Mayıs 2015
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Laik Türkiye Cumhuriyetinin Dini Lideri Olamaz
AKP'nin fiili lideri Tayyip Bey, en sonunda baklayı ağzından çıkardı ve din adamı bir bürokrat olan Diyanet İşleri Başkanını, Katolik Hıristiyanların dini ve ruhani lideri ve Vatikan Devlet Başkanı olan Papayla aralarında benzerlik ve paralellik kurarak, illegal bir şekilde, dini lider olarak ilan etmiş bulunmaktadır.

Tayyip Bey'in bu talihsiz beyanı ve benzetmesi,Türkiye Cumhuriyetinin laik niteliğine ve yapısına açıkça aykırıdır.

Anayasamıza göre; Türkiye Cumhuriyeti, laik bir ülke ve devlet olup, halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olmasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün dinlere eşit mesafede olup, devletimizin resmi bir dini mevcut değildir. İslam dini de, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi dini değildir.

1924 Anayasasında mevcut olan; devletin dini, dini İslamdır hükmü, 1928  yılında Anayasadan çıkarılmış, 1937 yılında da laiklik ilkesi Anayasaya girmiş olup, halen yürürlükte bulunan T.C.Anayasasında da, Türkiye Cumhuriyetinin dini, dini İslamdır hükmü mevcut değildir.

Anayasamızızn 24. maddesine göre; herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.Bu nedenle, devletimiz, vatandaşlarına herhangibir dine ve özellikle de İslam dinine inanmaları ve Diyanet İşleri Başkanını dini lider olarak kabullenmeleri için bir dayatmada bulunamaz.

Aslında, din ve vicdan özgürlüğünün bulunduğu, herkesin, istediği dine inanma ve hatta hiçbir dine  inanmama özgürlüklerine sahip olduğu laik Türkiye Cumhuriyetinde bulunmaması gereken, sadece İslam dininin esas alındığı Diyanet İşler Başkanlığı ve bu kuruluşu temsil eden başındaki Diyanet İşleri Başkanı, Başbakana bağlı bir bürokrat olup,asla, din ve vicdan özgürlüğüne sahip laik Türkiye Cumhuriyetinin ve vatandaşlarının dini lideri değildir, parlamenter laik Türkiye Cumhuriyetinin liderleri olarak, sadece ve sadece, laik Başbakanı ve Cumhurbaşkanı vardır.

Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde paralel bir devlet olmadığı gibi, Diyanet İşleri Başkanı da Türkiye Cumhuriyetinin çoğunluğunu teşkil eden Müslümanların dini lideri değil, üst düzey bir devlet memurudur.

Diyanet İşleri Başkanını dini kıyafetiyle yanına alarak, dualarla beraberce önemli devlet açılışlarını gerçekleştiren Tayyip Bey, Türkiye Cumhuriyetinin laik niteliğini kabul etmediği,hem laik hem Müslüman olunamaz görüşünün mucidi ve savunucusu olduğu için, Diyanet İşleri Başkanını, Müslümanların dini lideri olarak görmekte kendi inanışı ve ideolojisi açısından haklıdır, ancak Tayyip Bey, Diyanet İşleri Başkanı dini liderdir açıklamasıyla, laik Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan bir kişi olarak, laik Türkiye Cumhuriyetine ihanet etmiştir.

29/05/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Seçime Doğru Siyasi Yelpazede Sol Cephe
Siyasi yelpazemizin sol kanadındaki siyasi yapılanmaya gelince; burada ilginç bir durum var. Bir tarafta bizzat Atatürk’ün kurduğu CHP ve diğer tarafta günün şartlarına göre şekillenmiş, temelde İşçi Partisi olan yeni ismiyle Anadolu partisi.
Bize göre Türk solunun en büyük şanssızlığı yine dine dayalı batıl inanç kaynaklıdır. Genel anlayışa göre Sağ makbul, sol sıkıntılıdır. Kapıdan çıkarken veya sokağa çıkarken önce besmele çekmek, sonra sağ ayakla çıkmak, sağ eli kullanarak iş görmek normaldir de sol el veya sol ayağını kullanan biri solak olarak adlandırılır ve dikkati çeker. Genel olarak tanımlanmak istenirse çocukluktan gelen bir anlayışla sağ cicidir ama sol kakadır. Bu nedenle diyebiliriz ki Türk solu oldum olası şanssızdır. Sağda kurulan bir siyasi örgüt hele Dinsel öğeleri de kullanırsa maça 3-0 önde başlar. Buna rağmen yenileşme ve ilerici akımları hep Türk Solu getirir.
Cumhuriyetin çok partili dönemini tümüyle yaşamış biri olarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki ülkemizde Sağ partiler ne kadar şanslıysa, sol partiler o kadar şanssızdır. Bu nedenle genel olarak Sol’un oylarının toplam olarak %30–40 bandında olduğu kabul edilir. Fazlası sürprizlere bağlıdır.
Bu grupta iki güçlü parti dikkati çekiyor. Biri yılların ana partisi CHP ve diğeri TİP’nin yenilik taraftarları veya CHP’den kopanların destek verdiği Vatan Partisi. Üçüncü bir grup olarak Sosyal Demokrat Partiyi ele almak isterdik ama geçen yıllar içinde Ecevit’in liderliği ile gelişen bu hareket günümüzde CHP ile birleşmiş gibidir. Hatta denilebilir ki CHP’nin Genel Başkanı olan Kılıçtaroğlu Atatürk ve İnönü’den çok Ecevit ekolünün temsilcisi gibidir.
Solun en güçlü partisi olan CHP bir bakıma aydınların partisi kabul edilir ve kendi kurduğu Laik cumhuriyetin temel ilkelerine gönülden bağlıdır. AKP’nin Anayasayı değiştirerek Atatürk ve arkadaşlarının yıkılan Osmanlı Devletinin enkazı üzerine kurdukları Çağdaş Cumhuriyeti yıkarak yeni bir Osmanlı Devleti kurmalarını engelleyen en önemli kurumdur. AKP iktidarının 13 yıllık dönemi içinde hemen hemen bütün seçimlerde ağır yenilgiler almıştır. Bu arada Deniz Baykal gibi tecrübeli bir siyasinin talihsiz bir kumpas nedeniyle çekilmesi ile onun yerine geçen yeni lider Kemal Kılıçtaroğlu ilk anlarda partililere güçlü bir portre gösterememiş ve türlü tenkitlere uğramıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının adını anmaya özen göstermemesi parti içinde taraftarların dikkatini çekmiş ve hatta bazı üyeler Kemalizm’den taviz verdiği gerekçesi ile partiden kopmuş ve Anadolu Partisi adında yeni bir parti oluşturmuş, bir kısım taraftarlarda daha Kemalist diye Vatan Partisine katılmışlardır.
Solun dikkati çeken bir başka özelliği de birleşmeyi değil ama bölünmeyi sevmesidir. Bölünme sonunda ortaya çıkan yeni örgütün ilk işi diğer Sol Partilerin altını oymak ve taraftar kazanmaya çalışmaktır. Soldaki ikinci güçlü parti görünümü veren İşçi Partisi temelli Vatan Partisi bu iddiamızın en önemli örneklerinden biridir. Aslında İşçi Partisi Sol Yelpazenin radikal uçlarının temsilcisidir. Sol kanadın en eğitimli, en cesur ve en mücadeleci elemanları sanki bu partide toplanmıştır. Mücadele onların kanına işlemiş gibidir. Günümüzde de AKP liderlerinin diktavari davranışlarına karşı en büyük mücadeleyi onlar vermektedir.  Seçim arifesinde bu parti çok faaldir. Ancak sol sloganlar yerine Kemalizm’i yani Atatürk Sevgisini kalkan gibi kullanmayı tercih etmektedir. Partinin Atatürk Sevgisi başta emekli askerler olmak üzere Kılıçtaroğlu’nun yönetimine karşı olan aydınları da etkilemiş ve CHP’den kopmalara sebebiyet vermiştir. Ancak bütün bu gayretlerin seçim barajı önünde heba olması kaçınılmazdır. Burada bir noktaya açıklık getirmek yararlı olabilir.
Siyasi yelpazenin sol kanadı oldukça geniştir. Uçta radikal sol, yelpazenin ortasında Merkez sol veya Ortanın solu veya Sosyal Demokrat anlayış vardır. İşçi Partisi ne kadar radikal uçtaysa, CHP Atatürk’ün kurduğu Karma Ekonomik düzen anlayışıyla Merkeze daha yakındır. Yani sosyal yapıda sorumluluğu sadece Devlete yüklemez, yerine göre Devlet ve Özel teşebbüsün koordineli çalışmasını ister. Bu kısa bilgilerden anlaşılmasını istediğimiz husus: Kemalizm veya Kemalistlerle Radikal Sol arasında hiçbir ilişki olmadığının bilinmesidir. Radikal Sol ile Kemalizm’i bir gösterme çabaları bir yanıltmacadan başka bir şey değildir. Radikal sol uçların nihayet Atatürk’ün bu ülke için önemini anlamış olmaları ve topluca Kemalizm’e sarılmaları sevindiricidir. Ama bu geçiş döneminde Atatürkçü görünerek güçlenmeye çalışmak rahatsız edicidir.
Radikal sol bu konuda o kadar aktiftir ki Anadolu’nun pek çok şehrinde Atatürkçü Düşünce Derneklerinin onların kontrolünde olduğu açıkça görülebilir. Kemalist ismiyle yayın yapan sitelerin çoğunun Radikal Solun kontrolünde olduğunu söylemeye gerek varmı? Bilmiyorum.
Gelelim Sol’daki bu gelişmelerin yarar ve zararlarına; naçiz kanaatimize göre Türk siyasi yelpazesinin her tarafında Radikal uçlar dâhil bütün görüşlerin temsil edilmesi memnuniyet vericidir. Partilerin güçlenmek için her çareye başvurmaları da normaldir. Ama 2015 seçimleri Türk Demokrasi tarihimizin en önemli seçimlerinden biridir. Ülkenin geleceği ve mevcut Anayasal Düzen, özgürlükler, birlik ve beraberlik tehlikededir. Burada önemli olan 13 yıllık iktidar sahibi, halkın her seçimde büyük destek verdiği radikal Sağ uçlarda istediğini yapan ve yavaş yavaş dikta yönetimine giden bir partinin mutlak iktidarının yıkılmasıdır. Bunun için Solun bölünmüş halde değil bir blok halinde birleşmiş bir cephe olarak seçime katılması idealdir. Bunun için radikal Sol grubun Atatürk sevgisini kalkan gibi kullanarak güçlenmeye çalışması kabul edilemez, ama Kemalizm’de birleşme arzusu saygın bir davranıştır.
Tavsiyemiz: Bütün Sol Partilerin siyasi gelişme hayallerini bir dönem erteleyip, istemeseler de, sevmeseler de bütün güçleri ile Sol’un en güçlü partisi CHP’ye destek vermeleridir. CHP’den kopan ve Atatürk’te birleşelim diyen herkesin ve demokrasiye, Laik cumhuriyete saygı duyan Merkez Sağdakiler dâhil herkesin hiç kıvırmadan onun kurduğu Partiye yani CHP’ye destek vermeleri için her imkânı kullanmalarıdır.
Kemal Kılıçtaroğlu liderliğindeki CHP İlk defa olarak ekonomik konuları öne çıkararak bir atılım yapmış ve bu güne kadar kendisine oy vermemiş büyük kitlelerin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Yıllardır iktidardan hiçbir destek görmeyen, ellerindeki sınırlı imkanlarla yaşamlarını sürdürmeye çalışan emekli, dul ve yetimlerin durumunu ilk planda ele alması 8-9 milyonluk bir oy kitlesi üzerinde büyük sarsıntı yaratmıştır. Asgari ücretteki artış ve aile sigortasının da etkili olduğu tartışılamaz. Merkez Türkiye projesi şu anda sadece uzmanları etkiler görünüyor ama öğretmenler ve öğrenciler üzerine verdiği mesajlar, bu guruplar üzerinde olumlu etki yaratmaktadır. Ancak bize göre en önemli olgu seçimlerde bütün partilerin büyümesi ve gelişmesinde en büyük engel kabul edilen %10 seçim barajının kaldırılmasıdır. CHP iktidarının barajı sıfırlamasından sonra Vatan, Anadolu, Sosyal Demokrat ve diğer partiler, hatta merkez sağ partiler olabildiğine gelişme ve alacakları oylara göre Mecliste temsil edilme şansına sahip olacaklardır.
Ama bu gün bütün Sol gayretler ve tarafsızlar her türlü olumsuz düşünceyi bir kenara koyarak sadece Atatürk’ün partisine destek vermenin kutsal bir görev olduğu bilinciyle hareket etmeli ve ülkelerinde özgürlükçü, laik, demokratik düzenin yeniden kurulmasını sağlamaya çalışmalıdırlar. Bir büyük mecburiyeti olmadan veya liderleri beğenmeme mazeretiyle seçimlere katılmamak sadece ve sadece AKP iktidarının yeniden güçlenmesini sağlayacak ve mevcut siyasi tablonun daha da kötülenmesine imkân verecektir. Oysa eğer liderlerin konuşmalarına dikkat ederseniz İktidar partisinin mevcut durumu, liderlerinin istediği şekilde yönlendirilmesinden başka yeni hiç bir şey yapamayacağı anlaşılacaktır. Bu nedenle de liderlerin Muhalefet Partileri gibi somut projelerden bahsetmek yerine hamasi konuşmalara ağırlık verdikleri açıkça görülebilir.
Askerler arasında ünlü bir deyim vardır. “Savaşta, kesin sonuç zamanında ve yerinde ne kadar kuvvet toplansa azdır” derler. Demokrasilerde kesin sonuç zamanı seçim günü, kesin sonuç yeri sandıktır. Anayasal düzeni değiştirip çağdaş Demokratik düzeni yıkmak için mücadele eden ve iktidarı kaybetmemek için yapılması gereken her şeyi mubah kabul edenler, seçimleri adeta bir savaş alanına çevirmişlerdir. Bu nedenle Muhalefetin hedefi 13 yıllık, tek adam hâkimiyetini benimsemiş bir iktidarın saltanatına son vermektir. Bunun için solcu ve Merkez Sağcılar için tek çare Atatürk’le birleşmektir. Bunun yeri de onun kurduğu parti olan CHP’dir. Bu seçim normal bir seçim olmadığından bunun dışındaki bütün partizan çalışmalar, hiç kimse şüphe edilmesin ki AKP İktidarının devamına hizmet edecektir.

 Dr. M. Galip Baysan

Ysk Başkan ve Üyeleri Suç İşliyorsunuz - Güner Yiğitbaşı
Daha önce de yazdık, Yüksek Seçim Kurulu başkan ve üyelerine son kez sesleniyoruz, tarafsızlığını, partilerüstü'lüğünü yitiren, tüm devlet imkanlarını kullanarak, hergün bir başka yerde seçim meydanlarına çıkıp, AKP Genel Başkanı gibi siyasi mitingler düzenleyerek AKP lehine nutuk atıp propaganda yapan ve yapmaya devam eden, AKP'nin propagandasını yapmakla da yetinmeyerek, karşı atakla tüm muhalefet partilerinin seçim projelerini, liderlerini eleştiren ve kötüleyen, açıkça seçimlerde muhalefete destek olunmamasını talep eden  Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'e tarafsız olması gerektiğini ve bu ülkenin cumhurbaşkanı olduğunu hatırlatıp gerekli önlemleri almamak suretiyle, Anayasanın 79. maddesiyle sizlere tanınan, seçimlerin güvenliğini ve dürüstlüğünü temin etme görevininizi bilerek ve isteyerek savsaklayıp, kötüye kullanarak, açıkça suç işliyorsunuz ve ülkenin demokratik geleceği için hayati önem taşıyan 7 Haziran seçimlerine Tayyip Bey tarafından karıştırılan fesat'a açıkça göz yumduğunuz için, dürüst ve eşit koşullarda yapılmayacak olan 7 Haziran seçimleri nedeniyle,ülke demokrasisinin ileride başına gelmesi muhtemel tüm kötülüklerden, birinci derecede sizler sorumlu olacaksınız.

Unutmayınız; Anayasamızın 79. maddesi, yoruma dahi gerek bırakmayacak netlikte bir kural içermeketdir. Bu kurala göre; seçimlerin genel yönetim ve denetimi, seçimlerin başlamasından bitimine kadar, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğüyle ilgili bütün yolsuzluklar, şikayet ve itirazların incelenerek karara bağlanmasından, kısacası, seçimlerin düzen ve dürüstlük içinde yürütülmesinin yönetiminden ve denetiminden Yüksek eçim Kurulu olarak sizler sorumlu ve görevlisiniz.

Anayasada yer alan ve Cumhurbaşkanının sorumsuz olduğunu öngören kural, namusu ve vicdanı üzerine yapmış olduğu tarafsızlık ve partilerüstü kalma ve Anayasaya sadakat  yeminine sadık kalacağı farz edilen, Anayasaya ve yasalara saygılı tarafsız Cumhurbaşkanları için getirilen bir kural olup, Anayasa koyucunun, bu kuralları açıkça ihlal edecek pervasız  bir cumhurbaşkanının iş başına gelmesinin imkansız olduğunu düşünerek, cumhurbaşkanlarının anayasal ve saygın kişiliklerine ve tarafsız görev anlayışlarına güvenerek, cumhurbaşkanının sorumsuzluğu ilkesini benimsemiştir.

Cumhurbaşkanlarının sorumsuzluğu kuralı, anayasa hükümlerini hiçe sayarak tamamen keyfi bir tutum içine giren, tarafsızlığını, partilerüstü'lüğünü ve anayasaya sadakat yeminlerini ihlal ederek, bir siyasi parti lideri gibi iktidar partisi lehine meydanlara çıkarak propaganda mitingleri yapan cumhurbaşkanlarının, Yüksek Seçim Kurulu tarafından uyarılarak, gerekli önlemlerin alınmasına asla engel değildir.

Cumhurbaşkanının sorumsuzluğu ilkesi; Tayyip Bey'in, sorumsuzca Anayasayı ayaklarının altına almasına olanak sağlayamaz. Sorumsuzluk, keyfiliğin gerekçesi olamaz. Demokrasilerde keyfilik değil, kurallara uymak esastır.

Anayasada yer alan Cumhurbaşkanının sorumsuzluğu ilkesi; makro olarak ele alınarak, Anayasanın herkes tarafından uyulması zorunlu olan bütünü içinde değerlendirilmelidir.

Yüksek Seçim Kurulu; kendisini, Anayasamızda yer alan, Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir hukuk devletidir, herkes kanun önünde eşittir,Yüksek Seçim Kurulu seçimlerin düzen ve dürüstlük içinde yürütülmesinin yönetiminden ve denetiminden sorumludur,Anayasa hükümlerinin tümü herkes için bağlayıcıdır kuralları ile bağlı hissetmemekte midir? Yüksek Seçim Kurulu, kendisini sadece Anayasada yer alan cumhurbaşkanı sorumsuzdur kuralı ile mi bağlı hissetmektedir?

Yüksek Seçim Kurulunun; tarafsızlığını yitiren ve seçimlerin eşit ve dürüst bir şekilde yapılmasını engelleyen tutum sergileyen Tayyip Bey'in uyarılması ve engellenmesi konususnda, kendisine muhalefet partilerince yapılan müracaatları ret ettiği kararlarına baktığımızda; Yüksek Seçim Kurulunun, anayasayı, mikro düzeyde ve sadece cumhurbaşkanının sorumsuzluğu ilkesi açısından değerlendirdiğini, Anayasayı, herkes için bağlayıcı olan tüm kuralları ile makro düzeyde değerlendirmediğini, daha ziyade cezai sorumluluğu içeren, cumhurbaşkanının sorumsuzluğu ilkesini, gözünde büyüterek, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını, bu tek maddeye indirgediğini görüyor ve Yüksek Seçim Kurulunun bu kısır ve ürkek tavrından dolayı, bir hukukçu olarak üzülüyoruz.

28/05/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Sevsinler Sizin İleri Demokrasinizi !!! - Gündüz Akgül
13 yıldır iktidarda bulunan AKP mensubu olup konuşan herkes, “Biz ülkeye ileri demokrasi getirdik” diyerek övünmektedirler…
Hem yaşım gereği, hem de ülkemin gündemi ile ilgilenen biri olarak bu söylemi duydukça kendimden şüphe etmeye başlıyorum…
Acaba ben ülke gerçeğini yanlış mı görüyorum, yoksa gördüklerimi yanlış mı değerlendiriyorum diye…
Bırakın ileri demokrasiyi, demokrasi ile bağdaştıramadığımız o kadar olaya tanık oluyoruz ki şaşırmamak elde değil…
Örneğin;
-Bir ülkenin Başbakanı veya Cumhurbaşkanı bir kente gittiğinde, olay çıkaracaklar kuşkusuyla gençlerin gözaltına alınması…
-İktidar partisini eleştirenlerin hükümeti devirmeye yönelik yasa dışı örgüt olarak değerlendirilip soruşturulması…
--Seçim dönemlerinde, devlet Valilerinin, Milli Eğitim Müdürlerinin ve diğer daire yetkililerinin personeline yazı yazarak, AKP’nin düzenleyeceği mitinge katılmalarının zorunlu olduğunun bildirilmesi…
-Anayasaya göre tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanının, tüm hukuk kurallarını alt üst ederek Parti Başkanı gibi alanlarda eski partisinin propagandasını yaparak seçim yasaklarını delip muhalefet liderlerine dediğini bırakmadığı…
 Hangi ülkede, bırakın ileri demokrasiyi, hangi demokraside görülmüştür…
Yazılı basına yansıyan son yasaklama örneği ise adeta dudak uçuklatacak niteliktedir…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beyoğlu Belediye binasının açılışına katılacağı gün öncesi polis, miting alanının çevresinde bulunan apartman sakinlerine imza karşılığı, aşağıdaki bildirimi yapmaktadır…
“TEBLİĞ -TEBELLÜĞ BELGESİ.
Cumhurbaşkanımızın 16.05.2015 tarihinde idaremiz dâhilinde propaganda nedeni ile propaganda öncesi ve sırasında herhangi bir pankart asılmaması gerektiği hususunun tarafıma tebliğ edildiğini imzamla tebellüğ ederim.
İşbu tebliğ tebellüğ belgesi tanzimle altı birlikte imza altına alınmıştır.”
TEBLİĞ EDEN                 TEBLİĞ TARİHİ              TEBELLÜĞ EDENLER
(Adı Soyadı                       15.05.2015                      (N…. Apt. Sakinleri –imza)                                                               
 P.M. imza-Sicil) 

Bırakın ileri demokrasiyi, demokrasilerde bu olur diyenler parmak kaldırsın…   
Ben olmaz diyorum…
O zaman buyurun buradan yakın!!…
Demokrasi ile yasaklar, eşitsizlikler, hukuksuzluklar arasında kan uyuşmazlığı vardır. Asla bir arada yaşama şansları yoktur. Ya demokrasi, ya diğerleri…
Çünkü demokrasi özgürlük, eşitlik ve hukukun üstünlüğünün en üst düzeyde olduğu bir yönetim şeklidir… 

28.05.2015
Emekli Cumhuriyet Savcısı

İşler Şirazesinden Çıktı - Gündüz Akgül
Şiraze ne demektir?
Türk Dil Kurumu sözlüğünde şiraze, ciltçilikte, kitap yapraklarını düzgün tutmaya yarayan ince örülmüş şerit olarak açıklanmaktadır…
Ayni sözlükte şirazeden çıkmak, kitabın sırt bölümünde bulunan dikişin bozulması sebebiyle sayfaların dağılması şeklinde açıklanmıştır…
İşlerin şirazesinden çıkması:  İşlerin bozulması, çığırından çıkması, düzenin yitirilmesi anlamına gelmektedir…
Türkiye Cumhuriyetinin siyasal tarihine baktığımızda…
1923 - 10 Kasım 1938, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk döneminde, büyük bir aydınlanma, çağdaşlaşma, kalkınma, kutsal dinimizin siyaset sahnesinden çekilerek vicdanlarda yaşanmasını sağlama ve Türkiye’nin dünya milletleri arasında onurlu yerini alma, kısaca her alanda bir devrim dönemi olduğunu görüyoruz…
11 Kasım 1938 - 13 Mayıs 1950 Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) döneminde, birer ışık olan Köy Enstitülerinin dışında, devrimlere ve Cumhuriyetin temel değerlerine dokunmamakla birlikte devrimlerin durağan bir döneme girdiğini ve son yılında ise özellikle eğitimde bir gerilemenin başladığını görüyoruz…
14 Mayıs 1950- 27 Mayıs 1960 Demokrat Parti (DP) döneminde, devrimlerden büyük ödünler verildiğini, oy uğruna kutsal dinimizin siyasete alet edildiğini, baskıların arttığını, demokrasinin rayından çıkarıldığını görüyoruz…
DP’den sonra iktidara gelen sağ partiler demokrat partinin yolunda ve geriye gidişin dozunu arttırarak iktidarlarını sürdürmeyi başarı !!! saydılar…
1960 Askeri darbesi sonunda kabul edilen 1961 Anayasası ile sağlanan hak ve özgürlükler, sonraki askeri darbelerle kuşa çevrilirken ve her askeri darbe ile demokrasimize de bir darbe indirilirken, Turgut Özal dönemi ile çağdaş demokrasi için birer tehlike olan tarikatlar, cemaatler zirve yapmaya başladılar…
Günümüzde ise 13 yıldır iktidarda bulunan AKP döneminde her şey şirazesinden çıktı…
Nasıl mı?
-Konumu gereği seçim alanlarında bulunmaması gereken Cumhurbaşkanın, her dindarın özenle eline aldığı ve üç kez öperek başına götürdüğü kutsal kitabımızı seçim alanlarda elinde sallayarak eski partisine oy istediği…
-Cumhurbaşkanı namaza geç kaldığı için bu güne kadar tek örneği olmayan ve olmaması gereken, ezanın 50 dakika geç okunduğu…
-Parti mensuplarının Camide masa ve sandalyelere kurularak, birçok gerçek dindarı rahatsız edecek şekilde parti propagandası yaptığı…
-Dinin siyasete alet edilmesine, eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’ın haklı olarak tepki gösterdiği…
-Bir Valinin makam tuvaletinin klozetini altın kaplama yaptırarak, dinimizde haram olan israfa neden olduğu…
-Kamuda büyük bir araç saltanatının sürdürüldüğü yurttaşların büyük bir bölümü tarafından kabul edilmesine karşın, Maliye Bakanının “Kamu araçları bütçede çerez parası bile değil” diyerek yurttaşların aklıyla alay ettiği…
-Mısır’ın devrik Cumhurbaşkanı Mursi’nin idama mahkûm edilmesinden sonra Hürriyet gazetesi tarafından atılan “Dünya şokta! %52 oy alan Cumhurbaşkanı’na idam” manşetinin, %52 oyla Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan tarafından sorun haline getirildiği ve yeteri kadar taraf olmayan Aydın Doğan medyasına hedef tahtasına koyduğu…
-11 yıl ortak olarak iktidarı birlikte götürdüğü cemaate, “Ne istediniz de vermedik” dendiği, eski ortak ile 17-25 Aralık olaylarından sonra arası bozulunca bu ortaklığı unutarak onu paralel yapı, yasa dışı örgüt ilan ederek, seçim propagandasında diğer muhalefet partileri ile işbirliği yaptığı savlarında bulunulduğu…
-Bir Vakfın Yönetim Kurulunda olmaktan başka hiçbir resmi sıfatı bulunmayan Bilal oğlanın, gittiği yerde İl Valisini ve İmam Hatip Okulu Müdürlerini çağırdığı, hepsinin tıpış, tıpış giderek tüm okulların İmam Hatibe çevrilmesi projesini dinlediği, bir Allah’ın kulu çıkıp korku belası bu yetkililerden hesap sormadığı…
Bir düzende daha ne yazmamı istiyorsunuz?
Anlayacağınız…
İşler şirazesinden çıkmıştır…
Ne yazarsam boş…
O zaman nokta…

26.05.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Seçime doğru siyasi yelpazede sağ cephe
 7 Haziran seçimlerine sadece 2 hafta kaldı. Bu seçim Cumhuriyet Tarihimizin en önemli seçimlerinden biri olacak. Görünümde yani sahnede siyasi partilerin temsilcileri ve vaatleri var. Ancak derinlikte her zaman iddia ettiğimiz gibi büyük bir mücadele var. Daha açık bir deyimle bu seçim; 200 yıldır devam eden çağı yakalamaya çalışanlarla geçmişe özlem duyanların mücadelesi şeklinde geçecek. Bunun yanında tek vatan, tek millet anlayışına sahip çıkanlarla, tek vatan, çok millet veya ümmet anlayışına gönül verenlerin mücadelesi şeklinde geçecek. İlericilerin mi? Gericilerin mi? Birlikçilerin mi? Yoksa ayrılıkçıların mı? Kazanacağına halkımız bu seçimde karar verecek.
İşte bu büyük önemi nedeniyle 80 yıllık yaşam tecrübemize dayanarak, sizlere, özellikle kararsızlara ve yanlış istikametlerde ilerleyenlere belki yararlı olabilir düşüncesiyle partilerimiz ve ülkemiz siyasi yelpazesinin durumu hakkında kısa bir değerlendirme yapmak istedik.
2015 yılında çok şükür siyasi yelpazemiz 180 derecelik bir açı içinde biraz eksik, biraz fazlasıyla değişik görüşlere sahip partilerle donanmıştır. Seçimler için konulan %10 barajı çok yüksek bir baraj olduğu için biz sadece bu barajı zorlayabilecek siyasi kadroları ele alabiliyoruz.
Türk siyaset sahnesinde yelpazenin sağında barajı aşarak mecliste varlığını devam ettirebilecek üç güçlü parti var. 13 yıllık İktidarın sahibi AKP, yılların milliyetçi partisi MHP ve ayrılıkçı güçlerle birlikte çalışan HDP. Bir de bunları zorlayabilecek Saadet ve BB Partilerinin birleşimi var. İlginçtir bu dört partide ikisi Irkçı Muhafazakâr,( MHP ve HDP) diğer ikisi de dinci muhafazakâr partilerdir.(AKP ve SP + BBP)
AKP 13 yıldır iktidarda olup dindar motifleri her fırsatta kullanmaktan çekinmeyen ve iktidarı kaybetmemek için iktidarın bütün güçleri ile başta Diyanet Başkanlığı olmak üzere bütün dinsel kaynakları kullanmaktan çekinmeyen bir anlayışa sahiptir. Ülkedeki basın yayın organlarının özellikle devlet ve bölgesel televizyonlarının tümüne yakın bir kısmı bu partinin kontrolü altındadır. Parti bu şekilde yaptığı propaganda yayınları ile halk’a istediği bilgileri verip istemediğinin öğrenilmesini önleme gücüne sahiptir ve aynı zamanda muhalif seslerin duyulmasını da önleyebilmektedir. Liderlerin ulusal konuları yerip dinsel konuları eğitim de bile öne çıkarmaları halkın özellikle okur, yazar kesiminde büyük rahatsızlıklara sebep olmaktadır.
Buna rağmen halkın büyük bir kesimi, özellikle köy ve kasaba sakinleri ile büyük şehirlerin varoşlarında yaşayanlar AKP ‘ye ve liderlerine büyük bir sevgi ve bağlılık hissediyorlar. Parti elemanlarının yaptığı yolsuzluk ve beceriksizlikler, kendilerine en yakın buldukları Din adamlarının yönlendirmeleri sayesinde görmezden geliniyor. Ancak bu partinin lider kadrosundaki değişiklikler ve tek adam hâkimiyetine gidiş arzuları aklı başında herkesin dikkatini çekmektedir. Bu arzu ile lider ve yöneticilerin açıkça görülen saltanat hırsları, parti içindeki Devlet adamı noksanlığı, yolsuzlukların artık iyice deşifre oluşu en büyük eksileridir. Partinin oyları 17–25 Aralık olayları ve devamı nedenleri ile devamlı bir erime içine girmiştir. Oylar son tarafsız istatistiklere göre %39-40’lara inmiştir. Muhalefet Partilerinin sıkı çalışmasıyla bu oyların %30–35 bandına kadar inmesi mümkündür.
Sağ kanattaki ikinci büyük grup MHP’dir. AKP ne kadar dindar oylar peşindeyse MHP’de milliyetçi oylar peşindedir. 2015 seçimlerinin en önemli aktörlerinden biri ve özellikle İç ve Doğu Anadolu’da AKP’nin muhafazakâr oylarındaki en büyük rakiplerinden biri bu partidir ve HDP’nin ırkçı Kürtçülük anlayışına karşı Anadolu Türklüğünün sesi olarak hem AKP ve hem de HDP karşısında dimdik duruşu halkın dikkatini çekmekte ve taraftar toplamaktadır. Orta ve Doğu Anadolu’da eriyen AKP oyları, MHP ve HDP’ye kaymaktadır.
HDP’ye gelince Türk Halkı ilk defa bu seçimlerde ayrıkçılığı siyaset sahnesinde görmektedir. Bu partinin bir Türk partisi mi? Yoksa Kürt partisimi? Olduğu konusunda net bir fikre sahip değildir. Halkın bu partiye alışması yıllar alabilir. Aslında bu partinin sorunu seçim değil özgürlüktür. Parti Türkiye Cumhuriyetinin resmi bir partisidir ama yönetimin yurt dışı ayrılıkçı güçlerin kontrolü altındadır. Bu nedenle partinin lider kadrosu çok sıkışık bir durumda bu seçimlerde Kürt ırkından gelen yurttaşlarımızın oyları ile varlığını sürdürmeye ve barajı aşmaya çalışmaktadır.
Bu seçimde HDP’nin barajı aşmaması halinde AKP’nin milletvekili sayısı çok fazla artacaktır. Bu nedenle İktidar HDP’nin barajın altında kalması için her türlü tedbiri alacaktır. Ancak görünüm ve genel inanç; bu partinin, bölgede ve Batının büyük şehirlerinde yaşayan Kürtlerin katkıları ile barajı rahatça geçebileceği şeklindedir. Ancak aklı başında her insan, TBMM’ne katılan milletvekillerinin AKP’nin Başkanlık Sistemi ve yeni Anayasa yapımına ne ölçüde ve hangi şartlarla destek vereceğini tahmin etmekte ve endişe duymaktadır. Bu nedenle parti liderlerinin İktidar liderlerine karşı gibi görünen söz ve davranışları bir politik oyun gibi algılanmakta ve inandırıcılığını azaltmaktadır. Çünkü gerçek kararın Kandil Dağlarında verileceğinden herkes emin gibidir.
Batı Anadolu’da HDP’nin oylarının çoğunun AKP ve CHP’den alınacağını hatırlatmaya gerek varmı? Bilemeyiz. Ancak siyasi partiler oy hesabı yaparken bu gerçeği de göz önünde bulundurmalıdırlar.
Siyasi yelpazenin sağ kanadındaki dördüncü büyük olgu, Saadet ve BBP koalisyonuna gelince. Bu Partinin geleceği barajı aşıp, aşamamasında değil ama Anadolu Halkının bu birleşime vereceği desteğe bağlıdır. Eğer bu seçimde oylarını arttırırlarsa bu oylar çoğunlukla AKP’den kaçanlarla, önceki seçimlerde AKP’ye kaptırılan oylar olacaktır. Bu oluşum gelecek seçimlerde dağılması muhtemel AKP’nin yerini alacak en önemli siyasi oluşumdur. Bu grubun güçlenmesi Muhalefet partilerinin menfaatine olacaktır.
Netice olarak Türk siyasi yelpazesinin sağ kanadında 13 yıllık iktidarlarının verdiği rahatlıkla hala AKP ön planda görülmektedir. Bu parti en büyük gücünü dindar ve muhafazakâr yapıdaki kasaba, köy ve varoşlarda, zor şartlar altında yaşayan halk kesiminden almaya devam edecektir. Bu oylarda parti aleyhindeki bütün olumsuz gelişmelere rağmen büyük kaymalar beklenmemelidir. Çünkü iktidar kurduğu kontrol sistemiyle yolsuzlukların bu insanlar tarafından öğrenilmesine engel olmaktadır.
MHP Orta ve Doğu Anadolu’da AKP ve HDP’ye karşı en güçlü parti görünümünü korumaktadır. Parti oylarının %20 leri aşmasına kimse şaşırmamalıdır.
HDP’nin barajı aşması veya aşamaması AKP ile nasıl bir anlaşma yapıldığına bağlı olarak şekillenecektir. Ama her türlü olumsuzluklara rağmen, ülkemizin Kürt sorunu seçimde CHP’nin alacağı oylara bağlı olarak çözüm yoluna girecektir. CHP ve siyasi yelpazenin sol kanadının durumunu bir sonraki yazımızda açıklamaya çalışacağız.

Dr. M. Galip Baysan

Fenerbahçede Yaşanan Türk Tipi Başkanlık Sisteminin İflası
Galatasaray ve Beşiltaş arasında oynanan derbiyi Galatasaray 2-0 kazanarak, bize göre yüzde doksan dokuz oranında şampiyonluğunu ilan etmiştir.

Bu vakitten sonra Galatasaray son maçını kaybederek şampiyonluğu Fenerbahçeye hediye edecek değildir.

Bunları yazıyoruz diye kimse bizi Galatasaraylı zannetmesin.Maalesef Fenerbahçeli olma şanssızlığını yaşamaktayız.

Aslında fanatik bir taraftar değiliz, sporun dostluk için yapılması gerektiğini savunuyor ve bir şampiyon çıkacağı için, şampiyonluğun en yakın adayı Galatasaray'ı şimdiden kutluyoruz.

Galatasaray şampiyon olduğu taktirde dördüncü yıldızı takacak ve fanatik Galatasaray taraftarı bu dört yıldızı Fenerbahçe rekabetinde kullanacağı için, gelecek sene Galatasaray ve Fenerbahçe derbileri, geçtiğimiz seneleri aratacak şekilde çok gergin ve olaylı geçecek, fanatik Galatasaray taraftarı, dördüncü yıldızı ile fenerbahçeyi her vesileyle tahkir etmenin yollarını arayacaktır.

Paranın, iyi futbolcu transfer etmenin, futbolcuların paralarını zamanında ödemenin şampiyonluk ve başarı için yeterli olmadığını, Fenerbahçe futbol takımı Türk kamuoyuna göstermiştir.

Fenerbahçenin; tüm maddi olanaklarına, çok iyi olan kadrosuna rağmen, başarılı olamayarak şampiyonluğu kaybetme aşamasına gelmesinin tek nedeni, bize göre, Fenerbahçe'nin demokratik bir yöntemle idare edilmemesidir.

Fenerbahçe'de Türk tipi başkanlık sistemi geçerli olup, kulüp  başkanı tüm yetkileri üzerinde toplamış ve tek adam olarak kulübü antidemokratik usullerleyönetmeye çalışmaktadır.

Fenerbahçenin, tek adama dayalı bu başkanlık sistemi iflas etmiştir.

Fenerbahçenin, tek adama dayalı başkanlık sistemi nedeniyle yaşamakta olduğu sıkıntı ve başarısızlıklar; Tayyip Bey'in ülkemiz için dayattığı, kendisinin tek adamlığına dayalı antidemokratik Türk tipi başkanlık sisteminin, ülkemizin başına öreceği çoraplara, sıkıntılara ve başarısızlıklara şimdiden tanıklık yapması ve örnek teşkil etmesi açısından çok önemlidir.

Demokrasinin olmadığı, tek adamın ağzından çıkan her sözün ve tek başına alınan kararların doğru kabul edilerek uygulandığı ortamlarda başarının yakalanmasının imkansızlığı, Fenerbahçe örneğinde açıkça görülmektedir.

Hepinizin bildiği gibi, teknik direktör Ersun YENAL; bir önceki sezonda Fenerbahçe Futbol Takımını açık ara şampiyonluğa taşımış olup, bu başarısına rağmen, tek adama dayalı, antidemokratik Fenerbahçe Türk Tipi Başkanlık Sisteminin lideri, sudan bahanelerle, şahsi kaprislerle, başarılı teknik direktörü istifaya zorlamış ve ikinci antrenörün yönetiminde lige devam eden Fenerbahçe, tüm parasal, tesis ve kadro avantajlarına rağmen, demokrsinin olmadığı tek adama dayalı başkanlık sisteminin kaçınılmaz sonucuna boyun eğerek başarısız olmuş ve çok büyük bir ihtimalle şampiyonluğu Galatasaraya kaptırmıştır.

Türk Halkı, yaklaşan 7 Haziran seçimleri için, Fenerbahçenin; iflas eden, tüm yetkilerin başkanda toplandığı tek adana dayalı antidemokratik başkanlık sistemine bakarak ders çıkarmalı, Tayyip Bey'in başkanlık sitemi dayatmasına açıkça karşı çıkarak, asla Fenerbahçenin durumuna düşmemelidir.

25/05/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Dediğim dedik! - Gündüz Akgül
Anayasa…
Yasalar…
Muhalefet…
Yurttaşların büyük bir çoğunluğu…
Ne derse desin…
Dediğim dedik, ben istediğimi yaparım, kimse beni durduramaz diyen sözde tarafsız! Bir Cumhurbaşkanımız var…
Seçildikten sonra “….aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda , namusum ve şerefim üzerine andiçerim” sözünü veren Cumhurbaşkanı, bu andın gereğine yerine getiriyor mu?...
Nerede…
Seçim dönemi girdiğimizden beri her gün alanlarda, toplu açılışlar yapıyorum diye seçim propagandası yapıyor ve eski partisine 400 milletvekili istiyor ve diğer muhalefet parti Başkanlarını topa tutuyor…
Eleştirilince de, ben bütün partilere eşit mesafedeyim diyerek aklımızla alay ediyor…
Tüm devlet kurumlarını yandaş hale getirdiği içinde, bu davranışını durduracak yetkililerde (YSK), “Bizim Cumhurbaşkanı hakkında işlem yapmaya yetkimiz yoktur” diyerek işin içinde sıyrılmaya çalışıyorlar…
Son olarak Diyanet İşler Başkanının 1 milyon liralık Mercedes’i gündeme gelip büyük eleştiri alınca ve Başkan “ibreti âlem” için Mercedes’i almaktan vaz geçince, Cumhurbaşkanlığı araç filosundan zırhlı Mersedes’lerden bir tanesini Diyanet İşleri Başkanı makamına tahsis ediyor…
Daha önce Diyanet İşleri Başkanının aldığı ve eleştiri üzerine geri verdiği Mercedes’e yapılan tüm eleştirileri göz ardı ederek, “ben tahsis ediyorum, diyeceğiniz var mı?” dercesine herkese bildik restini çekiyor…
Bu gün yazılı medyaya “ibreti âlem” örneği yansıyan haberde, Katolik dünyasının ruhani lideri Papa’nın makam aracının Fiat Albea olduğu, Ankara’yı ziyaretinde de emrine tahsis edilen Mercedes ve Volkswagen Passat arabalardan Passat’a binmeyi tercih ettiği, İstanbul’da ise makam aracı olarak Renault Symbol istediği belirtiliyordu…
Alçak gönüllülük budur…
Daha önce de malum davanın kahraman ilan ettiği Cumhuriyet Savcısını Zırhlı bir Mersedes tahsis edilmişti…
Bilindiği gibi ortakla (cemaatle-paralel yapı) arası bozulunca, o Mersedes geri alındığı gibi Cumhuriyet Savcısı da paralelci diye soruşturulmuş, sonradan görevden atılmıştı. O Cumhuriyet Savcısı şu anda düz bir yurttaş…
“Ya taraf olursun ya bertaraf olursun” söylemi de, her koşulda bu söylemin gereğini yerine getirmekten çekinmeyen Cumhurbaşkanına aittir…
Yani dediğim dedik…
Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete…

23.05.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Şayet iş indi'ye kalacak olursa - Güner Yiğitbaşı
Tayyip Bey, aşağıya aynen aldığımız beyanların sahibidir.
Beyanlarını hep birlikte okuyalım.
Tayyip Bey diyor ki;
“Mısır’da biliyorsunuz bu darbe girişimine başından itibaren karşı bir duruşumuz olmuştu.
Zira demokrasiye inanmış bir ülke olarak demokrasiye inanmış bir siyasetçi olarak böyle bir darbe girişimini tasvip etmemiz zaten mümkün değildi.
Aslında bugünün geleceği dünden belliydi. Ne oldu, bu darbeciler bu son verdikleri karar değil şu anda yüzlerce, bini aşkın insanı aslında idama mahkum etmiş durumdalar.
Fakat son olarak halkın yüzde 52 oyuyla iş başına gelmiş olan cumhurbaşkanı Mursi’yi idama mahkum ettiler. Ve ben uluslararası platformlarda sürekli olarak şu anda darbeci Sisi’yi cumhurbaşkanı olarak kabul etmediğimi hep söyledim.
Bugün de aynı şeyi söylüyorum. Buradan da söylüyorum, benim indimde Mısır’ın cumhurbaşkanı Sisi değildir. Yine Mursi’dir. Öyle bakıyorum.
Bunu uluslararası BM Genel Kurulu’nda da söyledim. Hatta aynı masada bize yer ayırdılar. Ve ben o masaya gidip oturmadım. Yarın olsa yine oturmam. Eğer oturursam bu kendimi inkar olur. Ben kendimi inkar edemem. O zaman demokrat olmam.
Ve ben dünyada demokrasiyi savunduğunu iddia edenlere de söylüyorum. Siz nasıl demokratsınız bu nasıl demokrasi. Öyleyse eğer demokratsanız demokrasiye inanıyorsanız şu anda bu idam kararlarıyla ilgili olarak niye konuşmuyorsunuz.”
Tayyip Bey özetle diyor ki; ben demokrasiye inanmış bir siyasetçiyim, demokrasiye inanmış bir siyasetçi olarak,halkın yüzde 52 oyuyla iş başına gelmiş Mursi' nin idama mahkum edilmesini ve darbeci Sisi'yi Mısır'ın Cumhurbaşkanı olarak kabul edemem,benim indimde Mısır'ın gerçek Cumhurbaşkanı Sisi değil, yine Mursi'dir.
Çok güzel, biz dahil çoğu kişi, darbe karşıtı ve demokrasiden yana bu sözlerin altına imzasını atarlar.
Ama bu sözlerin sahibi olan Tayyip Bey'in, bugüne kadar ki tüm söylemlerine ve eylemlerine bakıyoruz, kendisini demokrasiye inanmış bir siyasetçi olarak kabul etmesine rağmen, Tayyip Bey; demokrasiyle uzaktan yakından bir ilgisi bulunmayan, bu ülkede demokrasiye inanan son kişi olarak tanımlayabileceğimiz, demokrasiyi sadece sandığa ve sandıkta alınan oylara indirgeyen, sadece kendisine demokrat olan bir siyasetçi.
Tayyip Bey'in konuşmasında yer alan en çarpıcı  beyanı da; ”benim indimde Mısır'ın Cumhurbaşkanı Sisi değil, yine Mursi'dir.” şeklindeki beyanlarıdır.
Ağızına sağlık Tayyip Bey, çok doğru söylemişsiniz, sizin indinizde Mısır'ın Cumhurbaşkanı Sisi değil de Mursi ise, hiç kusura bakmayın ama, üzülerek söylemek gerekirse, bizim indimizde de, Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasal Cumhurbaşkanı, zat-ı aliniz değilsiniz.
Evet, siz de, tıpkı Mursi gibi, büyük bir tesadüf eseri yüzde 52 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanlığı makamına seçildiniz ama, demokrasilerde gerekli olan, ancak asla yeterli olmayan sandık koşulunu başarı ile gerçekleştirmenize rağmen, Anayasamızın öngördüğü, partisizlik ve tarafsızlık koşullarını, göreve başlarken namusunuz ve vicdanınız üzerine yaptığınız tarafsızlık yeminini, yemin ettiğiniz andan itibaren üzerinizde taşıyamadığınız için, bizim indimizde, sandıkta Cumhurbaşkanı seçilmenize rağmen, herkesi bağlayan, herkesin uymak zorunda oldukları yürürlükteki Anayasamıza göre;Türkiye Cumhuriyetinin tüm vatandaşlarını kucaklayan, herkese eşit mesafede duran, partiler üstü ve tarafsız, Türkiye Cumhuriyeti'nin  Cumhurbaşkanı siz değilsiniz Sayın Tayyip Bey.21/05/2015
NOT: Yazı başlığında yer alan “İNDİ”nin sözlük anlamı;
 “kendince, kişisel görüşe dayanan” demektir.

Güner YİĞİTBAŞI 
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Okyanus Fatihi Çanakkale Yolunda
Eski okurlarım çok iyi hatırlayacaklardır. Ben ona Okyanus Fatihi unvanını vermiştim. Daha doğrusu o bu unvanı hak edecek muazzam işler başardı. Sporcu bir komando subayı babanın sporcu çocuğuydu. Dağcılık sporuna küçük yaşta babası ve komando askerleriyle birlikte yaptığı tırmanışlarla başlayan Erden Eruç, Üniversite yıllarında Bisiklet ve Kürek sporlarına da gönül vermiş ve kendisini bu üç dalda yetiştirmişti. Erden Eruç 2000’li yılların başında bu üç spor dalını birleştiren Dünya çapında büyük bir proje tasarladı. Bu projeye göre Kıtaların en yüksek dağlarının en yüksek tepelerine bisikletle ulaşarak tırmanacak ve aradaki suları yani en büyük Okyanusları kürekle ve tek başına geçecekti. Bütün enerjisini kol ve bacaklarından alacağı için projenin adını “Kasla git” koydu.
Geçen yıllar içinde erden muhteşem bir performans göstererek Atlas Okyanusu, Büyük Okyanus ve Hint Okyanusunu kürekle tek başına geçen ilk sporcu unvanıyla adını Guines Rekorlar kitabına yazdırdı. Tabii ki dağlara tırmanma konusunu da ihmal etmedi ve Okyanusları kürekle geçip karaya çıkınca Ay yıldızlı Bayrağımızla donattığı bisikletiyle dağlara ulaştı Kuzey ve Güney Amerika’nın, Avustralya’nın, Afrika’nın en yüksek tepelerine çıkıp bayrağımızı dikmeyi başardı.
Bu arada çok duygusal bir olay gerçekleşti. Afrikada ünlü Klimanjaro dağına tırmanırken babası ile randevulaştı ve Klimanjaro’ya artık 80’ine yaklaşmış öğretmeni, yani babasıyla birlikte tırmandı.
Eruç Çanakkale Muharebelerinin 100’ncü yılı kutlamalarına yine Dünya çapında bir başarı ile katılmak istiyordu. Newyorktan yola çıkıp tek başına Atlas Okyanusu ve Ak Deniz’i boydan boya geçecek ve 18 Mart 1915 günü Çanakkale sahilinde karaya çıkıp kutlamalara katılacaktı. Ama ne yazık ki ülkemizin kürek, dağcılık ve bisiklet federasyonlarının bihaber ve ilgisiz kalışları nedeni ile ve zannederim kaynakları yeterli olmadığı için bu muhteşem projeyi ertelemek zorunda kaldı. Babasından en son aldığım ve aşağıda sunduğum mesaj onun yeniden harekete geçtiğini belirtmektedir.
Mesaj şöyle:

ERDEN;
BUGÜN TARİHİ BİR OLAYI “ BARIŞA YOLCULUK “ ADI ALTINDA, YÜZÜNCÜ YILININ İDRAK EDİLDİĞİ, ELLİİKİBİN ŞEHİT VE İKİYÜZBİNDEN FAZLA YARALIYA MAL OLMUŞ BİR ASKERİ HAREKÂTIN YAŞANDIĞI TOPRAKLARA DOĞRU KÜREK ÇEKMEYE BAŞLAYACAKSIN.
SONUCUNDA, OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN ÇÖKMESİNE SEBEP OLAN VE O DÖNEMİN YÖNETİMİNİN YANLIŞ  VE BİREYSEL KARARI İLE ALMANYANIN YANINDA BİRİNCİ PAYLAŞIM SAVAŞININ“SYK/ PİCOT “ GİBİ GİZLİ ANLAŞMALARIYLA PARÇALANMASI KARAR ALTINA ALINAN VE TAMAMENO GÜNLERİN EMPERYALİST GAYELERİNE HİZMET EDEN  ORTAMININ, MİLLET OLARAK YENİDEN DERS ALMAK ÜZERE ANILACAĞI TÖRENLERE, ŞANLI BAYRAĞIMIZI DALGALANDIRARAK ANZAK KOYUNA 25. NİSAN . 2016 SABAHI BAŞTANKARA EDECEKSİN. TAMAMEN SANA AİT “ BARIŞÇI AMAÇLARLA, ANCAK MİLLİ DUYGU VE DÜŞÜNCELERLE “ PLANLADİĞİN VE HER AŞAMASINI, HERTÜRLÜ OLASILIKLARI DEĞERLENDİRDİĞİNE  İNANDIĞIM PROENİN BAŞARIYA ULAŞMASI İÇİN, TEK YAPABİLECEĞİM YÜCE TANRIMA YÜREKTEN DUALARIMDIR.
BURADA HERKES, SENİN BAŞARIYA ULAŞMAN İÇİN DUACIDIR. YOLUN VE BAHTIN AÇIK OLSUN RÜZGÂRIN SAKİN VE DENİZİN NETA OLSUN OĞLUM.
BABAN
Bu mesaja oğul Eruç şu cevabı verdi:
Babacığım, anlamlı sözleriniz ve iyi temennileriniz için teşekkür ederim.
Başaracağımızdan şüphem yok. Teknem North Cove Marina’da.
Buğun 19 Mayıs. Teknemizi ziyarete açıp misafirlerimizi ağırlayacağız.   Gelgitleri gündüz vakti çıkabilmek için zamanlayınca çıkışımız 21 Mayıs Perşembe sabahı 10.10’a sarktı. Rüzgâr tahminleri uygun, çıkabiliriz gibi görünüyor.
http://www.BarisaYolculuk.com ve http://www.RowForPeace.com adreslerinden takip mümkün. Ana sayfalarda mevki takip haritası da mevcut. Şimdilik her şey yolunda.  Sevgiler, saygılar.
Erden Eruç
President
Around-n-Over
Mesajlardan anladığımız kadarı ile sporcumuz Erden Eruç tarihi yolculuğuna havalar izin verirse Perşembe sabahı başlayacak Amerika’da, özellikle Newyorkta yaşayan Türklerin Erdene bu büyük yolculuğunun başlangıcında destek vereceklerini umut ediyorum. Bize düşen görev bu sporcumuzun başarısı için dua etmek olacaktır. Seyahati sırasındaki gelişmeleri fırsat buldukça sizlere aktarmaya çalışacağız.

Dr. M. Galip Baysan

Elinde Güç Olanların Ağlama Lüksü Yoktur…
İktidarda olup elinde güç bulunduranların birinci ödevi, düzenin aksayan yönlerini düzeltmek, hak ve özgürlükleri güvence altına almak ve hukukun üstünlüğünü sağlamaktır…
Çünkü iktidar ağlama yeri değildir…
Olayları çözme yeridir…
Bunları durup dururken yazmıyorum…
13 yıla yakın bir süredir iktidarda bulunan AKP’nin Bakanlık yapmış, etkin görevler üstlenmiş ağır topları son günlerde konuşmaya başlarken, adeta bir muhalefet milletvekilini dinler gibi şaşırıyorsunuz…
AKP hakkında bir sürü yolsuzluk savları ileri sürülmesine karşın, birçok etkin görevlerde bulunan Bülent Arınç ve Ali Babacan’ın hiçbir yolsuzluk savının içinde yer almadığını muhalifleri bile kabul ederler…
Ancak, uzun iktidarları döneminde yapılan hukuksuzluklara sesini çıkarmayan Arınç ve Babacan son günlerde hukukun üstünlüğünü ön plana almaları pek inandırıcı gelmemektedir…
Babacan diyor ki…
 “Su ve ekmek nasıl ihtiyaç ise hukuk da aynen öyle bir ihtiyaç”…
“Hukuk devleti olabilmek için herkesi mücadeleye davet ediyorum. Mücadele diyorum çünkü maalesef son 12,5 yılda Türkiye birçok alanda ilerledi ama ilerlemediği hatta itibar kaybettiği bir alan var o da maalesef yargı”
Günaydınnnnn…
-Ergenekon torbasına insanlar rastgele atılırken de hukuksuzluk vardı…
-Yaşam mücadelesi veren Türkan Saylan’ın evi basılırken de hukuksuzluk vardı…
-Yaşamı boyunca demokrasi mücadelesi veren İlhan Selçuk’un evi darbeci diye basılıp gözaltına alınınca da hukuksuzluk vardı…
-Anayasal hakkını kullanarak gösteri ve yürüyüş yapanlar, polis tarafından gaz fişekleri yararlanırken, öldürülürken de hukuksuzluk vardı…
-İktidara karşı eleştiri hakkını kullanan herkesin darbeci diye soruşturulması, gözaltına alınması ve tutuklanması sırasında da hukuksuzluk vardı…
Sorarlar adama bu güne kadar neredeydiniz?
Üç dönem nedeniyle siyaset dışında kalmanızın cesaretiyle mi hukuku hatırladınız?
Yoksa AKP içinde çatlak olduğu savları sonucu tarafınızı belirlediğiniz için mi hukuku hatırladınız?
Hukuk mu bıraktınız?
Yargı bağımsızlığı mı bıraktınız?
Yurttaşların yargıya olan %80 oranındaki güveni, döneminizde %20’ye indirdiğinizin farkında değil misiniz?
Beyler,
 İktidar ağlama yeri değildir…
Sorunları çözme yeridir…
Konuşmakta geç kaldınız, geç…

16.05.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Atatürke Suikast Olayı - 2 - Galip Baysan
 Kazım Karabekir Paşa’nın tevkif olayında kızı Hayat Karabekir Feyzioğlu görüşlerini şu sözlerle anlatmaktadır:
 “İsmet Paşa’nın çayına çağırıyoruz diye Etlikteki evinden almışlar, İzmir’de Elhamra Sinemasındaki mahkemeye çıkıncaya kadar tahtakuruları içinde Emniyet Müdürlüğünde yatırmışlar. Yukarıda bir pencere varmış, onu da demirler kapatmışlar, pencereyi de çivilemişler. Yer şiltesi vermişler.” (8)
Paşa’ların sorgulanması sırasında Kazım Karabekir Paşa’ya “Mustafa Kemal Paşa’ya karşı muhabbetle bağlı olduğunuzu biliyorduk. Ne oldu işi ayrılığa, hıyanet yüksek şahsiyetinizi bu çirkin hadiselere karıştırmaya kadar götürdünüz? Bunun sebebi nedir?” diye sorulunca Paşa “Buna sebep sonradan aramıza giren inkılâp kurtları olmuştur” cevabını vermiştir.(9)
Ali Fuat Paşa’da İstanbul’da tutuklanmış. Anılarından anlaşıldığına göre, kuşkulandığı bir otomobil gezisi hariç, vapurla İzmir’e gelinceye kadar çevresinden çok iyi muamele görmüştür.(10) Paşa sorgusu sırasında suikasttan haberi olmadığını söylemiştir.
Refet Paşa sorgusunda suikasttan haberi olmadığını, tutuklanmaların duyulması üzerine kendisi ile görüşmeye gelen Rüştü Paşa, Bekir Sami, Feridun Fikri Bey’lerin dokunulmazlıkları varken, tutuklanmalarının Anayasaya aykırı olduğu için Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na başvurmayı teklif ettiğini söyledi. Kendisinin bu teklife karşılık, dokunulmazlık arkasına sığınırlarsa kendilerinden şüphelenilebileceğini söylediğini açıkladı.(11) Cafer Tayyar Paşa’ya karşı sert davranan Başkan Ali Bey, suikastı Terakkiperver Fırkanın yapmış olabileceği sorusuna olumsuz yanıt aldı.(12) Ayrıca Paşalar savunma yapmayı da reddettiler. (13)
Paşaların tevkifi üzerine Mustafa Kemal Paşa Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’yı da İzmir’e çağırdı. İzmir’e gelen Fevzi Paşa, Gazi’nin Çeşme’de olduğunu öğrenince oraya gitti ve onu İstiklal Mahkemeleri üyeleri ile görüşürken buldu ve aralarına katıldı. Mustafa Kemal Paşa Mareşal’e:
 “Gördün mü Paşam, senin Karabekir, benim hakkımda suikast tertip edenler arasında .. (İstiklal Mahkemesi üyelerini göstererek). Mahkeme idamına karar vermek istiyor diye söze başlayınca, Mareşal,
 “Delil var mı?” diye sormuş ve Gazi:
“Ziya Hurşit, mahkeme sırasında itiraf etmiş” cevabını verince de Mareşal:
-    Ziya Hurşit, Karabekir demeyip de Fevzi Çakmak deseydi, beni de idam edecek miydiniz?” diyerek endişesini belirtmiştir.” (14)
Fahrettin Altay’ın o dönemle ilgili anıları şöyledir:
 “24 Haziran akşamı Mustafa Kemal Paşa’nın sofrasında toplandık. Biraz neşeli idi. Muhtelif bahisler, tarihten misaller konuşuldu. Başvekile biraz fazla iltifat etti ve şunları söyledi:
-    Çocuklar ve ölürsem İsmet’in etrafından toplanmalısınız ha.. Fevzi Paşa’nın ancak reyinden istifade edersiniz. (15)
Mahkeme son günlerinde idi, bir gün öğleden sonra Mustafa Kemal Paşa’nın evine uğradım. Ortada bir masanın etrafında başvekil ile oturduklarını görünce girmek istemedim. O eli ile işaret ederek beni yanına çağırdı ve oturmamı istedi. Yüzlerinden kederli oldukları anlaşılıyordu. Bana hitaben:
Fikrimi sorar tarzda yüzüme baktı.  Kendimi toparladım ve
-    Paşa Hazretleri, siz her şeyi bizlerden daha iyi düşünür ve yaparsınız. Benim fikrimi istediğinize göre anlıyorum ki lütufkâr kararınızı vermişsiniz.
-    İyi ama sonrasından emin olabilir miyiz?, buyurdular. O vakit İsmet Paşa başını kaldırdı ve özetle şu cevabı verdi.
-    Emin olabilirsiniz paşa hazretleri, siz var oldukça hükümetiniz daha kuvvetli olacaktır. Bütün millet size sevgi besliyor, bu nankörlüğe teşebbüs edenler birkaç sapıktan ibarettir. Ceza bu hudut dahilinde kalırsa bütün milletin size bağlılığı artacaktır, deyince Gazi “Pekala,  bakalım Ali Bey’le bir daha görüşelim” diyerek ayağa kalktı, ayrıldık….” (16)
Mahkeme safahatıyla ilgili olarak hayat Hayat Karabekir Feyzioğlu, babasından naklen şunları söylemektedir.
 “Mahkeme başlıyor, salon subayla dolu. Mahkeme Başkanı Ali Bey subaylara oturun diyor, oturmuyorlar. Karabekir Paşa dönmüş, eliyle işaret etmiş, oturmuşlar. Mahkeme olurken de uçaklar uçabilecekleri en alçak seviyeden uçmuşlar ve “Karabekir suçsuzdur” diye kâğıtlar atmışlar.”(17)
Bir evladın, rahmetli olmuş bir babası hakkında abartılı gibi görünen yorumlar yapması tabiidir. Ancak, kararın verildiği 13 Temmuz Salı günü öğleye doğru Elhamra Sinemasının önü büyük bir kalabalıkla dolmuştu. Kapılar 13.30’da açıldığında salonda önemli sayıda yüksek rütbeli subay bulunuyordu.(18) Yargılama sonunda Paşalar suçsuz bulundu ve beraat ettirildiler.
Ali Fuat Paşa, anılarında Mustafa Kemal Paşa ile tekrara karşılaştıkları zaman “Paşam arkadaşları senin hatırın için affettim” dediğini ifade eder.(19) Kazım Paşa tevkif edildiği zaman evinden belgeler de alınmıştı, beraat edince bunlar kendisine iade edildi. Beraat kararından sonra Kılıç Ali Bey Karabekir Paşa’ya “İsmet Paşa’ya dua edin” deyince Paşa’dan “Eee, eski arkadaşım tabi” cevabını almıştır.(20) Karabekir Paşa kısa bir süre içinde İsmet Paşa’yı ziyaret edecek ve konuşma sırasında “şahsi münasebetler ve şahsi düşmanlıklar bizi buraya getirdi” sözleriyle üzüntüsünü dile getirecektir.(21) Bu olardan sonra komutanlar siyaset sahnesinden uzun bir süre çekileceklerdir.

DİPNOTLAR :
(8) K. Karabekir Anlatıyor, s.154-155. Mahkumların Durumu, bknz. Cavit Bey’in Anıları, Yakın tarihimiz, C-2, sayı 14, 15, s.13, 14, 53-55
(9) Kılıç Ali, a.g.e., s.68
(10) A. F. Cebesoy, Siyasi Hatıralar, II, s.203-206
(11) E. Aybars, a.g.e., s.44; Kılıç Ali, a.g.e., s.57-58
(12) Aynı eser, s.445
(13) Aynı eser, s.449
(14) Süleyman Külçe, Mareşal Fevzi Çakmak II, s.62
(15) On Yil Savaş ve Sonrası, s.419
(16) F. Altay, a.g.e., s.420-421
(17) K. Karabekir Anlatıyor, s.155
(18) E. Aybars, a.g.e., s.449
(19) A.F. Cebesoy, Siyasi Hatıralar II
(20) İ. İnönü, Hatıralar, s.213-214
(21) Aynı eser, s.214

Dr. M. Galip Baysan

Atatürke suikast olayı - 1 ( 16 haziran 1926)

7 Haziran Seçimleri Asla Meşru Bir Seçim Olmayacaktır
Evet iddia ediyoruz, 7 Haziranda yapılacak olan seçimler, sonuçları ne olursa olsun, asla ve asla meşru ve adil bir seçim olarak kabul görmeyecektir.

Seçimlerin adil ve meşru sayılabilmesı için, göstermelik bir yargı denetimi, gizli oy ve açık sayım, asla yeterli değildir.

Seçimlerin meşru sayılabilmesi için, seçime giden yolun da temiz, meşru,adil,yasal ve demokratik olması, seçimlere katılan siyasi partilerin silahlarında eşitlik olması zorunludur.

Cumhuriyet tarihimizde, bugüne kadar yapılan seçimlerin tümünde, seçimlere iktidar partisi olarak katılan partilerimizin, bal tutan parmağını yalar misali, iktidar olmanın imkanlarından yararlanarak, tüm muhalefet partilerine nazaran seçimlere avantajlı girdikleri, inkar edilemez bir gerçektir. Ne kadar yasal önlem alınırsa alınsın, bazı seçim yasakları getirilirse getirilsin, iktidar partisinin sçimlere bir adım önde ve avantajlı olarak girmelerinin önlenebilmesindeki imkansızlık nedeniyle, iktidar partisinin hiç değilse en aza indirilen bu seçim avantajını, siyasi partilerimiz ve seçmenlerimiz hoş görüyle karşılamışlar ve seçim sonuçlarının meşruluğunu hiç tartışmamışlardır.

Ancak, bir aydan az bir zamanın kaldığı önümüzdeki 7 Haziran seçimleri için, aynı değerlendirmeyi yapamayız, önümüzdeki 7 Haziran seçimleri sonunda, AKP'nin iktidardan düşeceği bir sonuç çıksa dahi, seçimlerin gayri meşruluğu ortadan kalkmayacaktır.

Zira; iktidardaki AKP, bir tarafında tüm tarafsızlığını yitiren Cumhurbaşaknı Tayyip Bey, diğer tarafında Başbakan Ahmet Bey olmak üzere, tüm devlet imkanlarını, örtülü ve örtüsüz tüm devlet ödeneklerini, araç ve gereçlerini, kendilerine kul köle   yaptıkları görsel ve yazılı basını kullanarak, iki koldan meydan meydan dolaşarak propaganda yapmakta, özellikle Tayyip Bey, dini siyasete alet ederek elinde kur'an dindar kesimin dini duygularını istismar ederek oy istemekte, muhalefeti kötülemek ve gözden düşürmek için, iki koldan yalan ve dolan ağızlarına gelen herşeyi propaganda malzemesi yapmaktan çekinmemektedir.

Bugüne kadar, bu ülke, tarafsız olması gereken bir cumhurbaşkanının toplu açılış bahanesiyle meydanlara çıkarak bir siyasi partinin amigosu gibi çalışıp propagandasını yaptığına ve o parti adına halktan oy istediğine tanık olmamıştır.

Maalesef, seçim adaleti ve düzeni, 7 Haziran seçimleri için Tayyip Bey tarafından bozulmuş ve seçimlere AKP yararına fesat karıştırılmıştır. Bu durumun, Türk Ceza Kanununa göre, rekabet ortamını yok ettiği için ağır bir suç sayılan ihaleye fesat karıştırmaktan hiç farkı bulunmamaktadır.Hatta ondan daha da kötü ve tehlikeli sonuçlar doğuracak niteliktedir.

İhaleye fesat karıştırıldığında, devreye yasalar ve savcılar girerek konu yargıya taşınır ve gereken yapılarak ihalenin güveni,düzeni ve adaleti sağlanır, müdahalede geç kalınmış ve atı alan üsküdarı geçmiş olsa dahi, hiç değilse ihalenin fesedilmesi mümkündür. Ancak, bugün 7 Haziran seçimlerine bir aydan az bir zaman kaldığı halde, Yüksek Seçim Kurulu;Anayasanın 79. maddesi ile kendisine tanınan, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma görev ve yetkisini yok sayarak, seçimlerin dürüstlüğünü ve düzenini bozarak seçimlere fesat karıştıranlar hakkında hiçbir önlem almıyor ve muhalefet partilerince yapılan itirazları, benim cumhurbaşkanına müdahale görev ve yetkim yoktur diyerek geri çeviriyor.

Daha önceki bir makalemizde de belirttik, Yüksek Seçim Kurulu bu davranışıyla ağır bir suç işlemekte, ülkemize ve Türk demokrasisine, telafisi imkansız büyük zararlar vermekte ve kötülük yapmaktadır.

Bize göre,Tayyip Bey'in; tarafsızlığını, şerefi ve namusu üzerine yaptığı yeminini çiğneyerek, fiili bir AKP Genel Başkanı rolünü üstlenerek, AKP lehine seçim meydanlarına çıkıp muhalefet partilerini ağır ve acımasız bir şekilde eleştirip suçlayarak  AKP'nin propagandasını yapması ve AKP için oy istemesi nedeniyle,Tayyip Bey, anayasanın öngördüğü cumhurbaşkanı niteliğini yitirmiş olup, seçimlerin güveninirliğini, adaletini, düzenini ve dürüstlüğünü sağlamakla görevli olan Yüksek Seçim Kurulunun uyarı ve yasaklarının muhatabı haline gelmiş bulunmaktadır.

Tüm bu gerçeklere rağmen, Yüksek Seçim Kuralının görevini yapmadığı, seçimin namusunu, meşruiyetini, düzenini ve dürüstlüğünü korumaktan kaçındığı,devlet imkanları kullanılarak Başbakan ve Cumhurbaşkanının elbirliği içinde iki koldan AKP lehine proganda yaptıkları bir seçime meşru bir seçim diyebilecek olanlar beri gelsinler.

14/05/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Yıllardır yazıyoruz - Gündüz Akgül
Yıllarını hukuka adamış biri olarak her hukuksuzluk yapıldığında,  günün birinde herkes hukuka gereksinim duyacaktır diye yazdım…
Hukuku tanımayanlar, ben yaptım hukukunu uygulayanlar, hiçbir söyleme kulak asmadılar…
Ergenekon, balyoz ve diğer davaların kahramanı! İlan edilen Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’ün, Türk ordusunu sahte dijital kanıtlarla nasıl çökerttiğini, aydın, demokrat, yazarçizer kesimini sahte kanıtlarla nasıl mağdur ettiğini, vicdanı olan her hukukçu eleştirmiş ve günün birinde hukukun herkese gerekeceğini dile getirmişti…
Anayasa Mahkemesi tarafında hak gaspına uğradığı karar altına alınan sanıklar, yeniden yargılanırken beraat etmeleri bunu açıkça göstermektedir…
Zekeriya Öz, söylenenlere kulak asmamış ve bildiğini okumaya devam etmişti…
17/25 Aralık 2013 olaylarından sonra iktidar ile ortağı Cemaatin arası açılınca, Zekeriya Öz gözden düşmüş, kahraman olarak niteleyenler, bu kez onun soruşturulmasını sağlamışlardır...
Bugün yazılı ve görsel medyaya yansıyan habere göre, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) 4 Cumhuriyet Savcısı ile 1 Yargıcı meslekten ihraç ettiği, bu Cumhuriyet Savcılarından birinin de Zekeriya Öz olduğu belirtiliyordu…
HSYK’nun bu kararına karşı Zekeriya Öz, ''Haberler doğruysa HSYK yetki gaspı yapmıştır.  Verdiği karar yok hükmündedir verdiği kararda milletinden gecikmeden ötürü özür de dilememiştir. HSYK anayasa ve yasaları çiğneyerek savunmamızı dahi almadan yukardan aldığı talimatla bu kararları vermiştir yazıklar olsun bağımlı HSYK'ya'' demektedir…
Zekeriya Öz bu demeci ile hukuksuzluktan bahsetmektedir…
Yıllardır bizimde yazdığımız budur…
Hukuksuzluk yapanın hukuka sığınma hakkı yoksa da…
Meslek hayatında bilerek ve isteyerek hiçbir hukuksuz karara imza atmayan biri olarak yine diyorum ki Zekeriya Öz ve diğer arkadaşlarına yapılan bir hukuksuzluk varsa mutlaka düzeltilmelidir…
Herkes hukuk kuralları içinde cezalandırılmalı veya meslekten ihraç edilmelidir…
Hukuk adına bu haykırmamız, hukukçu ile kendisini hukukçu sananlar arsında ki farkı göstermektedir…
Birçok yazımda belirtiğim gibi tekrarlıyorum, haksızlığa uğrayan her yurttaşın en son sığındığı liman hukuktur…
Günün birinde herkesin gereksinim duyduğu bu limanı yıkmayalım…
Ne demişler atalarımız…
Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner… 

12.05.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Atatürke suikast olayı - 1 ( 16 haziran 1926)
Son günlerde bize göre dipten dolma veya kulaktan dolma diye vasıflandırabileceğimiz malum basın-yayın organlarınca uydurulan son habere göre sözde Atatürk’ü ismet İnönü öldürtmüş. Oysa her ikisinin dostluğu bazen ve çoğunlukla dayanışma ile bazen de karşı çıkışlarla ömürlerinin sonuna kadar devam etmiştir. Bunun için Atatürk’ün vasiyetine bir göz atmak yeterlidir. Çünkü İnönü’nün çocuklarının tahsil masrafını bile ince bir düşünceyle vasiyetine dâhil etmiştir. Yandaş basın-yayın organlarının istismar etmekten zevk aldığı konulardan biri de, ona karşı yapılması planlanan suikast olayıdır.
5 Haziran 1925 tarihinde, Şeyh Sait isyanı davasının görülmesi döneminde, hükümetin aldığı bir karara dayanarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılınca, çoğunlukla bu partide toplanmış olan ve aralarında ünlü komutanların da bulunduğu muhalifler bir süre partisiz kaldılar. Ancak bu dönemde iktidar Mecliste daha rahat çalışma imkânı buldu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, bazı köklü reformlarla ilgili yasaları kabul ettirerek yürürlüğe koydurdular. 25 Kasım 1925’de kabul edilen ve kılık kıyafeti düzenleyen “Şapka Kanunu”ndan beş gün sonra (30 Kasım 1925’de) Tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılmasına, türbedarlık ile bazı unvanların yasaklanmasına ve kaldırılmasına dair kanun ve en önemlisi 17 Şubat 1926’da kadının medeni haklara kavuşması, çok evliliğin yasaklanması ve hukuk düzeninin çağdaşlaşmasını sağlayan “Medeni kanun”un  ve 22 Nisanda “Borçlar Kanunu” gibi(1) çağdaş, laik düzenin temeli olacak yasaların ard arda kabul edilerek uygulamaya konması sağlandı. Tabii ki bu gelişmeler kişisel ve toplumsal menfaatleri bozulan pek çok kesimi rahatsız etmiştir.
Gayri memnun kitle çoğalınca durumdan yararlanmaya çalışan muhalefet: “eskiye dönüş” özlemi ile sert tedbirler içine girdi. Mecliste olmamalarına rağmen varlıklarını hala devam ettiren eski İttihat ve Terakki mensupları Cavit Bey’in, Kara Kemal, Vasıf Beyler gibi ünlü ittihatçıların liderliğinde, Birinci dönemin muhalifleri, lağvedilen Terakkiperver Fırka mensupları ile işbirliği yaparak, doğrudan doğruya “Mustafa Kemal Paşa’yı yok etmeyi” hedef alan bir suikast planlayacaklardır. Suikast önce Ankara’da tasarlanmış, buna bazı milletvekilleri engel olmuşlar, sonra Bursa düşünülmüş, Bursa’da bir suikast düzenlenmesi uygun görülmeyince de İzmir’de yerine getirilmesi kararlaştırılmıştır.(2)
16 Haziran 1926 günü suikastçılardan birinin (Giritli Şevki) paniğe kapılıp ihbar etmesi üzerine olay ortaya çıkarıldı. İzmir’e gelen İstiklal Mahkemesi olayda komutanların da katkısı olacağından şüphe edince, Kurtuluş Savaşının ünlü kahramanları siyasi hayatlarının daha ilk yıllarında ne olduğunu dahi anlayamadan ve siyasetin hiçbir nimetinden yararlanamadan kendilerini sehpanın karşısında bulacaklardır.
Olayla ilgili olarak komutanların tevkif edilmesi kararının nasıl alındığını, ünlü “Dört Aliler” mahkemesinin üyelerinden Kılıç Ali Bey anılarında şu şekilde anlatır:
“Hükümet, İzmir’e hareketimiz için bir özel tren hazırlatmıştı. Trenin hareketinden evvel arkadaşlarla trenin salonunda toplandık, vaziyeti inceledik. Ziya Hurşid’in itirafı üzerine hadise ile Terakkiperverlerin ilgisi ihtimalini tartıştık. Bütün Terakkiperver Fırka azalarının bulundukları yerlerde ve aynı saatte derhal tevkif edilmelerini ve evlerinin büyük bir itina ile aranmasını ve çıkacak evrakın İzmir’e gönderilmesini karar altına aldık. Bu kararımızın ehemmiyetle ve hemen tatbiki için icap edenlere lazım gelen talimat ve emirleri verdikten sonra 17 Haziran 1926’da Ankara’dan İzmir’e doğru yola çıktık.”(3)
Tabii ki bu karar komutanları da etkiliyordu ve komutanlar ard arda tevkif edilmeye başlandı. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı İsmet Paşa ile İstiklal Mahkemesi arasında büyük bir anlaşmazlık çıktı. Kılıç Ali’nin bu anlaşmazlıkla ilgili anıları şöyledir:
“Kazım Karabekir Paşa da Terakkiperver Fırkası reisi sıfatıyla Ankara’da tevkif edilmiş bulunuyordu. Başvekil İsmet Paşa, bu zevatın tevkifleri için mahkemenin verdiği karardan haberdardı ve bu kararın kati olduğunu ve mahkemenin BMM tarafından verilmiş kanuni salahiyetlere dayanarak ve o Meclis namına icra-ı kaza ettiğini (yargılama yaptığını) de biliyordu. Buna rağmen mahkemeye haber vermeden Polis Müdürüne, Karabekir Paşa’nın serbest bırakılması için emir vermişti.
Ankara Polis Müdürü Dilaver Bey, Başvekilin bu emri üzerine Kazım Paşa’yı serbest bırakmış, keyfiyeti de hemen mahkeme savcılığına bildirmişti. İsmet Paşa’nın, Başvekil sıfatıyla da olsa mahkemenin verdiği herhangi bir karar ve emrin infazına müdahale etmeye katiyen salahiyeti yoktu. Derhal heyetçe vaziyeti müzakere ettik. Başkan Afyon Mebusu (Kel) Ali Çetinkaya, Savcı Necati Bey (İzmir) ve üyeler Kılıç Ali (Gaziantep), Reşit Galip (Aydın), Ali Bey (Rize) milletvekilleri idiler.(4) Mahkememizde kararını infaz ettirmemek isteyen Başvekilin tevkifi ile hakkında takibat yapmaya ve keyfiyeti Meclise arz etmeye karar verdik ve serbest bırakılan kazım Paşa’nın istisnai bir muameleye maruz bırakılmaması için Polis Müdürüne emir verdik.”(5)
Olayı haber alan Gazi rahatsızlık duymuş ve durumu yakından incelemesi için İsmet Paşa’yı İzmir’e çağırmıştır. İsmet Paşa İzmir’e geldiğinde sorgulamalarda bulunmuş, İstiklal Mahkemesinin çalışmasını takdir etmiş ve bu mealde bildiriler yayınlamış ve Karabekir Paşa yeniden tevkif edilmişti.(6)
İsmet Paşa’nın da bu konu ile ilgili anıları şöyledir:
 “Tevkifler başladı. Bu esnada Ankara’da bulunan Karabekir Paşa’nın, İstiklal Mahkemesi kararıyla tevkif edildiğini haber aldım. İzmir’de Mustafa Kemal Paşa’ya karşı suikast yapılacak ve Terakkiperver Fırka mensupları bununla ilgili olacaklar. Birden bu durum bana gayri tabii geldi. Böyle bir suikast tertibinin ne kadar ciddi olduğu hakkında sarih bir fikrim yok. Bunun için endişe duyuyorum. Suikast teşebbüsünden istifade etmek için bunun fırsat olarak geniş ölçüde kullanılmasından ciddi surette kuşkudayım. Heyeti Vekile yi toplayıp görüştüm, endişelerimi söyledim. Kesin vaziyet almak kararında olduğumu bildirdim ve Kazım Karabekir Paşa’nın tahliyesi için emir verdim. Tahliye ettirdim, serbest bıraktım.
Mustafa Kemal Paşa’ya tekrar yazdım. Çok ciddi endişe ediyordum. Karabekir Paşa, İstiklal Mahkemesinden gelen bir talimat üzerine burada tevkif olunmuş. Paşa halen mebustur. Bu ölçüde tahkikat yapabilmesi için, bizim hükümet olarak davayı İstiklal Mahkemesine tevdi etmemiz lazımdır. Bunu henüz yapmadık. Vaziyetin ne kadar ciddi olduğunu öğrenmek icap ediyor. Daha fazla tafsilat bekliyorum dedim ve Kazım Karabekir Paşa’yı serbest bıraktığımı da bildirdim. Mustafa Kemal Paşa derhal cevap verdi. “Vaziyet ciddidir, derhal buraya gel” dedi. Her mülahazayı bıraktım, İzmir’e hareket ettim.
Kazım Karabekir Paşa’nın serbest bırakılması üzerine, İstiklal Mahkemesinin beni tevkife kalkıştığı söylenmiştir, yazılmıştır. Bunun aslı yoktur. Tamimiyle uydurmadır. Ben, o esnada kararlıyım. İzmir’e gittim. Mustafa Kemal Paşa ile konuştuk. İşin esasını anlayayım istedim (inceleme sonucunda). Kendi kendime vaka vardır, esaslı olarak hazırlanmıştır dedim. Nihayet süratle takip edilmek, gerçekler ortaya çıkarılmak lazımdır kanaatime vardım ve bu mealde bir tebliğ de yayınladım. Bunu yapmam da gerekliydi. Çünkü Karabekir Paşa’yı tahliye ettirmiştim. Vekiller Heyetinde konuşmuş, bu meseleyi anlamıyorum, inanmıyorum demiştim. Vakanın doğruluğuna inanınca tebliğ yapmak, tabiatıyla bir vazife olmuştu.
Durumu öğrendikten sonra İzmir’de Mustafa Kemal Paşa ile ciddi olarak görüştüm. Ona, “Terakkiperver Fırkanın başında bulunanların bu işle doğrudan ilgileri bulunduğuna tertipçi olduklarına inanmıyorum. Bunların görecekleri muamelenin adalet üzerinde olmasını ve bir gayret mahsulü olmamasını kesin olarak isterim” dedim. Mustafa Kemal Paşa ile bunda mutabık kaldık. Söz verdi.” (7)

DİPNOTLAR:
(1)  H. Eroğlu, Türk İnkilap tarihi, s.303, 322-325
(2)  Olay hakkında detaylı bilgi için bknz. Kılıç Ali, İstiklal Mahkemesi Hatıraları, s.26-76; E. Aybars, İstiklal Mahkemeleri I-II, s.423-472
(3) İstiklal Mahkemeleri Hatıraları, s.40
(4)  E. Aybars, İstiklal Mahkemeleri, s.353
(5)  Kılıç Ali, a.g.e., s.44
(6) Bu olayla ilgili geniş bir yorumlama için bknz. E. Aybars, İstiklal Mahkemeleri, s.433-434
(7) İ. İnönü hatıralar II, s.212-213, İsmet paşa’nın böyle müdahaleleri mevcuttur. Bir örnek olarak Bolu isyanı sırasında bir idam olayı için müdahalesini, olayın şahidi Halide Edip saygı ve hayranlıklar anlatır. Bknz. Türk’ün Ateşle İmtihanı, s.141. Bu olayda ihtimalen mahkeme böyle bir karar vermiş, ancak İsmet paşa’ya duyurulmadan halledilmiştir.

Dr. M. Galip Baysan

 Atatürke Suikast Olayı - 2 - Galip Baysan

Kenan evren öldü yaşasın onun sivil versiyonları!..
12 Eylül 1980 askeri darbesinin lideri ve 7.Cumhurbaşkanı Kenan EVREN, 9.5.2015 Cumartesi akşamı, tedavi edilmekte olduğu GATA da 98 yaşında vefat etmiştir. Allah taksiratını affetsin.
Kenan EVREN, çok tartışmalı bir kişidir.
İyi anılmadığı ve bir kesim tarafından diktatörlükle suçlanarak eleştirildiği için, kamuoyundan çekinerek kendilerini gizleseler veya onu eleştiriyor görünseler de, bugün dahi, Kenan EVREN'i hem de çok seven, büyük bir kitle olduğu gibi, gerçekten sevmeyenleri de çok fazla olan bir kişiliktir.
12.Eylül.1980 darbesinin yapıldığı günden itibaren yaklaşık sekiz on yıllık tüm gazete arşivleri şöyle bir taransa, bugün Kenan EVREN'in can düşmanıymış gibi göğüs kabartan ve demokrasi havarisi geçinen çok kişinin, aslında bir Kenan EVREN hayranı oldukları açıkça görülecek ve bu iki yüzlü, münafık demokrasi karşıtları açığa çıkacaktır.
12 Eylül 1980 darbesinden önceki yıllarda, aylarda ve günlerde Türk insanının yaşadığı kaos, her gün çeşitli kesimlerden onlarca insanın öldüğü ve yaralandığı sağ ve sol çatışmalarının sebep olduğu anaların göz yaşları, bugün PKK bölücü terör eylemlerinin yol açtığı anaların göz yaşları gibi, hafızalardaki tazeliğini korumaktadır.
Bugün AKP iktidarının, PKK bölücü terör eylemlerinin sebep olduğu ölümleri ve anaların gözyaşlarını sonlandırmak bahanesiyle, PKK terör örgütüyle masaya oturarak müzakere yapmaya başladığı, PKK terör örgütü ve mensuplarına üstü kapalı bir af ilan ettiği dikkate alındığında, bazı kesimlerin,Kenan EVREN ve arkadaşlarının, aynı gerekçelerle darbe yapmalarını eleştirmeye ve bundan siyasal rant çıkarmaya hakları yoktur.
Darbelere karşı ve demokrat olduklarını iddia edenlerin; bu vakitten sonra, bir fani olan ve ölmüş bulunan Kenan EVREN üzerinden, onu eleştirerek siyasi bir sonuç elde etmeye çalışmaları, büyük bir aldatmaca dır.
Kenan EVREN, bir fani olarak ölmüş, tüm günahları ve sevaplarıyla bu dünyadan göçüp gitmiştir. Yaptıklarının hesabı, inanışımıza göre öbür dünyada kendisinden sorulacak ve yaptıkları kötülüklerin cezasını çekecektir. Bu nedenle, bundan sonra Kenan EVREN ile uğraşmanın, ona fatura çıkarmanın gereği olmadığı gibi, bu toplum için hiçbir yararı da bulunmamaktadır.
Kenan EVREN'den hesap sormaya ve onu eleştirmeye kalkışacak olan özellikle iktidar yanlısı siyasilere sormak istiyoruz; sizler, bugün diktatörlükle suçladığınız Kenan EVREN'in bugüne kadar yaptığı antidemokratik uygulamalarını ortadan kaldırmak için yapmanız gerekenleri yaptınız mı acaba? Sizler; antidemokratik bu uygulamaları kaldırmadığınız gibi, Kenan EVREN'in dahi yapmaktan sakındığı ve çekindiği antidemokratik ve anayasa dışı uygulamaları yapmadınız mı?
Kenan EVREN; Anayasanın ve demokrasinin askıya alındığı bir askeri darbenin, olağanüstü bir dönemin ve yönetimin lideri olup, bu özelliğinden dolayı, onun icraatlarını eleştirsek de, iş başına gelme biçimine baktığımızda, onun çıkardığı antidemokratik Anayasa ve yasaları, bir yerde anlayabiliyoruz, bizim anlayamadığımız ve anlamakta zorlandığımız husus; darbe döneminin gerilerde kaldığı bu demokratik ortamda, demokratik seçimlerle tek başına iktidara gelip,Kenan EVREN'i diktatörlükle suçlayarak demokrat geçinenlerin, onun çıkardığı anti demokratik anayasa ve yasalara, bu anayasa ve yasalarla getirilen demokrasi karşıtı kurum ve uygulamalara gözlerini kapatıp onlara sahip çıkarak kendilerine siyasi kazanç elde etmeye çalışmaları ve büyük bir pişkinlikle de, ne yapalım, bu anayasayı ve yasaları biz çıkarmadık ki diyerek, kafalarındaki Kenan EVREN darbeci zihniyetini gizlemeye çalışmalarıdır.
Kenan EVREN'in yaptıklarına sahip çıkan ve hatta onun asla yapmadıklarını dahi yapmaktan hiç çekinmeyen bir iktidar ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Kenan EVREN, askeri bir darbenin lideri olarak, demokrasi karşıtı düşüncelerle ve otuz beş yıl öncesinin ülke koşullarını dikkate alarak, ülkenin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü için kendi kafasına ve düşüncesine göre, doğru ya da yanlış, bölücülüğü, ülkenin menfaati için bir tehlike görerek, %10 seçim barajı getiren antidemokratik bir seçim yasasına imza atmış olabilir, antidemokratik bir Anayasayı, ülkemiz ve ülke insanı için reva görmüş olabilir, Anayasa ile YÖK ve benzeri anti demokratik kurumların oluşmasına izin vermiş olabilir, kendisini düşünerek, sorumsuz bir Cumhurbaşkanının yetkilerini artıran Anayasa hükümleri getirmiş olabilir, demokratik kitle örgütleri susturulmuş, işçilerimiz örgütsüz kılınmış, insanlarımızın meclis dışından politikaya katılımları engellenmiş olabilir, ülkenin o tarihteki özel koşullarına ve Kenan EVREN'in etkin konumuna göre yapılan ve demokratik bir ortama geçildiğinde düzeltilmesi mümkün olan tüm bu antidemokratik uygulamalara son verme imkanının varlığına rağmen, bu antidemokratik uygulamalara son verilmediği, en başta barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü olmak üzere, darbe Anayasasındaki özgürlüklerin dahi kullandırılmadığı gibi, Kenan EVREN'in dahi almış olduğu %98 halk oyuna rağmen tenezzül edip yapmadığı; tarafsızlık yeminini ihlal, bir siyasi partiyi alenen destekleme, muhalefet partilerinin tümünü her konuda eleştirme, meydanlara çıkarak halkı geren ve bölen politik konuşmalar yapma, %52 halk desteği ile seçildim gerekçesiyle Anayasanın kendisine tanımadığı yetkileri kullanma, ülkeyi Anayasaya göre değil, kafasına göre tek başına yönetmeye kalkışma, parlamenter sistemi bekleme odasına alma, kendisine lüks saray yaptırarak, lüks uçak, helikopter ve otomobiller alarak, Osmanlının lale devrini aratmayan yaşam ve yönetim tarzı sergileme gibi uygulamaların içine girilmesi, Kenan EVREN'i dahi kısmen aklayan üzüntü verici davranış biçimleridir.
Bu nedenle, biz hakkın rahmetine kavuşan Kenan EVREN'i eleştirmenin, bu vakitten sonra faydasızlığına, Kenan EVREN'i eleştirerek, 7 Haziran seçimleri öncesinde, Kenan EVREN üzerinden siyasi rant elde etme mücadelesine girecek olan gizli Kenan EVREN hayranı ve yanlılarına dikkat çekmek istiyoruz.

11/05/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Kendisi gitti eserleri kaldı!! - Gündüz Akgül
Tarih kaydetmiştir ki en kötü demokrasiler bile darbe yönetimlerinden iyidir…
Cumhuriyet tarihinde ülkemiz ilk askeri darbe ile 27 Mayıs 1960 tarihinde tanıştı…
Ondan sonra darbelerin arkası kesilmedi…
Darbe kadar olumsuz etkisi görülen 12 Mart 1971 Muhtırası…
Ülkede koca bir enkaz bırakan ve bu güne kadar temizlenemeyen 12 Eylül 1980 darbesi…
Bu darbenin baş mimarı! Kenan Evren 98 yaşında yaşama veda ederken, yazılı ve görsel medyaya yansıyan haberler göre aydın, demokrat insanların ölümüne üzülmediği görülmektedir…
 Onu, 1982 Anayasasıyla getirdiği ve demokrasiyi sakatlayan eserleriyle! Anıyorlar…
1980 Faşist askeri darbesinin lideri Kenan Evren ve yanında bulunan 4’lü ile oluşturduğu beşi bir yerde diye anılanlarla neler bıraktılar hep birlikte bakalım…
-Uzun göz altılarla (başlangıçta 90 gün) demokrat tüm kesimleri perişan ettiler…
-Yaşı büyütülerek idam edilen gençler için “asmayalım da besleyelim mi?” diyerek tarihin kara sayfalarına geçti…
-Alanlarda Kutsal kitabımızdan ayetler okuyarak dini siyasete alet etti…
-Hak ve özlüklere rahmet okuyan ve halkoyuna sunulan 1982 Anayasası baskı ve korku sonucu %92 ile kabul edilerek karabasan gibi demokrasinin üstüne örtüldü. %8’in içinde yer almaktan onur duyuyorum…
-Anayasa ile Din kültürü ve Ahlak öğretimi ilk ve orta öğretimde zorunlu hale getirilirken, o günden bu güne kadar fiilen din eğitimi şeklinde uygulanarak AKP’nin arzuladığı dindar gençlik oluşturulmaya çalışıldı…
-Anayasa ile verilen hak ve özgürlükler, ancak sözcüğü ile bir takım koşullara bağlanarak kuşa çevrildi…
-Bilim kurumlarının başına getirilen YÖK belası ile bilim araştırmaları yok edildi…
-Seçim Yasası ile getirilen %10 seçim barajı ile temsilde adalet ilkesinin canına okundu…
-1982 tarihinden bu güne kadar iktidara gelen tüm partiler, seçim öncesi barajı indirecekleri dair söz vermelerine karşın, sözlerini tutmadılar. AKP, 13 yıldır bu seçim barajını tepe tepe kullanarak iktidarını devam ettirmektedir…
-Gerek yargıda gerekse diğer kurumlarda üst düzey bürokratların çoğunun atama kararnamelerinin onayı Cumhurbaşkanına bırakıldığından, her dönemde yandaş bürokrasi oluşturuldu…
-Yandaş bürokrasi ve yargının yaptığı yanlışlar nedeniyle, yurttaşların bu kurumlara güveni sarsıldı…
Ne yazık ki bu liste böyle uzayıp gitmektedir…
Bu kadarla yetinirken, yaptıklarını miras bırakarak öbür dünyaya geçen Kenan Evren’in mirasçılarının yerinde olmak istemem…
Siz ister misiniz?

10.05.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Asgari Ücret, Kaynak Meselesi ve Birkaç Adım Ötesi Üzerine
Deneyimli siyasetçilerden çok duymuşuzdur;
gazeteciler olmadık zamanda ama en sorulması gereken soruyu sorduklarında “Bu konular öyle ayaküstü konuşulmaz” der ve o ani hamleyi savuşturmaya çalışırlar.
Seçim zamanları da maalesef böyle ortamlardır.
Hemen her partinin -kendisinin tek başına iktidara gelmesi halinde- neler neler yapacağını vadettiği bir ortamda maalesef işin eğrisi-doğrusuna pek dikkat edilmez; o anlarda sadece savunulur.
Ortam “Kampanya” ortamıdır.
Ancak, kim hangi ortamda ve ne söylerse söylesin; ekonomi kendi kurallarını icra edeceği için birilerinin de aslında yarının ne olacağı konusunda “dostça” bir şeyler söylemesi gerekir.
Bizim aşağıdaki sözlerimiz ve değerlendirmelerimiz şimdiki seçim tartışmalarından çok eski, bundan onlarca yıl öncesine aittir, dolayısıyla günlük politikayla pek ilgisi yoktur.
*
Bu satırların yazarı, asgari ücret üzerinden vergi alınmaması gerektiğini; bunun istihdam üzerinde bir baskı yarattığını, “İşçilik üzerinde fiyat etkisi yaratması dolayısıyla” ekonominin gelişmesinin önünde engel olduğunu, vergi dağılımının aslında ülkedeki gelir paylaşımının meselesi olduğunu, devletin yükünün fakir fukaraya yıkılmaması gerektiğini… bundan 35 yıl kadar önce Cumhuriyet Gazetesi’nin 28 Ocak 1980 tarihli sayısında yayınlanan “İstihdam Vergisi Azalırken ” başlıklı makalesinde söylemiş ve o günlerden bu günlere kadar da çeşitli ortamlarda hep aynı tezi savunagelmiştir.
Bizim bilebildiğimiz kadarıyla, şimdi çokça kullanılan “İstihdam Vergisi” tanımlaması da ilk defa bu makalede yapılmıştır.
Orada ileri sürülen görüş kısaca şudur:
Ücretler üzerinden alınan vergiler, göründüğü gibi ücretli çalışan kişilerin değil, “istihdam olayı” üzerinden alınan vergilerdir.
Ücret bordrosu üzerinden alınıyor olsa da bu verginin yükü işçi ve işverenin her ikisini de yani sonuçta “istihdam olayını” baskı altında tutar.
İstihdam vergisi bu niteliğiyle, ülkede “devlet eliyle” işçilik maliyetlerini arttırır.
İşçilik maliyetlerinin vergi yükü dolayısıyla yükselmesi ise Türkiye’nin pahalıya üreten, ihraç edemeyen, ithal malını nispeten ucuz hale getiren ve sonuçta yetersiz / verimsiz bir ekonomik yapının oluşması sonucunu doğurur.
İstihdam vergisi mutlaka adım adım azaltılmalı, hele asgari ücretlerden tamamen kaldırılmalıdır.
Bu durum aynı zamanda gelir dağılımını da etkilediği için, bir ekonomik paylaşım modeli, milli gelirin nasıl dağılacağının da konusudur. Devletin finansmanında alt gelir guruplarına daha az yüklenilmesi için bu paylaşım onların lehine değiştirilmelidir…
*
Türkiye’nin bu günkü anlamdaki vergi düzeni 1949 yılında şekillenmiştir.
Bu şekillenmede etkili olan bazı uluslararası kurumlar ve OECD, daha o zamanlardan maalesef Türkiye’ye, istihdamı ve dolayısıyla üretimi kasan bu elbiseyi “giydirmiştir”.
O günlerden bu günlere gelene kadar neredeyse bütün hükümetler ücretler üzerinden alınan vergileri indirerek ekonominin önünü açacaklarını “vaad etmelerine” rağmen iktidara geldiklerinde bu çemberi kırıp dediklerini yapamamışlardır.
İşin ilginç yanı, istihdam üzerindeki vergiler hem işverenin hem işçinin üzerinde yük olmasına ve hükümetler bunu programlarında vadetmelerine rağmen bu iş olamamıştır.
Bu da göstermektedir ki, bu konu ciddi bir “düzen” hatta “malum dünya düzeni” meselesidir.
*
Şimdi CHP’nin başlatmasıyla taraftarlarının arttığı “Asgari net ücret”in yükseltilmesi meselesi, dişe dokunur ölçülerde gerçekleştirilebildiği takdirde, bunun “daha çok” istihdam üzerindeki verginin kısmen ya da tamamen kaldırılmasıyla formüle edileceği anlaşılmaktadır.
Bu işte asla çoğu kimsenin tereddüt ettiği gibi bir “kaynak” sorunu yoktur ama yürüyen iç-dış düzene karşı ciddi bir “siyasi risk” sorunu vardır.
Bu risk de tabii ki “siyasi kararlılık” ölçüsünde göze alınabilir ya da alınamaz.
Gelelim işin ayrıntılarına:
1-Bu günkü asgari ücret ve üzerindeki yüklerin bileşimine bakıldığında, asgari ücret üzerindeki vergi yükü kaldırıldığında (vaadlerde sigortadan söz edilmiyor) bütçelerin bu işten dolayı kaybının nereden denkleştirileceği konusunda bir ayrıntı verilmemektedir.
Bu yükün “diğer” vergi gelirleri ile karşılanacağı söylenirse, yüzde 80’inin dolaylı; yani çoğunluğu yoksul halktan alınan vergilerle karşılanmasının “sonuçta” çalışanlara sanıldığı gibi net bir refah artışı sağlamayacağı açıktır. Demek ki, amaca ulaşabilmek için ücretler üzerinden alınmayan vergilerin diğer kazanç ve servet sahiplerinden alınması gerektiğini, vaadlerin buralara uzanmasının işin “olmazsa olmazı” olduğunu kabul etmek gerekir.
2-Asgari ücretin üzerindeki vergi yükünün kaldırılması, bu gün için, vaad edilen net ücrete ulaşmaya yetmemektedir. Dolayısıyla 1500 liralık hedefte ısrar edildiğinde bu yükün önemli bir kısmının işverene yüklenmesi gerektiği açıktır.
Yapılabilir mi?
Siyasi kararlılık varsa, kanuna yazılır ve ilan edilir ancak uygulama başarısı oldukça tartışmalıdır.
Şu nedenlerle:
-İstihdam maliyeti yükselen işveren vergi endişesinden kurtulsa da “net ücret maliyeti endişesi ile” biraz daha kayıt dışına kayar. Çünkü bu günkü ücretler düzeyinde çalışmaya razı milyonlarca işçinin olduğu yerde emeğin kendi içindeki kaçınılmaz rekabeti, fiili ücreti, yine de resmi ücretin bu günkü düzeyinin çok az üzerinde dengeye getirecektir. Bu gün 949 liraya iş bulamayanların 1500 liralık ücret için pek fazla iddiaları alacağına güvenmek büyük bir iyimserlik olur.
-Ücretlerden dolayı işçilik maliyetlerinde bir ölçüde de olsa gerçekleşecek yükselme, üretim maliyetlerini arttıracağı için iç ve dış piyasaya verilen fiyatlar ekonomik olmaktan çıkacak, ihracat düşecek, iç pazardaki ithal malları ucuz kalacaktır.
-Asgari ücret üzerinden verginin kaldırılması, bu kesimdeki ücretlerin yükseltilmesi, işyerlerindeki “hiyerarşi” dolayısıyla ister istemez daha yüksekçe ücretlerin de ya vergi indirimi ya zam yoluyla her çalışan için yükseltilmesini gerektirecektir.
Bu, şimdilik göz ardı edilen bir maliyettir ama ciddi bir yüktür.
-Ücretleri bir biçimde yükseltmek, asgari ücretliye yeni tüketim imkanları sağlarken maliyetleri yükselen işletmeciler elbette ki ürettikleri mal ve hizmetlerin fiyatlarını arttıracaklardır. Bu, üzerinde çok titizlenilen enflasyonu arttırırken ücret dışı gelir sahiplerinin geçim maliyetlerini etkileyecek, onları pahalılıktan şikâyet ettirecektir.
-Türkiye’de sanayi ve hizmet sektöründe yabancı sermayenin payı büyüktür. Bankalardan Telekom’a, ulaşımdan madenciliğe kadar geniş istihdamı olan yabancı sermaye bu yükselen maliyetler ve kar azalması dolayısıyla tepki gösterecek, bir ölçüde geri çekilecektir.
Buna belli ölçüde göğüs germeye kararlı olunmalıdır.
-Türkiye’nin ihracatı daha çok emek yoğun, düşük katma değerli mallardan oluşmaktadır.
Emek yoğun sektörlerin böyle bir maliyet yükselmesi karşısında karşılaşacağı pazar kaybının mutlaka hesaplanması gerekir. Tekstil ve otomotiv bu işlerin başında gelir ki her ikisi de başlıca ihracat kalemlerimizdendir.
Bu ve benzeri konular, mutlaka detaylı olarak çalışılmış olmalı, bazı riskler göze alınmalıdır.
Aksi halde iyi niyetle hatta emek yanlısı bir siyasetle başlatılan girişim bazı zincirleme etkiler göstererek bütün yapılanları tersine çevirebilir.
Ve nihayet; Gönül ister ki bizim de yıllardır yapılmasını beklediğimiz bu vergi indirimi yapılsın ve ülke ekonomisinin gelir dağılımı daha adil hale gelsin. Ancak yılların ihmali ve teslimiyetçi politikaları maalesef bunun bu günlere kadar göz ardı edilmesine yol açmıştır.
Dolayısıyla yılların ihmalinin hızlı bir kalkışla giderilmesi zorlaşmıştır.
Yaratacağı bütün sıkıntılara rağmen yapılmalı mı? Ya da yapılabilir mi?
Yapılabilir ve yapılmalıdır da ama bunun sıradan bir yasa düzenlemesi olmadığı ve nelerle baş etmemiz gerektiği de bilinerek.
Yani “domino etkisi” hesaplanarak.
Umarız ve bekleriz ki bu vaadler ileri sürülürken işin gerektirdiği siyasi kararlılık göze alınmıştır, bu işe gönül vermiş kararlı kadrolar sağlanmıştır, görevlendirileceklerin hepsinin tercihleri bellidir ve kesindir, ekonomi terazisinin hassas dengeleri günübirlik politikalara ve politik pazarlıklara tercih edilmeyecektir.
Öyle miyiz gerçekten de? Öyleyse, “haydi, ne duruyoruz?”.

 Bülent Soylan

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget