Temmuz 2020
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Devlet Eliyle Atatürk Düşmanlığı
Atatürk’e yönelik hakaret ve saldırıların arttığı şu aylarda 31 Temmuz 2020 Günlü Sözcü gazetesinde  “Atatürk anıtına çiçek koymak suç sayıldı” başlığını görünce çok şaşırdım ve de üzüntü duydum.

Aydın Karacasu Atatürkçü Düşünce Derneği Şube Başkanı Halil Erdaş ve eski başkan İsa Çetin, Lozan Antlaşmasının yıldönümünde Atatürk anıtına bireysel olarak bir demet kır çiçeği koyarlar. Kaymakamlık Kabahatler Kanunu’na aykırı davrandıkları gerekçesiyle ikisine de 392 şer lira ceza kesilir. Daha önceleri de Atatürk anıtına çelenk koyma girişimlerini polisin engellediğini de görmüştük. Mesela İzmir'de, 2018 de 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle düzenlenen törenlerde Atatürk Anıtı'na çelenk koymak isteyen Atatürkçü Düşünce Derneği Konak Şubesi yöneticisi Şafak Acar'a izin verilmemişti. Buna benzer çeşitli örnekleri sayabiliriz.

Devlet Eliyle Atatürk Düşmanlığı
Bu örnek ve daha nice Atatürk aleyhinde yapılan tutum ve davranışları görünce, Atatürk’ü koruyan yasaya rağmen, yönetimin Atatürk aleyhindeki davranışlarını da görünce “Devlet Eliyle Atatürk Düşmanlığı” başlığını yazma gereğini duydum.
Cep telefonuma bir arkadaşın gönderdiği videoda, Gazeteci Lale Özmen Arslan’ın gazeteci Yılmaz Özdil ile yaptığı söyleşi de ÖZDİL şunları anlatıyordu:
Leyla Aslan soruyordu:
“Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın hutbede Atatürk’le ilgili söylediği sözler hakkında çok çeşitli tepkiler oldu,  ne düşünüyorsunuz, Sayın Özdil?”
Yılmaz Özdil’de şunları söylüyordu:
-Mustafa Kemal Atatürk’e lanet okuma nankörlüğünü yapanlardan bir tanesi Mustafa Sabri Vahdeddin’in şeyhülislamı, bir tanesi Durrizade Abdullah Vahdettin’in şeyhülislamı; bunun ikisinin ortak özelliği Mustafa Kemal Atatürk ve Kuvayi Milliye hakkında idam fetvası yazan kişi, diğeri de İslam Fetvasını yayınlayan kişi. Üçüncü lanet okuyan kişi ise, şu anki Diyanet İşleri Başkanı oldu. Dolayısıyla ben bunların manevi mirasçısı olduğunu düşünüyorum. Yaptığı açıklamada da, hani derler ya “özrü kabahatinden büyük”, sözünü güya düzeltmeye çalışıyor “Atatürk’e dua edilir” diyor, etseydin o zaman. Atatürk’ü hutbelerden çıkaran sensin. Burada Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesinin verdiği coşkuyla “artık zamanı geldi” diye düşündü herhalde ve ağzından bunlar döküldü. Tabi burada şöyle bir hazin durum var, bu aslında yıllardır son 12 senedir yaşadıklarımızın bir başka hamlesi, aynı zamanda.
Burada Yılmaz Özdil, Atatürk düşmanlığının bir kronolojisini sayarak, “aslında tüm bunlar gözümüzün önünde oluyor” dedi ve şunları söyledi:
“Atatürk’e lanet okunmasına gelene kadar gelen süreyi şöyle bir gözümüzün önünde geçirirsek, Atatürk’ü camilerde okunan hutbelerden çıkardılar. İnsanlar ne 19 Mayıs’ta, ne 29 Ekim’de Atatürk’ten bahsetmediler. 10 Kasım Atatürk’ü anma gününde bile bir Fatiha okumayı çok gördüler. 19 Mayıs törenleri yasaklandı, sahalarda 19 Mayıs törenleri yasaklandı.

Devlet Eliyle Atatürk Düşmanlığı

23 Nisan, 29 Eki, 30 Ağustos gibi törenlerde “hastalandım” bahanesiyle katılmadılar. 10 Kasım’a, 1o Kasım törenlerine “seyahatlerim” bahanesiyle katılmadılar. Yani takvimde başka bir gün kalmamış gibi, bizi sırtımızdan hançerleyen Vahhabi kralına, Suudi kralına tam 10 Kasım’da devlet şeref madalyası verdiler.
Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu TBMM de Vahdettin’i anma törenleri düzenlediler. Atatürk’ü akıllarınca tarihten sildi. Atatürk Orman Çiftliğini katledip içine saray yaptılar, bir bölümünü de Amerikan elçiliğine verdiler.

Atatürk anıtlarına çelenk koymayı yasakladılar. Atatürk anısına Atatürk anıtına çelenk koyanlara, Kabahatler Kanununa göre para cezası kesildi bu ülkede. Otomobiline Atatürk posteri yapıştıranlara trafik cezası kesildi bu ülkede. Atatürkçülere “terörist holigan” denildi. Atatürk’ün kalpaklı fotoğrafı yasa dışı ilan edildi. Atatürk ilkelerini ders kitaplarından çıkardılar. Yönetmeliği değiştirdiler, Atatürk düşüncesinde öğrenci yetiştirme programına son verdiler.

Okullarda Atatürk rozeti takmayı disiplin suçu haline getirdiler. Bunların hepsi gözümüzün önünde oldu. Antalya, Afyon, Bursa, Kayseri, Giresun, Eskişehir, Antakya’daki Atatürk Statlarını yıktılar, Atatürk ismini sildiler, başka isimler verdiler. Türk Alfabesine karşı çıkmak için, Türkçeye karşı savaş açtılar Osmanlıca’yı zorunlu ders yapmaya kalktılar.  Nutuk’u seç delili yaptılar, Ergenekon Davasında. Valiliklerden TC yi sildiler. Ayyaş dediler. Atatürk döneminde “Atatürk Orman Çiftliği’nde çocuklara bira içiriyorlardı” dediler. “Atatürk döneminde camiler ahır yapıldı” dediler. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğa reklam arası sona erdi” dediler, bunu AKP milletvekili söyledi. “90 yıllık enkazı kaldırdık” dediler.  Sabiha Gökçen’i soykırımcı ilan ettiler. Sahada “Yüce Atatürk” pankartı açan futbol kulübüne ceza vermeye kalktılar.  Onuncu yıl marşını çalanları fırçaladılar, “asabım bozuluyor, kapatın”, dediler. Bunu bu ülkenin Meclis başkanı söyledi.
Atatürk’ü çağrıştırıyor, diye Vardar Ovası türküsüne bile kafayı taktılar. Bakın  Andımızı yasakladılar. Mesela şimdi diyorlar ki, “biz Danıştay kararı ile Ayasofya’yı cami yaptık”. E Danıştay’ın kararı var, Andımızı okutmamız lazım niye okutmuyoruz, okutmuyorlar Andımızı yasakladılar.
Türk Bayrağı demeyelim “Türkiye Bayrağı diyelim” dediler, bunu diyenleri akil adam yaptılar, bu ülkede. “Türk yok” dediler, “Türk yok” diyeni milletvekili yaptılar bu ülkede.  “Türkçülük bölücülük” dediler. Türk Kızılay’ının Türk’ünü sildiler. 

Devlet Eliyle Atatürk Düşmanlığı

Kemalizm’i yerden yere vuran CIAE casusu Graham Fuller’e yeni Türkiye Cumhuriyeti diyen yandaş medyada ballandıra ballandıra bu millete reklamını yaptılar.
Atatürk heykellerinin saldırılmasına, yakılmasına göz yumdular. Ulusalcılıkla hesaplaşma zamanı geldi dediler, bunu diyeni baş tacı yaptılar “Ulus devletler Allahın belasıdır diyeni akil adam yaptılar.
“Anıtkabiri yıkarız elhamdülillah” dediler bu ülkede. Anıtkabiri ziyaret edenlerin sayısının açıklanmasını yasakladılar, kaç kişi ziyaret etti bilmiyoruz, yasaklıyorlar sayılmasını. Antropolojide kameraları uzatıp “bakın burada kafatasları var, Mustafa Kemal’in kafası insani” midir diye.
Atatürk’ün canlı ağaç müzesini sattılar. Devlet nişanındaki Atatürk sliüetini sildiler. İstanbul’un fethini kutlayıp, (elbette kutlayacağız”, İstanbul’un kurtuluşunu kutlamadılar. Çanakkale zaferini Atatürksüz kutladılar. İzmir Marşına siyasi dediler, bu marş çalınmasın” dediler. Atatürk Kültür Dil Tarih Kurumunu (AKDTK) destekleme yönetmeliğini ortadan kaldırdılar. Atatürk’le ilgili proje ve yüksek lisans yapanlara fon kestiler. Laik eğitime saldırıyı çok şükür satanist olanları yolsuzluk yapanları, memleketi soyanlar imam hatipten yetişmedi bile” dediler, bu ülkede.
23 Nisan yerine Feto’cuların Türkiye Olimpiyatını monte etmek istediler. Feto Olimpiyatını bizzat AKP başkanının himayesinde başlattılar.
Atatürksüz Feto lirası bastılar, bu ülkede. Türkiye olimpiyatı ayakları ile TC devletinin darphanesinde Feto lirası bastılar.
Selanik’teki Atatürk evinde güya tadilat yaptılar,  eşyaları attılar; gidin bakın kiralık ev sanırsınız, bom boş bıraktılar Atatürk’ün evini. Ziyaretçilerin duygularını yazdığı anı defterini bile yok ettiler.
İçinize kanı bozuklar sütü bozuklar sızdı, 1923 te koskoca 600 yıllık devlete darbe yaptılar, Cumhuriyet kurdular” dediler bu ülkede.
Devlet teröriste, Atatürk’e rüşvetçi dediler. Atatürk döneminde mecliste Allah’a küfretti”, dediler.
Padişaha doktora verdiler, bu ülkede. “10 Kasım’da 9 u beş geçe gidin” diyen tımarhanelik fesliyi Cumhurbaşkanı sarayında tarih otoritesi deyip bilim adamı olarak ağırladılar. Bu daha ne olacak.  Atatürk’ün kurduğu Anadolu Ajansının yılığından Atatürk’ü çıkardılar.
“Demir ağlarla ördük bu yurdu”, neyi ördünüz biz ördük, dediler. Yani daha devam edeyim. Mesela kendi milletine, kendi devletine silah çeken Suriyeliye emperyalist maşası kökten dinci Suriyelileri Kuvayi Milliye ilan ettiler.
Fıkra anlatıyorum ayağı ile Atatürk’e küfür etiler. Afet İnan’a dil uzattılar. Mübarek anamız Zübeyde Hanım’a dil uzattılar, Selanik’de genel evde çalıştığını söylediler, TV da söylediler. “Kimse Atatürk demesin, Türk demesin, Yunan’a benziyor, Türk’e benzemiyor keşke Atatürk olmasaydı”, diyen var bu ülkede. Ve bunu diyene “düşünce özgürlüğü kapsamında berat verdiler.
Üniversitelerin logolarından resmi internet sitelerinden Atatürk’ü sildiler. Bu ülkede adam çıktı üniversitelerin öğretim üyeleri 1924 de Çanakkale’de Bursa’da genelev olarak kullanılan camiler var” dediler. Bu adam hala orada öğretim görevlisi olarak çalışıyor. RTÜK bunu düşünce özgürlüğü saydı. Halk TV ye ekran karatma cezaları veren RTÜK bunu düşünce özgürlüğü saymış.
Bu ülkede bu iktidar döneminde üzerinde Atatürk resmi bulunmayan bir lira basıldı. Atatürk’ün kurduğu Diyanet işleri Atatürk’ü hutbelerden çıkartıyor. Atatürk Hava limanını kapattılar İstanbul’da. Yıktılar harap ettiler hastane mestane ayağıyla, Üçüncü Havalimanına Atatürk ismini ısrarla vermediler. İş Bankası, Atatürk’ün vasiyetiyle Atatürk’ün mirasına, İş Bankası’nda el koymaya çalışıyorlar.  

Devlet Eliyle Atatürk Düşmanlığı
En son Atatürk döneminde alınmış,  Ayasofya’nın müze kararı. Orada mesele, Atatürk’e lanet falan diyor. Ayasofya’yı müze yapan bakanlar kurulu kararında bu ülkenin üç tane Cumhurbaşkanının imzası var. Biri Mustafa Kemal Atatürk, biri İsmet İnönü ve aynı bakanlar kurulu kararının altında iktisat vekili olarak üçüncü Cumhurbaşkanımız Celal Bayar’ın imzası var. Üç tane Cumhurbaşkanının imzasını iptal ettiler bu ülkede.
Osmanlı hukukunu Cumhuriyet hukukunun önüne koydular. Şimdi de çıkmış Diyanet İşleri Başkanı hem lanet okuyor, hem de söylediğinin arkasında durmuyor. Dolayısıyla Ali Erbaş denilen arkadaşın bu hakareti, bu nankörlüğü aslında iyi bir mesele değil. Bu saydıklarımla benzerlerinin silsilesinin devamıdır ve devamının da geleceğinin de aslında bir göstergesidir. Bunları piyon gibi söyletiyorlar, toplumdaki tepkiye bakıyorlar, ona göre yeni bir hamle, yeni teste falan devam etmeye çalışıyorlar.
Türkiye’de çok açık bir şekilde görülüyor ki, ülkede Atatürk Devrimlerine ve cumhuriyete savaş açılmştır.
Burada çok açık bir şekilde görülüyor ki, “ben Ayasofya’yı cami yapacak kadar istikametimi kaybetmedim” diyen Cumhurbaşkanı, yani “siz önce gidip önce bir Sultan Ahmet’i doldurun. Bu tezgâha gelmem” diyen Cumhurbaşkanı aslında Ayasofya’nın müze statüsünün camiye dönüştürülmesinin Türkiye’nin başına açabilecek felaketleri biliyor Burada kendisi de söyledi zaten,  çok da eski değil daha bir sene bile olmadı bunu söylediği. Bir de apar topar bunu yapmak zorunda kaldılar. Çok basit, biliyoruz ki hepimiz aslında bunu senin Cumhurbaşkanın da biliyor, kendisi söylüyor, “İstikametimi kaybetmedim” diyen adam şimdi bunu yapıyor, çünkü kamuoyu anketleri ortada; zaten Türkiye’de iktidar açısından kötü bir gidişat var. Yani ekonomi hakikaten berbat durumda yani, eğitim berbat durumda, tarım berbat durumda, diplomasi berbat durumda, alınan yanlış kararlar neticesinde Irak’tan Suriye’ye, Libya’dan Akdeniz’e kadar,  nerdeyse her yerde savaşır hale geldik. Bunun tabi manevi yıpratma yanında bir yandan da maddi boyutu var. Yani Türkiye böyle bir savaş ve çalışmaları finanse edecek ekonomik güce sahip değil maalesef. Netice de Libya’daki hamlelerimize karşı şak diye Azerbaycan’a cephe açtı. Orada da bir tatbikat yapmak durumundayız, yani Türkiye bu askeri faaliyetleri, yani Türkiye’de bu askeri faaliyetlerin yüreği var, bunda hiç kimsenin şüphesi yok. Yani karalı da gelse bu millet 81 milyon sokağa dökülür, ama bunun bir maddi boyutu var. Bunu karşılayabilecek durumda değil, Türkiye’nin iç sorunları ile korona virüs salgınları yakalanınca, feci bir ekonomik tablo çıktı. Ve normalde 20 yılda iktidarda olmuş bir parti doğal olarak yıpranır ve yavaş yavaş gelir ama son bir senede yaşadıklarımız özellikle belediye seçimlerinin büyükşehirlerde kaybedilmesinden beri AKP gerçekten yani merdivenden iner gibi değil, balkondan atlamış bir görünümü var. Feci bir çöküş yaşıyor. Bunu tolore edebilmek için kendi kitlesini konsolide edebilmek için bu Ayasofya meselesini yaptı. Hatta Cumhurbaşkanı kafasına takke takıp ayet falan okudu, yani imam oldu. Buna rağmen bakıyoruz aslında düşündükleri ve hayal ettikleri toplumsal desteği sağlayamadılar”.
Yılmaz Özdil’in  Atatürk aleyhindeki manifesto gibi krokonolojik anlatım ve olaylara ek olarak, devletin cumhurbaşkanı bile, Kuvayi Milliye’nin iki kahramanı için, TC Devletinin kuruluşunda ve kurtuluşunda eşsiz katkısı, emeği olmuş iki kurucu devlet adamımıza  “iki ayyaş” dediğine göre, biz de Devlet Eliyle Atatürk Düşmanlığı demek zorunda kalıyoruz.  Hele Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk hakkındaki hain imasını hepiniz izlemişsinizdir. Üstelik sosyal medyadan, bazen muhalif medyadan Atatürk, Cumhuriyet, Laik TC ve Kuvai Milliye kahramanlarına artan oranda küfür ve hakaretler yapılırken, ne ki devletin resmi amir konumundaki kişilerden bile bu doğrultuda olumsuz paylaşım ve yorumlar, açıklamalar  olurken, buna karşın Laik TC nin resmi makamlarından kayda değer tepkileri de görmeyince üzüntüyle böyle bir başlık atma gereğini duyduk.  Takdir okuyucunun.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Bugün Kurban Bayramı
Bugün kurban bayramının ilk günü. 
Sabah erkenden kalkarak, seccademizi koltuğumuzun altına sıkıştırarak,  mahallemizdeki en yakın camiye koştuk,  bayram namazı için. 
İyi ki,  seccademizi yanımıza almışız. Zira, caminin içi hıncahınç dolmuş,  büyük bir ilgi var, biz de getirdiğimiz seccadeyi avluda bulduğumuz uygun bir yere sererek bayram namazımızı eda edeceğiz. 
Etrafımızda, yüzleri gülen birbirlerine selam veren, günaydın diyen ve yakınlık gösteren yüzlerce insan var. Hepsi mutlu ve geleceğinden umutlu, huzurlu oldukları her hallerinden belli oluyor. 
Ezan okunuyor, herkes huşu içinde ezanı dinliyor ve bir yandan da namaz için vaziyet alıyorlar. 
İmam efendi, tüm cemaate bayram namazını kıldırdı ve namaz sonrası bayram hutbesini okudu. 
Hutbede; kurban bayramının mahiyeti hakkında bilgiler verdikten sonra, insanların sahip olmaları gereken güzel ahlaktan bahsetti, insanların öncelikle ahlaklı, dürüst ve namuslu olmaları gerektiğini, hırsızlığın ve yolsuzluğun, kul hakkı yemenin, yalan söylemenin, insanların arkasından konuşarak dedikodu yapmanın,  dinimize göre büyük bir günah ve haram olduğunu izah etti,  enine boyuna. 
İslam’ın; manevi güzelliklerinden bahsetti, İslam’ın farz kıldığı namaz, oruç gibi eylemli ibadetleri kadar, insanların kalp temizliğine sahip olmalarını, dürüst ve namuslu olmalarını, kimsenin canında, namusunda ve malında gözlerinin olmaması gerektiğini anlattı. 
Sonunda; cemaatin ölmüş yakınlarına, en başta ülkemizin kurtarıcısı ve laik cumhuriyetin kurucusu ATATÜRK olmak üzere, ülkeye hakkı ve hizmeti geçen tüm devlet adamı ve asker  büyüklerimize ve ecdadımıza,  dualar etti imam efendi. Cemaatte bu dualara aynen iştirak etti. 
Sonunda,  tüm cemaat,  birbirlerine iyi bayram dileklerini ve kutlamalarını ileterek dağıldı. 
Biz de evimize geldik,  yanımızdaki aile yakınlarımızla birlikte. 
Hemen evin bahçesine geçtik, ailenin büyüklerinden amcam,  kurban kesmesini bildiği için, gerekli hazırlıklarını yaptı,  dualarını okudu ve hayvana eziyet çektirmeden bir çırpıda kesti ve hayvan bir süre sonra tamamen cansız kalınca,  kesimin düğer işlemlerini tamamladı. 
Çocuklar,  kesim sırasında bulundurulmadı. Daha sonra,  parçalanan etlerin, ciğer, böbrek gibi unsurların içine konulacağı küçük kapları ve tepsileri o minicik elleriyle çocuklar getirdiler ve onlar da kurban kesiminin sonunda bizlere katılmış ve katkı sunmuş oldular. 
Kurban bayramında, çay, peynir, zeytin ve yumurta gibi yiyecek ve içeceklerin yer aldığı  klasik kahvaltı yapılmaz biliyorsunuz. Kesilen kurbanın karaciğeri,  böbrekleri, pirzolası biraz bekletilerek pişirilir ve kahvaltı olarak bunlar yenir afiyetle, bu nedenle de kahvaltı biraz gecikir tabi. 
Biz de böyle, alışılmışın dışında,  bir kurban bayramı sabahına has kurban etli kahvaltı yaptık. 
Daha sonra herkes bayram kıyafetlerini giydiler ve evin en geniş yeri olan salonda toplandık ve başladık bayram kutlamasına. 
Küçükler, büyüklerinin ellerini öpüyorlar, büyükler küçükleri bağrına basarak onları yanaklarından öpüyorlar, biz büyükler de sarılıp öpüşüyoruz ve bayramlaşıyoruz,  sonrasında,  büyüklerin pamuk elleri ceplerine giriyor ve ceplerinden çıkardıkları paraları küçük çocuklara vererek,  onları sevindiriyorlar. Parayı alan çocukların yüzlerinde beliren sevinç ve gözlerindeki parlaklık,  gerçekten görülmeye değer. 
Paraları alan çocukları artık evde tutmak ne mümkün, bayramda kazandıkları paraları; günler öncesinden hayal ettikleri gibi, mahallede kurulan panayırımsı luna parktan bozma küçük dönme dolaplara ve salıncaklara binerek, mantar tabanca alıp patlatarak, tabanca alamaya gücü yetmeyenler de,  aldıkları mantarı tele takıp havaya atıp yere çarptırarak patlatarak keyif almak için harcamak üzere zamanla yarışan çocuklar, çoktan mahallede kurulan panayıra ulaştılar bile. 
Çocukları,  bu şekilde kendi çocuk dünyalarını yaşamaları ve eğlenmeleri için gönderen biz büyükler ise; bayramın ilk günü,  kurban kesme telaşı ve kendilerinden küçük olan akraba, dost ve komşularının bayram ziyereti için gelmelerini, kulağımız kapının zilinde beklemeye başlıyoruz. 
Bir zil sesi duyuyoruz, bayram konuğu geliyor zannederek,  kendimize bir son çeki düzen veriyoruz, kapıya koşuyoruz, bakıyoruz mahallenin küçük çocukları, içeri girmiyorlar ve hemen bayramınız kutlu olsun diyerek ellerimize sarılıyorlar ve öpmeye çalışıyorlar, sonra yüzünüze bakarak,  küçük de olsa,  nakit bir harçlık bekliyorlar, şekeri ikramdan saymıyorlar haklı olarak, ellerine geçen bu bayram fırsatını en iyi şekilde değerlendirmek istiyorlar, ben çocukların bu isteklerini çok iyi bildiğim için,  az da olsa bayram harçlığı vererek çocukları sevindirmeyi yeğliyorum. 
İşte,  bayram bu şekilde başlayarak devam edip giderken, dışarıdan,  sokaktan bir ses;  “gevrekçi, var taze gevrek, gevrekçi, gevreğim el yakıyor”
Hay aksi şeytan, uykum çok hafif olduğu için, gece geç yatmama rağmen, gördüğüm bir günlük bayram mutluluğunu yaşadığım rüyamdan ve uykumdan uyanıyorum. 
Keşke,  bu gördüklerim ve yaşadıklarım gerçek olsaydı diyorum,  hayıflanarak. 
Rüya görmüş olsam da, bu bayram mutluluğunu, bayram boyu yaşamak istiyorum. 
İçinde bulunduğumuz tüm olumsuzluklara rağmen; sizlere de, bu rüya tadında güzel ve mutlu bir bayram geçirmenizi diliyorum, hepinizin bayramı kutlu ve mutlu olsun.  

Güner Yiğitbaşı

31/07/2020
Hukukçu

Hazırlıkları Bir Yıl Süren Sünnet Düğünü

Sünnet Düğünündeki ihtişamı gören yüzlerce Hıristiyanlar Müslüman olmak için sıraya girdi.

Sünnet yapınca adı cerraha çıktı.

Osmanlının Görülmemiş Sünnet Düğünü
Bu günlerde, bir Fransız tarihçinin yazdığı “Osmanlı Tarihi” adlı 1080 sayfayı geçen bir kitabı okuyorum. Orada bizim tarihçilerin pek de yer vermediği ilginç ayrıntıları gördüm. Hele Padişah lll. Murad’ın oğlu Mehmet’in sünnet düğünü ile ilgili ilginç olaylara rastladım, sizlere de sunmak istedim.
Padişah oğlunun sünneti için bir yıl önceden hazırlıklar yapar.  Avusturyalı tarihçi Hammer, III. Murad'ın saltanatı boyunca 11 defa sadrazam, 7defa şeyhülislam değiştirdiğini, düşüncelerinde bir istikrar bulunmadığını, zevke, tasavvufa ve şiire eğilimli bir insan olduğunu, etrafında remilciler, müneccimler dolaştığını bildirmekte ve bu yönüyle eleştirmektedir.
6 karısı, 25 erkek, 9 kızı olmak üzere 34 çocuğu olmuş (bazı tarihçilere göre daha da fazla çocukları olduğu söyleniyor).
lll. Murad Osmanlı padişahlarının 12.’sidir. II. Selim‘in büyük oğludur. Annesi Nur-Banu Valide Sultan’dır. III. Murad 1574’te tahta çıktı. 20 yıl saltanattan sonra 49 yaşında öldü, yerine büyük oğlu III. Mehmet geçti. III. Murad’ın Padişahların içinde en çok kadın düşkünü bir padişah olduğu da yazılır.
Bu padişah için bazı tarihçiler 130 çocuğunun olduğunu ve sarayda 60 çocuk beşiğinin sallandığını yazarlar. Ölürken de yedi cariyesinin hamile olduğu da anlatılır.
III. Murad kadın düşkünü bir padişahtı. Kadına karşı isteklerini taşkınlığı ve şehvet iptilası daha tahta çıkmadan Bursa ve Trabzon pazarlarındaki köle kızların fiyatlarının artmasına neden oldu. (Yani imparatorluğun birçok merkezine kurulan köle pazarlarından güzel kızlar, kadınlar seçilip padişaha gönderiliyordu).
Tarihçi Ali’ya göre, erkek çocuk annesi olan haseki sultanların sayısı kırkı buluyordu. Saraydaki cariyelerin sayısı 500 ü aşmıştı. Birkaç yıllık sefahat hayatının sonunda kız ve oğlan yüzlerce çocuğu olmuştu.


III. Murad tahta çıktığı zaman, Fatih Kanunnamesi’ne göre, “tahta çıkan padişahın erkek kardeşlerinin “nizamı âlem”  için katledilmesi gerekiyordu. Şeyhülislam’ın fetvası üzerine, 22 Aralık 1574 de (Ramazan ayında) vezirlerin gözetiminde padişahın beşkardeşini boğarak katledilip III. Murad’ın önüne ölülerini attılar.
Katledilen şehzadelerin defnedilmesinden sonra üçüncü gün askerlere ve devletin ileri gelen memurlarına bir milyon beş yüz bin duka altın tutarında imparatorluk armağanı dağıtıldı.  Sadece yeniçerilere bir milyon duka altın ulufe dağıtıldı.
Bu tarihi sünnet düğünü, İstanbul’un fethinin 129. yıldönümü olan 29 Mayıs 1582 de başladı ve 56 gün sürerek 24 Temmuzda bitti. Şehzade 4.Vezir Cerrah Mehmet Paşa (bu sünnetten sonra  “cerrah” lakabını aldı)  tarafından sünnet edildi. Bu sünnetinden dolayı ­lll. Murad’tan 10.000 duka altın, 30 top kumaş, som altından leğen ve ibrik, değerli ve şahane ihsanlar aldı. (Kendisi cerrah-dr olmadığı halde, bu sünneti yaptığı için kendisine Cerrah Mehmet Paşa dendi, İstanbul’daki Cerrahpaşa semti de bu kişiden gelmektedir).
(Şimdi buraya, izninizle bir not düşelim. Osmanlı böylesine debdebeli, dünyanın en pahalı sünnet düğününü yapıp, 55 gün yiyip içip eğlenirken, Avrupa nasıldı? Matbaa 1450 yılında bulunmuş, aradan tam 132 yıl geçmiş, Osmanlı yiyip, içip, eğlence peşinde. Osmanlı sarayında, padişahın (hem de İslam halifesinin) etek keyfi için, dünyanın hiçbir genelevinde olmayacak 500 civarında şehvet kölesi cariyeler bulunuyor. Sünnet düğününe hediye olarak köleler, cariyeler getiriliyormuş!
Avrupa’da matbaa bulunduktan sonra, şehir şehir, belde belde matbaa makineleri kuruluyor, binlerce kitap basılıyor. Amerika keşfedilmiş, Ümit Burnu aşılmış, kâşifler dünyanın bilinmeyen yerlerini keşfediyorlar. Rönesans’ın itici ivmesi ile bilim ve icatlarda müthiş bir ilerleme varken, Osmanlı’nın haline bir bakın, Osmanlı sünnet bahanesi ile zevk, sefa âlemleri ile eğleniyordu. Osmanlı’nın “kefere” diye küçümsediği Avrupa’da bilim, sanat, keşiflerde görülmemiş bir atılım varken, Osmanlı 50 günden fazla süren sünnet eğlencelerinde vakit öldürüyordu.  İslam’ın halifesi padişah ise, yüzlerce cariyelerle halvette, zevk ve sefa âlemlerindeydi. Ülke hurafe, cehalet içinde çağın gerisinde kalıyor. Osmanlı matbaayı halen yadsıyor; şimdi de Osmanlı özentileri, matbaa kadar değerli olan interneti, sosyal paylaşım sitelerini yadsıyor. (İnterneti Yadsımak Matbaayı yadsımaya benzer! Başlıklı yazımıza bakınız,) İşte Osmanlı’nın neden geri kaldığını buralarda ve bilime ilgisiz kalmasında aramak gerek… O zamanları böylesine sünnet eğlenceler, Lale Devri eğlenceleri varken günümüzde de “Millet Bahçeleri” eğlenceleri devam ediyor. )
Şimdi bu girişten sonra Fransız Tarihçi Alphonse de Lamartine’nin (1790-1869) bu sünnet düğünü hakkındaki anlatımlarına dönelim:
“Hazırlıkları Bir Yıl Süren Sünnet Düğünü
Bütün Asya, Avrupa ve Afrika devletlerinden, kalabalık heyetlerle lll. Murad ile Safiye Sultan’ın oğullarının sünnet düğününe katılmaya geldiler. Sultan lll. Murad yapılacak sünnet düğününün hafızalarda kendi saltanat döneminin en unutulmaz olayı olarak kalmasını istiyordu. Gerçekten de, o çağların padişahlarının zenginliği ve geleneklerinin en belirli delili olarak bu sünnet düğünü hatırlanır. Ortaya konan görkem, fatih bir çoban aşiretinin iki yüzyılda padişahların tahtını nasıl bir servet yığını üzerine çıkardığını ispat etmektedir. Sünnet düğününü anlatan vakanüvisleri(1)ve yabancı elçilerin yazıları ciltler dolduracak kadar geniştir.
“Sünnet düğününü kutlaması için yapılan hazırlıklar bir yıldan fazla sürdü. 1952 yılı içinde Asya, Avrupa ve Afrika hükümdarlarına duyurular yapıldı. Yine aynı yıl içinde görevlendirilen çavuşlar imparatorluğun bütün beylerbeyine çağrıda bulunmaya gittiler. Önemli işleri olan gelemeyenler, gelmemelerinin özrünü ancak çok değerli armağanlar yollayarak kapatmaya çalışıyorlardı. İmparatorluğun eski mutfakçıbaşısı olan Karabali Bey düğün emiri, eski nişancı Hamza Bey de düğün nazırı oldu. Hamza Bey, devlet hazinesinden yarım milyon akçelik bir ödenek olarak düğün masraflarını karşılamaya hazırlandı. Her tarafa çadırlar mutfaklar kuruluyordu. Bir zamanlar Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı ile İbrahim Paşa’nın evlenme ve şehzadelerin sünnet düğünlerine sahne olan Atmeydanı eski dönemlerde yapılan düğünlerin görkemini gölgede bırakacak hazırlıklara tanık oluyordu. Şehzade Mehmed’in sünnet düğünü, Osmanlı tarihinde bir eşi daha olmayan görkemde gerçekleşti.
Atmeydanı tahta perdelerle çevrildi, tribünler yapıldı ve mutfaklara ayrıldı. Yabancı devletlerin elçileri, saray ağaları, imparatorluğun beyleri, kaptanıderya, yüksek rütbeli vezirler tribün ve balkonlara sıralandılar.
Padişah lll. Murad İstanbul’daki bütün kiliselere el koymak istedi.

Osmanlının Görülmemiş Sünnet Düğünü
Ayasofya’nın müze iken tekrar camiye dönüştürüldüğü şu günde, Bir Fransız Tarihçinin “Osmanlı Tarihi” adlı kalınca bir kitabını okuyordum. Kitabın 542 ncı sayfasında dikkatimi çeken bir bölümü sizinle de paylaşmak istedim.
12. Osmanlı Padişahı lll. Murad (1546-1596) üfürükçülere falcılara inanan bir padişahtı. Falcı Raziye’yi saraya kadrolu falcı olarak atadı. Bu sahtekâr falcı, “İstanbul’da bütün kiliselerin cami yapılması hakkında bir vahiy aldığını” söyleyince, bunun etkisi altında kalan lll. Murad, “kentte Müslümanların sayısının arttığını, ibadet edilecek yerlerin artık adam almayacak duruma geldiğini”  bahane ederek kiliseleri camiye çevirmeye başlamıştı.
Fakat Avrupa’lı yalvarmaları, Rumlar ile Katoliklerin döktükleri paralar bu kararın uygulanmamasına neden olmuştur. Buna etki eden de, Kanuni’nin Batılılara verdiği kaputülasyon kolaylığı ve Hıristiyanların dini inançlarında serbestliği konusundaki hükümler olmuştur.
Biz yine tarihin en meşhur sünnet eğlencelerine devam edelim. Bütün halk ve davetliler Atmeydanı’ndaki yerlerini aldıktan sonra, halka kuvvet gösterileri yapacak on iki Macar ve Bosnalı köle meydana girdi. Bu köleler kılıç darbeleri ile vücutlarını kesiyorlar, birbirlerini mızraklarla deliyorlardı. Birkaçının kolların oklar saplanmış, oluk gibi kan akıyordu. Padişah yaptıkları dehşet verici gösterilerden dolayı hepsini değerli armağanlarla ödüllendirdi. İçlerinden en fazla gösteri yapan, yıllık dört bin akçe gelir getirilen bir tımara sahip oldu. Fakat bu zavallıların ikisi aldıkları yaralardan daha sonra ölünce, ileriki günlerde bu çeşit gösteriler yasaklandı.  
Şekerleme olarak doğal büyüklüğünde 9 fil, 17 aslan, 19 pars, 22 at, 21 deve, 4 zürafa, 9 denizkızı, 25 doğan, 11 leylek, 8 turna, sekiz ördek ve daha bir sürü eşya vardı. Bütün tatlı çeşitleri 15 atla taşınıyordu. Hepsi halka dağıtıldı.
Sünnet Düğününde Vezirlerin Armağan yarışı:
Şekerlemelerden sonra yedi ayrı bölüme ayrılmış olan düğün alayı çıkageldi. Her biri değişik renklere boyanmış balmumundan binlerce kürenin piramit biçiminde üst üste yığılmasından oluşmuştu. Piramitlerin üzerine kuş, hayvan, meyve resimleri, aynalar, çeşitli eşyalar asılmıştı. Her biri erkeklik gücünü ve tenasül bolluğunu temsil ediyordu. Bu alayı kentin sokaklarında gezdirebilmek için bazı evler yıktırılmış, caddeler genişletilmişti.
Ertesi vezirlerin düğün armağanlarının kabul törenine başladı. Sadrazan Sinan Paşa padişaha zengin koşumlu beş at, veliahta ağır kumaşlardan elbiseler, her yanı altın bezenmiş üç at ve inci işlemeli at örtüsü getirdi. Hepsi kırk bin duka altını değerindeydi.
İkinci vezir Siyavuş Paşa yirmi bin duka değerinde sekiz at ve simli kumaştan üç elbise; üçüncü vezir Hadım Mesih Paşa, otuz bin duka altını değerinde ikisi tam koşumlu dört at ve yüz elli elbise; Cerrah Mehmet Paşa, on beş bin duka altını değerinde atlar, elbiseler, takılar;  içişleri bakanı sayılan Kahyabey Osman Paşa gümüş eşya, on bin duka altını tutarında genç Gürcü ve Çerkez oğlanları armağan ettiler. (Armağan edilen bu genç oğlanlar ne işe yarıyor?)
Daha ileriki günlerde yüzlerce Rum, Arnavut vs Müslüman olmak istedi. Saraya götürülüp sünnet edilmek için başını açmak ve parmağını havaya kaldırmak yetiyordu.
Bütün düğün süresince her akşam yanında bir somun ekmek bulunan on bin tabak pilav ve boynuzlarıyla kızartılan sığırlar dağıtılıyordu.  Tersaneden 200 köle, yerlerin temizlenmesine çalışırken elli saka durmadan halka su dağıtıyordu. Güneş battıktan sonra Atmeydanı’nda biri büyük yüz elli fener ile havai fişekler İstanbul’u gün ışığına boğuyordu.
6 Haziran’da gülünç kıyafetler giymiş çalgıcılar kenti dolaşırken, akşamleyin bir sahne kurulup, İstanbul’un kuşatmasını temsil eden bir oyun oynandı. Lehistan Elçisi Filipovski dört iri köpek ve samur kürkler getirmişti.
Armağanların değerinin bin duka olduğu tahmin ediliyordu. Transilvanya beyinin temsilcisi Ladislas Szalanczy, gümüşten yedi şarap kupası, sanatkârane işlenmiş yedi tabak, iki leğen ve ikisi altın kaplamalı dört şamdan armağan etmişti. Ragusyalıların ve Boğdan ile Eflak voyvodalarının armağanları gümüş kupalar, kıymetli şallar ve saatlerdi. Kırım hanlarının gönderdikleri, on yük samur kürkü, bir o kadar astragan manto, beş yüz ağaç sansarı kürkü, kadınlar için altı ermin kürkü, on adet mors dışı ve yirmi genç Hıristiyan köleydi.
Fas kralının olağanüstü elçisinin sunduğu armağanlar şunlardı:
Sedef kutu içinde inci bir tespih, altın işlemeli iki seccade, üzerinde çiçekler ve ağaçlar işlenmiş dört ipek halı, altın ve değerli taşlarla süslenmiş bir koşum, pırlantayla tutturulmuş kara tüylerden bir sorguç(2), inci ve pırlantalarla bezenmiş üzengiler, birçok top ipek kumaş, simli dört top kumaş, altın üzerine kakılmış inciler ve kırk bin duka altını tutarında yıllık bağlılık vergisi sunuldu.
Gece olunca,  fişeklerin ışığı altına kuyruklarına yanar meşaleler bağlanmış ayılar, köpekler ve tilkiler sokaklara salındı; halk korkuyla kaçışırken seyirciler kahkahadan kırılıyordu. Daha sonra şairler veliahdın sünnet düğünü için kaleme aldıkları kasidelerini sadrazama okudular. Batı dansları ile Yahudi oyuncular bugünün eğlencelerini gece yarısına kadar devam ettirmiş oldu.
8 Haziran günü, padişah, yeniçeri ileri gelenlerine bir ziyafet verdi. Sadrazam ile yeniçeri ağası, yemeğin baş konuğu idiler. Solaklar, peykler, padişahın okçuları ve mızrak darbeleriyle zırhları ve çelikten miğferi delmeye çalıştılar. Avusturya imparatorluk elçisi maiyetiyle kocasına geldi ve eğlencelere katıldı.
Hıristiyan Elçilere İmalı Gösteri
(Avrupa’da matbaa bulunalı 150 yıla yaklaşmış, Rönesans ve dinde Reformun etkisi ve ivmesi ile Avrupa ilerlemeye başlamış; Osmanlı görüldüğü gibi böylece zevk ve sefa âlemlerinde devletin gelirini, şimdiki saraylar, millet bahçeleri yapan RTE gibi har vurup harman savuruyordu).
Biz yine Batılı bir tarihçinin günümüzden 200 yıl önce yazdığı “Osmanlı Tarihi” adlı kitabında yazdıklarına,  tarihte görülmemiş o sünnet düğününe dönelim.
“9 Haziran’da yetmiş sofra kurularak din bilginleri, şeyhülislam, kazaskerler, kadılar, naipler, müderrisler, hocalar, şeyhler ve imamlar yemeğe davet edildi.
Padişahın hocasının tam karşısına iki tane kale dikildi.  Bunlardan birinde kırmızı ve sarı bayraklar asılıydı ve bir İslam kalesini temsil ediyordu. Ötekinde kırmızı ve mavi haçlar sarkıyordu ve Hıristiyan kalesini simgeliyordu. Karşılıklı şiddetli top atışından sonra birinci kalenin askerleri yakınlarında topları olduğu halde dışarı çıktı ve ikinci kaleye ilerlediler.
İkinci kalenin dört duvarı da tamamen yıkılınca Hıristiyan devletlerin elçilerine imada bulunmak amacıyla dört tane domuz çevreye kaçıştı.
Bu zekice tasarlanmış şakayı daha da anlamlı kılmak üzere saraydan getirilen bir aslana bir domuz parçalattırıldı.
10 Haziran günü Avusturya elçisi kırk bin duka değerindeki armağanlarını padişaha sunmaya hazırlanırken,  Venedik elçisinin sekiz bin duka değerindeki ve kumaşlar armağan edeceğini duyunca, padişahın huzuruna çıkmayı akşamki eğlencelerin birine bıraktı.
11 Haziran’da çeşitli loncanın(3)resmigeçidi başladı. Yirmi bir gün süren bu geçiş sırasında her lonca, mesleğinin en güzel örneğini padişaha sunuyordu. lll. Murad da onlara darphaneden yeni çıkmış akçeler dağıttı. Derviş tarikatlarına karşı şeyhülislamın yaptığı konuşma, büyük bir sessizlik içinde dinlenildi ve binlerce “amin” sözü ile karşılandı.
Herkes Hünerini Ortaya Koyuyordu
Geçit resmine ilk başlayan kunduracılar,  altın işlemeli muazzam bir kundurayı padişaha sundular. Daha sonra karagözlere ve kuklacılar geçti. Akşam olunca Müslümanların “müh ü Süleyman” dedikleri altı köşeli yıldız biçiminde büyük bir ateş yakıldı.
12 Haziran günü pamuk ipliği bükenler, pamuktan aslan ve deniz canavarları yapmış olarak Padişah lll. Murad’ın önünden geçtiler.
13 Haziran’da kunduracı ve eyerci ustalarına ziyafet verildi. Eyerciler altı tekerlekli bir araba üzerine kurulmuş seyyar bir eyer atölyesini armağan ettiler. Gece olduğundan Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa gökyüzünde temsil ettiği kuleler, şatolar ve fillerle gösterdiği renk bolluğu bakımından o ana kadar atılanları gölgede bırakan bir havai fişek atıldı.
14 Haziran’da sipahiler arasında bir yarışma yapıldı. Sokullu’nun dul eşinin 900 Hıristiyan kölesi Aziz George’un ejderhalarla yaptığı uğraşı temsil eden ateş dansı gösterisi yaptılar.
Atmeydenı’nda iki kalyonun birbirine bordalaması temsil edildi. Yenik düşen kalyon, sancağı arka tarafta tozlar içinde sürünerek ötekinin yedeğinde meydandan çıkarıldı.
Yine Sokullu’nun dul eşinin müzik takımı bir nevi mitolojik pantomim oynadı.
15 Haziran’da altın ve gümüş haddecileri ile pastacılar padişahlarına saygılarını sundu. Sipahi ve silahtar takımları, uzun bir değnek ucuna bağlanmış altından bir elmaya ok atışları ve at üzerinde binicilik gösterileri yaparak konukları eğlendirdiler.
16 Haziran’da çeşitli tarikatlara mensup dervişler çeşitli hünerler göstererek padişahın takdirini topladılar. Bir bölümü “Allah” ve “hu” diye haykırarak kendi çevresinde hızla dönüyor, kimi kızgın demirleri ağızlarına sokuyor, bıçak vs yutuyordu.
Günbatımından sonra bir Rum pazın icat ettiği havai fişek gösterisi izlendi.
17 Haziran günü ipek ipliği saranlar ile hamurcular,  şerbetçiler geçtiler. Hamurcular, hamurdan çeşitli yiyecekler yaparken, şerbetçiler de imal ettikleri rengârenk şerbetleri halka dağıtıyorlardı.
Dokumacılar son derece ince dokunmuş kumaşları padişaha sunarken, deri tabaklayanlar, altın işlemeli köseleler ile dikişsiz deri kupaları armağan ediyorlardı.
18 inde “düğüncübaşı”  unvanı taşıyan Rumeli beylerbeyi şerefine büyük bir şölen tertiplendi.
Sebzeciler, iplik satıcıları ile peştamalcılar sırayla padişahın önünden geçti. Yalnız altın elbiseler giydirilmiş üç yüz çırak ile geçen kuyumcuların görünümü pek görkemli oldu.
Ayın 19 unda “haşağı”(4) imalatçıları ile mumcular, eserlerinin en güzellerini Sultan lll. Murad’a sunarak törene katıldı.
Bir Sünnete Sekiz Bin Duka Altın

Osmanlının Görülmemiş Sünnet Düğünü
Kaptanıderya ile donanma subaylarına verilecek şölene ayrılan Haziran’ın 20 sinde çömlekçiler ile halıcılar,  onların arkasından kare şeklinde kırmızı, sarı, mavi ve beyaz bayraklar taşıyan Beyoğlu ve Galata Rumları saygı geçişinde bulundu. Daha sonra cebeciler göründü, içlerinden yüz kişi altın yıldızlı eski silahları takınmışlardı. Ciltçiler ile kâğıt elbiseler giymiş yüz genç oğlanla geçit resmine katıldılar.  Yorgancılar simli kumaştan elbiseler giymiş ve yine simli kumaştan şilte ve yastıklar üzerine yatmış yüz elli çocuk ile padişahın huzurunda yer aldılar. Aynacılar ile çiniciler yüz elli çocuğun üzerine bir sürü ayna koymuş, böylece güneş ışınlarını seyircilere yansıtıyorlardı. Tarak yapımcı, yirmi bir gün süren loncaların geçit resmini sona erdirdiler.
7 Temmuz’da veliaht Şehzade, Mehmed Paşa tarafından Atmeydanı’ndaki sarayda sünnet edildi. O günün görkemini daha da artırmak için altın ve gümüş dağıtılırken, ödülü bin duka altını olan bir at yarışı düzenlendi. Başarılı ameliyatından dolayı Cerrah Mehmet Paşa (5) sekiz bin duka altınıyla ödüllendirildi.
Sünnetten on iki gün sonra bir sarhoş ile bir fahişenin neden olduğu karışıklıklarda yeniçerilerle beraber sipahileri de cezalandırmak isteyen zaptiyelerin ağası, sipahilerden birisini öldürünce olaylar daha da büyüdü. Birbirlerine giren yeniçeriler ile sipahiler Rumeli beylerbeyi, yeniçeri ağası ve sadrazam zorlukla yatıştırabildi.
22 Temmuz günü yani sünnet düğününün başlamasından elli iki gün sonra padişah, şehzadesi ile Topkapı sarayına döndü. Doğumundan iki gün önce ölen bir şehzade ile çıkan bir yangın düğünün sonunu kötü bağladı. Bu yangın sipahiler ile yeniçeriler arsında baş gösterecek manevi bir yangının işareti olarak yorumlandı.
Şehzadenin sünneti dolayısıyla yapılan bu eğlenceler hakkında böyle ayrıntılı bilgi vermemizin nedeni, bu sünnet düğününün Sultan lll. Murad’ın yıllarca zihnini meşgul etmesi, hazırlıklar yapması ve henüz bütün Avrupa devletleri tarafından çekinilen bir güç olur. Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunu göstermesi, saray ileri gelenlerinin ve devlet büyüklerinin görkemini, elbiselerin zenginliğini, halkın zevkini ve eğlence biçimini ve çeşitli meslek kuruluşlarının nasıl örgütlendiklerini ortaya koyması bakımından önemli olmasındandır”.
Sünnet düğününün neşe içinde sona ermesini engelleyen bir olay oldu. Sadrazam Özdemiroğlu Osman Paşa, sonu çok acı biten, ancak adaletli olan bir harekette bulundu.
Osmanlının eyaletlerinin içinde en fazla geliri olan yer Mısır. Mısır’a verilen vali ve beylerbeyleri çoğu genellikle rüşvetten dolayı kısa zamanda zengin dönerlermiş. lll. Murad’ın kayınbiraderi Hasan Paşa, beylerbeyi olarak bulunduğu Mısır’da eyalet gelirlerini kendi servetini artırmak üzere kullanınca ve de İstanbul’a şikâyetler gidince İstanbul’a çağırıldı, gelir gelmez de Yedikule zindanına atıldı. Padişah kayınbiraderinin hayatını, ancak kız kardeşinin yalvarmaları ve gözyaşları karşılığında bağışladı. Yerine İbrahim Paşa vali atandı”. (6)

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 


SONNOTLAR

(1) Vak'a-Nüvis, Osmanlı İmparatorluğu zamanında saltanatın tarihî olaylarını kaydetmekle görevlendirdiği kişilere verilen isimdir. Vakanüvîsân devlet görevlisidir. Her yılın sonunda saraya o yıl içinde ölen önemli şahısların biyografilerini vermekle yükümlüdürler.   

(2)Sorguç. Osmanlı döneminde, padişahın ve vezirlerin başlıklarına takılan, tüylerden ve mücevherlerden yapılmış, püskül biçiminde süs.

(3)Lonca, aynı bölgede yaşayan esnaf ve zanaatkarların örgütlenerek kurduğu meslek organizasyonuna verilen isimdir.
Peykler. Osmanlı Devleti'nde haber götüren kimseler ve yaya postacı sınıfı için kullanılanlar

(4) Haşağı”. Atlara eyer vurulurken, eyer ile atın sırtı arasına konulan keçeden, pamuktan, yünlüden, ya da yumuşak deriden yapılan örtü

(5)Cerrah Mehmed Paşa (d. ? - ö. Ocak 1604) III. Murad ve III. Mehmed saltanatları döneminde sadrazamlığa kadar yükselmiş (9 Nisan 1598 - 6 Ocak 1599) tarihleri arasında yaklaşık on bir ay sadrazamlık görevi yapmış bir Osmanlı tabibi ve paşasıdır.
Enderûn mektebinde yetişmiştir. Hasoda ağalarından iken Şehzade Mehmet'i sünnet etmekteki mahareti sebebiyle “cerrah” anıldı Enderûndan çıkması ile yeniçeri ağalığı görevine atanmıştır. Daha sonra kubbe veziri olmuştur. İkinci vezir iken 9 Nisan1598 Sadrazam Hadım Hasan Paşa'nın idam edilmesi üzerine sadrazam tayin edilmiştir.[1]
İngiliz Elçisi Lallo'nun hatıralarına göre III. Mehmed'in halası ile evlenmiştir.
Sadrazam iken ilerleyen nikris hastalığından muzdarip olduğundan dolayı bir müddet sonra şahsen sadrazamlık işlerine bakamayıp bir yardımcı ile iş görmesi gerekmiştir. Bu, Sultan III. Mehmed tarafından uygun görülmeyip 6 Ocak 1599'da sadrazamlıktan azledilmiştir. Yerine Damat İbrahim Paşa üçünçü defa sadrazam yapılmıştır.[1]
Bundan sonra bir müddet daha yaşayan Cerrah Mehmet Paşa, Ocak 1604'da (Hicri Şaban 1012'de) vefat etmiştir. Günümüzde İstanbul'da ismini taşıyan Cerrahpaşa semtinde yaptırdığı Cerrah Paşa Külliyesi'nin camii avlusunda bulunan türbesine defnedilmiştir.
Kendi ismini taşıyan semtte, kendi ismini taşıyan, vakfiyesi 1594 (Hicri 1003) tarihi taşıyan Cerrah Mehmed Pasa Camiden, medrese, mektep, sebil, çeşme, şadırvan, dershane ve çifte hamamdan oluşan bir külliyesi bulunmaktadır.[2]
https://tr.wikipedia.org/wiki/Cerrah_Mehmed_Pa%C5%9Fa

(6) Osmanlı Tarihi Alphonse de Lamartine (1790-1869) 2011 Kapı Yayınları sf 542-548

Y A L A N C I - Güner Yiğitbaşı
Gerçek olmayan şeyleri, gerçekmiş gibi söyleyerek,  buradan kendisine maddi ve manevi haksız bir çıkar sağlamayı, muhataplarını aldatarak yanıltmayı huy edinmiş kişilere yalancı denir. 
Yalancının tarifinden de anlaşılacağı üzere, yalan söylemek ve yalancılık,  insanlara özgü kötü bir huydur. 
Bu nedenle yalan söylemek ve yalancılık yapmak, İslam dahil tüm dinlerde yasaklanmıştır. 
Yalan söyleyen, gerçek dışı konuşan kişiler; insanende,  dinen de makbul kişiler değildir. 
Aslında,  yalancılık bir huy olmakla birlikte, yalancılık ve yalan söylemek, bunu huy edinmek,  o insanın aciz olduğunu, bu aczini söylediği yalanlarla örtmeye çalıştığını gösterir. 
Bu nedenle, toplumda yalan söyleyenler yalancılık yapanlar,  asla sevilmezler. 
Yalancılar, gerçek dışı konuşan yalan söylemeyi huy edinenler, yalan söylemeyi o kadar alışkanlık haline getirirler ki; zaman içinde,  kendi söyledikleri yalanlara,  kendileri de inanmaya başlarlar, arada bir doğruları söylediklerinde de, kendilerini yalanlamış olurlar farkında olmadan
Örneğin; iki kişi bir araya gelip barışçıl anayasal gösteri haklarını kullanmaya kalkıştıklarında, hemen emrindeki polis gücüyle göstericilerin kafalarına vuran ve göstericileri bastıranlar; aynı barışçıl bir gösterinin,  başka bir ülkelerde yapılması ve göstericilerin  aynı polis gücüyle bastırılması halinde,  bunun antidemokratik bir engelleme olduğunu savunarak eleştirmeye kalkışırlar ve çelişkiye düşerler. 
Velhasılı;  yalan ve yalancılık, gelir ve sonunda yalancının kendisini vurur. 
Bunlar niçin yazıyoruz?
Tahmin etmiş olmalısınız. 
Yalan söylemenin dinen de hoş karşılanmadığını,  günah olduğunu hepimizden iyi bilmesi gereken bir koltukta oturan Diyanet İşleri Başkanı, 24. Temmuz da,  AYASOFYA'nın bütünüyle ibadete açılması töreninde konuştuğu Cuma hutbesinde; ATATÜRK'ü kast ederek, AYASOFYA'yı müze yapanların lanetleneceğini söyledi. Bu söylem kocaman bir yalandı tabi. Bunun yalan olduğunu Diyanet İşleri Başkanı da çok iyi biliyordu. 
ATATÜRK, İngiliz işgalindeki İstanbul'lu ve AYASOFYA'yı işgalden kurtaran bir vatanseverdi. 
Kutsanan AYASOFYA; İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmet tarafından elde edilen bir ganimet olarak,  camiye çevrilen Bizans eseri bir kiliseydi. Kilise olması nedeniyle,  ne kadar tadilat yapılsa da, Dünya kültür mirasi bazı fresk ve resimlere dokunulamıyordu, bunlar yok edilemiyordu. Bunlar ise,  İslami inanışa göre ibadet yapmaya engeldi. 
Bu nedenle, 24. Temmuz. 2020 de yeniden ibadete açılan AYASOFYA'nın sakıncalı fresk ve resimleri, teşbihte hata olmaz, namaz süresince Hacivat ve Karagöz benzeri perdelerle kapanıp açılacaktı. Şart mıydı,  bu kadar bol caminin olduğu, hemen yanı başında duran Sultan Ahmet Camisine rağmen,  AYASOFYA'nın cami olarak ibadete açılması?
Fatih Sultan Mehmet’in Vakfıyesi imiş ve Dünya var oldukça cami olarak hizmet verecekmiş, müze yapılamazmış, müze yapan ATATÜRK lanetlenecekmiş. 
Bu söylem, Fatih Sultan Mehmet’i tanrı yapmak ve Allaha şirk koşmaktır. 
Bu nedenle,  Diyanet İşleri Başkanı; sapık inanç ve amaçlarını gerçekleştirmek uğruna, ATATÜRK'e lanet okuyan beyanlarıyla, yalan söylemiş, Allahtan sonra tüm kazanımlarını borçlu olduğu bu ülkenin kurtarıcısı ve devletimizin, Laik Cumhuriyetin kurucusuna,  nankörlük yapmış, Bizans eseri bir kiliseyi kutsamıştır. 
Bunun putperestlikten ne farkı vardır?
Yalan söyleyen, Laik Cumhuriyete ve onun kurucusu ATATÜRK'e meydan okumaya kalkışan Diyanet İşleri Başkanı, kamuoyundan gelen haklı eleştiriler karşısında, bu tür sözde kabadayıların yaptıkları gibi, çark ederek söylediklerini inkara kalkışmış, ölmüş olan ATATÜRK'e beddua edilemeyeceğini, lanet okunamayacağını,  ancak dua edileceğini açıklamak zorunda kalarak, farkında olmadan kendince bir kez daha yalan söylemiştir. 
Zira, Diyanet İşleri Başkanı,  ölmüş olan ATATÜRK'e,  özel günlerde ve hutbelerinde hiç dua etmemiş. adını dahi anmamış, bilakis, keşke Yunan kazansaydı diyerek ve devamla ATATÜRK'e hakaret ve beddua eden, Fesli deli Kadir gibi, ATATÜRK düşmanı vatan haini kişilere, VİP ziyaretler yapmış ve  saygı göstermiştir. 
Yine de bir açık kapı bırakıyoruz. Diyanet İşleri Başkanının; bizim bilmediğimiz.  ATATÜRK'e yönelik iyi sözleri ve duaları varsa, kendisini bunları kamuoyuna açıklamaya ve yayınlamaya davet ediyoruz. 
Aksi halde; yalancılık yaftası, Diyanet İşleri Başkanının boynunda asılı olarak kalmaya devam edecektir. 

27/07/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu
 

O, Olmasaydı…
O olmasaydı,
Tarihimize altın harflerle yazılan,
Geçilmeyen Çanakkale…
Anafartalar…
Conkbayırı…
Arıburnu…
Dumlupınar…
Sakarya…
Destansı Kurtuluş Savaşı…
9 Eylül…
Tapu senedimiz Lozan…
Bu gün yurt dediğimiz Anadolu ve Trakya’mız…
Göklerde dalgalanan ay yıldızlı bayrağımız…
Okurken gururlandığımız İstiklal Marşımız…
Tam bağımsızlığımız…
Olmayacaktı.
O, olmasaydı,
Bilime…
Çağdaş uygarlığa…
Kuldan, bireye… 
Ümmetten, Ulus’a…
Hilafetten, demokratik laik rejime…
Tebaadan, yurttaşa…
Cemaatten, topluma…
Geçmemiş olacaktık.

O, olmasaydı,
Kadın, erkek eşitliğini sağlaNmayacak…  
Uygar dünya ülkeleri arasında onurlu yerimizi almamış olacaktık.
O,
Hurafelere…
Kafadan dolma temelsiz bilgilere…
Cahillere…
İnanmıyordu.

O, diyordu ki…
"Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin."

O, 
Harf devrimini…
Kılık kıyafet devrimini…
Hukuk devrimini…
Eğitim devrimi…
Gerçekleştirirken…
Kutsal dinimizin, din bilginlerince öğretilmesi için,
İmam Hatip okullarını…
Diyanet İşleri Başkanlığını…
Ve
İlahiyat Fakültesini…
Kurmayı birinci görev bilmişti.

O, olmasaydı,
Minarelerden, günde beş kez dinlediğimiz ezan sesi yerine…
Kiliseye çevrilen camilerimizden Çan sesleri duyulacaktı.
Irzımızı, namusumuzu, yurdumuzu, dinimizi emperyalistlerden kurtaran O’dur.
Sen, 
Tüm bunları görmezden gelerek…
Yaptıklarını yok saymaya…
Aydınlığını karartmaya…
Utanmadan, O’nu lanetlemeye…
Ve hakaret etmeye...
Çalışıyorsun.
Hala O’nun kim olduğunu anlamadıysan tanıtayım.
O, kurtarıcımız, kurucumuz, büyük devrimci, 20 ve 21. yüzyıla damgasını vuran Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Öğren, NANKÖR… 

Gündüz Akgül

Emekli Cumhuriyet Savcısı 

NOT: Sevgili Dostlar, bu yazı, büyük öndere hakaret ve sataşmaların olduğu dönemde 17.04.2018 tarihinde yazılmıştır. Günümüzde bu sataşmalar tavan yaptığından, birkaç eklemeyle güncelliğini yitirmediğinde yeniden yayınlanmaktadır.  26.07.2020

CHP'nin 37. Olağan Kurultayında mevcut genel başkan ve tek aday KILIÇDAROĞLU'nun yaptığı yaklaşık bir saati aşkın konuşmasını,  canla ve başla dinledik. 
Genel hatlarıyla olumlu ve güzel bir konuşmaydı. 
KILIÇDAROĞLU; ülkenin sorunlarını,  beş ana noktada toplayarak açıkladı, eleştirdi ve bu sorunların çözüm yollarını da 13.  maddelik çözüm manifestosu ile açıladı. 
Kılıçdaroğlu ve CHP'liler 37. Olağan Kurultayını,  iktidara yürüyüş kurultayı olarak ilan ettiler. 
Bu iddialarını,  sanırım, Millet İttifakı ile elde edilen yerel yönetim seçim başarı ve iktidarına ve bu yerel yönetim iktidarlarında  CHP'li Belediye Başkanlarının gösterdikleri başarı ve performanslarına güvenerek kamuoyuna açıkladılar. 
Bize göre, CHP;  yerel seçimlerdeki başarılarında,  Millet İttifakına dahil olan veya olmayan muhalefet partilerinin seçmenlerinden aldıkları oylara da borçlu olduklarını, alınan tüm oyların kendi öz oyları olmadığını asla unutmamalıdır. 
Millet İttifakı desteği ile de olsa kazanılan yerel seçim başarısı ile CHP'den belediye başkanlıklarını kazanan başkanların, oturdukları koltuklarda yaptıkları ve yapacakları başarılı hizmetlerin, belli bir oranda oy olarak CHP'ye geri döneceği bir gerçek ise de, bu geri dönüşün,  Millet İttifakına dahil muhalefet partilerinin tabanına mensup tüm seçmenlerin oylarının da CHP'ye yöneleceği şeklinde olacağını,  kimse düşünmemelidir. 
CHP yönetimi bu gerçeği gördüğü içindir ki; ittifaksız tek başına iktidar olacaklarını söyleyememektedirler. Nitekim, KILIÇDAROĞLU da kurultay konuşmasında, bunu açıkça vurgulayarak,  dostların da yardımlarıyla iktidar olacaklarını açıklamak zorunda kalmıştır. 
Hal böyle iken, CHP'nin 37. Kurultayı iktidar olma, iktidara yürüme kurultayı olarak açıklaması,  bize göre hoş olmamıştır. Bu beyan,  başarılması zor ve çok iddialı bir beyan olup,  çok iddialı olan bu iktidara yürüme beyanı, yerel seçimlere benzemeyen, tamamen farklı olan genel seçimlerde, Millet İttifakına dahil olan ve olmayan partileri ve tabanlarını olumsuz etkileyebilir ve parti tabanımız acaba CHP'ye kayarak tabanımızı yitirir miyiz endişesine sevk edebilir, seçmen tedirgin olabilir. 
Bu nedenle CHP'nin bu 37.  Kongresini;  iktidara yürüyüş olarak değil, ülkede AKP iktidarı tarafından yok edilen ATATÜRK ilkelerine dayalı Laik Cumhuriyeti,  demokratik rejimi, demokrasiyi ve özgürlükleri yeniden kazanma, parlamenter sisteme geri dönme, tahrip edilen ülke ekonomisini onarma, yok edilen ülkenin birliğini ve kardeşliğini yeniden tesis etme, yok edilen yurtta sulh ve cihanda sulh dış politikasına geri dönme, yok edilen en başta liyakat olmak üzere,  devlet yönetimine dair geleneklere geri dönme kurultayı olarak açıklamalı ve bunu tüm dostlarla birlikte sağlamaya kararlı olduklarını, CHP önderliğinde tüm muhalefet blokunu kucakladıklarını açıkça  kamuoyuna ilan etmeliydi. 
İçimizde yara olarak kalan bir eksik de vardı bu konuşmada. 
AYASOFYA'nın ibadete açılışının,  24 Temmuz Lozan Anlaşmasının 97. yıldönümüne bilerek denk getirilmesine, Lozan kutlamalarına kulaklarını tıkadığı gibi, kutlamak isteyenlere de engel olan ANITKABİR ziyaretlerini yasaklayan, AYASOFYA'nın açılışı bahanesiyle kılıç kuşanarak yaptığı konuşmasında ATATÜRK'e hakaret ederek lanet okuyan, Laik Cumhuriyet ve ATATÜRK ile hesaplaşmaya kalkışan Diyanet İşleri Başkanı ile onu kullanan AKP Genel Başkanının bu aymazlıklarına cevap verilmeyerek sessiz kalınmasını yadırgadığımızı, bu sessizliğin hiçbir haklı nedeninin olamayacağını, Laik Cumhuriyete ve ATATÜRK'e yapılan saldırıya cevap verilmemesini, Laik Cumhuriyete ve  ATATÜRK'e meydan okunmasının hafife alınmasını, AKP'nin kışkırtmalarına ve oyununa gelmek istemedikleri savunmasını,  asla kabul etmediğinizi,  belirtmek istiyoruz. 

Güner Yiğitbaşı

25/07/2020
Hukukçu

Bu Laik Cumhuriyet Ve Atatürk İle Açık Bir Hesaplaşmadır
AYASOFYA; nihayet, kasıtlı olarak Lozan anlaşmasının 97.  yıldönümüne denk getirilen günde,  görkemli bir törenle ibadete açıldı. 
Türk Milletinin gözü aydın olsun!
Milletçe,  hepimizin başı göğe erdi, ülke olarak tüm sorunlarımız birden çözülüverdi!
Uyanın baylar ve bayanlar, AYASOFYA bir simge, aşama ve bahane. 
Hiç kimse zannetmesin ki; ERDOĞAN,  bu hamlesiyle muhtemel bir erken veya zamanında yapılacak seçimlerde oy devşirmeyi amaçlamakta. 
Hayır,  amaç oy ve seçim kazanmak değil. 
Oylarının,  seçimi kazanamayacak derecede ciddi bir şekilde azaldığını bilmelerine rağmen, seçim kazanma diye bir dertleri yok. Bir bildikleri var sanırız. 
AYASOFYA üzerinden yapılan son hamle,  bize göre kesinlikle laik Cumhuriyete ve ATATATÜRK'e baş kaldırma, Laik Cumhuriyet ve ATATÜRK  ile hesaplaşmaktır,  Türk Milletinin sabrını test etmek ve nabzını ölçmek, muhtemel tepkileri görerek,  ona göre nihai amaçları için yeni bir stratejiyi yürürlüğe koymaktır. 
Bir hukukçu olarak, kanıtsız hiç kimseyi itham etmek istemeyiz ve bunu asla hoş da  görmeyiz. 
İşte size kanıtlar; 
AYASOFYA'nın ibadete açılmasının tarihi,  bilerek ve bilinçli olarak, ülkemizi emperyalistlerin paylaştıkları Sevr anlaşmasını yırtarak Laik Türkiye Cumhuriyetinin tapu senedi ve temel taşı olan Lozan Barış Anlaşmasının imzalandığı günün 97.  yıldönümüne denk getirilmiş ve bugün AYASOFYA dışında, Lozan anlaşmasından tek kelime edilmediği gibi, Lozan anlaşmasının yıldönümünü kutlamak ve Anıtkabire çıkarak ATATÜRK'ü ziyaret etmek isteyenler,  engellenmiş ve ANITKABİR,  inandırıcı olmayan bahanelerle halkın ziyaretine kapatılmıştır. 
AYASOFYA' da kılınan Cuma namazında, Diyanet’in resmi sitesinde yayımlanan cuma hutbesinin dışına çıkan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş;  arkasında duran ve kendisini destekleyen, koruyup kollayan AKP Genel Başkanına güvenerek, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün de imzası bulunan,  Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesine ilişkin 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararına göndermede bulunarak,  "Fatih Sultan Mehmet Han burayı kıyamete kadar cami olarak kalması için vakfetmiştir.  Vakfedileni çiğneyen lanete uğrar" diyerek,  bu ülkeyi ve Ayasofya'yı düşman işgalinden kurtaran ve bugünkü törenin önünü açan ATATÜRK'e adeta meydan okuyarak, onunla hesaplaşmayı göze alma cüretini ve hadsizliğini göstererek, Laik Cumhuriyet ve ATATÜRK ile hesaplaşmaya kalkışmış, Laik Cumhuriyete isyan bayrağını açmıştır. 
ATATÜRK'e lanet okuyan beyanları,  bu sözde din adamının ilk vukuatı da değildir. ATATÜRK'e ağır hakaret eden, keşke Yunan kazansaydı diyerek,  kurtuluş savaşına karşı çıkan vatan haini fesli deli Kadir'i,  resmi makam aracı ve kıyafetiyle evinde ziyaret ederek hediyeler sunmuştur. 
ATATÜRK'e lanet okumak kim,  sen kimsin sözde din adamı?
Fatih Sultan Mehmet, Allah mı da,  onun vakfiyesini çiğneyen kişi lanete uğrasın?
Şayet,  lanete uğraması gereken bir kişi varsa. bu ülkeyi ve AYASOFYA'yı düşman işgalinden kurtararak devletimizi kuran ATATÜRK'e,  onun kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı koltuğunda oturmasına rağmen, ona sevgi ve minnet duyacağına,  onun için kin kusan nankörlük yapan,  bu sözde din adamıdır.  
AKP Genel Başkanı da, Ayasofya’nın tekrar cami yapılması kararının ardından yaptığı konuşmada,  AYASOFYA'yı 1934 de ibadete kapatarak müze yapan kararnameyi çıkaran ATATÜRK için ne demişti? Bir hatırlayalım.  “Tek parti döneminde alınan bu karar,  tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı… Bugün alınan karar Fatih’in bedduasından kurtulmamızı sağlamıştır” dememiş miydi?
Asla bir tesadüf ve dil sürçmesi olmayan tüm bu olup bitenleri ve beyanları üst üste koyduğumuzda, AKP Genel Başkanı ERDOĞAN ve Diyanet İşleri Başkanının gerçek niyetleri, açıkça ortaya çıkmaktadır. 
Biz, şapkamızı çıkarıyoruz ve diyoruz ki; Laik Cumhuriyet ve ATATÜRK yanlısı geçinen sessiz çoğunluğun, sessiz kalmalarından güç alarak, büyük bir cesaretle Laik Cumhuriyete ve ATATÜRK'e meydan okuyarak hesaplaşmaya girişen AKP Genel Başkanı ve Diyanet İşleri Başkanını, bu cesaretlerinden ve şeffaflıklarından dolayı yürekten kutluyoruz.  

Güner Yiğitbaşı

24/07/2020
Hukukçu

Sil Göz yaşlarını Sultan Ahmet
Bugün,  senin için zor bir gün biliyoruz. 
Hüzünlenmekte, gözlerinden süzülen yaşlarda haklısın. 
Seni çok iyi anlıyoruz. 
Sil gözyaşlarını Sultan Ahmet. 
Daha, yanı başındaki Sultan Ahmet Camisini dolduramıyorsunuz, Ayasofya'nın müze olmaktan çıkarılarak cami olarak ibadete açılmasını istemektesiniz diyerek, sana arka çıkanlar, ne olduysa birden fikir değiştirerek, yanı başındaki Ayasofya'yı,  sana rakip olarak ibadete açacaklar bugün. 
Gerçek İslam’da asla yeri olmayan bir hata işleyerek, Ayasofya'nın ibadete açılışını siyasi bir gösteriye dönüştürdüler, ezan davetini yeterli görmeyerek,  insanlar arasında ayrımcılık yapıp,  sözüm ona 500 seçkin insana VİP namaz davetiyesi gönderdiler. 
Üzülmekte ve gözyaşı dökmekte haklısın Sultan Ahmet. 
Bizler biliyoruz ki; sen,  milli ve yerli, temeli cami olarak atılan,  en az Ayasofya kadar Dünya kültür mirası çok değerli bir esersin,  sen de çok değerlisin, yıllardan beri, özde ve gerçek Müslüman  İstanbul halkına,  sessizce hizmet vermektesin ve vermeye de devam edeceksin. 
Senin, dinen namaz kılmak için bir özürün, namaz zamanları kapanarak sonra açılacak,  İslam inancı ile bağdaşmayan bir ayıbın yok. 
Üzülme, bugün; bazı insanların, senin hemen yanı başındaki Ayasofya'nın açılışı için yapacakları göstermelik ve sahte davranışlara, yapacakları taşkınlık ve gösterilere, bazılarının gereksiz yere akıtacakları sahte sevinç gözyaşlarına aldırma. 
Dedik ya, Ayasofya da;  Bizanslıların,  kendi dini inanışlarının gereği olarak yaptıkları bir ibadet yeri, kilise. Dünya kültür mirası değerli bir eser, ancak kiliseden dönme bir cami. Sen ise, temelden, doğuştan bir İslam eseri ve gerçek bir camisin. 
Bugün,  belki senin kapını çalacak,  Cuma namazını senin kucağında eda edecek cemaat bulmakta zorlanacaksın, cemaatinde büyük bir azalma olacak. 
Ancak, üzülme,  buna takma kafanı, önemli olan nicelik,  çok insan değil,  nitelikli, gerçek ve özde  Müslüman ve inanan, Allaha olan gerçek imanından dolayı Cuma namazına gelenlerdir. 
Senin için, bundan önce olduğu gibi,  ezan dışında,  VİP davetiyeye gerek yok. 
Oku ezanını o yanık sesinle, sıfatları ve makamları ne olursa olsun, gerçekten inanan, dini siyasete alet etmeyen, din tacirliği yapmayan, özde ve gerçek Müslümanlar gelsinler,  Cuma namazlarını kılsınlar, sayıları kaç olursa olsun. 
Sil gözyaşlarını,  Sultan Ahmet.  

Güner Yiğitbaşı

24/07/2020
Hukukçu   

İstanbul Sözleşmesi Sizin Nerenize Batıyor?
Pınar GÜLTEKİN isimli 27 yaşındaki genç kadının erkek arkadaşı tarafından öldürülmesi, yine yüreğimizi dağladı. 
Bu kaçıncı kadın cinayeti ülkemizde?
İnanın,  ben gazete okuyan ve medyayı takip eden aydın bir kişi olarak,  bu kadın cinayetlerinin sayısını tam olarak bilemiyorum, sadece  ülkemizin medeni bir toplum olmadığını, toplumumuzda kadına değer verilmediğini, kadının yaşam hakkının korunamadığını tartışmasız ortaya koyan yoğunlukta olduğunu söyleyebiliyoruz. 
Kadının değersiz olduğu, eşleri ya da sevgilileri tarafından hiç yerine öldürülen kadınların, bu öldürülme eylemlerinin baş sorumlusu ilan edildiği, her kadın cinayetinin kusur ve  sebeplerinin kadına yüklendiği, her öldürülen kadını suçlu ilan eden soysuzların kol gezdiği ülkemizdeki 18 yıllık AKP iktidarının bu ülkenin başında kaldığı sürece, AKP zihniyetinin kadına yönelik cinayetleri önleyemeyeceği gibi, bu cinayetleri giderek artıracağından emin olabilirsiniz. 
Baksanıza, kadına yönelik aile içi ve dışı şiddeti önleme, kadını şiddetten koruma amaçlı İstanbul Sözleşmesine imza koyan iş başındaki AKP iktidarı, kendi imzasını inkar ederek bu sözleşmenin altındaki imzasını geri çekmeyi planlıyor. 
İstanbul Sözleşmesi sizin nerenize batıyor efendiler?
Söyleyiniz lütfen. 
Bu ülkede kadın bakanlığının ismi aile bakanlığı olarak değiştirildi, AKP iktidarı kadını değil aileyi korumaya kararlı. Aslında aileden amaç,  ailenin diğer tarafı erkeği korumak, kadına şiddet uygulayan erkeğin huzurunu bozmamak, onu kadınsız bırakmamak. Kadını, kendisine kötü davranan, değer vermeyen, şiddet uygulayan kocasına ram etmek. 
Bir kadın öldürülüyor ve hemen arkasından,  aile bakanı bu cinayetin takipçisi olacağız,  failin en ağır cezayı almasını sağlayacağız diye demeçler vermekle yetiniyor. 
Biz artık kadınlara yönelik cinayetlerin önlenmesini, bunun için alınması gereken cinayetleri önleyici tedbirlerin alınmasını istiyoruz. Cinayet işlendikten sonra, failin alacağı ceza bizi ilgilendirmiyor, biz failin alacağı ceza ile ilgilenmiyoruz, bizim için önemli olan cinayetlerin işlenmemesi ve genci yaşlısı kadınlarımızın yaşatılmaları, cinayete kurban gitmemeleridir. 
AKP iktidarı;  kadını değil aileyi korumak istemekle,  aslında, bu cinayetlere kurban giden kadınlarımızı suçlamakta,  dolaylı olarak. 
AKP iktidarı; kadınların, koşulsuz kocalarına itaat etmelerini, tüm geçimsizliklere ve kendilerine yönelik uygulanan şiddete rağmen,  erkeğin eziyetlerine ve şiddetlerine karşı çıkmamalarını, kocalarını terk ederek baba evine sığınmamalarını ve boşanma davaları açmamalarını, kadınlık ve insanlık onurlarını ayaklar altına alarak, kendilerine şiddet uygulayan kocalarına biat etmeye devam etmelerini istiyor. 
Buna uymayarak evlerini ve kocalarını terk edip baba evine sığınan ve eşleri aleyhine boşanma davaları açan kadınların,  öldürülmeyi hak ettiklerini düşünen ve İstanbul Sözleşmesinden caymanın planlarını yapan AKP iktidarının,  kadın cinayetlerindeki başarısını ayakta alkışlıyoruz!
Bu yazıyı yazarken izlediğimiz habere göre, Pınar GÜLTEKİN'in öldürülmesini barışçıl olarak protesto eden kadınların,  İzmir de polis tarafından gözaltına alındıklarını öğrenince, yazdıklarımızda ne kadar haklı olduğumuzu bir kez daha anlamış olduk. 

Güner Yiğitbaşı

21/07/2020
Hukukçu

Erken Veya Baskın Seçim Bekleyenler Güldürmeyin Bizi
Muhalefetin bazı partilerinin lider kadroları, iktidardaki AKP'nin 2023'ü beklemeden, partinin prestiji ve oy oranı daha da azalmadan bir erken ve hatta bir baskın seçim yapabileceğini düşünmektedirler.
Bizce,  AKP; yapılacak bir erken seçimle iktidardan düşeceğini çok iyi bilmekte olup, bu gerçeği bile bile,   işgal ettiği ülkeyi istediği gibi kendi keyfince yönetme olanağını,  kendi kararıyla,  2023 den önce niçin  elinden kaçırsın?
AKP lider kadrosu, ülkeyi yönetme aklını yitirdi ama, kendi siyasi geleceğinin yok olacağı bir erken veya baskın seçim kararını alacak kadar aklını yitirmiş değildir.
AKP iktidarının şu andaki koalisyon ortağı MHP ile birlikte sahip olduğu meclis çoğunluğuna dayanarak çıkardığı ve çıkarmayı planladığı antidemokratik yasalara bir bakınız, bu yasaların bir erken seçim yapılacağı çağrışımını yapmadığını, bilakis baskıcı ve otoriter AKP iktidarının 2023'e kadar  sürdürülmesine ve hatta 2023 de normal seçimleri daha yaptırmamayı amaçladığını,  göreceksiniz.
Biz, erken seçim bekleyen ve bu konuda görüşler açıklayan bazı muhalefet partilerinin liderlerine karşı,  yazdığımız önceki makalelerimizde de, halkın güvenini kaybeden ve yapılacak ilk seçimde iktidardan düşeceğini,  muhalefetten daha iyi gören AKP iktidarının;  bırakınız erken seçim yapmayı, 2023 de normal tarihinde dahi seçim yapılmasını düşünmediğini dile getirmiştik.
Aynı görüşümüzde bir değişiklik olmamıştır.
Erken veya baskın bir seçim bekleyen bazı muhalefet  partilerinin bu beklentilerine,  sadece gülüyoruz. Ancak,  AKP iktidarından biran önce kurtulma adına da,  bu konuda yanılmayı bekliyoruz.
AKP'den ayrılarak kurulan Gelecek ve Deva partilerinin,  erken yapılacak olan bir seçime katılmalarının önleneceği gerekçesine de katılmıyoruz.
Diyelim ki, erken seçim kararı alındı ve DAVUTOĞLU ile BABACAN'ın partilerine seçimlere katılma engeli getirildi.
AKP lider kadrosu; Davutoğlu ve Babacan'a olan kinle onların seçimlere katılmalarını önleseler dahi, AKP den bu patilere yönelen seçmenlerin. asla AKP'ye geri dönmeyeceklerini ve AKP'ye bir daha oy vermeyeceklerini, ya seçimlerde oy kullanmayacaklarını,  ya da Millet İttifakına oy vereceklerini çok iyi biliyorlar, bunu bildikleri için de,  bir erken seçim kararı almayı asla düşünmemektedirler.
Muhalefet partileri;  ülkelerini seviyorlarsa, ülkeyi AKP işgalinden kurtarmak  ve dini esaslara dayalı otoriter bir İslam Devletinin ülkemizde resmen kurularak hayata geçirilmesinin önüne geçmek istiyorlarsa, erken seçim beklentilerini bir kenara bırakarak ve bu çok zayıf ihtimali de düşünerek, Millet İttifakını güçlendirmenin hazırlılarını yapmalılar, bu ülkede söz hakları bulunan ve %10'un üzerinde Kürt seçmene sahip bulunan HDP'yi karalayarak dışlamaya bir son vererek, HDP'yi de Millet İttifakının içine almayı düşünmelidirler.
HDP allerjisi yüzünden,  bu ülkenin ortak sahipleri ve eşit vatandaşları olan Kürt vatandaşlarımızın temsilcileri olan bu partiyi dışlayarak,  Kürt vatandaşlarımızın oylarını yok sayan bir muhalefet, AKP'nin değirmenine su taşıdığını,  asla aklından çıkarmamalıdır.
Muhalefeti akıllı olmaya davet ediyor ve HDP'ye karşı olan ve onları dışlamaya kalkışan bazı muhalefet partilerinin; bu davranışlarıyla, bu ülkeye ihanet içinde olduklarını, bu ülkenin ortak sahibi eşit yurttaşları Kürt seçmenleri yok saydıklarını ve sistem dışına ittiklerini, AKP'ye muhalefet yapmaya haklarının olmadığını buradan duyurmak istiyoruz.

Güner Yiğitbaşı

21/07/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

İktidarı Uyarıyoruz
Bugün günlerden 17/07/2020 Cuma.
Ayasofya'nın müze statüsünden çıkarılarak, hukuken olduğu gibi fiilen ibadete kapılarını açacağı ilan edilen 24/07/2020 Cuma gününe bir hafta kaldı.
İbadet yeri ve bir cami olmaktan çıkarılarak siyasallaştırılan,  siyasi bir arenaya dönüştürülen, hilafet ve saltanat yanlısı, Cumhuriyet ve devrim, laik demokratik düzen karşıtı, ATATÜRK düşmanı kökten dincilerin simgesi haline getirilen  Ayasofya'nın cami olarak yeniden ibadete açılışı fırsat bilinerek, virüs salgını sebebiyle alınacak tüm tedbirlere rağmen, camide ve çevresinde büyük bir izdiham yaşanacağını, niyeti üzüm yemek değil bağcı dövmek olan kökten dinci, siyasal İslam yanlısı etkin bir azınlığın; namaz sonrası cami çıkışında,  çevrede taşkınlık yaparak anti laik ve yasa dışı gösteri yapacaklarını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktur.
Siyasal iktidar; virüs salgınını bahane ederek, seksen Baro Başkanlarının dahi gösteri yapmalarını sakıncalı bulup yasaklarken, yıllarca Ayasofya'nın  ibadete açılmasını isteyen ve bekleyen, her fırsatta beyinlerinin içindeki İslami devlet düzenini hayata geçirme niyetlerini eylemleriyle açığa vurmaktan çekinmeyen hatırı sayılır sayıdaki etkin bir azınlığın çıkarmaları kuvvetle muhtemel nahoş olayların ve salgının yayılmasını önlemek için, Ayasofya'nın 24/07/2020 Cuma namazı ve  bir törenle açılması kararını yeniden gözden geçirmeli ve bu açılışın,  Cuma namazının eda edileceği 24/07/2020 Cuma günü bir törenle yapılması kararından vazgeçerek, açılışın bir Cuma namazı ve Cuma dışında sade bir günde,  törensiz ve  normal seyrinde yapılmasını sağlamalıdır.
Siyasi rant ve oy uğruna,  daha da ötesinde, artık gizliliği kalmamış olan siyasi ajandasını gerçekleştirmek için  Ayasofya’nın ibadete açılışını bir merhale olarak kabul eden siyasal iktidar,  ateşle oynamaktan vaz geçmelidir.
Aksi halde, hiç arzu etmediğimiz çıkması muhtemel taşkınlık ve olaylardan siyasal iktidar sorumlu olacaktır.

Güner Yiğitbaşı

17/07/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

15 Temmuz'u Demokrasi Günü Olarak Kutlamaya Yüzünüz Var Mıdır?
Bugün, 15/Temmuz/2020
15 Temmuz; ülkemizde demokrasiye son vererek,  tek adama (FETÖ) dayalı otoriter ve faşist, dini esaslara dayalı bir diktatör devleti kurmak için,  sinsi planlar yaparak, bu planı bir bir uygulamaya koyan hain FETÖ'nün; iş başındaki AKP iktidarıyla işbirliği halinde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin büyük bölümüne sızarak ve yuvalanarak, amacını gerçekleştirmek için düğmeye basıp darbe girişiminde bulunduğu günün,  dördüncü yıl dönümüdür.
Gün, hamaset yaparak, sadece hain FETÖ'yü yerden yere vurup, olmayan demokrasinin edebiyatını yapma ve gerçeklerin üzerini örtme günü değil, korkmadan ve çekinmeden, eğri oturup doğru konuşma, objektif olarak, 15  Temmuz darbe girişiminden kurtulan demokrasimizin; demokrasi adına, demokrasi kullanılarak yok edildiği içler acısı durumuna bakarak,  gerçek bir değerlendirme yapma ve sözüm ona darbe girişiminden kurtarılan demokrasimizin, darbeyi başarısız kılmakla ve bugünü demokrasi günü olarak ilan edip  kutlamakla övünen AKP iktidarı tarafından yok edildiği bugünkü acıklı halini değerlendirme ve gözler önüne serme günüdür.
Darbe girişiminde bulunan FETÖ'nün; paralel bir yapı olarak,  devleti ele geçirerek darbe girişiminde bulunabilecek güce erişmesinde; AKP iktidarının,  atama kararnamelerindeki, meclise sunduğu yasa teklif ve tasarılarındaki imzalarını ve icraatlarını yok sayarak, sadece FETÖ'yü suçlamak, FETÖ'nün güçlenmesindeki AKP katkılarını yadsımak ve yok saymak,  kendimizi aldatmak ve demokrasimize yapacağımız en büyük kötülüktür.
15 Temmuz darbe girişimi önlenmiştir de ne olmuştur,
Ondan sonra neler yapılmıştır, darbe mağduru iş başındaki siyasal iktidar, samimi bir şekilde demokrasimize sahip çıkarak, demokrasimizi ve özgürlükleri daha yukarılara mı taşımıştır,
Yoksa, demokratik seçimle işbaşına gelen iktidar,  yine seçimle iş başından gitmelidir düşüncesiyle, demokrasiyi sadece seçimlere mi indirgemiştir,
Siyasal iktidarın tek derdi, FETÖ darbesiyle iktidardan düşürülmemek midir, yoksa gerçekten  demokrasinin özü olan laik ve demokratik insan hak ve özgürlüklerine sahip çıkmak mıdır?
Bugün, ülkesini ve demokrasisini seven gerçek demokratlar; korkmamak ve hamaseti bırakarak, eğri oturup doğruları konuşmak ve bu soruların gerçek cevaplarını arayıp bulmak zorundadırlar.
15. Temmuz FETÖ darbe girişimi önlenmiştir de,  sonrasında neler olmuştur?
Bir düşününüz lütfen. AKP iktidarı, darbe girişiminin önlenmesinden sonra, FETÖ yerine bizzat kendisi,  demokrasiyi yok etmek için öyle kötü şeyler yaptı ki; bu ülke insanı,  FETÖ darbe girişiminden kurtulduğuna dahi sevinemedi, sevinci kursaklarında kaldı.
Sahi, bir hatırlayınız, ERDOĞAN'ın FETÖ için söylediklerini.
Ne istediler de vermedik, ne istedilerse verdik.
Aynı menzile (hedefe) birlikte gidiyorduk.
Demedi mi?
FETÖ ile aynı menzile birlikte giderken, iktidar hırsı ve yarışı içinde,  birbirlerini yok etme ve yeme  yarışına giren AKP iktidarı, FETÖ ile aynı hedefe gitmekte ise, bu hedefin ne olduğu çok açıktır.
Darbe girişiminden sonra,  darbeye katılan hainleri soruşturan savcıların iddianamelerinde ve darbeci FETÖ'cüleri yargılayarak mahkum eden mahkemelerin gerekçeli kararlarında;  FETÖ'nün menzili, hedefi ve amacı açıkça yer almaktadır, açınız bakınız ve AKP iktidarının gitmekte olduğu menzili anlayınız. Bu menzilin demokrasi, laiklik ve özgürlükler olmadığını açıkça göreceksiniz.
Sayın ERDOĞAN'ın; 15. Temmuzu demokrasi günü ve bayramı olarak kutladığına ve nutuklar attığına bakmayınız. O,  ülkenin darbe girişiminden,  demokrasinin,  FETÖ'nün elinden  kurtulduğuna değil, iktidardan düşürülemediğine sevinmekte ve şükretmektedir. kendisinin,  FETÖ ile aynı menzile gittiğine dair açık ve samimi itirafları vardır ve FETÖ'nün demokrasiyi yıkarak faşist bir din devleti kurmayı hedeflediği ve amaçladığı mahkeme kararlarıyla tescil edilmiştir.
Parantezi kapayarak devam edelim.
Darbe girişiminden beş gün sonra, bu darbe girişimi vesile yapılarak,  20. Temmuz günü, darbeden kurtulan ve demokrasiyle yeniden tanışan, demokrasiye şükretmesi ve iyi ki demokrasi varmış demesi gereken AKP iktidarı tarafından ülkemizde olağanüstü hal ilan edildi ve yıllarca,  bu ülke olağanüstü hal altında idare edildi.
Olağanüstü hal yönetimi, geçici ve Anayasal demokratik bir yönetim tarzıdır, koşulları varsa ilan edilebilir, buna bir diyeceğimiz yoktur.
Ancak, olağanüstü hal yönetiminin anayasal kuralları vardır. Olağanüstü hal döneminde  acil ve sadece olağanüstü halin ilanını gerekli kılan konulara sınırlı kanun hükmünde kararnameler çıkarılabilecekken, ERDOĞAN başkanlığında çıkarılan Cumhurbaşkanlığı Olağanüstü hal kararnameleriyle, devletin yapısı değiştirilmiş, kökleşmiş kurumlar kapatılmış, demokrasiyi yok etmenin önündeki her engel bir bir yok edilmiştir. Olağanüstü halin ilanı gerekli kılan konular dışında,  yasa gibi her alanı düzenleyen kurallar içeren olağanüstü hal kararnameleri çıkarılarak, meclis devre dışı bırakılmış ve anayasa açıkça ihlal edilmiş,  ülkemiz keyfi ve anti demokratik bir yönetimin altına sokulmuştur.
Sonrasında anayasa değiştirilerek,  Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi adı altında ucube bir rejim tesis edilmiş, partili cumhurbaşkanıyla bugünkü antidemokratik ve anti laik düzen kurulmuş, yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrımı ilkesi kaldırılmış, yasama, yürütme ve yargı tek elde sarayda birleşmiş, ülke;  saraydan ve tek adam tarafından kararnamelerle, yargıya ve yasama'ya saraydan verilen talimatlarla yönetilmeye başlanmıştır.
Yargı bağımsızlığı yok edilmiş, yargı Türk Milleti adına değil saray adına yetki kullanmaya başlamıştır.
FETÖ'nün iktidar ortağı iken yargı ne ise,  bugün de yargı odur.
Kumpas davalar, haksız tutuklamalar artarak devam etmektedir. Menzil aynı olunca, demokrasi amaç  değil, menzile ve hedefe ulaşmak için kullanılan bir araç olunca, yargının farklı olmasını beklemek de abesle iştigaldir.
FETÖ'nün siyasal iktidar ortağı olduğu dönemde yargılanan aynı gazeteciler, bugün de,  AKP iktidarını eleştirdiler diye, bugünün bağımlı yargısı tarafından tutuklu olarak yargılanmaktadır.
Gazetecinin kimliği hiç önemli değildir. Dün FETÖ'nün,  bugün ise,  ERDOĞAN yargısının yargıladığı gazetecilerin ortak yanları; laik, demokrat, özgürlükçü olmaları ve siyasal iktidarı haklı olarak eleştirmeleri ve ülkelerini seven kişiler olmalarıdır.
Bu gerçek dahi,  AKP iktidarının; darbeci hain FETÖ ile laik demokrasi ve özgürlükler karşıtı oldukları ve aynı hedefe birlikte yürüdükleri gerçeğini,  açıkça ortaya koymaktadır.
Hukukun üstünlüğüne, insan hak ve özgürlüklerine dayalı laik demokrasinin ortadan kaldırılmış olduğu bugün; bu üzücü sonucu,  ha FETÖ sağlamış, ha AKP iktidarı,  bizim için önem arz etmemektedir. Ne yazık ki; sonuç olarak, laik ve özgürlükçü demokrasimiz, bağımsız yargı, insan hak ve özgürlükleri yok edilmiş, meclisimiz dışlanmış, demokrasi sadece sandıktan ibaret,  çırılçıplak bırakılarak içi boşaltılmıştır.
Bu koşullarda, bu güzel ülkemizde;  15. Temmuzları,  demokrasi günü ve bayramı olarak kutlamaya,  en başta AKP iktidarı olmak üzere,  kimsenin yüzü ve hakkı yoktur.
Hep birlikte demokrasimizin ruhuna bir fatiha okumak,  tek yapmamız gereken gerçekçi bir davranış olacaktır.
Demokrasi; ha darbeyle ve silah zoruyla yok edilmiş, ha devleti yönetenler tarafından,  devletin ve yasaların gücü ve koruması kullanılarak içeriden yok edilmiş, biz insanlar için hiç önemli değil, önemli olan demokrasinin yaşatılması ve geliştirilmesidir.
Sadece, ERDOĞAN ve yandaşları için var olan demokrasi ve özgürlükler, böyle sözde demokrasi,  yerin dibine batsın,  tepe tepe kullanınız.
15. Temmuz kutlama programınız ve yönteminiz dahi,  demokratik ve laik değil.
Ana muhalefet partisinin liderinin konuşturulmadığı, 15. Temmuz gazilerinin yok sayıldığı bir kutlamayı, demokrasi gününü kutlama olarak nitelendirmek dahi,  abesle iştigaldir.

Güner Yiğitbaşı

15/07/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget