Ancak bir süre çalışmaları baskıyla, anti demokratik yöntemlerle engellenmiş
olur, kendisinin ve ailesinin hayatından haksızca yıllar çalınır, eşi ve
çocukları maddi sıkıntıya düşürülerek onlar da cezalandırılmış olur, o kadar..
Ki bu cezanın benzerini (cezaevi eksiği ile) Türkiye’de işi elinden alınan
televizyon habercileri-programcıları, patronlara yapılan baskılarla (korkularla)
görevlerine son verilen çok sayıda gazeteci yaşamaktadır.
Ahmet Şık,
Nedim Şener, Soner Yalçın’ın da sanıklar arasında (3’ü tutuklu, diğerleri
tutuksuz) olduğu Odatv davasının 15. duruşması dün yapıldı. Ben yazımı yazdığım
sırada henüz duruşma devam etmekteydi ve ben de sonucun yine “tutukluluklarının
devamına” diye başlayacağından korkmaktaydım. Böyle hissettiğim için de aslında
yine de bir ümitle duruşmaya katılan tutuklu sanıklar için üzüntü duyuyorum,
yaşadıkları hayal kırıklıkları, hissettikleri adaletsizlik duygusu onları kim
bilir nasıl yakıyordur.
NEDEN KÜÇÜK SALON?
Düşünün, aynı davada,
aynı şekilde bilgisayarlara gönderilen virüsler nedeniyle yargılanıyorlar,
sanıkların çoğu tutuksuz ama 3 kişi için her neden ve nasıl oluyorsa
“tutuklularının devamı” sağlanıyor.
Soner Yalçın savunmasında “İş gerçeğe
dayanıyorsa, buradaki her gazeteci kimseye acımaz yazar. Yazdık. Ve hapsedildik.
Fakat hapse atılacağız, Silivri’de ‘esir’ tutulacağız diye düşünmeyecek değiliz.
Bugün daha da kararlıyız” demiş. Hayatını kaybetme tehlikesinin bile “gerçeği
aramaktan ve topluma açıklamaktan” vazgeçiremediği Uğur Mumcu gibi kahramanların
çıktığı Türk basınında bugün Silivri esareti karşısında dimdik duran bu isimler
de basın tarihine taşıdıkları onurla geçecekler şüphesiz..
Başta Emine
Ülker Tarhan olmak üzere CHP milletvekilleri duruşma öncesinde Mahkeme
Başkanı’na “Duruşmanın büyük salon yerine neden küçük salonda yapıldığını”
sormuş ve “büyük salonda kamera sisteminin yenilendiği” cevabı üzerine
aralarında gerginlik yaşanmış. Bu cevap gerçekten de duyan herkes için “tatmin
edici olmaktan çok uzak”tır. Bir kamera sistemi yenilemesi birkaç gün içinde
tamamlanacak bir iştir ve böylesine önemli bir davanın “yeterli izleyiciyi
alamayacak” kadar küçük bir salonda yapılmasına mazeret olamaz.
Ankara
Barosu Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun bu konuda gönderdiği açıklama da
aynı noktayı vurguluyor. Duruşmanın ilk kısmını izleyerek Ankara’ya dönmek üzere
yola çıkan Feyzioğlu değerlendirmesinde özetle diyor ki;
“Odatv’de
gazetecilik yargılanıyor, gerçek tutuklular ise biz yurttaşlar. Çünkü
gazeteciler görevlerini yaptıkları, yaşanan hukuksuzlukları, iktidar
kavgalarını, Türkiye’nin sürüklendiği dış politika hatalarını bizlere
açıkladıkları için zindana atıldılar. Millet bunu görmeye ve benim adıma
yargılama yaptığını söylüyorsun ama adil değilsin, seni reddediyorum’ demeye
başladı. İşte bu yüzden yargılamayı halktan gizliyor, küçücük salonlarda
yapıyorlar. Haksız mıyım?”
Bu kadar deneyimli bir hukukçunun gözüyle
olayın yorumu böyle.. Eğer halkın adaletten iyice şüphe etmesini istemiyorlarsa
bu siyasi davalarda izlemek isteyen vatandaşları, avukatları alacak büyüklükte
salon seçmeleri tercih olamaz, zorunluluktur. Kaldı ki bu duruşmada önce sanık
avukatlarının bir kısmı bile içeri alınmamış ve Ahmet Şık “Avukat olmadan
yargılama yapıyorsunuz, bunun tutanaklara geçmesini istiyorum” itirazı
yapmış.
Yalçın Küçük’le ilgili olarak iddianamede “PKK’yı, CHP’yi, ve
Odatv’yi idare ettiği”nin yazılması ise güldürüyor biraz.. Ne becerikli (!) ve
çok yönlü (!) bir adammış, iyi ki aralarında “TSK, sivil toplum kuruluşları ve
medya” yok, onlar da eklenebilirdi, her şey olabilir zira... Bu şekilde “PKK,
CHP ve ODAtv” de yan yana getirildiğine göre iddiayı kim ortaya atmışsa o da pek
başarılı sayılır, değil mi?
Tamam, herkese herşey yapıştırılabilir ama bu
kadarı fazla.. “Ya gidin işinize” duygusu geliyor insana.. Sen saf, ben saf, o
saf.. Herkes mi saftır yani?
SONER YALÇIN’A
TAHLİYE!
Nihayet bu duruşmada Soner Yalçın’a tahliye kararı çıktı,
kendisine en içten ‘geçmiş olsun’ dileklerimi ve bugüne kadarki duruşundan
dolayı tebriklerimi gönderiyorum. Aynı davadan Odatv’nin Genel Yayın Yönetmeni
bile uzun süre önce tahliye edilmesine rağmen bunca aydır fazladan çektirilen
cezanın haksızlığını, hayatından çalınan ayları-yılları bırakın “her dakikanın
hesabını” kim verecek bilmiyoruz ama zaman buna şahitlik
edecektir.
Adalet er ya da geç mutlaka yerini buluyor
çünkü!
ODTÜ tepkisi devam ediyor!
Kendi üniversitem olduğu
için söylemiyorum, ODTÜ baskıyla, şiddetle susturulamaz. Öğrencisinin de,
öğretim üyesinin de “özgür, bağımsız, baskıdan yılmaz” bir yapısı vardır. Her
zaman böyleydi ve hiç değişmeyecek.
İLK KEZ ORTAK
PROTESTO
Dün ODTÜ Rektörü Ahmet Acar Başbakan Erdoğan’la görüşürken
ODTÜ içinde öğrenciler yine yürüyüş yapmaktalardı. İstanbul Teknik Üniversitesi
öğrencileri de “Rektörler AKP’nin, biz ODTÜ’nün yanındayız” pankartlarıyla kendi
üniversitelerinin “ODTÜ’ye karşı üniversitelerin yayınladığı” ortak açıklamaya
katılmasını protesto ediyorlardı.
Daha önce üniversitelerin birbirlerine
karşı protesto açıklaması yayınladıkları hiç görülmemişti ama daha önce
üniversiteler “ülkenin siyasi sorunları” konusunda da yorumlar, açıklamalar
yapacak kadar özgürlerdi, yıllardır hiç duyuluyor mu? Rektörlerin çoğunun
“Cumhurbaşkanı’nın kendi tercihine göre, seçilme sıralarına hiç bakmadan
atanması” ile yayınlanan ortak bildirinin ilgisi yok mu acaba? Mesela “onların
öncülüğünde” başlatılıp, diğer üniversite rektörlerinin kaygıları-korkuları
nedeniyle genişlemiş olamaz mı bu bildirinin çapı?
POLİS NE
YAPMIŞ?
Her neyse, ben ODTÜ’lü olmanın çok ötesinde üniversitelerde
‘öğrenci protestolarına karşı (hele de öğrenciler en ufak bir şiddet
göstermemişken) polis şiddeti kullanılamayacağına’ kesinlikle inanıyorum.
İnanıyorum çünkü kendi dönemimde de, önce de, sonra da bu protestolar her
dönemin iktidarlarına karşı yapılmıştır ve olabilir, birçok ülkede de
oluyor..
Oysa bakın 18 Aralık’ta ODTÜ’deki gösteriye katılan bir öğrenci
(yazdıkları bana da gönderilmiş) polisin müdahalesini nasıl anlatıyor: “En temel
haklarımızdan biri olan protesto hakkımızı kullanarak yürüyor ve bunun bir aracı
olarak da sloganlar atarak yürüyorduk. Polisin kalkanlarına 100 metre bile
yaklaşamamışken, ‘dağılın’ uyarıları bile yapılmadan atılan gaz bombalarının 5-6
el patlama sesiyle geriye doğru çekildik. Bu sırada polis durmaksızın gaz
bombası atmaya devam ediyordu (bunlara ses bombalarının da eşlik ettiğini
sonradan öğrenecektik)... Üzerinde ‘doğrudan atmayınız, yangın tehlikesi vardır’
yazılı olmasına rağmen üzerimize nişanlanarak atılan binlerce gaz bombası
kapladı o gün kampüsümüzü. Polis, arkadaşlarımızı öldüresiye coplayıp
tekmeledikten sonra ‘şimdi gözaltı yapmayalım, başımıza bela olurlar’ deyip
bıraktılar.”
ŞİDDETİ BAŞLATANLAR..
Hani “öğrencilerin
şiddete dönüşen protestosu” diyenler var ya, o ortak bildiriyi yayınlayan
rektörler var ya, dikkatle okusunlar bunu.. Bakalım şiddeti kim başlatmış, kim
sürdürmüş, beyin kanaması geçiren öğrenci bu olayı nasıl yaşamış. Hepimiz
öğrenci olduk ama bunlar ilk kez görülüyor Türkiye’de!
Yorum Gönder