ters oldu gibi; “önce” uyguladı, “sonra” söze döktü…
Kuşkusuz, “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesinin “tarihsel” süreci böyle olmadı.
“18. yy”ın etkin düşünürü Montesquieu, bu “ilke”yi ortaya koyarken:
“Eğer tek bir ‘insan’ (…) hem yasa çıkaramak, hem devletle ilgili
kararları yerine getirmek hem de yargı kararları vermek kudretine sahip
olsaydı; bu ‘genel bir felaket’ olurdu!” diyor, “Yasaların Ruhu” adlı
“1748” tarihindeki yazısında.
Bu ünlü “söylem”in, “uygulama” evresi de “1789 Fransız Devrimi”yle
gerçekleşecekti; kuşkusuz “laiklik” temeline dayanan “laik devlet”in
doğuşuyla.
“Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi, “Devrim”in ürünü olan “1791
Anayasası”nda yer alacak, böylece Fransız anayasasının ayrılmaz bir
parçası olacaktır günümüze dek.
“Batı”da bütün bunlar olup biterken bize, “1789”un “Osmanlı”sına bakacak olursak, sanırım önce şunu anımsamamız gerekecektir.
“İslam”da -kutsal kitabında da- “devlet yönetimi”yle, “yöntemi”yle
(usul) ilgili yalnızca “iki” kavramdan söz edildiği belirtilir hep;
“ulülemr”e “itaat” ve “meşveret” (müzakere).
Kısaca söylersek ilki, “emir sahipleri”ne yani “yöneten”lere,
“yöneten”e kesinlikle karşı çıkmadan (itiraz etmeden) “başeğme”dir; bunu
yapanlara “yurttaş” (vatandaş) yerine, bilindiği gibi, “kul” denir.
“Şeriat düzeni” işte bu “ulülemr”e, tek “buyurgan”a “başeğmek”le, “kul”lukla yürütülebiliyordu ancak.
“18. yy”da, “1789”da da Osmanlı ülkesi “şeriat”la yönetiliyordu,
dolaysiyle “devlet”in başında “ulülemr” olarak Sultan 3. Selim vardı.
3. Selim; her ne denli “Fransız Devrimi”nden etkilenmişse de; “Nizamı
Cedit”i, yeni bir “düzen”i kurma atılımında bulunmuşsa da, “Kuvvetler
Ayrılığı”nı uygulamasından elbette söz edilemezdi, “şeriat”tan kopmadan.
Burada -araya girerek- günümüzden de söz etmekten insan kendini
alamıyor; “21. yy”da “da” birinin: “Elhamdülillah! Ben ‘şeriat’çıyım!”
diye, haykırıp, haykırtılıp; ardından “Kuvvetler Ayrılığı”nı tanımış bir
ülkenin “Başbakan”ı olsa da -yapılsa da- kendini, “şeriat”
tutkunluğunun aşıladığı bir “ulülemr” sanmaktan kurtaramıyor.
Tam tersine; bir süre “takıyye eyvallahı”yla “ses” çıkarmasa da,
sırası gelince (başkanlık) bu “ilke”yi “yadsıma” yoluna girmekten de
çekinmiyor, bütün güçleri avucunda tutan bir “ulülemr”, bir “Başkan”
olabilmek için…
“1789”un Halife Sultanı 3. Selim ile “21. yy”da dört dörtlük(!) bir
“ulülemr” olmayı gözüne kestirmiş Başbakan R.T. Erdoğan’ın -bir
konudaki- tutumlarını karşılaştırmak çok ilginç bir durum ortaya
koyacaktır.
Osmanlı’da ilk “askeri okul”u açan “3. Selim”, Müslümanların
“Halife”si olarak “İslam”ı yüceltme, yayma görevine karşın, bu okulun
“ders izlencesi”ne (müfredat) “Kuran Okuma, Kuran” derslerini koydurmaz,
bunların yerine “yabancı dil”, “Fransızca” derslerinin “izlence”de yer
almalarını sağlar…
Söylemeye gerek yok, Erdoğan’ın iktidarındaki Türkiye’de artık o dersler askeri okulların “ders izlencesi”nde yer “almaktadır.”
Bu durumun nedenlerini saymak yerine Sultan Selim ile Erdoğan’ın
eğitim ve özekin (kültür) düzeylerine şöylece bir bakmak bile yeterlidir
sanırım.
“3. Selim”, döneminin en değerli hocalarından yıllarca ders almış, bu
süreç onu okumaya, araştırmaya yöneltmiştir; ciddi tarih
araştırmalarından söz edilir, “sanat”a da düşkündür, günümüzde de pek
sevilen “beste”leri vardır.
“Şeriat”ın sahibi olan, ama “dünyasal” (dünyevi) eğitim almış,
“çağı”na dönük “biri” ile; “şeriat”ın geçersiz olduğu “laik” bir ülkede,
“imam” olmak üzere tüm öğrenim sürecinde “din” eğitimi almış biri
arasındaki ayrımı gösteren bu karşılaştırma, üzerinde düşünülmesi
gereken bir “örnek”tir.
Ayrıca Erdoğan’ın, “iktidar” tutkusu için hiç çekinmeden “din”i kullanmasını, 3. Selim’de görmek olanaksızdır.
Ne var ki, böyle birinin ülkemizi yönetmesi büyük “şanssızlık” deme hakkımız da “yok”! Öyle değil mi?
Yorum Gönder