Mart 2014
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Gündüz Akgül: Öz Eleştiri Zamanı…
Sevgili dostlar,
Bu günkü sizlere, Yolsuzluklara, ses kayıtlarına, para kasalarına, ayakkabı kutularına karşın 30.03.2014 günün yapılan yerel seçimleri AKP’nin nasıl kazandığından söz etmeyeceğim.
Oy kullandığım günden beri, cumhuriyeti kuran, devrimleri gerçekleştiren, uygar ülkeler arasında yer almamızı sağlayan, dünyanın birçok uygar ülkesinde yokken kadınlarımıza seçme ve seçilme hakkını veren CHP seçmeni olarak özeleştiri yapmak istiyorum.
CHP, 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimlerden sonra, bu güne kadar hiçbir zaman tek başına iktidar olamadı.
Merak ederek genel seçim sonuçlarından yaptığım araştırmaya göre o günden bu güne kadar CHP aralıklarla koalisyon hükümetleri olarak 9 yıl 6 ay 22 gün iktidarda kalmıştır.
Bunu ortalama 10 yıl sayarsak, bu süre içinde CHP 54 yıl sürekli Ana muhalefet görevini yapmıştır. (18.04.1999 tarihinde yapılan genel seçimlerde %10 barajını aşmadığı için meclis dışında kalmıştır)
90 yıllık geçmişi olan CHP’nin neden iktidar olmadığı nedenlerine baktığımızda;
-CHP içinde oluşan guruplar arasındaki çekişme daima partiye zarar verdiği için taban rahatsız olmuş ve çoğu zaman sandığa gitmemeyi yeğlemiştir.
-Uzun dönem parti başkanlığını yapanlar, hep benmerkezci davranıp, küçük olsun benim olsun politikalarını izlemişlerdir.
-Genel ve yerelde seçilenler, halkı kucaklamak yerine, ulaşılması zor birer yönetici eğiliminde olmuşlardır.
-Partiye emek verenler, gerektiğinde beklediklerini alamamış ve küskün guruplar oluşmuştur.
-Bir kez seçilen, her dönem aday gösterilmeyi bir hak olarak görmüş, gençlere ve diğer parti emekçilerine fırsat vermemiş ve seçilmediğinde de başka partilerden aday olarak partisine zarar vermekten kaçınmamıştır. (her seçimde olduğu gibi 2014 yerel seçimlerinde daha çok bunun açık örnekleri görülmüştür.)
-Parti Meclisine seçilenler, politikayı tapulamış gibi her seçimde toptan seçilecek yerlerden aday olmuş, bu durum sıra bekleyen tabandakilerde küskünlüğe neden olmuştur.
-Her dönemde lider olanlar, diğer düzen partileri gibi ya sulta (otorite) kurmaya çalışmışlar veya Tüzük gereği sağlanması gereken disiplini sağlayamamışlardır.
-Parti Genel merkezinde, birbirlerine ve uygulamalarıyla patiye zarar veren guruplar hiç eksik olmamıştır.
-Çoğu zaman kadın ve gençlik kollarından gereği gibi yararlanılmamıştır.
-Uzun yıllar iktidar olmamasına karşın yurttaşlar arasında oluşan “Halk Partisi ne yaptı ki”  olgusu giderilememiştir.
-Laikliğin, özü itibarıyla din ve vicdan özgürlüğünün de güvencesi olduğunu, laik bir ülkede din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasının anayasa gereği zorunlu bulunduğunu, yurttaşlara anlatılıp benimsetilmesi yerine, sanki laiklik dinsizlikmiş gibi dine saygılı laiklik diye bir söyleme sığınmamak gerekmektedir.
-Bu günkü ortamda, özdeyişte dendiği gibi “Un var, yağ var şeker var neden helva yapmıyoruz?” CHP’de bilgi var, birikim var, yurt sevgisi var, dürüstlük var,  büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK aydınlanması var, neden iktidar olamıyoruz?
Oturup düşünmek, hiç çekinmeden özeleştiri yapmak, tarikatlardan, sağdan değil, Cumhuriyet felsefesini içselleştirmiş aydınlarından kadrolar oluşturup iktidara yürümek gerekir diyorum.
Söz konusu olan laik Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk aydınlanması ise gerisi teferruattır.
Atadan CHP’li olarak yüreğim yandığı için bu özeleştiriyi yapıyor ve öneriyorum.
Yüreğiyle bu özeleştiriye katılan varsa parmak kaldırsın.
Yoksa yıllarca muhalefetten kurtulamayız.

31.03.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Gündüz Akgül: Nihayet Atatürk dedi!..
Başbakan, konuşmalarında büyük önderden bahsederken, ya “Gazi”, ya Gazi Mustafa Kemal” veya “Mustafa Kemal” diyordu.
Atatürk demediği için sürekli aydınlar ve Kemalistler tarafından eleştiriliyordu.
Alın işte şimdi Atatürk diyor.
Var mı bir itirazınız?
Bu gün (29.03.2014) medyaya yansıyan haberde, “Başbakan Erdoğan seçimlere saatler kala CHP’yi eleştirirken, Mustafa Kemal Atatürk’ten hep “Atatürk” diyerek bahsetti” yazılıydı.
Benim bu söyleme itirazım var.
İtirazım, bu haberden dolayı değil, daha önce bu düşüncemi,  01.01.2013 tarih ve “NEDEN ATATÜRK DİYEMİYORLAR?” başlıklı yazımla okuyucularımla paylaşmıştım.
O yazıda;
“Mustafa Kemal’i benimseyenler, ATATÜRK’ü neden içlerine sindiremiyorlar?
Neden ATATÜRK diyemiyorlar?
Yazının başlığını oluşturan bu soruyu, nedenlerini belirterek yanıtlamaya çalışacağım.
Çünkü ATATÜRK, uzun soluklu bir çalışma sonunda, kurtuluş kadar önemli olan ve devrimlerin gerçekleştirildiği kuruluş aşamasının eseridir.
Bu aşamada;
-Saltanat kaldırıldı.
-Ankara Başkent yapıldı.
-En önemli devrim olan Cumhuriyet ilan edildi.
-Halifelik sonlandırıldı.
-Eğitim Birliği Yasası kabul edildi.
-Şer’ iye Mahkemeleri kaldırıldı.
-Tekke ve Türbeler kapatıldı, tarikatlar yasaklandı.
-Şapka devrimi gerçekleştirildi.
-Uluslararası Saat ve Takvim kabul edildi.
-Laiklik ilkesi Anayasaya girdi.
-Türk alfabesi ve Latin rakamları kabul edildi.
-Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi.
-Türk Tarih ve Dil Kurumu kuruldu.
-Halk Evleri açıldı.
-Ezanın Türkçe okunması kararlaştırıldı ve okutuldu.
-“En Hakiki Mürşit İlimdir” denilerek, us (akıl) ve bilime önem verildi.
-21 Haziran 1934 tarihinde Soyadı Yasası çıkarıldı.
-24 Kasım 1934 günü TBMM oy birliği ile Mustafa Kemal’e anasının ak sütü gibi hak ettiği ATATÜRK soyadını verildi.
-Tüm bu devrimler, Ümmetten –Ulusa, Hilafetten – Demokratik ve Laik rejime, Tebaadan- Yurttaşa, Cemaatten- Topluma, Seçkin sınıftan – Bizzat halkın iradesine geçmemizi ve karanlıktan aydınlığa çıkmamızı sağladı.
Sanırım, bu açıklamalardan sonra ATATÜRK’ü neden sindiremedikleri ve neden ATATÜRK demedikleri konusunda başka bir açıklama yapmama gerek kalmadı.
Kurtuluş savaşı destanını azda olsa inceleyenler, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele’nin, ATATÜRK’ün silah arkadaşları ve Kurtuluş Savaşının birer kahramanları olduklarını göreceklerdir.
Devrimlerin gerçekleştirildiği kuruluş aşamasında ne yazık ki Kurtuluş Savaşının bu kahramanlarından İsmet İnönü hariç, diğerleri devrimlerde Büyük Önder ATATÜRK’e ayak uydurmadıkları gibi askerliğe dönmeyip TBMM de siyaset yapanlarda, devrimlerin gerçekleşmesinde daima karşı duruş sergilemişlerdir.
Bu devrimlerin hangi koşullarda gerçekleştirdiğini, kimlerin karşı durduğunu ve bu gün ATATÜRK’ü telaffuz etmeyenlerin, karşı duranların geleneğinden geldiğini tarih baba çok açık olarak altın sahifelerine kaydetmiştir. ” Demiştim.
Hala ayni düşüncede olduğumu, Başbakanın bir seçim taktiği olarak kendisini zorlayarak ATATÜRK dediğini bildiğimden, samimiyetine itirazım var.
Sizin de var mı?

29.04.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Gündüz Akgül: Olacak Gibi Değil…
17 Aralık’ta meydana çıkan yolsuzluk olayından sonra, yapılan çılgınlıkları anlamak olası değildir.
En sonuncusu,   Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun makamında yapılan dörtlü toplantı ve bu toplantıda konuşulanların yasa dışı yollardan saptanıp sızdırılmasıdır.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, Genelkurmay 2. Başkanı Org. Yaşar Gürel ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, katıldığı bu toplantıdan çıkan sonuçları değerlendirdiğimizde;
-İktidar Partisi devletin güvenliğini sağlamada sınıfta kalmıştır.
-Devlet sırrı olduğu savlanan konu rahatlıkla deşifre edilebilmiştir.
-Akla, hayale sığmayan savaş senaryoları, devlet sırrı olarak sunulmaya çalışılmıştır.
-MİT Müsteşarının, “savaşa haklı gerekçe bulmak Problem değil, ben gerekçe üretirim. Gerekirse,  4 adam ayarlar 8 roket fırlattırırım, Süleyman Şah Türbesi’ne saldırtılırım” düşüncesinde olması korkunç bir durumdur.
- Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Süleyman Şah Türbesi konusunda Başbakan’ın kendisine, “Bu bir imkân gibi de değerlendirilmeli bu konjonktürde” diye talimat verdiğini söylemesi, savaş senaryosunun korkunçluğunu daha da arttırmaktadır.
- MİT Müsteşarının, Suriye’deki muhalif guruplara 2000 TIR silah ve mühimmatın gönderildiğini itiraf etmesi, daha önce inkâr edilen olayların doğru olduğunun kanıtıdır.
Ülkeyi, komşumuz Suriye ile savaş bataklığına sürecek bu senaryolar, ülkeye yarar değil zarar vermektedir.
Bir seçim galibiyeti ve iktidarını sürdürme düşüncesi uğruna ülkesinin güvenliğini tehlikeye atan bir iktidar düşünmek bile istemiyorum.
Bakanın makamına yasa dışı yollardan böcek koyanları kınıyorum.
Devletin güvenliğini sağlamada yetersiz kalanları da kınıyorum.
Ancak, her ne surette olursa olsun deşifre olan dörtlü konuşmanın içeriğinin kabul edilmez olduğunu, kabul etmeyenleri de kınıyorum.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin yurtsever komutanları, dijital verilerle, üretilen sahte belgelerle, yasa dışı elde edilmiş telefon tepeleriyle tutuklanırken, devlet sırrı ile dolu kozmik odalara uydurma suikast girişimi savları ile girilirken sesini çıkarmayanalar,  iş kendilerine gelince kıyameti koparmaya başladılar.
Yıllardır yazıyoruz, bağırıp çağırıyoruz, hukuksuzluk yapmayın çünkü günün birinde herkesin hukuka gereksinimi olacaktır diyoruz.
Dinleyen var mı?
Yok.
Olacak gibi değil.

29.03.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet savcısı

Komutanın İsyanı: “Devlet Bir Yamyam Gibi Kendi Evlâtlarını Yedi”
Dişini sıksa belki birkaç yıl sonra Deniz Kuvvetleri Komutanı olacaktı. Ancak Yargıtay’ın Balyoz kararlarını onamasına tepki için 2 gün sonra istifasını verip, sine-i millete döndü. 

İktidar ve TSK başta olmak üzere ne kimse ona, “Niye istifa ettin?”  diye sordu, ne de o bugüne kadar bir açıklama yaptı. Sadece 8 Mart’ta Ankara’daki Sessiz Çığlık eyleminde yaptığı konuşmadaki şu sözleriyle tarihe önemli bir not düştü:

“Ne askerler vardır üzerinde üniforma yoktur, ne üniformalar vardır içinde asker yoktur.”

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanıyken istifa eden emekli Koramiral Atilla Kezek’ten söz ediyorum. İlk kez konuştu ve “kumpas”  sürecinin önemli adreslerine çok ince mesajlar gönderdi. 

“Devlet bir yamyam gibi, canlı canlı kendi evlatlarını yedi”  benzetmesini yapan Kezek, “Allah TSK’yı içteki düşmanlardan korusun. O kendini ve ülkemizi dıştaki düşmanlardan zaten korur” dedi.

İşte 1976 yılında teğmen olarak katıldığı Cumhuriyet Donanmasının birçok gemisinde komutanlık yapan 37 yıllık bir denizcinin ağzından, “Bu günlere neden ve nasıl gelindiğinin”  hikâyesi:

                -Balyoz Kararlarında “Pazarlık” mı Yapıldı?-

Soru : Bu “kumpas”  sürecine sadece Deniz Kuvvetleri’nden tepki geldi. Dikkat çekici istifalar oldu. Siz de onlardan birisiniz, neden istifa ettiniz?

Kezek : İstifamın birkaç nedeni var. Birincisi; Balyoz diye birşey yok, hiç olmadı. Birileri tarafından imâl edildi. İmâl edilirken yapılmış olan yüzlerce maddi hataya rağmen, hukuk  bunları hiç dikkate almadı. Mahkeme, silah arkadaşlarımızı hukuksuz bir şekilde mahkûm etti. 9 Ekim 2013 tarihinde de Yargıtay önemli bir bölümünün (237 kişi) cezalarını onadı. Yani devlet bir yamyam gibi canlı canlı kendi evlatlarını yedi. Suçsuz olduklarına adım gibi emin olduğum silah arkadaşlarımın uğramış olduğu hukuk katliamına kişisel tepki gösterdim. Onların çıkartmış olduğu üniformayı bundan sonra taşıyamayacağımı hissettim. Bu kişisel bir karardı. Saygı duyulmasını bekledim ve istifam saygı ile karşılandı ki, TSK’nın üst kademelerinden kimse istifamın nedenini bile sormadı. 

İkinci neden; 1986-89 yılları arasında görev yaptığım Deniz Harp Okulu’nda yetiştirdiğim, çoğu kurmay subay olarak Yarbay, Albay rütbelerine gelmiş, ülke savunması için kritik görevlerde bulunan öğrencilerimin önemli bir bölümünün Balyoz davasında hüküm giymesiydi. Onlara asker olmanın, silah arkadaşlığının erdemlerini öğreten komutanları olarak mevcut durumda göreve devam edemezdim. Yerim onların yanı olmalıydı. Her şeyden vazgeçebilirdim, ama silah arkadaşlarımdan asla.

İstifamın üçüncü nedeni ise faturanın ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetlerine kesilmiş olmasıdır. Şunu tekrar ifade etmek istiyorum, ‘Balyoz’ diye birşey yoktur. Bu davaya bulaştırılan Karacı, Denizci, Havacı, Jandarma ve Sahil Güvenlik personeli, tüm silah arkadaşlarım suçsuzdur ve ‘kumpas’ın kurbanıdır. Bundan hiç şüphem yok. Ancak hiçbir Denizci’nin katılmadığı 1. Ordu Semineri’nden başka somut hiçbir bahane sunulamayan Balyoz davasında Cumhuriyet Donanmasının savaş gücünü oluşturan yüksek teknoloji ürünü güdümlü mermili fırkateyn, hücumbot ve denizaltıların kurmay yarbay ve kurmay albay komutanları, kurmay albay komodorları, amiral rütbelerindeki görev grup komutanları, filo komutanlarıyla üs, boğaz, bölge komutanları ve seçkin personelimizi yetiştiren askeri okul komutanları tutuklanmıştır.

Ben sonunda adaletin tecelli edeceğini beklerken, 9 Ekim 2013 tarihinde 237 silah arkadaşımın cezası onandı. Bu 237 kişinin yüzde 57’si yani 134’ü yıllardır çok iyi tanıdığım, Cumhuriyet Donanmasının çok iyi yetişmiş yüksek karakterli, Atatürkçü komutanlardır. Yargıtay kararları ile muvazzaf yani görevde bulunan tüm Kara Kuvvetleri personeli beraat ederken (ki bu arkadaşlarımın da hepsinin ‘kumpas’ mağduru ve analarının ak sütü gibi tertemiz olduğunu adım gibi biliyorum) Denizci ve Havacı arkadaşlarımın hemen hemen tamamının cezalarının onanması bende değişik hisler uyandırdı. Bu his sanki bir pazarlık varmış hissidir. Ancak ben yine de yargının asla kimseyle pazarlık yapmayacağına ve Silahlı Kuvvetlerimizini de personeli arasında ayırım yapmayacağına inanıyorum. Fakat bu pazarlık hissinden kendimi kurtaramadım. Çünkü bu durum TSK için en büyük tehlikedir. Ümid ederim ki, ben yanlış hislere kapılmışımdır. Ne diyelim ki!.. Allah Silahlı Kuvvetlerimizi içteki düşmanlardan korusun. O zaten kendini ve ülkemizi dış düşmanlardan korur.

                       -Hedef TSK’yken Ses Çıkmadı-

Soru : Bu gidişattan TSK’nın da sorumlu olduğu söyleniyor. Sizce nerede yanlış yapıldı?

Kezek : 2004-2005 yıllarından itibaren internet üzerinden elektronik posta yoluyla ve imzasız ihbar mektuplarıyla TSK personeline ve ailelerine yönelik karalama ve itibarsızlaştırma kampanyası başladı. Bu ihbarlar, birçok davayı başlatarak bu günlere gelmesine neden oldu. Başbakan Danışmanı’nın ‘kumpas’ olarak ifade ettiği bugünkü davaların başlamasına neden olan elektronik postalardan bir tanesinin bile kaynağı o zaman tespit edilse, ‘kumpas’ın doğru olduğu daha o zaman anlaşılabilirdi. Maalesef halen gereği yapılmadı.

Son günlerde internet sitelerinde kişilerin mahremiyetine ve ülke güvenliğine yönelik olduğu ifade edilen yayınlar çıkması nedeniyle yasaklar ve kapatma tedbirleri uygulanıyor. Ancak bu saldırılar yıllarca TSK’da görevli birçok üst düzey personelin kendilerine, ailelelerine ve çocuklarına da yapılmıştı. Ama hiç kimse onların haklarına sahip çıkmadı. İnternet yoluyla yapılan saldırılar yeni değil. Bugün hedef siyaset ve siyasetçiler olduğu için kıyamet kopartılıyor.

Bir doğrunun yanına 10 yalan ilave edilerek hazırlanan ihbar mektupları ve elektronik postalar TSK personelinin psikolojisi üzerinde büyük tahribat yaptı. Ayrıca bunların bir kısmının kurumunun tarafından dikkate alınarak soruşturma açılma safhasına getirilmesi ise üstün astına, astın üstüne/komutanına olan güven duygularına ve personelin moral motivasyonuna çok zarar verdi. Bu zararın büyüklüğünü Yüce Türk Milleti’ne zaman gösterecektir. Umarım ülkemizin birlik ve bütünlüğüne yönelik ağır bir fatura ile karşılaşmayız.

                   -Denizde Rotamızı Değiştirmek İsteyenler Var-

Soru : Sözde darbe davaları en büyük darbeyi Deniz Kuvvetleri’ne vurdu. Neden burası hedef yapıldı? 

Kezek : Evet geçmişteki davalara bir bakalım; Poyrazköy, Kafes, İstanbul Casusluk, Amirallere Suikast davaları sadece Deniz Kuvvetleri personelini hedef alan davalar. Balyoz davası tüm TSK’yı ilgilendirmekle birlikte sonuçta Deniz Kuvvetlerimizin en büyük hasarı aldığı dava. İzmir Casusluk diye bilinen davalarda da TSK’nın her kuvvetinden ve Deniz kuvvetlerimizden çok sayıda personel var. Özet olarak bildiğimiz tüm davalarda Deniz Kuvveleri personeli yerini almış durumda. Neden Deniz Kuvvetleri; Bunun birkaç sebebi var. 

Birincisi Deniz Kuvvetlerimiz 1970’li yıllardan itibaren tüm enerjisini eğitimli insan gücüne sahip olmaya harcadı. 2000’li yıllarda da milli gemi, milli sonar, milli torpido ve daha birçok milli proje ile doğru yolda olduğunu tüm dünyaya kanıtladı. Milenyumun başlarından itibaren Deniz Kuvvetlerimizin yeni rotası, emperyalizmin pazarlarına uğramadan milli sanayiinin limanlarına gidiyordu. Bu durum herhalde birilerini rahatsız etti. Peşpeşe gelen  davalarla, bu millileşme ve teknolojik bağımsızlık değiştirilmeye çalışıldı. Bu taarruz oldukça etkili oldu. Bir taraftan Deniz Kuvvetlerinin toplam amiral sayısının yarısı olan 25 amiral tutuklanırken, kurmay albayların da kritik görevlerde bulunanlarından yüzde 80’i ya bir davaya bulaştırıldı ya da tutuklandı. Diğer taraftan aynı davalarla son yıllarda Deniz Kuvvetlerimizin milli projelerini gerçekleştirmiş değerli mühendislerimiz tutuklanınca olayın farkına varıp, sıranın kendilerine geleceğinden çekinen birçok yetişmiş mühendisimiz de istifa ederek, hedef olmaktan kendilerini kurtardı. Bu şekilde Deniz Kuvvetlerimizin geleceğe yönelik projelerine darbe vurulmaya çalışıldı. Bunların etkilerini gelecekte göreceğiz. Ümit ederim tahribat büyük olmaz.

Soru : Denizde rotamızı değiştirmek isteyenler kimler?

Kezek : Deniz Kuvvetleri, vizyonu büyük olan bir ülkenin dış politikasının en önemli enstrümanıdır. Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’nin 7 ülke ile karadan sınırı var. Denizi kıyısı olan tüm dünya ülkeleriyle ise denizden sınırımız var. Bu durum Deniz Kuvvetlerimize anavatanımızı uzaktan savunma imkanı sağlar. Yani ülkemiz için tehdidi daha başlangıçta, sınırılarımıza gelmeden kaynağında vurabilir. Deniz ticaretimiz ile deniz alâkâ ve menfaatlerimizi dünyanın tüm denizlerinde koruyabiliriz. Buna en iyi örnek ABD’dir. Vatandaşları anavatanlarında rahat rahat uyurken Pasifik Okyanusu, Atlas Okyanusu, Atlantik, Akdeniz, Basra Körfezi, Hint Okyanusu’ndaki ABD Deniz Kuvvetleri savunmayı uzaktan yapmakla kalmayıp, ulusal çıkarlarını dünyanın dört bir tarafından korumaya muktedirdir. Bugün dünyanın gelişmiş ülkeleri benzer imkanlara sahip olup bu imkan ve kaabiliyetlerini daha da geliştirmek üzere gayret ve para harcamaktadırlar.

Denizciler ufkun ötesine bakar. Biz gördüğümüz yerle ilgilenmeyiz, ufkun ötesiyle ilgileniriz. Peki 650 bin kişilik TSK’da onda bir oranına bile ulaşamayan insan gücü ve 10 orgenerale karşılık 1 oramirali bulunan Deniz Kuvvetlerimizin esas hedef olmasının esas sebebi ne mi olabilir?

Acaba; Emperyalizmin Karadeniz iştahını kesmesi mi? Doğu Akdeniz’deki ulusal çıkarlarımızı koruması nedeniyle 2009 AB İlerleme Raporunda ismehn şikayet konusu olması mı? Kendi torpidosu, sonarı, gemisini kendi mühendisleri ve milli sanayi imkanlarıyla yapması mı? Osmanlı’dan 500 yıl sonra Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Arap  devriminde Türk Bayrağını göstererek, ulusal çıkarlarımızı ve deniz ticaretimizi koruması mı? Yoksa 2040’lı yıllarda çok önemli bir deniz kuvveti haline geleceğini öngören George Friedman’ın ‘Gelecek 100 Yıl’ isimli kitabı mı bilemiyorum. Moda deyimiyle takdir Yüce Türk Milleti’nindir.

Soru: Deniz Kuvvetleri’ne vurulan darbenin bilançosunu çıkardınız mı?

Kezek : Elbette. Tabloya baktığımızda savaşacak adamlarımızın seçildiğini, bunların önceden özel olarak belirlendiğini görüyorsunuz. Bu davalarda aslında 3 bin 500 civarında personelin adı geçiyordu, 1857’si denizciydi. Deniz Kuvvetleri TSK’nın 10’da 1’i olan bir kuvvet, ama davalarda yüzde 50’si bu kuvvetten çıkıyor. Hedefin ne olduğu bu matematikten de anlaşılıyor.
                                     
Soru : Üniformanız üzerinizdeyken çok kez Silivri’ye duruşmaları izlemeye gittiniz. Üniformayı çıkardıktan sonra da hapisteki arkadaşlarınızı ve ailelerini hiç yalnız bırakmadınız, ziyaret ettiniz. Onlara ne söylemek istersiniz?

Kezek : ‘Kumpas’ mağduru silah arkadaşlarıma şöyle sesleniyorum; Sizler Mustafa Kemal’in askerlerisiniz. Üniformalarımızdan ayrıldık diye üzülmeyin. Mustafa Kemal de üniformasını çıkarmıştı. Unutmayın ki, Ne askerler vardır üzerinde üniforma yoktur. Ne üniformalar vardır içinde asker yoktur.

Soru : Denizciler ufkun ötesine bakar dediniz. Ufkun ötesinde ne görüyorsunuz?

Kezek : Tekrar ifade etmek istiyorum; Allah Silahlı Kuvvetlerimizi içteki düşmanlardan korusun. O zaten kendini ve ülkemizi dış düşmanlardan korur.

Söylenecek tek şey var; Amin... Amin... Amin...

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
29 Mart 2014 

Alman Rahip Lepsius  İstanbulda - Galip Baysan
Rahip Lepsiusla ilgili hazırladığımız yazı dizimizin ilk bölümünde onu değişik yönleri ile tanıtmış ve hatta Ermeni davası hesabına başardığı işleri özetlemek için kendisini “ tek kişilik bir ordu” olarak değerlendirmiştik. Kendisi İstanbul’a gelmek ve gelişmeleri yakından izlemek istiyordu. Bunun için bütün imkânları kullandı ve sonunda Türk makamlarından gerekli izni almayı başardı.
 Alman Yöneticilerin teşvik ve desteği ile İstanbul’a gelen Rahip Lepsius Amerikan Elçisi dâhil, Patrikhane ve Ermeni örgütlerinden Ermeni göçü ile ilgili bilgileri topladı ve 10 Ağustos ta Enver Paşa ile de görüşme izni talep etti ve bu izni alınca onunla görüşme imkanı buldu.(1) Lepsius bu görüşmeyi ve kendisine gösterilen iltifatı ileride her yerde istismar edecek, Ermeni propagandası için abartılı ifadelerle aleyhte kullanılacaktır. Hatta bu sahne Ermeni dünyasının ünlü propaganda yayını olan Franz Werfel'in Musa Dağında kırk gün adlı romanında şu sözlerle anlatılır; Bu sözlerle aynı zamanda bu kişinin savaşta ülkesinin müttefiki bir ulus için neler düşündüğünün izlerini de bulmak mümkün olacaktır.
“Eğer Kuzey İran, Kafkasya, Kaşgar ve Türkistan'a gidilirse, buralarda çadırlarda yaşayan “Türk Irkına” mensup bütün halklar ve Avrupa'nın yarısı kadar bir alanı kaplayan bozkırda, oradan oraya yaşayan göçerlerle birlikte 20 milyonu bulmaz bir sayı.... Böyle düşleri “milliyetçilik” adlı uyuşturucu üretiyor diye düşünüyor Lepsius. Aynı zamanda karşısındaki bu narin yapılı savaş tanrısına, bu çocuksu “Hıristiyanlık Düşmanına” acıma duygusu sarıyor benliğini, Johannes Lepsius ses tonu şimdi yavaşlıyor, bir şeyleri biliyor olmanın ağırlığını taşıyor sanki.
Yeni bir İmparatorluk kurmak istiyorsunuz ekselans. Fakat bu İmparatorluğun temelinde Ermeni halkının cesedi olacak. Bu hayır getirir mi? Hiç olmazsa şimdiden sonra barışçıl bir yol bulmak olanaksız mı?
..........
-İnsanlarla Veba mikrobu arasında barış olmaz.
-Demek ki siz, harbi Ermeni milletini tamamen yok etmek için kullanmak istediğinizi kabul ediyorsunuz.
-Benim kişisel görüşlerim ve amaçlarım, hükümetimizin bu konuya ilişkin yayınladığı resmi bildiride yer almıştır. Uzun süre göz yumup bekledikten sonra, savaş ve öz savunma koşulları altında hareket ediyoruz. Devletin yıkılması için faaliyet gösteren yurttaşlar, her yerde yasaların sertliğine maruz kalırlar. Buna göre hükümetimiz yasalara uygun hareket etmektedir."(2)
Yazarın bu sahneyi Lepsius'un hatıralarından biraz süsleyerek almış olması muhtemeldir. Türklerle ilgili olumsuz görüşler sadece Lepsius veya onun ağzından yazan Franz Werfel ile sınırlı kalmıyor. Türkiye'deki müttefik ülkelerin elçileri de maalesef aynı hamurla yoğrulmuş gibiydiler.
"Türkler aptallık yapıyorlar, Enver toplama kampları tesis etmeğe çok hevesli biri. Wangenheim bu safhada olayların Türk'ün esasen barbar olduğunu ispat ettiğini müşahede etti. Onların hırsı ve sadizmi Alman prestijine ve sulh için uzlaşma çabalarına büyük zarar verebilecekti."(3)
Müttefik ülke Almanyanın Elçisi Vangenheim, sonradan Bethman Hollweg'e gönderdiği bir raporda olaylara hala farklı bir gözle baktığının işaretini veriyordu. Vangenheim; Bab-ı Âli'nin gerçekten Türk İmparatorluğu’nda yaşayan Ermeni ırkını imha etmeye çalıştığına şüphesi kalmadığını beyan ile, Almanya için Türklerin yaptığını tasvip etmediğini gösteren belgelere sahip olması gerektiğini söylüyordu.(4) Elçi Wangenheim olayın bir "Hıristiyan soykırımı yapılıyor" görüntüsü vermemesi dileğinde bulunuyor ve Van'daki olaylardan habersiz görünüyor. Ancak bölgedeki olaylar hakkında bilgiyi Erzurum Konsolosu Max Erwin Von Scheupner-Richter'den alıyor ve onu bölgede olacak "Soykırım" ve benzeri olaylara müdahale etmesi için uyarıyordu.(5)  Hıristiyanlığa hizmet ettiğine inanan bu kişi de olayları daima tek yanlı ve abartılı bir üslupla aktarmayı tercih edecektir.(6)
Ermeni konusunda Alman Elçisi Wangenheim, Amerikan Elçisi Morgenthau ile çok yakın bir iş birliği içinde ve Avusturya Elçisi Pallavicini ile de yakın ilişki içinde bulunuyordu. Her ikisi de Papanın temsilcisi ile temas halinde bulunuyorlardı.(7)
Avusturya Elçisi 1 Mayıs 1915 günü Viyana'ya gönderdiği bir yazısında "Ben Türkleri Türkiye'deki Hıristiyan'lara karşı alınacak bir sert tedbirin genel durumu etkileyebileceğini ve düşmanlarımızın bütün güçleri ile Türkiye karşısında olacağı konusunda dostça uyardım."(8) diyordu. Bu sözlerin anlamı açıkça "aman Hıristiyanlar ne yaparsa yapsın onlara dokunma yoksa!... biz bile yanınızda olamayız" dan başka bir şey değildi. Nitekim bütün tehdit ve uyarılara rağmen İttihatçı liderler zorunlu göç tedbirlerini başlatınca Pallavicini Osmanlı liderlerini 8 Temmuz 1915'te Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı Stefan Count Burion'a şikayet edecektir.(9)
Dikkat edilirse olay bir Türk-Ermeni meselesi olmaktan çıkmış ve kasıtlı olarak bir Hıristiyan-Türk çatışması haline dönüştürülmüştür. Hal böyle olunca dost da olsa, düşmanda olsa ve farklı mezhepten de olsa Hıristiyan bir ülkenin görevlileri otomatik olarak Ermenilerin yanında yerini almaktadır. Mesela Alman Elçisi Wangenheim bir ara hastalanır, ülkesine döner ve yerine Prince zu Hohenlohen-Langenburg görevlendirilir. 20 Temmuz’da İstanbul'a varan bu zat, hiç vakit kaybetmeden hemen "Ermeni sorunu"na el atar.(10)
İşte Lepsius; görüştüğü Ermeni çevrelerinden elde ettiği bilgileri bu görüşteki Elçilik mensuplarına aktarır ve onları topyekün bir soykırım yapıldığı şeklinde uyarmaya çalışır. Lepsius artık tam bir Ermeni sözcüsü olmuştur. Çanakkale'de Türk ve Alman askerlerinin itilaf askerleriyle boğaz-boğaza yaptığı mücadele, Doğu Anadolu'daki Rus, Irak'taki İngiliz saldırıları bu kişiyi zerrece ilgilendirmeyecektir. Bundan sonra ki bütün konuşmalarında ve yazılarında Türklerle ilgili olumlu bir tek cümle bile bulmak mümkün değildir. O artık bir Alman değil, fanatik bir Hıristiyan’dır. Söyledikleri, yazdıkları Ermenileri, Protestanlar başta olmak üzere Avrupalıları mutlu edecektir ancak aklı başında hiç kimsenin inanacağı gerçekler değildir. Tam bir propaganda cihazı ve modern çağın yeni "Pier Lermit" idir.
Lepsiusun Ermeni kilise çevrelerinden ve misyonerlerden sonra en önemli kaynağı Amerikan Elçiliği ve bizzat Morgenthau olmuştur. Onunla birçok defa buluştu. Amerikan Elçisi'nin 31 Temmuz 1915 tarihli mektubunda ilk görüşmeleri şöyle anlatılıyor: "Öğleden sonra 3 sıralarında Potsdam'dan Dr. Johannes Lepsius telefon etti. Bize Ermeni meselesi konusunda pek çok şey söyledi ve bu konuda bilgimizin neler olduğunu sordu. Lepsius gerçekten bir şeyler yapmaya hevesli görünüyordu. O buradan Cenevre'ye gidip, Uluslararası Kızıl Haça, tarafsız ülkeler başkanlarına ve Papaya hep birlikte evrensel bir protestoda bulunulması amacıyla müracaat etmeyi teklif etti... Lepsius'un Yunanlılara nasıl davranıldığını öğrenmek istemesi üzerine ona Yunan İşleri Sorumlusu Tsamados'tan bir randevu aldım"(11)
Lepsius'un Anadolu'ya gitme isteği İçişleri Bakanı Talat Paşa tarafından reddedildi.(12) İstanbul'da bir ay kadar kaldıktan sonra topladığı bütün bilgilerle Almanya'ya döndü. Kendisi Anadolu'yu görmedi, Anadolu'daki Alman misyoner teşkilatı da oldukça küçüktü buna rağmen elindeki belgelerin çoğu Anadolu'daki Protestan Misyonerlerin mektuplarıydı, çünkü Lepsius en büyük yardımı Amerikan Elçisi’nden almıştı. Morgantheu'nun 9 Ağustos 1915 tarihli mektubuna göre Amerikan Dışişlerine müracaat ederek Lepsiusa bilgi verip veremeyeceğini sormuş ve Lepsius'un desteklenmesi istenince 6 Ağustosta kendisine "kalın bir dosya" vermiştir.(13) Okuyucumuzun unutmamasını istediğimiz en önemli gerçeklerden biri budur. Yani Lepsiusun bundan sonraki çalışmalarında dayanak olacak kaynak ve bilgiler, İstanbul'da Amerikan Elçisi Morgenthau ve kilise örgütleri tarafından temin edilmiştir.

DİPNOTLAR:

(1)Ulrich Trumpener, Germany And The Otoman Empire, (1914-1918), s.217, Dip Not: 43 (Princetown University Press-1968)
(2 Franz Werfel, Musa Dağında Kırt Gün, s.136-137.(Belge Yayınları İstanbul-1997)
(3) Eagles on The Crescent, s.113. ) Frank G. Weber, Eagles on The Crescent, s.151 (Cornel University Pres, London- USA- 1970).
(4) Wangenheim ‘den Bethmann Hollweg’e 7 Temmuz 1915, No-433. 26. Haziran 1915’te Wangenheim Kilikya’daki Katolik Ermeni Patriği ile görüşürken Bab-ı Âli’ye bir başvuruda bulunacağı vadinde bulundu. (U.Trupener, a.g.e., s.213).
(5) U.Trumpener, a.g.e., s.207.
(6) Aynı Eser, s.209.
(7) Eagles on THe Crescent, s.152.
(8) U. Trumpener, a.g.e, s.208.
(9) Aynı Eser, s.215.
(10) Aynı Eser, s.216.
(11) Salahi Sonyel, The Great War and The Tragedy of Anatolia, p.155 (Türk Tarih Kurumu – Ankara -2000).
(12) Aynı Eser, s.155.
(13) Aynı Eser, s.155.

 Dr. M. Galip Baysan



Mavi Kitabın Öncesi

Ermeni meselesinde tek kişilik bir ordu Rahip lepsius - 1

Sevgili Dostlar,
Ülkenin gündemi nedeniyle hepimiz sıkıntılı günler geçirmekteyiz.
Sizlerle paylaşmaya karar verdiğim bu öykü, gözyaşlarınızın dökülmesine neden olabilir.
Ama eminim ki öyküyü okuyunca, hepiniz ah nerde o günler diyeceksiniz.
Ben defalarca okudum. Her okuyuşta aynı duyguları yaşadım.
Nurlar içinde yat Adalet Yargıç….

26.03.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcı

Cumhuriyetin İlk Kadın Yargıcı
.....kalktı. Sabah ezanının insan ruhuna huzur veren sesi oda içinde yankılanıyordu. 88 yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle pencereye doğru yöneldi. Pencereyi açınca  odaya ezan sesi ile birlikte baharın güzel kokusu ve kuş cıvıltıları doluştu. Penceresinden gözüken Kurtuluş Parkına bakarak yaşlı ciğerlerini sabahın ılık esintisi ile doldurdu.  Abdestini aldı, sabah namazını kıldı. Mutfağa yöneldi. Çayla birlikte bir iki lokma bir şeyler atıştırdı. Oturma odasına yöneldi. Eski bir fiskos masasının yanındaki koltuğuna ilişti. Masanın üstü çerçeveler ile doluydu. Bir tanesine uzandı, camının üzerinde titreyen parmaklarını dolaştırdı. Çerçevenin içindeki fotoğrafta İstiklal madalyalı kara yağız bir adamla, makyajsız olmasına rağmen güzelliği göz alan bir kadın birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı. Yaşlı kadın "Günaydın Anne, Günaydın Baba" dedi. Usulca yerine koyduğu çerçeveye bir bakış daha attıktan sonra başka bir çerçeveyi eline aldı. Bu siyah beyaz fotoğrafta da subay üniformalı bir adamla bir gelin yan yana duruyorlardı. Yaşlı kadın çerçeveyi titreyen dudaklarla öptü. "Günaydın Kocacığım" dedi. Kadın bu çerçeveyi de bıraktıktan sonra üçüncü ve son çerçeveye uzandı. Artık gözlerinden yaş damlıyordu. Fotoğraftaki biri erkek diğeri kız çocuklara bakıp "Günaydın
Evlatlarım" dedi. Tüm çerçevelere kısaca göz atıp "Sizleri, hepinizi çok özledim" dedi. Gözlerinde biriken yaşları sildi. Artık ağlamak
için bile yaşlı hissediyordu kendini. Ağır ağır doğrulduğu koltuğundan eski telefonuna doğru yöneldi. Ağır ağır numaraları çevirdi. Karşısına çıkan adama "Bir taksi istiyorum" dedi ve adresi verdi. Kapısını kilitleyip, apartman merdivenlerine yöneldi. Yıllarca çekmediği zorluk kalmamıştı ama şimdi bu merdivenler hayatının en büyük engeli olmuştu. Ağır ve dikkatli bir biçimde iniyordu. Sabırsızlanan taksi şoförünün çaldığı korna sokağı inletiyordu. "Patlama be adam" dedi. Nihayet taksiye binebildi.
—Teyze hoş geldin" dedi 25–30 yaşlarındaki şoför. "Nereye gidiyoruz?" Kadın kısa bir sessizliğin sonunda
-"Tüm bir gün beni taşır mısın?" diye sordu. "Sana 500 lira veririm."  Adam küçümser bir gülümseme ile
- "Mal sahibi benden her gün 500 lira istiyor teyze" dedi.
 Kadın gülümsedi
 "O zaman sana 650 lira vereceğim ne dersin?"
 -"Kurtarmaz ama senin güzel hatırını kırmayayım. İlk önce nereye gideceğiz?"
 -"Anıtkabir'e"
 -"Anıtkabir'e mi?
 -"Evet"
 -"Tamam teyzeciğim"
 -"Yaş kaç teyzeciğim?"
 -"Seksen sekiz"
 -"Maşallah Allah uzun ömür versin teyzeciğim"
 -"Allah sağlıklı mutlu ömür versin oğlum"
 -"Haklısın teyzecim"

Taksi Anıtkabir'in kapısına gelmişti. Şoför
-"Teyzeciğim geldik" dedi. Dalgın görünen kadın
-"Evladım burada yardımına ihtiyacım var" dedi. "Benimle gel" Adam şaşırmıştı.
-"Tabii teyze" dedi. Kuşkulu gözlerle "Bizi buraya alırlar mı?" diye sordu.
 O ana kadar dalgın ve yorgun görünen kadın, bir anda irkildi. Gözlerinden ateş fışkırarak "Ne demek almamak? Sen daha önce hiç gelmedin mi buraya?" dedi
- "Hayır"
 -"Kaç yıldır Ankara'da yaşıyorsun?"
 -"Ben Ankaralıyım teyze. Doğma büyüme"
 -"Ee o zaman"
 -"Ne bileyim bir kez okulla gelmiştik bayramda. Bayram olmayınca burası kapalı sanıyordum ben"

Kadın sinirli bir şekilde kafa salladı. Şoför utanmıştı. Mozoleye çıkan  mermer merdivenlere kadar konuşmadılar. Merdivenlere
geldiklerinde Şoför kuşkulu bir şekilde
 -"Nasıl çıkacaksın Teyze?" diye sordu.
 -"Her ay nasıl çıkıyorsam öyle"
 -"Her ay geliyor musun?"
 -"Evet"

Uzun bir uğraşla merdivenleri çıktılar. Mozoleye doğru ağır ağır ilerlediler. İçerisi çok serindi. Şoför büyük bir azimle yürümeye çalışan kadının koluna girmişti. Kadının nefes alışları sıklaşmıştı. Nihayet mozolenin önüne geldiler. Kadın şoförün kolundan ani bir hareketle kurtuldu. Çantasını açtı. Tek bir karanfil çıkardı. Mozoleye doğru ilerledi. Çiçeği mozoleye koydu.  Şoför şaşkınlıkla
olayı seyrederken kadının ağzından şu sözlerin döküldüğünü fark etti. "Hayatım boyunca sana verdiğim sözü tutmak için çalıştım" Ağır ağır geriye çekilen kadın ellerini açıp Fatiha okumaya başladı. Şoför kısa bir şaşkınlığın ardından ona katıldı. Kadın bir anlık suskunluktan sonra "Hadi gidelim" dedi.

Geldiklerinden çok daha ağır bir şekilde arabaya döndüler. Şoför kadının durumundan endişelenmeye başlamıştı.
-"Yoruldun mu Teyze" dedi. Kadın sustu. Bir süre suskunluktan sonra
-"Evet hem de çok yoruldum" diye cevapladı.
 -"Nereye gidiyoruz?"
 -"Bankaya"
 Şoför  arabasındaki kadının herhangi biri olmadığını anlamıştı. Bu yaşlı kadının Atatürk'e verdiği söz ne olabilirdi? En sonunda
dayanamadı.
 -"Teyzeciğim bir şey sorabilir miyim?"
 -"Sor bakalım evladım"
 -"Anıtkabir'de Atatürk'e bir söz verdiğinizi söylemiştiniz. O söz nedir?"
 -"Uzun hikâye evladım"
 -"Olsun be teyze anlat ne olur"
 -"Ben lisedeyken bizim okulumuza gelmişti Atatürk. Beni de ona çiçek vermek için seçmişlerdi. Çiçeği verdiğimde bana ismimi sordu. Bende "Adalet" dedim. Bunun üzerine "Ne güzel ismin varmış" dedi. "Okulu bitirince ne olacaksın" dedi bana. Hemşire dedim. Oda "Güzel meslek ama bence sen Hâkim ol ismine çok yakışır" dedi. Ben kadından hâkim olmaz ki dedim. Kaşlarını çattı, "Sen istedikten sonra olur. Senden söz istiyorum hâkim olacaksın" dedi ."
 -"Sen ne dedin peki?"
 -"Mustafa Kemal emretmiş ne denir? Söz verdim."
 -"Peki, olabildin mi Adalet Teyze?"
 -"Evet, ben Cumhuriyetin ilk kadın hâkimlerindenim."
 -"Vay be. Sende ne hikâye varmış Adalet Teyze"
 -"Herkesin bir hikâyesi vardır evladım. Herkesin hikâyesi de kendine göre değerlidir. Eğer insanların hikâyelerini bilip anlayabilirsen insanlara daha anlayışlı davranabilirsin"
 -"Haklısın Adalet Teyze. Bu bankamı gelmek istediğin"
 -"Evet"
 -"Yardım edeyim mi? Bende geleyim mi?"
 -"Hayır. Sen burada bekle lütfen. Bu arada adın neydi evladım"
 -"Osman teyzeciğim"
 -"Tamam Osman. Beni 45 dakika kadar sonra buradan al olur mu?"
 -"Tamam, teyzeciğim"

Adalet hanım bankadan içeri girdi. Osman öğlen saatinin geldiğini fark edip yemeğe gitti. Yemek boyunca Adalet hanımı düşündü. "Kim bilir neler yaşamış, neler görmüştür" diye düşündü. Tam vaktinde bankanın önündeydi. Adalet hanım 15 dakikalık gecikme ile geldi.
 -"Hoş geldin Hâkim Teyze"
 -"Çok uzun zamandır bana Hâkim denmemişti."
 -"Hoşuna gitmediyse söylemeyeyim?"
 -"Yok, aksine hoşuma gitti. Sağ ol"
 -"Nereye gidiyoruz?"
 -"Seyranbağları’na"
 -"Tabii"
 -"Hâkim Teyze çok yer gezmişsindir sen"
 -"Tüm Anadolu'yu karış karış gezdik rahmetli kocamla"
 -"Ne iş  yapardı amca?"
 -"Subaydı."
 -"Ne zaman vefat etti?"
 -"1952'de"
 -"Çok olmuş. Gençmiş"
 -"Kore savaşında şehit oldu."
 -"Allah rahmet eylesin Hâkim teyze"
 -' Sağ ol'
 -"Seyranbağları'na geldik nereye gideceğiz?"
 -"Sağa sap. İkinci binanın önünde dur."
 -"Tamam. Buyur Hâkim Teyze. Geleyim mi ben"
 -"Yok bekle burada"

Osman beklemeye başladı. Bir ara merak etti. Binanın uzaktan görünen levhasına baktı. "Seyranbağları Kız Yetiştirme Yurdu" yazısını okudu. Anlam veremedi. "Bu kadın burada ne yapar ki?" diye düşündü.

Yarım saat sonra Adalet Hanım göründü. Yanında orta yaşlı kibar bir hanım vardı. Adalet hanımı arabaya ağır ağır bindirdi. Kadın "Adalet Hanım size ne kadar teşekkür etsek azdır. Her zaman yanımızdasınız. Kızlarda sizi çok seviyor. Ne olur arayı çok uzatmayın. Yine gelin" dedi. Adalet hanım, buğulu gözlerle "İnşallah. Kızlara selamımı söyleyin. Bende onları çok seviyorum. Onlara iyi bakın" dedi.

Araba hareket etti.
 -"Nereye Hâkim Teyze?"
 -"Hemen iki sokak öteye"

Osman iki sokak ötede bu sefer başka bir binanın önüne park etti. Bu binada da "Ankara Seyranbağları Huzurevi" yazıyordu.
 -"Bekle beni"
 -"Tabii Hâkim Teyze"

Yine 1 saate yakın bir bekleyişin sonunda bu sefer etrafında bir çok yaşlı kadın ve adamla çıkageldi Adalet Hanım. Sarılıp öpüştükten sonra oradan ayrıldılar. Osman dikiz aynasından Adalet Hanım'ın gözlerinden akan yaşları fark etti.
 -"İyi misin Hâkim Teyze"
 -"İyiyim Osman. Eski dostları görünce insan bir hoş oluyor"
 -"Nereye gidiyoruz?"
 -"Cebeci Asri Mezarlığına"
 -"Tamam"
 -"Teyze nerelisin sen?"
 -"Aydın Sökeliyim. Babam orada pamuk ekerdi. Annem ev hanımıydı. Sonra Kurtuluş Savaşı oldu. Babam savaşa gitti. Söke işgal oldu. Biz dağlara kaçtık annemle. Saklandık dağ köylerinde. Savaş bitince Söke'ye döndük. Allah'a Şükür Babamda sağ salim döndü savaştan."
 -"Sonra ne oldu?"
 -"Liseye Aydın'a gönderdi babam. Orada Atatürk'le karşılaştım. Sözümü tutmak için İstanbul'a gittim. Hukuk fakültesine girdim. Orada rahmetli eşimle karşılaştım. O Harbiye'de okuyordu o zaman. Mezun olunca evlendik.."
 -"Çocuğunuz var mı?"
 -"Bir kızım bir oğlum vardı."
 -"Neredeler şimdi?"
 -"Oğlum dışişlerinde çalışıyordu."
 -"Ne güzel"
 -"1978'de Fransa'da  Ermeniler öldürdüler."
 -"Üzüldüm Hâkim Teyze. Başın sağ olsun. O da babası gibi şehit oldu yani"
 -"Evet. Şehit babanın şehit oğlu. Allah kimseye evlat acısı vermesin."
 -"Âmin. Ya kızın?"
 -"O eşi ve çocukları ile İzmit'te yaşıyordu. Öğretmendi. 1999'da depremde hepsi vefat ettiler."
 -"Allah rahmet eylesin. Boş boğazlığımla üzdüm seni Hâkim Teyze kusura bakma"
 -"Sanki sormasan aklımdan çıkıyorlar mı evladım. Sen üzülme sağ ol"
 -"Geldik Teyze"
 -"Tamam evladım. Al işte paran artık gidebilirsin."
 -"Hâkim teyze buradan nasıl döneceksin? Ben seni bekleyeyim eve bırakayım."
 -"Yok, beni alacaklar buradan"
 -"Hâkim Teyze bu para fazla. Kusura bakma ben sana yalan söyledim. Taksinin sahibi benden 350 lira bekliyor. Affet beni. 350 'yi  ona veririm. Gerisi kalsın. Bende para istemem. Bugün senden aldığım hayat dersinin parasal karşılığı yok zaten."
 -"Çocukların var mı?"
 -"İki tane ellerinden öperler." Taksinin güneşliğinden çocuklarının resimlerini çıkarıp gösterdi.
 -"Adları nedir?"
 -"Kemal ve Ayşe"
 -"Oğlumun adı da Kemaldi."
 -Sessizliğin ardından Osman'ın elindeki parayı ittirdi Adalet Hanım..
 -"Onlara bir şeyler al benim için. Onları okut. Ama yalansız, dolansız, çok çalışarak helal lokma ile büyüt ve okut. Atatürk'ün bana yaptığı gibi içlerindeki gücü fark etmelerini sağla. Bir de vatanını, milletini sevmelerini öğütle onlara."

Osman Adalet Hanımın ellerine sarılıp öptü. Ona iyi evlatlar yetiştireceğine söz verdi. Adalet hanım mezarlığın kapısından ağır ağır içeri girerken; Osman yaşlı gözlerle onu izliyordu. Hayatının en büyük dersini kendisi küçücük, yüreği yaşadığı acılara rağmen kocaman ve güçlü bu yaşlı kadından almıştı. Osman arabasını mal sahibine götürmeye karar verdi. Bu gün daha fazla çalışamazdı.

Ertesi gün Ankara'da garip bir yağmur yağıyordu. Sanki gök delinmişti. Osman taksiyi mal sahibinden almış, durağa gelmişti. Çay ocağının yanında duran gazeteyi aldı. İlk sayfadaki haberlere göz gezdirdi. Siyaset doluydu gazete. Hiç anlamazdı. Sıkılıp adli
olayların yer aldığı üçüncü sayfayı açtı. Taksiciler arkadaşları ile ilgili kötü haberleri genellikle oradan alırlardı. Göz gezdirirken bir haber dikkatini çekti.


"Dün gece geç saatlerde Cebeci Asri mezarlığında bulunan cesedin Cumhuriyet tarihinin ilk Kadın Hâkimlerinden Adalet YILMAZ’A ait olduğu belirlendi. Adalet YILMAZ’IN bulunduğu yerdeki mezarların eşine ve oğluna ait olduğu belirlendi. YILMAZ vefat ettiği gün
bankadaki tüm parasını çektiği, bu parayı ikiye bölerek Seyranbağları'ndaki bir kız yetiştirme yurdu ile bir huzurevine bağışladığı belirlendi. Polis, Adalet YILMAZ’IN mezarlığa ölmek için gittiğini düşünüyor."

Osman bir anda sarsıldı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Taksici arkadaşları hiçbir şey anlamadılar. Bir daha da hiç anlatmadı Osman bu yaşadıklarını. Herkesin tek bildiği Osman'ın bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında "Gökler bile sana ağlıyor" diyerek ağladığı.
(NOT: Bu Öykü, Sayın Nuriye ÖZDİNÇER tarafından gönderilmiştir.)

Gündüz Akgül: Demokrasi Savında Olanlara…
Milli Görüş düşüncesinde ki siyasal İslamcı akım, 26 Ocak 1970'te kurduğu Milli Nizam Partisi (MNP) ile siyaset sahnesinde yer aldı.
MNP’si, Anayasa Mahkemesi tarafından “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu” gerekçesi ile kapatılınca, yerini alan Milli Selamet Partisi de 1980 yılında yapılan faşist askeri darbe sonunda kapatıldı.
Sonrasında kurulan (Refah, Fazilet) partilerde ayni gerekçe ile Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılınca, hala siyaset sahnesinde olan Saadet Partisi’nin kuruluşu ile kendilerini yenilikçi diye nitelendiren ve Milli Görüş Gömleğini çıkarttıklarını, “Geliştik, gelişerek değiştik”  savında bulunanlar partiden ayrılarak, ülkeyi demokrasi rayından saptıran ve 12 yıldır iktidarda bulunan AKP’yi kurdular.
Zaman içinde, gelişerek değiştiklerinin aksine hiç değişmediklerini kanıtladılar. Zira partileri de ayni gerekçe ile kapatılmaktan kıl payı kurtuldu.
Siyasal İslam’ın demokrasiyi ve laik rejimi asla içselleştirmeyeceğini bilenler, MNP’sinin kuruluşundan beri öncelikle seçim dönemlerinde olmak üzere her platformda, bu düşüncenin demokrasi için tehlike oluşturduğunu anlatmaya çalışıyorlar.
Ne yazık ki yıllarca bu tehlike tam olarak anlatılamamış veya yurttaşlar anlatılanlara kulak asmamış olacak ki her seçimde AKP oylarını arttırarak iktidarını devam ettirmiştir.
Bu yazıda, artık yurttaşlara anlatılacak bir sözümün olmadığını kabul ederek, daha fazla demokrasi,   daha fazla özgürlük isteğinde bulunan ve kendilerini aydın olarak tanımlayanlara birkaç sözüm var.
Öncelikle, 2010 yılında yapılan halk oylamasında Anayasa değişikliğinde, iki metre ötesini görmeyip “Yetmez ama evet” diyerek halkoylamasında evet çıkmasını sağlayanlara seslenmek istiyorum.
O değişiklikle, Anayasa Mahkemesi (AM) ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) yeniden yapılandırılmasını sağladınız, yeniden yapılandırılan HSYK’nun yaptığı atamalarla Yargıtay ve Danıştay’ın da yeniden yapılandırılmasıyla,  Yargı erkini Anayasadaki güçler ilkesine aykırı olarak yürütmenin emrine sokulmayı sağladınız.
Sözde aydınlar, umarım aklınız başınıza gelmiş ve bu yerel seçimde hatanızın diyetini ödeyerek, samimi olarak daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük diyen siyasi partide, açıkçası CHP’de toplanarak, demokrasinin katledilmesini önlersiniz.
Sonrada, kendilerini sol ve demokrat olarak taktim eden tabela partilerine seslenmek istiyorum.
Eyyyy;
İP, DSP, TKP, ÖDP ve EMEP, hiç birinizin %2 dolayında tabanı olmadığı halde, seçim propagandanızda CHP’ye yüklenmekle AKP’nin ekmeğine yağ sürdüğünüzün farkında mısınız?  Alacağınız her oyun seçim sistemi nedeniyle AKP hesabına yazılacağını ne zaman anlayacaksınız.
Siyasi parti olarak seçime girmeniz Anayasal hakkınız olmakla birlikte, alacağınız her oyla “Bir bölen” olacağınızın farkında değil misiniz?
Artık, kartvizitinizde Genel Başkan sıfatının yazılmasını arzulamak bencilliğinden vazgeçme zamanı gelmiştir. Çocuklarımızın aydın geleceği için bir çatı altında toplanmak veya istemeyerek te olsa demokrasi için, özgürlük için seçimde güç birliği oluşturmak gerekmez mi?
Bu dediklerime kulak asmazsanız, bir daha aydın olduğunuzu, demokrasi ve özgürlük istediğinizi söylemeyin.
Çünkü inandırıcı olamıyorsunuz.
Benden söylemesi.

25.03.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Ben o kaseti seyrettim - Soner Yalçın
“Kut­sal ka­se­t”…
Hz. Mu­sa­’nın Kut­sal Asa­’sı gi­bi; Kı­zıl­de­ni­z’­i iki­ye bö­le­cek ve in­san­la­rı ay­dın­lı­ğa çı­ka­ra­cak!
“Kut­sal ka­se­t” bir or­ta­ya çı­ka­cak, Er­do­ğan dö­ne­mi­ni bi­te­cek!
Ya­zık.
Ge­ti­ril­di­ği­miz/ aşa­ğı­lan­dı­ğı­mız ha­le ba­kar mı­sı­nız:
Umu­du­muz seks ka­se­ti!
Ayıp­tır.
Ce­ma­at 25 Mar­t’­ta Er­do­ğa­n’­ı kol­tu­ğun­dan ede­cek seks ka­se­ti çı­ka­ra­cak­mış ve Er­do­ğan si­ya­se­ti bı­ra­ka­cak­mış!
“Bi­zim Ma­hal­le­” ne­fe­si­ni tut­tu, iş­te bu “kut­sal ka­se­ti­” bek­li­yor.
Or­ta­ça­ğ’­a ye­nil­di­ği­mi­zin res­mi­dir bu. Ha­ya­tı salt iki ba­cak ah­la­kı üze­ri­ne in­şa eden­le­rin bi­zi ge­tir­di­ği yer bu çu­kur­dur.
AKP ya da Ce­ma­at ile mü­ca­de­le­de, on­la­rın kir­li yön­tem­le­ri­ni kul­lan­mak ve­ya o kir­li yön­tem­ler­den me­det um­mak bi­li­niz ki bağ­naz­lık­tır; sı­ra­dan bir kö­tü­lük­ten ya­rar bek­le­mek­tir.
Yap­ma­yı­nız.
Biz er­dem­li ol­mak zo­run­da­yız.
Bi­ze ya­kı­şan soy­lu­luk­tur.
Sa­hi, ne var o “kut­sal ka­se­t”­in için­de; bil­mi­yor mu­su­nuz?
Ben o ka­se­ti sey­ret­tim…
Çok mu me­rak edi­yor­su­nuz?
Ya­za­yım…
Seks ka­se­ti
Ney­miş, Ce­ma­at Er­do­ğa­n’­ı yı­ka­cak seks ka­se­ti çı­ka­ra­cak­mış.
Er­do­ğan ve seks iliş­ki­si…
Biz kim­se­nin özel ha­ya­tı­na bur­nu­mu­zu so­ka­ma­yız.
Ama bi­ri bi­zim ha­ya­tı­mı­za bur­nu­nu so­kar­sa onun­la mü­ca­de­le ede­riz.
Ma­dem bi­ri­le­ri­nin seks ka­se­ti bek­len­ti­si var; iş­te on­la­ra seks ka­se­ti hiz­me­ti:
Yıl: 1989
Yer: Sa­kar­ya/Ada­pa­za­rı,
Kris­tal Dü­ğün Sa­lo­nu…
Bir tu­rizm fir­ma­sı “Do­ğum Kon­tro­lü ve Tür­ki­ye­” adı al­tın­da kon­fe­rans dü­zen­le­di.
Ko­nuş­ma­cı Re­fah Par­ti­si­’nin Be­yoğ­lu il­çe baş­ka­nı Re­cep Tay­yip Er­do­ğan. İk­ti­da­ra gel­dik­le­rin­de kür­ta­ja son ve­re­cek­le­ri­ni açık­la­ma­sıy­la, ço­ğun­lu­ğu ka­dın “Siz bi­zim vü­cu­du­mu­za ka­rı­şa­maz­sı­nı­z” di­ye kür­sü­yü iş­gal et­ti. Tar­tış­ma­lar üze­ri­ne Er­do­ğan kür­sü­den in­mek zo­run­da kal­dı.
Er­do­ğa­n’­ın asıl seks ka­se­ti iş­te bu­dur.
Er­do­ğa­n’­ın asıl seks ka­se­ti; Dol­ma­bah­çe­’de­ki Baş­ba­kan­lık Ofi­si­’n­de otu­rup, va­pur­la Ka­dı­kö­y’ den ge­len kız­la­rı­mı­zın-ka­dın­la­rı­mı­zın kı­ya­fet­le­ri­ni di­kiz­le­me­si­dir.
Kız­lı-er­kek­li ev­le­re po­lis­le­ri­ni gön­der­me­si­dir.
Kaç ço­cuk do­ğu­ru­la­ca­ğı­na; be­bek­le­rin na­sıl dün­ya­ya ge­ti­ri­le­ce­ği­ne ka­rar ve­ren mer­ci­i ola­rak sa­de­ce ken­di­si­ni gör­me­si­dir.
Ev­lat sa­hi­bi ol­ma­yan­la­rı aşa­ğı­la­ma­sı­dır.
Dik­kat edi­niz:
Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti ta­ri­hin­de “ah­la­k” söz­cü­ğü­nü Er­do­ğan ka­dar ağ­zı­na alan bir baş­ka si­ya­set­çi yok­tur.
Ve ta­rih gös­ter­miş­tir ki; ah­lak, Alp­le­re tır­ma­nan yol­lar gi­bi, dur­ma­dan “u­” dö­nü­şüy­le kar­şı­lar in­sa­nı…
Ya­ni o söz­ler bir gün onun kar­şı­nı­za mut­lak çı­kar…
Er­do­ğan çı­rıl­çıp­lak
O “kut­sal ka­se­t” or­ta­ya çı­ka­cak­mış, Er­do­ğan gi­de­cek­miş!
Ya­hu…
Ne gö­re­cek­si­niz o ka­set­te?
O ka­set­te ne iz­le­ye­cek­si­niz ki, “iş­te Er­do­ğa­n” di­ye­cek­si­niz?
Er­do­ğan za­ten çı­rıl­çıp­lak or­ta­da de­ğil mi?
Ken­di­ni hiç sak­la­ma­dı ki…
Siz de sey­ret­ti­niz o ka­se­ti:
“El­ham­dü­lil­lah şe­ri­at­çı­yı­z” de­di­ği­ni unut­tu­nuz mu?
“Yıl­ba­şı­na kar­şı­yı­m” de­di­ği­ni unut­tu­nuz mu?
“A­ta­’ya say­gı du­ru­şun­da sap gi­bi ayak­ta dur­ma­ya ge­rek yok; her 10 Ka­sı­m’­da yay­ga­ra kopar­tı­lı­yo­r” de­di­ği­ni unut­tu­nuz mu?
“Bü­tün okul­lar İmam Ha­tip ya­pı­la­ca­k” de­di­ği­ni unut­tu­nuz mu?
“Sa­de­ce imam­lar res­mi ni­kah kıy­sı­n” de­di­ği­ni unut­tu­nuz mu?
Uzun uzun yaz­ma­ya ge­rek var mı?..
Bun­la­rın hep­si­ni bi­li­yor­su­nuz:
“Hem la­ik, hem Müs­lü­man olun­maz. Ya Müs­lü­man ola­cak­sın, ya la­ik. Bir tut­tur­muş­lar la­ik­lik el­den gi­di­yor di­ye, mil­let is­ter­se ta­bi­i ki gi­de­cek be­” de­me­di mi?
“Ben hiç­bir za­man de­ğiş­me­dim. İs­la­mi fi­kir­ler de­ğiş­me­z” de­me­di mi?
“Tek he­de­fi­miz İs­lam dev­le­ti­di­r” de­me­di mi?
“1.5 mil­yar­lık İs­lam ale­mi, Müs­lü­man mil­le­ti­mi­zin aya­ğa kalk­ma­sı­nı sa­bır­sız­lık­la bek­li­yor. Kal­ka­ca­ğız, bu ayak­lan­ma baş­la­ya­ca­k” de­me­di mi?
“E­ge­men­lik ka­yıt­sız şart­sız mil­le­tin­dir la­fı kos­ko­ca bir ya­lan, ege­men­lik ka­yıt­sız şart­sız Al­la­h’­ın­dı­r” de­me­di mi?
“De­mok­ra­si bi­zim için bir amaç de­ğil, araç­tır; ama­cı­mı­za ula­şa­na ka­dar de­mok­ra­si­ye bağ­lı­yı­z” de­me­di mi?
“De­mok­ra­si bi­zim için bir tram­vay­dır; is­te­di­ği­miz du­ra­ğa ge­lin­ce ine­ri­z” de­me­di mi?
AİHM ka­ra­rı­nı be­ğen­me­yin­ce, “Sa­na mı kal­dı tür­ban ko­nu­sun­da ka­rar ver­mek, bu ule­ma­nın işi­dir; ule­ma ne di­yor­sa o olu­r” de­me­di mi?
Da­nış­ta­y’­ın tür­ban ka­ra­rı­nı be­ğen­me­yin­ce de, “E­fen­di sen kim olu­yor­sun, bu­na (Os­man­lı Hu­ku­ku) Me­cel­le ka­rar ve­ri­r” de­me­di mi?
Köy­lü­ye, “U­lan ter­bi­ye­siz­lik yap­ma! Ar­tist­lik yap­ma ulan! Ha­di ana­nı da al gi­t” de­me­di mi?
Gur­bet­çi iş­çi­ye, “sah­te­ka­r” de­me­di mi?
Şe­hit ya­kı­nı­na, “As­ker­lik yan ge­lip yat­ma ye­ri de­ği­l” de­me­di mi?
Şe­hit ana­sı­na “Ne ko­nu­şa­cam ben o ka­dın­la ya­hu­” de­me­di mi?
Ata­tür­k’­ten, İnö­nü­’den “i­ki ay­ya­ş” di­ye bah­set­me­di mi?
Ale­vi­le­re ha­ka­ret et­ti, Ca­fe­ri­le­re ha­ka­ret et­ti. Ce­me­vi­’ne “u­cu­be­” de­me­di mi?
Ber­kin El­va­n’­ın an­ne­si­ni yu­ha­lat­ma­dı mı?
Her şey or­ta­da de­ğil mi; kral çıp­lak de­ğil mi?
Ne var o ka­set­te?
Hâ­la umu­du­nu bir ka­se­te bağ­la­yan­lar “tit­re­yip ken­di­ne­” gel­me­li­dir.
O ka­se­ti her­kes sey­ret­ti, din­le­di as­lın­da…
O ka­set­te:
Er­do­ğan, “hır­sız­lık ba­ba­dan oğ­la ge­çe­r” de­di.
Er­do­ğan, “E­ğer bir gün du­yar­sa­nız ki Tay­yip Er­do­ğan çok zen­gin ol­muş, bi­lin ki ha­ram ye­miş­ti­r” de­di.
17 Ara­lık la­ğı­mı Tür­ki­ye­’yi kir­let­ti.
Oğ­lu Bi­lal Er­do­ğa­n’­a de­di­ği­ni unut­tu­nuz mu:
“Se­nin evin­de ne var ne yok, sen bun­la­rı bir çı­kar, ta­mam mı…”
“Şey yap­ma­nız­da fay­da var, pa­ra­yı ta­ma­mıy­la sı­fır­la­ma­nız­da fay­da var…”
“Ta­ma­men sı­fır­lan­dı mı…”
Ev­ler­den kam­yon do­lu­su pa­ra çık­tı.
Ev­ler­den pa­ra ka­sa­la­rı çık­tı.
Ayak­ka­bı ku­tu­la­rı hır­sız­lı­ğın sim­ge­si ol­du.
Ra­bi­a işa­re­ti 4 hır­sız Ba­ka­n’­ı ta­rif eder ol­du.
İn­san­la­rın kut­sal de­ğer­le­riy­le kim­se bu de­re­ce alay et­me­di; Ba­ka­ra su­re­si, ma­ka­ra ol­du. Rüş­vet pa­ra­sıy­la Mek­ke­’ye git­ti­ler.
17 Ara­lı­k’­ta tüm ger­çek­ler or­ta­ya çık­tı.
Tür­ki­ye ta­ri­hi böy­le bir re­zil­li­ği gör­me­di.
O hal­de…
Ca­nım kar­de­şim!
Da­ha ne çık­ma­sı­nı bek­li­yor­sun o “kut­sal ka­set­te­n”?
Her şey or­ta­da de­ğil mi?..

 Soner Yalçın /SÖZCÜ

Üretmeyen, Verimsiz Eğitim Öğretimimiz
Ellerimiz üretici, toprağımız verimli.. Halkımız; eğitim yapmaya, öğrenim görmeye istekli.. Ağaçlarımız meyve vermekte bereketli.. Gönlümüz; tüm güzelliklere, özgürlüklere duyarlı.. Yönümüz Batı’ya dönük.. Kapımız; uygarlığa açık.. İçimizde sevgi... Damarlarımızda;yapıcı, yaratıcı, yaşatıcı kanımız var.. Her istemimizi yapacak, her özlemimizi gerçekleştirecek; gücümüz, bilincimiz, olanağımız var da.. Neden çağdaş uygarlıktan geride bulunmaktayız?. Gelişmiş, kalkınmış, çağdaş yaşama bilincine ermiş ülkelere benzemek istemekteyiz? Nedenlerini tam olarak bilmesek de; niçinlerini yüzde yüz doğru anlatamasak da.. Gerçekleri görmeye, öğrenmeye; özlemlerimizi anlatmaya çalışacağız...

Bir ülkenin kalkınmasında, uygar olmasında; halkının çağdaş-özgür yaşamasında eğitimin, öğrenimin önemli payı var.. Eğitime, öğrenime ulusal gelirden ayrılan pay; durumunun göstergesidir.. Bir ülke, ulusal gelirinden eğitime-öğrenime ne kadar çok pay ayırıyorsa o kadar gelişmekte, kalkınmakta, çağdaş-özgür olmaktadır.. Ulusal gelirinden eğitim-öğretime az pay ayıranlar geri kalmaktadır... Kalkınamamaktadır.. Çağdaş yaşam haklarından yoksun bulunmaktadır.. Birbiriyle çelişir, çekişir, savaşır durumdadır... Yurdumuzda eğitim, öğrenime ayrılan pay yeterli değildir.. Gün gün de; yıl yıl da azaltılmaktadır..

Köy okullarının sayılamayacak kadarı kapatılmış bulunmaktadır.. Dökme suyla değirmen döndürülmektedir.. Taşımalı, eğitim, öğretim yapılmaktadır.. Köyümüz, köylümüz; yererince eğitim alamamakta, öğrenim görememektedir.. Acınacak durumdadır...

 Öğretmenlerimiz de, ulusal gelirimizden yeterli payı alamamakta.. Kendini yenileme, geliştirme, yetiştirme olanağı bulamamaktadır.. Kitap alıp okuyamamakta, araştırma yapamamaktadır.. Gelir azlığından, geçim derdinden sızlanmaktadır...

Köyümüz, köylümüz; üreten; gerçekten eğiten, öğreten eğitim, öğretim istemektedir...

Köyü kalkındıran, köylüyü aydınlatan Köy Enstitüleri’ni dilinden düşürmemektedir... Özlemektedir.. Bir Atatürk beklemektedir...

Türkiye’de eğitimöğretim: Ateşler içinde.. Hasta yatağında.. Bunalımda.. Renkten renge girmekte... Türlü giysiler giyinmekte.. Bazen ak, bazen kara görünmekte... 4 + 4 + 4 ileri: 5 + 5 +5 geri olmakta! Bazen ayağı çarşafa dolanmakta... Bazen de türban kullanmakta.. Dindar-kindar gençlik yetiştirmekte.. Okulu, camimescit olarak kullanmakta... Eğitim-öğretim kurumlarımızda Türkçe yerine Arapça eğitim-öğretim yapmakta...

Türkiye’de eğitim, öğretim; özgür bilim, düşünce, sanatsal yapım alanı sürekli daraltılmakta... Özgür yaşam ortamı kısıtlanmakta.. Din, inanç alanı genişletilmekte... Laiklik baltalanmakta... Karalanmakta, kötülenmekte.. Din, inanç, tarikat, mezhep, siyasi araç olarak kullanılmakta...

Din, arıtır.. Kin kurutur... Bilim aydınlatır... Eğitim-öğretim geliştirir, yetiştirir... Uygarlaştırır... Okullarımız, eğitim-öğrenim kurumlarımız; öğrencilerimizi yetiştirmeyi, üretken etmeyi amaç edinmelidir... Bu, sözde kalmamalı, gerçekleşmelidir... Elle tutulur, gözle görülür, doya doya yaşanır eylem olmalıdır...

Öncelikle eğitim-öğrenim kurumlarımız üretimi amaç edinmelidir... Her okul bir üretim merkezi durumuna getirilmelidir... Üretimde halka öncelik tanınmalıdır... Örneğin her okulda: Üretim yapım yeri, üretim gözlem alanı, üretim yetiştirme alanı, üretim deney yeri, toprak ürünleri, hayvan ürünleri... İstemin durumuna, çevrenin özelliğine göre değişiklik de yapılabilir...
Eğitimi-öğrenimi üretken etmek kolay değil biliyorum... Öğretmenler de buna uygun yetiştirilmemiş anlıyorum.. Yazdıklarım eğitim-öğretimimize katkı yapar; artı değer sağlar diye düşünüyorum... Üretici Köy Enstitüleri’ni özlemle anıyorum...

Kasım Avcı / Eğitmen/Cumhuriyet

Kime Oy Vermeliyim ve Neden? - Erdal Atabek
Önce, neden oy verdiğimi düşünmem gerekiyor?
Kendime yakın gördüğüm partiye oy vermek mi istiyorum?
Partiye kızdığım için mi oy vermek istiyorum?
Partimi artık beğenmediğim için mi oy vermek istiyorum?
İktidarı değiştirmek için mi oy vermek istiyorum?
Bir görev duygusuyla mı oy vermek istiyorum?
Yoksa oy vermek içimden gelmiyor mu?
Önce bunu bilmem gerekiyor.
* * *
Kararım:
İktidarı değiştirmek için oy vermeliyim.
Oyumu duygularımla değil, akılcı ve soğukkanlılıkla vermeliyim.
* * *
İşçi Partisi’ne oy vermeli miyim?
İşçi Partisi’nin enerjisi yüksek. Üyeleri canla başla çalışıyor.
Gençlik örgütleri çok çalışkan.
Seçim stratejilerini eleştiriyorum. Sola yönelik eleştirilerini hem içerik hem üslup bakımından yanlış buluyorum. Eğer Meclis’e girme şansları olsa düşünülebilir ama bu seçim sistemi ile olanaksız görülüyor. Ona vereceğim oy AKP’nin işine yarayacaktır.
* * *
TKP en ilkeli siyasal kuruluş olmalıdır. Öyle midir, değil midir, yakından bilmiyorum. Ona verilecek oy da AKP’nin işine yarayacaktır.
* * *
CHP’ye oy vermeli miyim?
CHP, Kemal Kılıçdaroğlu döneminde ‘kitle partisi’ olma stratejisi izliyor. Yalnız kendi oylarını değil, öteki partilerin oylarından kendi söylemlerine gelecek oyları da istiyor. Kitle partisi bu demek.
Kitle partisi olarak kurguladığı seçim stratejisi ve buna bağlı söylemleri ilkelere çok bağlı yandaşlarının eleştirilerine yol açıyor. Elbette Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerine aykırı bir CHP düşünülemez. Ancak vurgular, zaman zaman beklentilerden farklı yerlere kayabilir, kaymaktadır da.
AKP’nin CHP’ye yönelttiği ve el altından solu da kışkırttığı eleştiriler, ABD ile anlaşma ve Fethullah Gülen cemaatinin desteğini alma konusu, içeriği olmayan seçim malzemeleridir.
AKP, bugüne kadarki bütün iktidarını bu iki etkene borçludur. ABD’nin desteği ve Fethullah Gülen ittifakı AKP iktidarının temel direkleridir. Şimdi bu destekle rakibini suçlamak gülünç. Türkiye’de iktidar olmak isteyen siyasal güç ABD faktörünü dikkate alacaktır. Burada önemli olan Türkiye’nin onurlu bağımsızlığının ve ülke çıkarlarının temsil edilmesidir ki AKP bütün iktidarında hiçbir zaman bu temsil görevini yapmamıştır.
CHP’nin Fethullah Gülen tarafından desteklenmesi savı da 17 aralık operasyonundan sonra ortaya atılmıştır. 17 aralık operasyo-nunun önemi, kim tarafından ortaya atıldığı değil, ortaya nelerin çıktığıdır. Bu sürecin Gülen cemaati tarafından başlatılması önemini azaltmaz. Bunu söylemek de kimseyi ‘cemaatçi’ yapmaz. Rüşvet ve yolsuzluk olaylarını kapatmak için Fethullah Gülen’e ve cemaatine saldırmak ise AKP’yi bu töhmetten kurtarmaz.
CHP, elbette sonuna kadar bu yolsuzlukların peşinde olacaktır.
* * *
DSP için ne düşünmeliyim?
DSP’nin varlığını neden sürdürdüğünü bilemiyorum. Geçmişte varlığının nedenleri –tartışmalı olsa da- olabilirdi, ancak bugün bir neden göremiyorum ve bulamıyorum.
* * *
MHP’ye gelince. AKP’nin Kürt politikasına en açık muhalefeti yaptığı için oyları artmaktadır ve artacaktır. Çünkü, AKP’nin politikasının sonu, özerk Kürdistan’dır ve bu görülmektedir. Buna karşın, şimdiye kadar ne zaman AKP’nin başı sıkışsa MHP yardımına koşmuştur, bu da güven kırıcıdır.
* * *
BDP, bölgesinde ve artık başka bölgelerde de ‘etnik milliyetçiliğe dayalı’ politika yapmaktadır ve şimdiye kadar çok başarılı olmuştur. AKP ile kimi zaman ittifaka kimi zaman tehdide dayalı bir ilişki ile bölgede güçlenmiştir. ABD ve AB ile de dış destekleri vardır. AKP ile pazarlığı sonuna kadar sürdüreceklerdir.
* * *
Kararım:
Siyasal iktidarı değiştirebilmek için, oyumu CHP’ye vereceğim.
Vereceğim oy kurumsal oydur ve adaylarla ilgili olmayacaktır.
Eğer CHP, bir yerde kendi dışında bir sol partiye verilecek oylarla kaybederse ve orada AKP kazanırsa bu durumun tarihsel bir sorumluluğu olacaktır.
Bu seçimde oy vermenin tarihsel sorumluluğunu hiçbir bilinçli yurttaş unutmamalıdır.
Bugünün sorumluluğu budur…

Cezaevinden mektup var: ‘Batan Geminin Malları’
Ben Berna Yılmaz. Hani şu, “Parasız eğitim istiyoruz, alacağız!” yazılı pankartı Başbakan’ın karşısında açtığımız için tutuklanmıştık. 19 ay sürmüştü tutsaklığımız. Öğrencilerin, öğretmenlerin, ailelerin, demokrat çevrelerin sahiplenmesi sonucu, 19 ay sonra tahliye olmuştum. Bir buçuk yıl sürdü “özgürlüğüm!” Bir buçuk yıl sonra 18 Ocak 2013 günü benimle birlikte 13 kişi uydurma iddialarla tutuklandık. Uydurma diyorum çünkü iddianame hukuksal olarak bir mantığa sahip değil.

Bakın, iddianame bizi 13 aydır tutsak etmesinin sebebini nasıl açıklıyor:

“Terör örgütleri gençlerin suça yönlendirilebileceğini ve suça aşırı temayüllerinden dolayı, gençlik yapılanmalarına azami önem göstermektedir. Terör örgütlerinin gençleri hedef kitlesi olarak seçmesinin nedeni: Gençlerin propagandaya açık olmaları, Şiddeti çok hızlı ve kolayca benimsemeleri, Örgüt tarafından verilen talimatlara harfiyen ve sorgulamadan uymaları, Kitlesel, bireysel şiddet eylemleri ve en ön saflarda gençlerin olması nedeniyle tercih edilmektedir.”

İddianame bizi, akılsız, cahil, iyiyle kötüyü ayırt edemeyen, kolayca kandırılabilecek insancıklar olarak görmektedir.
Hayır, yanılıyorlar!
Gençlik, ideallerine bağlıdır, evet.
Gençlik, fedakâr, gözü karadır.
Gençlik, öğrenmeye açıktır. Gençlik, delikanlıdır.
Gençlik, sadece kendisini değil, ülkesinin sorunlarına da duyarlıdır.
Suçlarımız ne kadar büyük değil mi?
 Biz çocuk değiliz, cahil, kandırılmış değiliz.
Biz 17’sinde asılacak kadar Erdal Eren’iz!
Biz 17’sinde sokaklarda kurşunlanacak kadar Ferhat Gerçek’iz!
Biz 14’ünde beyni sokaklara akıtılıp aylarca komada kalacak kadar Berkin’iz!
Biz kuytu sokaklarda dövülerek katledilecek kadar Ali İsmail’iz, Abdo’yuz, Ethem’iz, Mehmet’iz, Ahmet’iz, Medeni’yiz, Ferit’iz!
İşte bizler bu kadar büyüğüz!

Başbakan’ın katıldığı toplantıda sırf parasız eğitim istedik diye tutuklanabiliyor, okuldan atılabiliyoruz.
Savcı bizleri cahil, kandırılmış diye aşağılıyor. Peki, Kurtuluş Savaşı’nda vatan için canlarını verenlerin yaşı kaçtı?

İşte tam 13 aydır tutsak oluşumuzun nedeni, gençliğin enerjisinin hak mücadelesine adanmasıdır. 25 Şubat 2014 günü 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ikinci duruşmamız vardı. Hâkim özel yetkili mahkemeler kaldırıldığından karar verme yetkisinin olmadığını, bize “batan geminin malları” olduğumuzu söyledi. Onlar bu kelimeleri rahatça söylerken bizim ömrümüzden ömür alıyorlar... Oysa 3 gün sonra 28 Şubat’ta bakanların oğulları tahliye oldu!

Sizleri ve halkımızı, adaletin sadece zenginlere uygulanıp, biz yoksul halkın evlatlarına uygulanmadığı ülkemizde, sesimize ses olmaya çağırıyoruz.

Göstermiş olduğunuz ilgiye şimdiden teşekkür ediyor, çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum.

Berna YILMAZ Bakırköy Kadın Hapishanesi L9 Koğuşu 

Cumhuriyet

Cumhuriyetin ilk yıllarında Kadınlarımızın durumu - Galip Baysan
Kurtuluştan sonra, 11 yıllık savaş döneminde ana bacı ve evlat özlemi çekmiş, onlara daha mutlu ve özgür bir yaşam sağlamak için mücadele vermiş olan Ordu mensuplarını, ülkedeki kadınların durumu fazlası ile rahatsız ediyordu. Durumlarının hemen düzeltilmesini gönülden istiyor, kadınların siyasal ve sosyal yaşama tıpkı erkekler gibi eşit şartlarda katılmasını arzu ediyorlardı.
Ancak bu konu Türk halkı için hem çok yeni, hem de hassas bir konuydu. Yanlış yorumlar yapılmasına, ölüme kadar giden çatışmalara sebebiyet verebilir, bu konuda katı davranışlar Türk insanını manevi açıdan yaralayabilirdi. Bu konuda en önemli görev Ordu mensuplarına ve Başkent çevresindeki bürokratlara düşüyordu. Ülkenin her yanına dağılmış bulunan askeri mahfeller (Ordu evlerinin başlangıç hali), kadınlar ve erkeklerin senenin, daha sonra ayın, haftanın belirli günlerinde kaç-göç olmadan ailece bir araya geldiği, günün imkânları ölçüsünde eğlendiği şehrin sosyal kültür merkezleri haline gelmiştir.
Bölgeler, alışkanlıklar ve tahriklerle yıllarca bu toplantıları yadırgamıştır. Subay-astsubay eşleri, kızları, kardeşleri için akla gelmeyecek iftiralar üretilmesine rağmen askerler bu konuda ısrarla yürümüşler ve asla taviz vermemişlerdir. Bugün, yaşları altmışın üzerinde bulunan asker çocukları, çocukluk günlerine ait anılar arasında dans bilmeden piste çıkan annelerinin, babalarının ayaklarına basarak nasıl dans ettikleri hikâyelerini asla unutamazlar. Ordu evlerinin bulundukları yörenin sosyal kültür merkezi olma özelliği 2000’li yıllara kadar, Anadolu’nun birçok şehir ve kasabasında aynen devam etmekteydi.
Türkiye’de Atatürk’ün kadın hakları konusundaki mücadelesi, dev boyutları olan bir olaydır. Günümüzde alelade görünen, nezaket eseri kabul edilen birçok olay, 1920’lerde bir facia nedeniydi. Sadece bu konu bile demokrasi-insan hakları bakımından ne kadar büyük mesafelerin aşıldığını göstermek için yeterlidir. Bu nedenle, incelememizde o dönemle ilgili bazı anılara yer vermek istiyoruz.
 “İlk balo Türk Ocağında verilmiştir. O zaman Türk Ocağı, eski Ankara’da, Şengül hamamı yanındaki eski bir Ermeni Mektebi binasında çalışıyordu. O güne ait hatıralar, balo gecesi bu harap binasının salonuna, duvar diplerine sandalyeler dizilmiş, herkesin suspus sıralanıp oturduğu, sessiz, hareketsiz, hatta kadınsız bir toplantı gibi gösterir. Gazi’nin, Orman Çiftliğinin istasyon binası yapılınca orada verdiği balo daha hoş sahneler gösterir. Burası küçük, iki katlı bir binadır. Balo bu binada verilecekti. Şehirden 5-6 km ilerdeki bu istasyona Gazi, davetlilerini birkaç Tren vagonunda götürür, çünkü hem muntazam yol yoktur, hem yeteri kadar otomobil bulunamaz. Davet sahibi misafirlerini trende, kompartımanları dolaşarak selamlar. Ama galiba hepsi hepsi üç kadın vardır. Yakup Kadri’nin, Falih Rıfkı’nın ve Ruşen Eşref’in hanımları. Gazi onların kompartımana gelince Leman Yakup Kadri hemen atılır:
-    Paşam, bu inkılabın kurbanları yalnız biz miyiz? Hani yaver beylerin, mebus beylerin, vekil beylerin hanımları?
Evet yaver Beylerin, mebus ve vekil beylerin hanımları yoktur. Balo salonunda da bazı hoş sahneler geçer.
Ortalıkta kadın görünsün diye, o zamanki Ankara’nın Fresko Barından getirilen birkaç artisti görünce, bu sefer de “inkilabın üç kurbanı biz miyiz” diye çıkışan hanımlar salonu terketmek isterler. Misafir artistler hemen oradan uzaklaştırılır.(1)
Kadın hareketi büyük bir hızla gelişti. Mustafa Kemal ve İsmet Paşa, davetlerin kadınlı olmasına bilhassa dikkat ederlerdi. Parola, ileride hiç bir gerilemeye imkân vermeyecek kadar, kadına her meslekte yer vermekti. Kadın milletvekili, belediye azası, hekim, avukat her şey olmalı, üniversitede erkeklerle beraber okumalı, seçimlerde oy vermeli, taassup şaşırıp kalmalıydı”.(2)
İlk Kadın Hukukçumuz, Ağaoğlu Ahmet Beyin kızı Süreyya Ağaoğlu’nun anıları çok ilginç bilgiler vermektedir:
 “Adliye Vekâletinde Melahat ile birlikte staja başladım. Öğle yemekleri bizim için bir problem olmuştu. Ne yapacağımız bilemez, peynir, ekmekle karın doyururduk. Zira o devirde Ankara’da “İstanbul Lokantası” adlı restorandan başka yemek yenilecek yer yoktu ve bütün mebuslar oraya giderlerdi. Tabii lokantanın hiç hanım müşterisi yoktu. Bir gün, babamdan izin alarak, Melahat ile o lokantaya gitti, ufak bir bölümde oturup yemeğimizi yedik. Herkes hayret içinde idi: iki genç kız tek başlarına lokantada yemek yiyordu. Bizi tanıdıkları için haber babama ulaşmıştı. Babam eve gelince “Başbakan Rauf Bey, Süreyya ile bir hanım arkadaşının lokantada yemek yediğini ve herkesin bundan bahsettiğini söyledi. Birde kütüphaneye giden bir hanım varmış, onun hakkında da dedikodu yapılıyormuş. Bundan sonra öğle yemeklerinde bana gelin” dedi.
Rauf Bey, kütüphanede çalışması yüzünden dillere düşen hanımın kendi kız kardeşi olduğunu sonradan öğrendi. Bu olaydan birkaç gün sonra tesadüfen Atatürk, Latife Hanım ile bize geldi. Bana çalışma hayatından memnun olup olmadığımı sordu. Bende bu hadiseyi anlattım. Onun beni tasvip etmesini beklerken o:
-    Babanın da, Rauf Bey’in de hakları var, dedi.
Ertesi gün Vekalette çalışırken, Adliye Vekili Necati Bey telaşla içeri girdi:
-    Sürayya hazır ol, Paşa gelip seni yemeğe götürecekmiş. Ben ve bütün arkadaşlar şaşırdık. Dışarı çıkınca Atatürk’ün gri bir açık otomobilde Siirt Milletvekili Mahmut Bey ve yaveri Muzaffer Bey’le oturduğunu gördüm. Bana:
-    Latife bugün seni öğle yemeğine bekliyor, dedi. Otomobili İstanbul Lokantası önünde durdurdu. Bozüyük Mebusu Salih Bey’i dışarı çağıttı. Tabii bütün mebuslar lokantadan fırladılar. Biraz onlarla konuştu. Sonra yüksek sesle:
-    Ben bugün Süreyya’yı bize götürüyorum, yarın lokantada yiyecek, dedi.
Evlerine gidince de Latife Hanım:
-    Akşam Paşa bu lokanta meselesine çok kızdı, gerekeni yapacağını söyledi, dedi.
Ertesi gün, bizim bu lokanta hikâyesini duyan bazı hanımlar, bu arada eski Bahriye Vekili İhsan Bey’in (Topçu) eşi Nuriye Hanım, Hamdullah Suphi Bey’in hanımı da öğle yemeğine restorana gelmişlerdi. Biz de bu hadiseden sonra rahatça dışarıda yemek yiyebildik.” (3)
Bir ülkenin başkentinde, bir genç kadının lokantada yemek yemesi, yalnız başına kütüphaneye gitmesi bile ahlaksızlık telakki ediliyor ve bunun düzeltilmesi için o ülkenin Devlet Başkanı ve eşinin doğrudan müdahalesi gerekiyordu. Atatürk bu konuda da taviz vermemiş ve kendisinden beklenen davranışları göstermişse de, bu davranışlar karşı tarafın anlayışı ölçüsünde olumlu-olumsuz yorumlamalar yapılmasına sebebiyet vermiştir. Hatta bir gün, yakın arkadaşı akrabası Fuat Bulca’nın evine misafir gittiğinde “Hanımefendi nerede?” diye kibarca sorduğu zaman, arkadaşının birden elini tabancasına attığı nakledilmektedir.(4)
Bazen emirle, bazen düşerek, bazen eller ceplere giderek, bazen de nezaketle. İşte, Türkiye Cumhuriyetinin başkentinde, bütün dünya için normal bir yaşam tarzı olan kadınlı-erkekli sosyal toplantılar böyle başladı. Merkezde M. Kemal Paşa’nın yürüttüğü önderlik görevi taşrada tamamen Orduya düşüyor gibiydi. Askerler arzu ettikleri nispette çevredeki sivil aydınları ve bürokratları da aralarına aldılar.
 (Aralarında on yılı aşkın bir süre beraber olduğum) Batı Ordularından ne İngiliz, ne Fransız, ne Alman, ne de Amerikan Ordusunun böyle bir görevi hiç bir zaman olmamıştır. Onlar bu gibi sosyal konularda daima çevreden alıcı olmuş, verici olmamışlardır. Oysa Türk Ordusu tam tersi bir şekilde “verici-öğretici” olmak zorunda idi, alternatifi yoktu.
Türkiye’de kadın hakları konusunda kısa bir süre içinde büyük gelişmeler elde edilmişse, bunda özellikle Anadolu’nun en ücra köşelerinde görev yapan subay ve astsubay eşleri ve çocukları ile yine onlar gibi ve hatta daha çok fedakârlıklarla büyük bir yalnızlık içinde görev yapma cesaretini üstlenmiş olan “bayan öğretmenlerimizin büyük payı vardır.(5)   Türk kadınının uyanmasında hem örnek olmuşlar, hem de adım adım oya işler gibi işleyerek Anadolu kadınını harekete geçirmişlerdir. Günümüz Türk Kadınları, Osmanlı dönemi ile ilgili bu gerçekleri çok iyi bilmeli ve aynı günlere dönüp dönmeme konusundaki kararını ve kararlılığını oyları ile belli etmelidirler.

DİPNOTLAR:

(1)  Şevket Süreyya Aydemir:Tek Adam 3, s.261-262
(2) Falih Rıfkı Atay : Çankaya, s.411-412
(3) Süreyya Ağaoğlu, Bir Ömür Böyle Geçti, s.41, 42 (İstanbul-1984)
 (4) Tek Adam 3, s.261-262
 (5) Bknz. Yahya Akyüz, Türkiye’de Öğretmenlerin Toplumsal Değişmedeki Etkileri (Doğan Basımevi-1972); Nermin Erdentuğ, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Eğitim ve Kültür Münasebetleri, s.62-95 (Kültür Bak. Ankara-1981); M. Galip Baysan: Milli Mücadele Dönemi ve Sonrasında Atatürk ve Demokrasi, s.28-44 (Ankara-1997)

 Dr. M. Galip Baysan

Başbakan Erdoğan, CHP lideri Kılıçdaroğlu’na “Senin cibilliyetin ne?” diye sordu. Kılıçdaroğlu Tuncelili olduğunu söyledi; “Aile kökenimi merak ediyorsan İstanbul Müftülüğü’ne sor” dedi. Kılıçdaroğlu kendinden emin; elinde 6 metre uzunluğunda soy ağacı var. Erdoğan, ailesinin kökenini biliyor mu? Akrabaları niye idam edildi? Şehit dediği dedesinin kaydı niye yok? Bakatalı Tayyip kim? Ben yazayım, siz okuyun ve karar verin; işte iki liderin soy kütükleri…
Kemal Kılıçdaroğlu’nun nüfus kütüğünde, Tunceli Nazımiye, Ballıca Köyü yazılı. Soyu Kureyşan (Kureyş) Ocağı’ndan geliyor. Kureyşan Ocağı demek, Horasan demek.
Oniki İmamlar ile akraba olduğu düşünülen Kureyşan Ocağı nasıl Müslüman oldu: Zerdüşt/Yezidi olan Horasan’daki Deylaman (Dersim) halkı 873’te Müslüman oldu. 917’de ise Caferi Sadık mezhebini/Aleviliği kabul etti.
Türk müydüler, Kürt müydüler?
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, “Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650)” adlı çalışmasının 4’üncü cildinde Kureyş Ocağı’nın Oğuzlar’ın Bozok kolunun Beğdili boyundan gelen Türkler olduğunu yazdı.
Anadolu’daki Oğuz boyu içindeki Beğdili büyüklük olarak; Avşar, Yıva, Kayı, Bayad’dan sonra beşinci sırada gelmekte.
Beğdili Türkmenler’i Anadolu’da geniş bir alana yayılmıştı: Adana, Afyon, Aksaray, Akşehir, Ankara, Antakya, Aydın, Antep, Birecik, Yozgat, Çorum, Diyarbakır, İçel, Karaman, Kayseri, Kırşehir, Kilis, Konya, Kütahya, Malatya, Maraş, Mardin, Muğla, Niğde, Samsun, Sivas, Tarsus, Urfa.
Benzer araştırmayı Başbakanlık Arşivi Belgeleri’nde yapan Cevdet Türkay da, “Oymak, Aşiret ve Cemaatler” adlı çalışmasında yaptı; Kureyş Ocağı’nın Akşehir Sancağı’na bağlı olduğunu belirtti. Türkay da Kureyş Ocağı’nın Türkmen olduğunu yazdı.
Konuyu çok genişletmeyeyim; Kılıçdaroğlu’nun elinde 6 metre uzunluğundaki soy ağacı var. Bu belgeye göre, merkezi Tunceli olan Kureyşan Ocağı’na bağlı 12 kol var. Kılıçdaroğlu’nun ailesi, Kureyşan Ocağı’nın Haydaran Aşireti’ne mensup.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun akrabaları arasında ünlü isimler var; Mahmud Hayrani, Nasrettin Hoca gibi… İstanbul’un Kadıköy ilçesine adını veren İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey (1407-1459), Kureyşan Ocağı’ndan Mahmud Hayrani’nin torunlarından.
Kılıçdaroğlu’nun kimliği konusunda Başbakan Erdoğan’ın “cibilliyetin ne” diye kabalaşarak nereye varmak istediği artık biliniyor. Bunu farklı cümlerlerle daha önce de yaptı. Fakat…
Dersimlilerin Horasanlı olduğunu;     Zazaca’nın Kürtçe olmadığını bildiğini bile sanmam.

Peki Erdoğan kendi soyunu biliyor mu?
Erdoğan’ın soyu
Potamya; Rize’nin Güneysu İlçesi’nin Osmanlı dönemindeki adı.
Başbakan Erdoğan‘ın baba tarafı     Pilihozlu.
Babası bu köy doğumlu; Ahmet Erdoğan. Dedesi Bakatalı Tayyip.
(Dr. Turgut Günay‘ın “Rize İli Ağızları” kitabında, “Bakata” sözcüğü yok.)
Tarih: 8 Mart 1916.
Ruslar, Rize’yi işgal etti. Yöre halkı evini, bahçesini, hayvanını bırakıp Trabzon’a doğru kaçmaya başladı. Ruslara en büyük yardımı Karadeniz’deki Rum ve Ermeni çeteler yaptı. Bu tarihten 2 yıl önce İstanbul’dan Rize’ye gelen ve buradaki yerli halkın katılımıyla gücünü artıran Teşkilat-ı Mahsusa fedaileri, bu kez işgalci güçlere karşı çete savaşı vermeye başladı.
Bu İttihatçı fedailerin arasında yörede “Bakatalılar” olarak bilinen Erdoğan’ın Bakatalı akrabaları var mıydı? (Güney Osetya‘nın başkenti olan Tskhinvali’ye bağlı köylerin arasında Bakata (Bagata) adı var. Bagata Gürcistan’a bağlı Güney Osetya bölgesinde kalıyor.)
Gönüllüler arasında; Tuzcuoğlu Memiş Grubu, Basaoğulları, Alemdaroğulları, Sipahioğulları, Mataracılar vs var.
Rizeli Pekmezli Köyü’nden Serdümen Recep, Çakıroğullu İsmail Ağa, İkizdereli Süleyman Sırrı, Mataracı Mehmet, Pazarlı Talatorzade Fevzi, Rizeli Lazoğlu Mustafa, kahramanlıklarıyla örnek oldular.
Bakatalı Tayyip bunlar arasında mıydı? Adı geçmiyor!
Rusya’daki Bolşevik Devrimi sonucu Ruslar çekilmeye başladı. Fakat Ermenilerin Karadeniz’i bırakmaya hiç niyeti yoktu. Teşkilat-ı Mahsusa ile aralarında kanlı çarpışmalar oldu. Rize, 2 Mart 1918’de kurtarıldı.
Bakatalı Tayyip kayıptı…
Bakatalı Tayyip hakkında hiç bilgi yok. Kayıp.
Erdoğan adını taşıdığı dedesi Bakatalı Tayyip konusunda hiç konuşmadı.

Dedesi şehit mi?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 8 Ocak 2011’de Sarıkamış şehitleri için yapılan kardan heykellerin açılışını gerçekleştirdikten sonra yaptığı konuşmada “Dedem Kemal Mutlu burada şehit düştü” dedi!
“Büyük dedem, Rize Güneysulu Kemal Mutlu, burada, Sarıkamış’ta şehit düşerek Hakkın rahmetiyle kucaklaştı. Büyüklerim anlatırdı, derlerdi ki: Tüfeğine sarılı olarak, donarak şehit olduğunu gördük ve adeta gözlerindeki soğuğun verdiği gözyaşları buz damlacıkları gibi, damlamış halde şehit olmuştu.”
Kemal Mutlu, Erdoğan’ın annesi Tenzile tarafından büyük dedesi.
Şehit miydi sahiden?
Milli Savunma Bakanlığı’nın “Şehitlerimiz” adlı 5 ciltlik yayınında, Sarıkamış Şehitleri’nin yer aldığı 1. Dünya Savaşı kategorisinde 276 Rizeli şehidin ismi var. Ancak Sarıkamış Harekatı’nda şehit olan Rizeliler arasında “Kemal Mutlu” diye bir isim yok.
2008 yılında bazı işadamlarının Rize’nin Güneysu ilçesine yaptığı bir okulun adı; Şehit Kemal Mutlu Anadolu Öğretmen Lisesi konuldu. Açılışı Başbakan Erdoğan gerçekleştirdi.
2009’da ise Sarıkamış ilçesinin Belediye Caddesi’nin ismi, Şehit Kemal Mutlu Caddesi olarak değiştirildi.
Bu arada:
1914 yılının son günlerinde gerçekleşen Sarıkamış harekatı sırasında soy isim kanunu henüz çıkmamıştı. Yani, o yıllarda “Mutlu” diye bir soy ismin olması da mümkün değil. İlgili kanun tam 20 yıl sonra, 1934 yılında yürürlüğe girdi.
Karışık bir konu…

Mustafa Kemal’e isyan
Tarih: 25 Kasım 1925.
Şapka Kanunu kabul edildi.
Türkiye’de bu kanuna karşı isyanın çıktığı yerlerden biri, Karadeniz’in en sofu yeri olarak bilinen Erdoğan’ın ailesinin yaşadığı Rize/Potomya (Güneysu) idi.
Potomya Ulu Cami imamı Hafız Şaban Hoca‘nın liderlik yaptığı ayaklanmaya Muhtar Yakup da katıldı. Şeriatın korunması için Rize’yi basmayı, hapishaneyi boşaltmayı, hükümet konağını ele geçirmeyi hedefledi.
Önce Potomya’daki Jandarma Karakolu’nu bastılar. Halkı tahrik etmek için Peçeli Mehmet, “Ey ahali Ankara ihtilal içindedir. Mustafa Kemal üç yerinden yaralandı. İsmet Paşa ortadan kaldırıldı. Dindar paşalarımız hükümeti ellerinden aldılar. Şeriat kurtarılıyor. Korkulacak bir şey kalmamıştır” diye halka konuşma yaptı.
Halk, “şapka giymeyeceğiz, askere de gitmeyeceğiz” diye sokaklara çıktı.
Ayaklanmanın asıl meselesi bir yıl önce, 17 Eylül 1924’te Rize’ye gelen Mustafa Kemal‘in tüm ricalarına rağmen medreselerin bir daha açılmayacağını söyleyip, din hocalarının işsiz kalmasına sebep olan icraatıydı. Üstelik askerlikten de muaf olmayacaklardı. Din adamları sıradan vatandaş olmayı kabul edememişlerdi.
Sonuçta Potomya isyanı bastırıldı. 143 kişi tutuklandı.
İstiklal Mahkemesi Başkanı Afyon Milletvekili Ali Çetinkaya ve mahkeme üyeleri, Gaziantep Milletvekili Kılıç Ali, Aydın Milletvekili Reşit Galip ve Rize Milletvekili Ali Zırh
Oybirliğiyle karar verdi: 8 idam, 14 kişi 15 yıl, 22 kişi 10 yıl, 19 kişi 5 yıla mahkum edildi. Ve 80 kişi beraat etti.
Rize şapka isyanıyla ilgili İstiklal Mahkemesi kararı ve bu 143 kişinin adı TBMM arşivinde var. Bu zabıtları inceleyerek ve nüfus kayıt örneklerine bakarak kaçının Erdoğan’ın akrabası olduğu ortaya çıkarılabilir.
Ve bu arada:
İsyandan sonra birçok aile çocuklarını İstanbul’a gönderdi. Erdoğan’ın babası da acaba bu nedenle mi İstanbul’a zorunlu göç etti? Ahmet Erdoğan’ın aynı dönemde İstanbul’a gidişi tesadüf olabilir mi?

Ailede hep bir sır var…
11 Ağustos 2004 tarihinde Gürcistan ziyaretinde “Ben de Gürcüyüm ailemiz Batum’dan Rize’ye göç etmiş bir Gürcü ailesidir” dedi.
2007’de NTV‘de katıldığı bir programda Türk olduğunu da söyledi.
O TV programında, “Bizim oğlan meraklı başbakanlık kaynaklarından ailemizi araştırıyor” dedi ama ortaya bir şey çıkmadı.
Erdoğan’ın köylülerine göre Bakatalılar, Çeçen ya da Çerkez.
Aslında insan kendini ne hissediyorsa o’dur.
Kötü olan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan‘ın oy için cibilliyet tartışması başlatmasıdır.
İslam’da ilk paralel yapı: “Cemaat-i Dirar”
Yıl: 622
Hz. Muhammed Mekke’den Medine’ye göç etti.
Medine’ye 6 km uzaklıktaki Kuba     Köyü’ne misafir oldu. Arap kabilesi Evs’in bir kolu olan Amr bin Avf oğullarından Külsum bint Hidm’in evinde     misafir kaldı.
Kuba’ya gelen ilk muhacirler, Amr bin Avf oğullarına ait bir hurma kurutma yerini mescid haline getirdi. Buraya “Kuba Mescidi” adı verildi. Mescid-i Kuba’nın ilk hali, kare şeklinde bir düzlüğü çevreleyen dört duvardan ibaretti. Ön duvar ve ona paralel dizilen yedi sütun üstüne bir tavan yapılmıştı.
Amr Bin Avf oğulları yaptırdıkları Kuba Mescidi’ne Hz. Muhammed’i davet ettiler. Hz. Muhammed, kıblenin Kabe’ye çevrilmesini istedi ve mescit yeniden inşa edildi.
Hz. Muhammed mescitte namaz kıldı. Medine’de bulunduğu zaman cumartesi, bazen da pazartesi günleri ve Ramazan’ın 17. günü Mescid-i Kuba’ya giderek namaz kılıp, burada verilen Kuran-ı Kerim derslerini denetledi; kendisine sorulan soruları cevaplandırdı.
Fakat…
Bu durumu kıskananlar vardı.
Medine’de Evs gibi bir de Hazrec kabilesi vardı. Akrabaydılar ama geçinemiyorlardı. En sonuncu savaş, aralıklarla 120 yıl kadar süren “Buas” harbiydi! Evs ve Hazrec kabileleri aralarındaki bu düşmanlığı, Hz. Muhammed’in hakemliği bitirmişti. Hatta bu iki kabile, İslamiyet’in başlangıcında üstlendikleri mühim rol sebebiyle, Ensar (yardımcılar) unvanı ile onurlandırıldı. Herkes savaşın bittiğini sandı ama…
Evs kabilesinden Amr Bin Avf oğullarının yaptırdığı Kuba Mescidi, dayızade oğulları Hazrec kabilesinden Ganem Bin Avf oğulları tarafından kıskanıldı. Evs karşısında ikincil konuma düşürüldüklerini belirtip gizlice “paralel yapı” oluşturmaya başladılar. İlk yaptıkları bir mescit bina etmek oldu. Amaçları, Kuba Mescidi taraftarlarını bölmek; “İslamı Hıristiyanlaştırmak” ve sürgüne Şam’a giden Ebu Amir er-Rahib geldiğinde kendilerine “imam” yapmaktı!
Ebu Amir er-Rahip, Uhud savaşında Hz. Muhammed’e şöyle demişti: “Seninle savaşan hangi kavim olursa olsun, ben de onlarla beraber olup sana karşı savaşacağım.” Savaşta yenemeyeceğini bildiği için Müslümanlar’ın içine sızarak amacına ulaşmak istedi. Bunu da arkasına Bizans gücünü alarak yapacaktı. İşte bu sebeple, zorunluluktan kaçtığı Şam’da fırsat bekliyordu.
Hz. Muhammed kendisine er-Rahip yerine “el-fasık” (günahkar) diyordu.
Er Rahip, fırsatı sonunda buldu; Hz. Muhammed’e suikast yaptıracaktı!
Şöyle…
Dayızade Ganem Bin Avf oğulları mescidi bitirdiklerinde Hz. Muhammed’e gitti. “Biz yağmurlu gecede, kışta ihtiyacı olan, hasta olan kimseler için bir mescid bina ettik. Teşrif edip bir namaz kılsanız da, biz de orayı namazgah edinsek” dediler.
Hz. Peygamber, elbisesini giyip onlarla birlikte gitmeye hazırlanırken ayet indi.
Tevbe suresinin 107. ve 108. ayetleri meali aynen şöyleydi:
“Bir de zararlı faaliyetlerde bulunmak, küfre yardım etmek, mü’minler arasına ayrılık sokmak için ve öteden beri Allah ve Resulüne karşı savaşanlara üs olsun diye bir mescit yapanlar var ya, ‘biz sadece iyilik yapmak istiyorduk iyilikten başka bir niyetimiz yoktu’, diye yemin edecekler. Halbuki Allah onların yalan söylediklerine şahitlik yapar, bunlar yalancıdırlar, orada (o mescidde) asla namaz kılma.”
Bu ayetlerde Allah orayı, “Mescid-i Dirar” yani “zararlı mescit” şeklinde isimlendirdi.
Ayet üzerine Hz. Muhammed, fitne kaynağı olmasına izin vermemek için hemen, Malik Bin Dehşem, Ma’n İbnu Adiy, Amir Bin Seken ve Vahşi’yi çağırıp “ehli zalim olan şu mescide gidin, onu yıkın ve yakın” dedi. Onlar da gittiler, denileni yaptılar.
Halbuki…
Ganem Bin Avf oğullarının babası Abbas bin Ubade güvenilir bir Müslümandı: Hz. Muhammed’in sevgisini kazanmakla şereflenmiş, cesur ve kahramanlığıyla meşhur olmuştu. Medine’den, Müslüman olmak için koşarak gelen ilk oniki kişiden biriydi. Hz. Muhammed Hicret edince birlikte Medine’ye gitti ve bu sebeple kendisine “Ensarın Muhaciri” denildi. Uhud savaşında şehit olmuştu.
Böylesine bir babanın oğulları, “iyilik yapma” niyetiyle yalana kanmışlardı. İktidar savaşı onları yoldan çıkarmıştı.
Bu arada er-Rahip sığındığı Şam’dan bir daha ülkesine dönemedi, orada öldü.
İslam dünyasındaki ilk “paralel yapı” amacına ulaşamadı…

 Soner Yalçın/SÖZCÜ

Gündüz Akgül: Sosyal Devleti Arıyorum!...
Sevgili Dostlar,
Yazılı ve görsel medyada okuduğum ve izlediğim bir haber sonrasında, sosyal devleti arama telaşına düştüm, ama bulamıyorum.
Nerede olduğunu bilen, gören, duyan varsa bu telaşımı gidermek için lütfen bildirsin.
T.C. Anayasasının 2. Maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti,….   demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Dediğini biliyorum.
Yine T.C. Anayasa’sının 17/1 maddesinin “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Dediğini de biliyorum.
Türkiye Cumhuriyet’inin, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesini imzaladığını bu sözleşmenin 2/1. Maddesinin “Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın yerine getirilmesi dışında hiç kimse kasten öldürülemez.” Dediğini de biliyorum.
Aradığım bu bağlayıcı kurallar değil, bu kurallara karşın ortada olmayan, kayıplara karışan, birileri tarafından işlevsiz hale getirilen sosyal devleti arıyorum.
Yazılı ve görsel medyada okuduğum ve izlediğim haberde;
Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK), IQ (Zekâ Testi) sınavında %50 baraj puanının geçmeyen hastalara, genetik bir hastalık olan, vücutta yağ ve şeker parçalayan enzimler olmadığı için sürekli organ büyümesine neden olan ve bunun sonucu olarak da hastaların yürüme, konuşma gibi fiziksel faaliyetleri yerine getiremediği ve tıp dilinde Mukopolisakkaridoz (MPS) diye bilinen hastalığın ilaçlarını karşılamadığı belirtiliyordu.
Görsel medya da ayrıca küçük bir çocuğun yürek yakan görüntülerini, asgari ücretle çalışan babanın yıllık 800 bin lira tutan ilacı karşılama olanağı bulunmadığına dair çaresizliğini, evlat acısını yüreğinde hisseden annenin gözyaşlarını izledikçe, bu rezalet karşısında insanlığımdan utandım, ezildim, büzüldüm oturduğum koltuğa gömülerek saklanmak istedim.
Muhteşem sağlık reformu yaptık diye yurttaşların oylarını toplayanların sözleri hala kulaklarımda çınlıyor.
Bu muydu muhteşem sağlık reformu?
Bu hastalığa yakalanan çocuklar resmen devlet tarafından ölüme terkediliyor.
Anayasa Mahkememiz bir kararında, sosyal devletin şöyle anlaşılması gerektiğini vurguluyor.
“Sosyal hukuk devleti, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir. Çağdaş devlet anlayışı, sosyal hukuk devletinin, tüm kurumlarıyla Anayasa’nın sözüne ve ruhuna uygun biçimde kurulmasını gerekli kılar.”
Yurttaşlarını, zekâ testi yetersiz diye ölüme terk eden devleti, bu karardaki açıklamanın neresine koyacağız?
Dar gelirli aile çocukları olan ve bu hastalığa yakalanan Beytullah Hakyeri ve Eyüp Can adındaki çocukların ölüme terk edilmeleri hangi vicdana sığmaktadır?
Bilen varsa açıklasın.
Buradan avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorum.
Sosyal devlet neredesin, seni arıyorum.
Bu yazıyı yazmaya başladıktan sonra, maalesef anayasal haberleşme hakkımın güvencesi olan devletimin diğer bir niteliğini de Twetter’imin kapatılmasıyla kaybettiğimi öğrenmiş bulunuyorum.
Sosyal devletimin arama telaşında iken hukuk devletimi de aramak durumuyla karşı karşıyayım.
Ben bu telaştayken,
Sizler rahat mısınız?

23.03.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget