Mayıs 2018
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Muharrem Efendi! - Güner Yiğitbaşı
AKP Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN, rakip olarak kendisinden korkup çekindiği Muharrem İNCE'ye sürekli laf yetiştiriyor ve ondan bahsederken de, onu itibarsızlaştırmak için, kendisine Muharrem Bey deme yerine, özellikle Muharrem EFENDİ demeyi tercih ediyor.

ERDOĞAN'ın Muharrem efendi hitabı;bize,27/05/2010 tarihinde bundan sekiz sene önce yazdığımız ve yayınladığımız “RECEP EFENDİ Mİ DESEYDİ?” başlıklı makalemizi hatırlattı.

Bu makalemizde; Sayın KILIÇDAROĞLU'nun; CHP Genel Başkanlığına seçildiği CHP olağan 33.Kongresinde yaptığı konuşmasında, Sayın ERDOĞAN'a “RECEP BEY” şeklinde hitap etmesinin, AKP çevrelerinde yarattığı öfkeyi, bu hitap tarzının ERDOĞAN'a hakaret anlamına geldiği yolundaki suçlamaları konu etmiştik ve bey yerine efendi mi deseydi diye sormuş ve makalemizin devamında aynen;

“Bir kişiye, isminin yanına bey sıfatını ekleyerek hitap etmek, ne zamandan beri hakaret sayılmaya başladı anlamış değiliz.

Bize de, ismen hitap edecek derecede samimi olmadığımız kişiler, “Güner Bey” diye hitap ederler ve bu hitap şeklinden, bize hakaret ediliyor diye gocunup alınmayız.

Ancak, “Bey” sıfatının bir alt versiyonu olan “Efendi” sıfatı vardır ki, doğrusu bize de “Güner Efendi” şeklinde hitap edilse, bu hitap tarzı hakaret sayılmasa da, konumumuz itibariyle alınırız doğrusu.

Teşbihte hata olmaz; örneğin, okula yetişecek olan çocuğuna yemek yedireceği son anda, evde ekmek olmadığını fark eden evin hanımının kapıyı açarak, acele bakkaldan ekmek alması için, apartman görevlisi Recep' i çağırmak amacıyla, “Recep Efendi” diye seslenmesini,  kimse yadırgamaz. (Apartman görevlilerini küçümsediğimiz anlamı çıkarılmasın lütfen)

Ancak, bir parti liderine, “Recep Efendi” şeklinde hitap edilmesi, hakaret sayılmasa da, bu hitap tarzı tabiatıyla kabul  edilemez.

Kurultayda yaptığı konuşmasında, AKP lideri Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN' a “ Recep Bey” tarzında hitap eden Sayın KILIÇDAROĞLU, daha ne yapmalıydı ki,  Sayın ERDOĞAN'a, “Recep Efendi” mi deseydi yani?

Buna karşılık olarak Recep Bey ne yaptı? Türk Halkı, televizyonlarından hayretle ve ibretle seyretti. Sayın Recep Bey, Sayın KILIÇDAROĞLU' nun CHP Genel Başkanlığına seçilmesi ile hiçbir şeyin değişmediğini, sarıya boyanmakla, tenekenin altın olamayacağını, yine teneke kalacağını beyan ederek, hiç tartışma götürmeyecek şekilde, CHP ve Sayın KILIÇDAROĞLU' na alenen ve yayın yoluyla hakaret etme nezaketsizliğini gösterdi.

 Bizce, Recep Bey ve yandaşlarını asıl kızdıran ve öfkelenmelerine neden olan husus; Sayın KILIÇDAROĞLU' nun,  “Recep Bey”  şeklinde dile getirdiği hitap tarzı ve tanımlaması değildir.

Zira, Sayın KILIÇDAROĞLU, konuşmasında yer alan, ERDOĞAN' ın icraatlarını eleştirdiği tüm konu başlıklarında, ERDOĞAN'ı kastederek, “Recep Bey” dedikten sonra, eleştirilerini sıralamış olup,  ERDOĞAN ve yandaşlarını kızdıran ve sinirlendiren, Sayın KILIÇDAROĞLU' nun yapmış olduğu bu haklı tenkit ve eleştirileridir. Şayet, Sayın KILIÇDAROĞLU, ERDOĞAN' ın icraatlarını eleştirmeyip kendisini övmüş olsaydı, kendisine yönelik “Recep Bey” tarzındaki hitap, hiç göze batmayacak ve Recep Bey ve yandaşlarının hoşuna dahi gidecekti.”

Görüşlerine yer vermiştik.

Sekiz yıl önce,KILIÇDAROĞLU'nun; kendisine hitaben “Recep Bey” demesini dahi hakaret kabul ederek öfkelenen Sayın ERDOĞAN'a sormak lazım, siz bugün, Muharrem İNCE'ye “Muharrem Bey” hitabını dahi çok görerek kendisine, “Muharrem Efendi “ deme hak ve yetkisini nereden alıyorsunuz, siz ayrıcalıklı ve herkesten üstün bir kişi misiniz?

İşte,sizi başkan olarak görmek istemediğimizin en haklı nedeni budur.

31/05/2018
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

“Önce Sağlık Sonra Sandık” Sma Eylemi
SMA hastalarının ilaçları Sosyal Güvenlik Kurumunca (SGK) verilmediği gerekçesiyle, SMA hastalarının bağlı bulunduğu “SMA Benimle Yürü Derneği” yanlarında SMS hastalarının da bulunduğu halde Ankara Ulus Meydanı’ndaki heykel önünde 27 Mayıs günü eylem yaptılar.
Eylem sırasında çeşitli slogan atan ve pankart taşıyan SMS hastaları, “önce sağlık” sonra sandık” diyerek SGK unca ilaç paralarının ödenmesini istediler ve bu istemle basın açıklamasında bulundular.
Kimi ayakta, kimi engelli arabasında özellikle çocuklardan oluşan SMA hastaları, ellerinde fotoğraflarda dövizler görülen yazılı sloganlar olduğu halde hep bir ağızdan, “Türkiye susma ilacımı ver” diye slogan atıyorlardı.
Eylemciler, genel seçim yaklaşması nedeni ile meydanın ortasına sembolik bir seçim sandığı koymuşlar. Sandığın üzerinde Sağlıkta İttifak Sandığı diye yazıyordu. Altında üç tane mühür basılacak seçenek okunuyordu.  “ŞU İTTİFAK, SAĞLIKTA İTTİFAK, BU İTTİFAK”. Sandığın alt kısmında da, “SMA hastalarının zamanı kalmadı” yazıyordu. Sandığın içine de “ilacımı verin” pusulası yazıyordu.
Bilindiği gibi kalıtsal olan SMA hastalarının yakın zamana kadar ilaç ve tedavisi yapılamıyordu. Giden ABD de geliştirilen bir ilaçla bu hastaların tedavisi mümkün olmakta. ABD bulunan bu ilaç ithal olup, bir dozu 175 bin dolar olduğu söylenilen bu ilacın bedelinin SGK unca ödenmediğinden ve de hasta yakınlarının bu ilacı almaları olanaksız olduğu için, hastalar kendi başlarının çaresine bakmakta olduğunu hastalar söylemekteler.
“Önce Sağlık Sonra Sandık” Sma Eylemi
Bu arada İran’dan gelen Zehra (Zahra) isminde, bir akrabası SMA olan bir genç kız bisikleti ile Türkiye’yi dolaşarak bu hastalığa karşı ilgi ve farkındalık yaratmak amacı ile dolaştığını ve o gün de Ulus Meydanı’nda SMA hastaların eylemine katıldığını gördük. Zehra’nın kız kardeşinin oğlu Emir Ali için ABD den altıncı dozunu aldırmış ve çok olumlu gelişmeler olmuş. Sırtında SMA hastalarının resmi olan bir tişörtle Türkiye’ye gelip derneği ziyaret ediyor.
Zehra konuşmasında kız kardeşinin “oğlu Emir Ali için dolaştığını, ona ve bu hastalığa ilgiyi artırmak için dolaşıyorum” dedi. 
Kendisi ile yapılan röportajda şunları anlattı:
“-Bu gün İran’dan Türkiye’ye bu hastalığına ilgi çekmek için bisiklet sürdüm, İran’dan buraya yaklaşık 2070 km bisikletle yol aldım. Bir yeğenim var onun için Türkiye’ye
İstanbul’a geldim. Onun için dolaşıyorum, İstanbul-Ankara yollarında. Bir yeğenim var SMA hastası. Yeğenim için ABD den SMA hastalığı için ilaç aldırıyoruz. Yeğenim Emir Ali ilacı almadan önce bağımsız oturamıyordu nefes darlığı çekiyordu, bağımsız hareket edemiyordu. İlacı aldıktan sonra bağımsız olarak harekete başladı. İlacı kullandıkça yapamadıkları şeyleri yapmaya başladı. Bunun ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Sizin için de buradayım, yeğenimi anlattım, biliyorsunuz, sizler için de mücadele edeceğim. Sizin için de buradayım”.
SMA Hastalığı ve bu konuda çalışma ve etkinlikleri hakkında Süleyman Başaran basına şu açıklamalarda bulundu:
“-Bu gün burada SMA Benimle Yürü Derneği olarak SMA hastalarını temsil etmek ve sorunlarını dile getirmek için toplandık. Bilindiği gibi 2019 yılında SMA hastalarının ilgili Sağlık Bakanlığı ve SGK tarafından ödeme listesine alındı. Ancak her ne kadar birinci lip hastalarımız ilacını almaya başlasa da, dördüncü dozdan sonra ilaçlarını almaya devam edebilmek için güçlüklerle karşı karşıya kalıyorlar ve maalesef ki pek çoğu için beşinci doz için hayal oluyor. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü tip hastalarımıza gelecek olursak, onların ilaç bekleyişi hala devam ediyor. Sayıları birkaç yüzü bulan hastalarımızın ilaçları SGK tarafından geri ödeme listesine alınmadı. SMA hastalarının ve toplumun yetkililerden tek beklentisi bir an önce tüm SMA hastaları için ilacın geri ödeme listesine alınmasını, ancak onay verilirken hiçbir kriterle(kıstas) hiçbir kısıtlı kararla karşılaşmak istemiyoruz. Kararlarınızı bilimin ışığında ve insan yaşamının göz önünde tutarak herhangi bir kriter koymadan bir an önce vermenizi bekliyoruz. Çünkü insan yaşamına kriter konmaz, konamaz. Daha önce değimiz gibi, biz hiçbir şahsın ya da kurumun tarafında değiliz. Biz kutu ilaca astronomik fiyatlar isteyen ilaç firmalarının tarafında değiliz. Biz maddi imkânı olmayanlara yaşam hakkı tanımayan küresel ilaç firmaları tarafında değiliz, biz çocuklarımıza yani geleceğimize sahip çıkıyoruz. (Burada, SMA hasta ve yakınları, eyleme katılanlar, “Türkiye susma ilacımı ver” sloganları atılıyordu). “Bugün burada farklı şehirden gelen SMA hastaları, hasta yakınları ve gönüllüler olarak toplandık. Şimdiye kadar sesimizin duyulması için he koşulda her alanda varlık göstermeye çalıştık. Mart ayında tıbbi cihaz kurumunun önünde on gün nöbet tuttuk, Nisan Bir de İstanbul Taksim’de Tüm Türkiye’den geniş bir katılımla sesimizi duyurmaya çalıştık. Bu gün de buradayız. Bundan sonra hastalarımıza yaşam haklarının teslim edilmesi için her an her yerde bulunmaya devam edeceğiz.
“Önce Sağlık Sonra Sandık” Sma Eylemi
TC olarak büyük bir ülkeyiz, güçlü bir devlete sahibiz, ekonomik açıdan dünyada ilk 20 ülkeden biriyiz. Hal böyleyken sağlık Bakanlığına soruyoruz. Bütün klinik çalışmaları tamamlanmış, bilimsel makaleleriyle faydası açıkça ortaya konmuş ve gelişmiş ülkelerde kullanılmaya başlanmış olan bir ilaca ulaşmak için neden hala bekliyoruz. Ülkemiz bir seçim sürecinin içerisinde. Bundan dört hafta sonra hepimiz sandık başına gidiceğiz. Fakat diyoruz ki, “ÖNCE SAĞLIK SONRA SANDIK”. Hiçbir şey insan hayatından daha değerli değildir. Hiçbir şey günden güne eriyen ve çocuklarımız ve yetişkin hastalarımızın sağlığından kıymetli değildir. Hiçbir siyasi ve ekonomik gündem halk sağlığından daha önemli değildir. Siyasi görüşü, dünya görüşü çok farklı olan ama talebi aynı olan yüzlerce aileyiz ve biz diyoruz ki, ortak derdimiz sağlıktır. Öyleyse SAĞLIKTA İTTİFAKA DESTEK VERİN. Her zaman her yerde söylediğimiz şeyi tekrar dile getiriyoruz, “her hak hakkını bekleyen SMA hastalarına teslim edilinceye kadar bu mücadeleye kararlılıkla devam edeceğiz”.
Yine aynı katılımcılar, “Türkiye susma ilacımı ver” sloganları ile Ulus meydanını çınlatıyorlardı.
 SMA HASTALIĞI NEDİR, NASIL TEDAVİ EDİLİR? Bu hastalığın belirtileri çocuklukta daha belirgin olan Spinal Müsküler Atrofi (SMA hastalığı), sık rastlanan genetik rahatsızlıklardan biri.

Peki, SMA hastalığı nedir, nasıl tedavi edilir?

SMA Türkiye'de bilinen adıyla Gevşek Bebek Sendromu, dünyada ve ülkemizde pek çok çocuğun hayatını kaybetmesine neden oluyor. Çocukluk döneminde kendini göstermeye başlayan bu hastalık, omurilikteki ön boynuz denilen bir bölgedeki hareket siniri hücreleri etkiliyor.

SMA NEDİR?

Spinal Müsküler Atrofi (SMA), hareket sinir hücrelerinden (motor nöronlardan) kaynaklı nöro-müsküler bir hastalık. 3 evrede görülen SMA hastalığının en tehlikelisi SMA Tip 1 denilen evre. SMA Tip 1 hastalığının belirtileri çocukluk yaşlarından itibaren gözle görülebiliyor. Bu belirtiler içerisinde yutkunma ve solunum zorluğu, desteksiz oturamama gibi sorunlar görülüyor.

SMA TÜRKİYE'DE DE SIK GÖRÜLMEYE BAŞLADI

Batı dünyasında çok sık rastlanılan, bebek ölümlerine neden olan genetik hastalık SMA'ya, son yıllarda ülkemizde de sık rastlanılmaya başladı. Edinburgh Üniversitesi'nde yapılan deneye göre her 6 bin doğumdan birinde görülen SMA tanısı %95 delesyon tanısı olarak DNA testi sonucuyla konuyor. Geriye kalan %5 oranındaki bozukluk diğer hasar veren mutasyonlar şeklinde gelişebiliyor. 6000 – 10000 doğumda bir görülebilen hastalıkta 40 çocuktan biri taşıyıcı olabiliyor. Her iki ebeveynden bozuk gen çocuğa geçtiğinde ancak çocuk SMA hastası olabiliyor. Sadece anneden veya sadece babadan bozuk gen aktarımı çocukta hastalık oluşturmuyor, ancak taşıyıcılık oluşturabiliyor.
“Önce Sağlık Sonra Sandık” Sma Eylemi

SMA NASIL TEDAVİ EDİLİR?


Belirli bir tedavisi olmayan SMA'da sadece bazı bakımlar yapılarak, hastanın yaşam kalitesinin artırılması amaçlanıyor. SMA hastalığında kesin tedavinin bulunması için 2 tür çalışma yapılıyor. Bunlardan biri genetik terapi. Bu terapi ile SMA rahatsızlığının nedenleri ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Diğer tedavi şekli ise hücresel değiştirme terapisi. Bu yol ile ölü hücreler veya ölmeye başlayan hücreler yenileriyle değiştirilmeye çalışılıyor.

SMA Tip 1 hastası olan gençlerde motor nöronlar yenilenmeye daha uygun. Ancak omurilik zedelenmesinden kaynaklanan SMA rahatsızlıklarında hangi hücrelerin değiştirilmesi gerektiği henüz tespit edilebilmiş değil. Ayrıca SMA Tip 1 hastası olan bebeklerde omuriliğe kök hücre enjekte edilmesi fayda sağlayabiliyor. Bunun temel nedeni, küçük çocukların hala gelişim çağında olmaları. Bebeklerde ve çocuklarda kök hücrelerin yaşam şansının çok fazla olması fırsat olarak nitelendiriliyor. Travma ve omurilik zedelenmesinden sonra ortaya çıkan rahatsızlıklar da ise, hücre nakli pek mümkün olmuyor.
BİR DOZU 175 BİN DOLAR: SMA HASTALIĞI İÇİN BEDAVA İLAÇ ADIMI 
https://www.ntv.com.tr/saglik/sma-hastaligi-nedir-nasil-tedavi-edilir,iKllgqASEEqDk6XGrgLgzg

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız

KRİZDEN ÇIKIŞ İÇİN EMEĞİN ON ÇÖZÜMÜ: (Son)
  1. Çıkış yolu üretim ekonomisinde aranacaktır.
  2. Gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerine son vereceğiz.
  3. Dijital teknolojiyi de yakalayarak sanayileşeceğiz.
  4. Türkiye tarımına kooperatifleşmeye ağırlık veren bir anlayışla sahip çıkacağız.
  5. Toprağı suyu havasıyla ekolojik bir memleket hedefliyoruz.
  6. İşsizlik “kader” değildir, istihdam her yurttaşın hakkıdır.
  7. Sendikalaşma ve grev yasakları dâhil emekçilerin önündeki tüm engelleri kaldıracağız.
  8. Eğitim ve sağlık olmak üzere temel kamu hizmetleri bir haktır ve ücretsiz olacaktır.
  9. Özelleştirmelere son verilecek, özelleştirilen kuruluşlar koşulların izin verildiği ölçüde kamuya kazandırılacaktır.
       10.Çözüm, üretenlerin yönettiği bir ekonomidir.

“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin 10 Çözüm Bildirisi (3)
“- Teşhisler yapıldı, alternatifti bizim başlığımız, bana gelen şey oydu. İşte alternatifi aşmamız lazımdır, bu tespitini herhalde hepimiz Tv kanallarında, gazetelerde tespitler var. Bu tespitlerin hemen hemen hepsi, yazılı sözlü bir sürü kanalda konuşuldu zaten. Modeli çok kısa özetleyelim, Türkiye iş tasarrufları yetersiz, iç kaynaklarla büyüyemez, kalkınamaz, e ne yapacak, dış kaynaklara bağımlı bir ekonomi olmaya mahkûm. Bunu inandırdılar topluma, toplumun bütün kesimleri, muhalif olma potansiyeli olanlara da inandırdılar. Böyle bir zımnı varsayım oluştu. Siz iç tasarruflara dayalı büyüyemeyeceğiz, bizim imkânlarımız sınırlı. Mecburuz elin yabancınsın parasına” dediğiniz andan itibaren program rasyonel, hiçbir itirazı olamaz kimsenin Rasyonel olması onun uzun vadede sürdürülebilir olmasına gelmiyor, ne demek o? Bu modelin zımni varsayımı şu, para gelecek, o fon gelecek, gelmiyorsa ne olacak, işte o zaman reyting kuruluşları kırılgan ülke listesine yazılıyorsunuz. İşte raporlar hazılanıyor.  Diyelim ki o raporlar mükemmel çıksa, Türkiye Amerika düzeyinde olsa, şimdi Yeni Zelanda diye bir ülke var, aman Allah fıstık gibi bir ülke. O düzeyde olsa, memnun mu olacağız, her şey mükemmel çalışıyor, bu reyting kuruluşlarına göre, aslında çok vahim bir şey demektir. Niye sermaye hareketleri tıkır tıkır çalışıyor, sıcak para tıkır tıkır geliyor, doğrudan yabancı sermaye tıkır tıkır geliyor.
Peki bizim iç kaynaklara dayalı bir büyüme olmazsa bu dümenin başında biz durabilir miyiz. Duramayız, bize gelecek kaynak kadar mutlu oluruz. O kaynağı birileri kıstığı anda veya kaynağın geri dönüşü başladığı anda, yandı ülke, savaş yerine dönecek, dolayısıyla burada muhalefeti oluşturacak olan kesimlerin bu oyun kuralların dışına çıkıp çıkmayacağı konusunda bir tercih yapmamız lazım. Bu tercihi yapmazsak, biz düzen içinde bir şeyler yaparız, ben yaparım” derseniz, ben uzun yıllar CHP nin içinde ekol politikaların oluşturulmasında görev yaptım, Baykal’la da çalıştım, Kemal Bey’le de çalıştım, ekonomi masasında birlikte bayağı raporlarla çalıştık, hazırladık böyle alternatif arayışları da yaptık, Oğuz Oyan’ın da olduğu, Oktay Türel’in de olduğu ortamda çalışmalar yaptık. Vallahi bir adam geldi Kemal Derviş, raporumuzun giriş bölümünde Kemal Derviş’e geçiriyorduk. Rapor tutuldu kamuoyu ile tartışılmadı, hala kimse bilmez o raporu. Biz de açıklamadık, susturulduk mu ne olduk, konuşmadık o raporu ve bir süre anladık ki, Kemal Derviş bize geliyormuş meğer ve geldi, böyle bir durum var, karar veremiyorsanız burada çok büyük bir değişiklik yapma şansınız yok.
Biz galiba sosyal bilimciler olarak bir raporumuz vardı. Farklı hükümetler tek siyaset, merak ettik nedir diye, CHP nin içindeydik. Hangisine baktık, CHP nin o açıklamadığımız değil, Derviş’in geldiği dönemdeki programa baktık, diğerlerine baktık. “Ya hocam özelleştirmeyi biz daha iyi yaparız, Merkez Bankasını biz daha özerk yaparız. Programla birbirini ayırsın. Bu iktisat politikasının mantığına da aykırı. Toplumu bir cendereye sokmak, sınıflar var, fakat sınıflara diyorsun ki “siz takılmayın bir iktidar getireceğiz ki, hepsinde kazanacaksınız, yani muhalif olan da iktidara geldiği zaman da kazanacaksınız, iktidardakilerle de kazanacaksınız. Böyle bir şey olamaz, bu oyunu bu sahada biz kabul etmiyoruz, diyecek bir siyasi oluşum lazım.
Haziran hareketi böyle bir oluşum olduğu için ben CHP li olarak bunun için de uğraşıyorum. Bir Meclisimiz var, Dikmen Meclisi, hava atıyorum bile ben seçilmiş adamım, Meclisin adamıyım, Meclis seçti beni. Partide bizi bir yere seçmiyorlar CHP nin içinde bir yere gidemiyorsun” (salonda gülüşmeler) Bakın şu program, müthiş on madde, biz bunları tartışacağız her şeyi de bağlamayın, bu tartışılacak metin siz burada işi bitirmişiniz, bir de işin içine bölümler yazdığınız zaman, program hakeza hazır. Biz onu genişletiriz, katkı yaparız ama çocuklar oturmuşlar, güzel bir şey yapmışlar. Bu metne bakıyorum, üzüldüm bir kavram yok burada plan, biz bu tür sözcükleri kullanamaz hale geldik. Aman küreselleşme var ne yapıyorsun, ne merkezi plan. Bölgesel plan, merkezi planla bölgesel plan çatışmaz ki, gazyet iç dengelerini kurarsak fıstık gibi olur. Kalkınma ajanslarıyla bu günkü planı karıştırmayın, onlar AB nin göz boyama programları. Hâlbuki çok ciddi bir programlar eskiden sosyalist literatürde vardı. Âdemi merkeziyetçi bir plan vardı, böyle bir merkezi. Bir düşmanlık başladı splda bideray kesimlerde. Efendim “her şeyi Ankara’dan yapmak”, tabi ki Ankara’dan yapacağım. Temel tercihlerim, sektörel tercihlerim buradan yapacaklar. Bazı yerel inisiyatifleri genişleteceğim, onlar orada işi götürecek. Dolayısıyla böyle bir merkez düşmanlığı, merkezden diktatörlük izlenimleri, biraz da Tayyip’in işi ben yapacağım merkezden yönetme bir fobi oluşturdu.
“Merkez Bankası’nı Takmam”, dedin.
Bir kere planı bu günün koşullarında emin olun yapabilmek daha da kolay. Hintli bir plancı geldi Türkiye’ye, adama sordum, sizin zamanınızdaki planlamayla-60 lı yıllar arasında ne fark var? Emin 150 bin sektörü planlarım”, dedi, eskiden 20-25 ana sektöre konselide ederdik, çünkü ne bunun bilgisayar programını yazabilirdik, bilmem ne. Şimdi fiyatları da, maliyet kalemlerini de ayarlayabilirdik. Muazzam teknoloji gelişti, araçları zenginleştirebilirim, hatta simulasyonlar yapabilirim. Şu bunlar sabit şunu değiştirdiğim zaman ne olur. Mühendis var, bu işleri bilen bir arkadaşımız.
Dolayısıyla teknik donanım, bizim merkezi planda, onunla tutarlı bölgesel plan yapma olanağı tanıyor, Bilsay Kuruç belki de o nedenle olsa XXl. yüzyıla doğru planlama diye seminerler düzenliyor. Hakikaten planlama damgasını basacak, bu neoliberal politikalar iflas etti. Yok işte, sermaye kesimlerine de bir şey kazandırmıyor. Çok net, hem tahkim getiriyor, geçen gün dedi ki, ağzından kaçırdı, “ben” dedi, Herhalde sıkıyı yedi ki Londra’da, “ne yapıyorsun kardeşim”, baklayı ağzından çıkarttın, “Merkez Bankası’nı takmam, dedin, o anlama geliyordu. Oranın mabetleridir, izin veririler mi, sana.
Hemen ne dedi, biliyor musunuz, o atlandı; gazetelerde fazla yer almadı. “Para politikalarında” dedi, küresel yönetişim kurallarına uyacağız” dedi. Bu ne demek, uluslararasının finans çerçevesinin hocalık dediği kurallara vallahi de billahi de uyacağım” diyor. “Ulusal düzeyde çelişen şeyler olursa, gardımı alırım” diyor. İşte geldin, onu yemezler, izin vermezler. Çünkü bakın yönetişim, maalesef çok masumane kullanıldı. Bizim ideolojik anlamı neoliberalizmin ona yüklediği anlam anlaşılmadığı için hemen onu kısa bir parantez açıp yönetişimi kısaca değineceğim. Yönetişimde yeni şey şu, çok cılalı laflarla, artık politikacı denilen ahlaksızlar popülizme gidiyorlar, (yanındaki CHP İzmir Milletvekili Selin Sayek Böke gülmeye başlayınca salondan da gülüşmeler başladı). Aynen popülizme gidiyorlar. 80 öncesinde bu popülizm tartışmaları Yalçın Küçük’le Yapıt’da orda burada doğru şeyler yaptı; ucuz popülizm kavramlar da kötü kullanılıyor, işte siyah, seçim zamanlarında emek kesimlerine ulufe dağıtılıyor, iyi ki dağıtılıyor, seçim bunun için yapılır zaten, emekçi kesime tabi ki bir şeyler verecek. Bunun popülistmiş, liberalizm gibi aşağılayıcı dil ile bunlara niye itiraz ediyorsun, ne yaptılar biliyor musunuz, bunlara fon vermek için “ekonomiyi siyasetten ayıracağız” dediler. Nasıl yapacağız, “özerk yapılarla”, peki nasıl karar verecek bunlar? Bunlar üçlü yapı ile olacak, nedir o üçlü yapılar.
1.Bürokrasi yer alacak orada, mutlak yer alacak. Karar alma yerinde siyasetçi değil, bürokrasi.
2.Sivil toplum kuruluşları.
3. Özel sektörün temsilcileri.
Allah aşkına bunların arkasında kimler var bir görelim. Diyor ki bürokrasinin temsilcileri. Arkadaşlar bürokrasi sizin 70 li yılların bürokrasisi değil. O Kalkınma Bakanlığının güzelim Maliye Bakanlığı’nın, tetkik kurulunun bürokratları yok. Kim var, nasıl bürokratlar, akide edilmiş yani uluslar arası finans piyasalarından geçer not alamayan kişiyi akredite etmiyorlar. Diploması olmasa bile, uluslar arası sermayenin beğenisini akreditesini almış. Aziz Konukman’ı getirmezler oraya, salonda Mustafa Altıntaş’ı görüyorum beklesin o getirmezler orya mümkün değil.
Peki kim karar veriyordu, sermaye, bürokrasi, pappuço, zavallı bir şey oldum zannediyor. İkinci kim, sivil toplum kuruluşları. Burada Birgül Ayman Güler’i analım, son dönemlerinde politikaların katılmıyorum onu da söyleyeyim. Birgül bir tuhaf oldu orada, şey diyor, “sermaye tabanlı kuruluşlar” aa ne güzel sivil toplumda sermaye tabanlı kuruluşlar! Bu bütün dünyada böyle, sadece Türkiye’de değil, kim bunlar Türkiye’de TESEV, TUSİAD di mi bunlar davet ediliyor.
Peki, emek yanında TUMOG var mı? Başkan buradaydı, bir çağrı çek TUMOG başkanını TUMOG başkanı onların yapacağı düzenlemeleri engellemek için mücadele veriyor, onun düzenlemede söz hakkı mümkün değil.  Peki, adı ne, sistemin şimdiki adı paydaş. Ah ne güzel, neyi paylaşıyorsun, Emin Koramaz’la, Emin Koramaz’a bir şey sorduğun yok ki, öyle bir şey yapıyorsun ki adamın mühendis haklarına tecavüz ediyorsun, saldırıyorsun. Demek ki sivil toplum kuruluşları sermaye tabanlı kurulular, arkasında kim var sermaye.
Üçüncüsü kim, özel sektörün kendisidir. Hocam karar mekanizmalarında üç koltuk var, üçü de sermayenin elinde. Şimdi slogan üretelim mi, ödünç alarak, -tüm iktidar sermaye- Yav başka adı var mı bunun. Buradan emek yanlı politika türemez.
Öbür yanı şöyle olur, bir istikrar paketi uygularız, sosyal demokrat bir parti şunu yapabilir, haksızlık yapmayalım, Meclis parlamenter sisteme dönecek tek adamdan. Orada en azından bir yasa geldiği zaman, yasa teklifi bilim KHK olmaz bilek güreşi olur Orada çeşitli kuruluş başkanları bileğini ortaya koyar, bir sınıf kavgasıyla o sonuçlanır ve emeği çok dışlayıcı, emeğin kemerlerini tamamıyla sıkıcı bir istikrar paketi gibi sermaye ile biraz hafifi onu da biraz koklayan bazı yükleri sermaye aktarabilecek bir istikrar paketi uygulanabilir ama oraya kadar. Bu seçenek olamaz, bu deminki söylediğimiz minderi deminki söylediğimiz platformu kabul etmek anlamındadır. BU platformun dışına çıkmak lazımdır, peki siyaseten bir karşılığı var mı yok. Haklısınız ama şöyle bir şey var. Geçenlerde Güray Öz söylemişti, çok hoşuma gitti, Cumhuriyet’te. Diyor ki, “bu gün iktidara gelecek herkesin lütfen sosyalistlerin alternatif programlarına baksınlar. En azından kendi politikalarını oluştururken oralardan ilham alabilecek bir şey vardır”. İşte burada birilerinin ilham almaları lazımdır”.
**
Burada sahneye, iki koltuk değneklerine dayanarak çıkan Selin Sayek Böke (ayak bileği kırıldığı için) salondakiler tarafından uzunca bir süre alkışlanmıştı. Konuşma sırası gelen CHP İzmir Milletvekili iktisatçı Selin Sayek Böke konuşmasında şunları söyledi:
“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin 10 Çözüm Bildirisi (3)
“Tam da tartıştığımız şeyi, değişime açık tarif eden şey bu duygu yoğunluğu kırılgan geçiyor. Önceki konuşmacılar tarafından o kadar çok pas atıldı ki, hepsini cevaplamaya çalışacağım. Her pas aşırı bir duyguyu kaşıdı bende. Bende bir yanıyla öfke ve isyan duygum var. Ben bunun çok sağlıklı olduğunu düşünüyorum, çünkü öfke ve isyan duygusunun olmadığı yerde değişimin başlaması mümkün değil. Bu öfke ve isyan duygusunun öneli bir kısmı, biraz önce esası detaylı konuşulan,-Biz bu düzenin bu sonucu doğuracağını biliyorduk zaten. Şimdi meselenin bu sonuç doğmuşken buna şaşırmış gibi yapan ve çaresizlik içerisinde bu sonuçların zaten yıllardır yükünü çekenlere, “şimdi size bir kez daha yükleyeceğiz” diye ön hazırlık yapanlara dair bir öfke ve isyan duygusu var.
Şimdi bu çok sağlıklı derken, şunu kastediyorum, doğru tespitleri yapmışsak demek ki teşhisimiz net. O zaman değişimin nereden başlaması gerektiği ve geleceğe dair bir hikâyenin nasıl yazılacağına dair de fazla soru işareti yok. Neyin değişmesi gerektiğini çok iyi biliyoruz. Bu öfke ve isyan duygusunun o zaman diğer yarattığı duygu da bir umut oluyor ki bu ümit duygusu yanında büyük bir özgüven duygusuyla geldi bana burada. Umudun kendisinden reçetenin belli olmasından kaynaklanıyor. Özgüven de, biraz önce Korkut Hoca’nın hakikaten çok onur verici bir biçimde bizlerin iktidarının benim özelimden tarif etmiş olması. Dolayısıyla halkın iktidarının artık yeniden iktidara geleceği bir dönemin başlangıcına dair özgüven olması gerektiği reçetenin bizde var olduğu, kadroların burada olduğu, bu işi yapabileceğimize dair inanç olduktan sonra da belki farklı yerlerde tartışma çıkabileceğı, ama nihayetinde yeni bir Türkiye hikâyesi yazacak hazır bir kitlenin var olduğunu gösterdi. Ben bu duyguyu da çok önemsiyorum.
Ha öte yandan endişe, korku, ya “eyvah hakikaten karaya oturuyoruz”, bu karaya oturmuşluk bir endişe duygusu yaratıyor mu? Vallahi itiraf edeyim galiba iktidarda daha çok endişe yaratıyor, sermaye kesiminde daha çok yaratıyor.
Bende endişeden ziyade hakikaten o öfke ve isyan duygusunu yaratıyor. Neden böyle olmayabilirdi. Eğer uyarılar daha erken dinlenseydi, eğer siyaset kendisine yeni bir hak açabilseydi, eğer zaten 2013 ten beri çok net gördüğümüz demokrasi mücadelesi bir sonuca ulaşabilmiş olsaydı, bugün içinde olduğumuz ekonomik sıkışıklığın önemli bir kısmını aşmaya başlamış olurduk. Burada aşmaya başlamış olduğunu özellikle vurguluyorum, çünkü hiçbir sandık başlangıç veya son olarak taarif edilmemeli. Mücadelenin bir süreç olduğu ve 24 Haziranın da benzer bir sürecin parçası olduğu gerçeğiyle ve inancıyla mücadele etmemiz gerekiyor. Şimdi bu duygulardan çok daha somut yere gelmek istiyorum. Bir kere biz bir muhalefet söylemi değil bir iktidar söylemi oluşturmak zorundayız. Onun için evet bu gün biğzler muhalefet yapabiliriz ama hakikaten artık bundan sora bir iktidar iddiasıyla ve Türkiye’nin açlığını ve ihtiyacını giderecek bir özgüvenle ortaya çıkmamız gerekiyor. Şimdi Vimvorde yayınlanıyor olan yeşil ve kırmızı çizgide, tahmin ediyorum burası izlemiyor, çünkü kapatmıştık geçen hafta. Ama kapatmayanlar olduysa eğer bazı şeyleri kapatılamayacak kadar bir elzem durum oldu, çünkü özünde şuraya geldi tartışma, ya sınıfsal bir yapının ortaya çıkardığı sonuçlarla boğuşuyoruz biz. O zaman yeni siyaseti kuracaksak da  yeniden sınıfsal yerden kurmamız gerektiği ve ekonomiye dair verilecek mücadelenin ve ortaya konacak reçetenin acı olmasının önüne geçecek en temel unsurun da bunun demokrasi mücadelesiyle el ele gittiği yani ekmek, aş, iş için sürebilecek sınıf mücadelesinin demokrasi mücadelesinden ayrı ve bağımsız olmadığı bunların esasen aynı mücadele olduğunu burası biliyor ama dışarıya da anlatabileceğimiz bir zemin ortaya koymak için.
bu şu bakımdan önemli esasında muhalefete dair eleştiriler, bana sorarsanız şu kelimede somutlaşıyor, bir siyasetsizlik var. Yani ekonomi konuşuyorsak bu sınıf temelli bir yerden konuşma yapmayalım, bir cümle ile asgari ücret konuşalım, noktayı koyalım. Hayır o bir emek olayının parçası olarak asgari ücret tartışmasını açıyoruz biz. Ve biliyoruz ki o emek mücadelesi aslında demokrasi mücadelesi parçası. Şimdi bu tespit şu açıdan çok önemli, bugünkü yıkıma veri reçete ihtiyacına dikkat edin, acı demiyorum çünkü acı olmak zorunda değil.
ÜRETİME DAYALI BİR EKONOMİ ŞART
“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin 10 Çözüm Bildirisi (3)
Bir reçete ihtiyacına yol açmış olan ekonomik yapının en temel tarifi rantçı sermayeden yana emekçi sınıflara karşı bir düzen var. Bütün kamu kaynaklarını rantçı sermayeye bunun içerisine rantçi inşaat sektörünü de ekleyebiliriz. Bunun içerisine finans kapitali de ekleyebiliriz. Bu sınıflara kamu kaynaklarını aktararak kendini ayakta tutan ve iktidar yapan yapısı Türkiye’ye çok somut bir ekonomik düzen dayattı. Üretmeden dolayısıyla gelir yaratmadan ama tüketebileceğini göstererek yani borca mahkûm edilen bir düzen yarattı.
Demek ki bu düzenin değişmesi için bir reçete yazılacaksa, borca ihtiyaç duyan bir düzenin değişmesi gerekiyor. Nedir borca ihtiyacı doğuran? Üretimin olmaması. O zaman meseleyi talep temelli politikalar çerçevesinden çekip çıkartıp üretim temelli politikalara çekmek bizim en temel görevimiz.
Bana sorarsanız bu reçetenin on maddesini en kıymetli kılan şey de bizim de hep anlattığımız şeyde biz yeniden bir halkçı kalkınma programı ortaya koyacaksak, bu emek sınıfıyla bir mücadeleye başlayacak ve ekonomi programını ve kalkınma programını da emek temelli bir yerden yapacak. Ve üretimci güçler üzerinden bir yarın hikâyesi anlatacak. Ne söylüyorsak söyleyelim ki biraz daha süremi de aşma lüksünü kullanacağım, bir siyasetçi olarak sandığa gidiyoruz ne de olsa. Daha somut önerilerinin hepsinin temelde buraya erişmesi gerekiyor. Bu ülkenin borca ihtiyacı olmayacak kaynağı mevcut. Genç, müthiş verimli bir toprağa sahibiz, bu gün de kamu kaynakları doğru kullanılsa, reçeteyi emeğin üzerine yıkmadan buradan çıkması mümkün. Dolayısıyla şunu açıklıkla ifade edelim; bir İKTİDARIMIZDA ACI REÇETEYİ EMEKÇİYE FATURA ETMEYECEĞİZ. Biz, kimse sorumlusu bu yıkımın, onlardan bunun hesabını soracak bir düzen kuracağız. Bu hukuken de böyle olmalı, ekonomik olarak da böyle olmalı. Şimdi eğer bunu o kadar net tarif ediyorsak o zaman soru şuraya geliyor. NASIL BİR ÜRETİM DÜZENİ?  BU GÜNKÜ ÜRETİM YETERİNCE GELİR YARATMIYOR DA, BİR BORÇLU DÜZENİN İÇİNE HAPSOLUYORUZ?
Şimdi eğer kırmızı-yeşil ekranlarda izliyorsanız en sık duyduğunuz iki kavram, tabi bir yanıyla enflasyon tartışılıyor, en büyük kırılganlığımız, diğeri de cari açık. Bunların arkasında yatan yapısal sorunu tarif etmezseniz, hani bunlar böyle amacından kendi anlamından kopmuş sadece enflasyonu hedefleyerek iş bitebilirmiş gibi, sadece Merkez Bankası bağımsızlığı tartışılarak, kurumsal yapılar tartışılarak aşılabilirmiş gibi, bir sığ anlayış ortaya çıkartıyor. Oysaki enflasyona ve cari açığa yol açıyor olan yapı, biraz önce tarif ettiğim özette çıkıyor.
1-Üretmeden tükettiğimiz için, sürekli böyle yaptığımız için üretim kapasitemizi de geliştirecek hiçbir iş yapmadığımız için enflasyon ortaya çıkıyor. Yeterli ürün yok, ama çok talep var, dolayısıyla malların fiyatları gittikçe artıyor. Demek ki enflasyonun önünde bir engel oluşturmak istiyorsak üretim kapasitesini artıracak bir iş yapmamız gerekiyor. Veya cari açık, hocam doğru söyledi, normalde cari dengedir ama ben de anneanneme cari açık diye anlatıyoruz bunu, çünkü eğer üretmeden sürekli tüketmeye alıştıysanız, üretmediğiniz malı başka üretenden almak zorundasınız, ithal etmek zorundasınız. Bu modelin sonucudur zaten cari açık. Dolayısıyla bizim tek derdimiz yeniden üretici güçleri merkezine alan bir üretim modelini ortaya koymaktan geçiyor. Bunun sınıfsal bir mücadele olduğu dolayısıyla çok kıymetli çünkü siyaseten de yapılması gerektiğini, burada anlattığımızı dalga dalga dışarıya yayarken de emeği bir araya getirecek bir iş yapmamız gerektiğini somutlamış oluyor.
TEK ADAM ZİHNİYETİ EKONOMİYİ DE DEMOKRASİYİ DE BOZUYOR
Şimdi izin verirseniz, meseleyi Merkez Bankasının da sınıfsal doğası gereği anlaşıldığı ve son iki gündür mesele Merkez Bankasına indirgendiği için ona buradan girmek istiyorum.
Biz eğer demokrasi, emek, iş, aş bir arada giden mücadele ediyorsak, o zaman şunu söylemeliyiz, neden bu hafta Merkez Bankası tartışılıyor. Çünkü bu hafta şu gerçekle karşı karşıya kaldık, tek adam olduğu zaman yani kararlar katılımcı biçimde, düzen kaplayıcı biçimde kurulmadığı zaman, tek adam keyfiliği ile karar verdiği yerde her şey zaten kuralsızlaşıveriyor ve bu kuralsızlığın sonucunda da ciddi yükler zaten doğal olarak halka yüklenmiş oluyor. Bu gün dövizdeki değer kaybı, bu gün faizdeki artış, doğrudan hepimize fatura, 81 milyon ortağız zaten o faturaya.
Şimdi bunu ortaya çıkartan cümle ne oldu? Bir ekrandan AKP GENEL BAŞKANININ ÇIKIP, “BUNDAN SONRA MERKEZ BANKASI BAĞIMSIZLIĞI FALAN YOKTUR, BEN KARAR VERECEĞİM” DEMESİNDEN ÇIKTI, BU TARTIŞMA. Dolayısıyla bu  sadece bir örnek. Esasında yaşadığınız şey, kamu kaynaklarının kurmuş oldukları sınıfsal düzlemde rantçı sermayeye aktarımı için hep farklı araçların kullanmasından gidiyor. Merkez Bankası bir araç, Kamu İhale Kanunun iktidarları boyunca aylık kaç değiştirerek kaynakları küçük sermayeye aktarmak bir araç; Varlık Fonunun hazineye bağlayarak hazineyi boşaltıp özel bir şirket haline getiren varlık fonuyla bütün Cumhuriyet miraslarını yok etmek bir araç; mülkiyet haklarını, grev hakkını, emek haklarını OHAL ve KHK larla yok etmek bir araç; dolayısıyla mücadele edeceksek yeni kurulacak üretici güçlerine halkçı kalkınma programında ne yapılması gerektiği bu araçlar özelinden çok netleşmiş oluyor.
“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin 10 Çözüm Bildirisi (3)
OHAL kaldıralım, derken sadece bu gün içinde olduğumuz baskıcı ortam ve yeniden vukua oloan açığımızdan söylemiyoruz. OHAL kalkacak ki, emeğin hakkı tartışılabilir bir şey hale gelsin, tekrar. Yeniden sendikalaşmayı konuşalım. Yeniden grev hakkı gerçekten hak olarak burada olsun. O zaman asgari ücret tartışmak ta anlamlı bir politika haline dönüşür. Onun içindir ki biz dövizdeki bu hareketlilik olduğunda ilk ağzımızdan çıkan şey OHAL kalksın oluyor. Çünkü biliyoruz ki o amaç çerçevenin temsil ettiği bu üretim yapısı değişmeden Türk Lirasının bu değer kaybının bu kanamanın önüne geçilmesi mümkün olmayacaktır.
Üretim Reformunun yapılması için de, yapılması gereken de esasında çok açık. Yani bu gün biz iktidara geldiğimiz anda, ilk yapacağımız şey kamu kaynaklarının doğru yere aktarılmasını sağlamaktan geçiyor. Kamu kaynaklarının doğru yere aktarımı için de burada sıkça suiistimal edilmiş araçlara dönük iş yapmak gerekiyor. Mesela varlık Fonuna son vermek gerekiyor. Birinci gün yapacağız, varlık fonu uygulamasına son verilecektir. Kamu İhale Kanunun delik deşik edilmeyecektir. Uluslararası standartlara ulaşmanın ötesinde bir siyasetin keyfi eylemsel aracı haline getirilmeyecek şekilde düzenlenecektir. Çok hızlı yapabiliriz. Bu yetmez, kamu kaynaklarını üretici güçler lehine aktarmamız gerekiyor. Bu gün Türkiye’nin bütçesinde 29 milyar lira ulaştırma bütçesi var. Kullanmadığınız köprüler, geçmediğiniz yollar ama verdiğinizle bugünden ve yarını ödemek zorunda kalacağımız köprüler. Şimdi işe yaramayacak köprü yapmak yârine, işte görüyoruz acı reçeteyi buradan görüyoruz. Var olan kaynağa kobileri dijitalleştirmeye, kadınların iş gücüne katılımını sağlayacak şekilde her mahalleye kreş açmak, bu ülkenin emekçisinin ve emeklisinin hayatı boyunca rahat edeceği yaşlılar bakım hizmetlerinin sağlıklı bir sosyal devlete aktarsak bile var olan kaynağı daha iyi kullanarak bu gün ürettiği itici güçleri merkezi alanda ekonomik düzen kurabiliriz. Yani acı reçeteyi yüklenmemize gerek yok, bu acı reçeteyi rant vergisiyle, vergi cennetlerine kaçmış olan paraları bu gün teklif etmek için başlayacak vergi cennetleri listesini Bakanlar Kurulundan çıkartarak dolayısıyla emeği vergi yükünden kurtarıp parayı bu yıkımın ortağı olmak olmuş olanlardan toplayacak yeni bir sınıfsal düzenle başka bir model kurmamız mümkün. Ben diyorum ki 24 Haziran bu dönüşün ilk adımı olacak ve görüyorum ki, orada herhangi bir tereddüt yok. BİZ ARTIK MUHALEFET DEĞİL İKTİDAR HİKÂYESİNİ ANLATMIŞ OLACAĞIZ”.
Bu sonuncu bölümle, üç bölüm halinde sunduğumuz “GEÇİNEMİYORUZ” başlıklı forumda,  16 Yıllık AKP iktidarının kötü ekonomisinin iyi gitmeyen gidişi doğrultusunda, ekonomi-iktisat uzman ve akademisyenlerin konuşmalarını, görüşlerini size sunmaya çalıştık. Umarız 24 Haziran’dan sonra gelecek yeni bir iktidarla, acı reçeteye razı olsak da, ülkemiz çağdaş bir demokrasi ve iyi bir ekonomiye ve refaha ulaşır. Sağlıcakla iyi bayramlar, hayırlı seçimler.
Salondan gelen katkılar ve soru cevaplarla forum sona erdi.
Son
Cevat Kulaksız  
Prof. Dr. Aziz Konukman da konuşmasında şunları söyledi:

 Cevat Kulaksız

Muharrem İnce Seçimden Önce Açıklamalıdır
Sayın Muharrem İNCE; Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasını, umulduğu gibi başarılı bir şekilde sürdürüyor.
Ancak, bize göre AKP adayı ERDOĞAN ile girdiği "Pensilvanya 'yı ziyaret etti" polemiği hiç hoş olmadı.
Buna polemik demek zorunda kaldık, zira İNCE bir iddia ortaya atarak, ERDOĞAN'ı  2001'de partiyi kurarken Pensilvanya 'ya gidip icazet almakla suçladı,bu suçlamanın altında kalmayan ERDOĞAN da;İnce’nin, "Pensilvanya 'yı ziyaret etti" iddiasını inkar ederek, "ispatlamazsan namertsin" ifadeleri ile İNCE'ye yanıt verdi.
ERDOĞAN'ın bu yanıtına karşı İNCE de; “2001'de Pensilvanya'ya  gidip icazet aldığınızı bana söyleyen kişi, beraber gittiğiniz kişi. O aradı beni. "Beraber gittik" dedi. Allah'ın izni, milletin isteğiyle ile 24 Haziran'da cumhurbaşkanı olduğumda o arkadaş da rahata ereceği için adını vereceğim” yanıtını vermiş bulunmaktadır.
Biz Sayın ERDOĞAN'ın; çözüm süreci ve PKK lideri ile masaya oturularak yapılan pazarlıklar gibi, hakkında iddia edilen çoğu suçlamayı önceden inkar ederek ve bu iddiayı çıkaranlara, iddialarını ispat edemezlerse namerttirler, namussuzdurlar diye suçlayıp karşılık verdiğine, ancak sonradan bu iddiaların doğruluk kazandığına sıkça tanık olduk, ERDOĞAN'ın bu tür çıkışlarına alışkınız.
Sayın ERDOĞAN bu çıkışlarıyla bazı seçmenleri ikna edebiliyor da,bu nedenle Sayın İNCE'ye tavsiyemiz, ERDOĞAN ile böyle polemiklere girmeden sağlam konuları gündeme getirerek ayağı yere basan  konularda eleştiri yapmalıdır.
Sayın İNCE; ha çok önem veriyor, ERDOĞAN'a oy kaybettireceğine ve doğruluğuna inandığı ve kanıtlayabileceği için, illa ki "Pensilvanya 'yı ziyaret etti" iddiasını dile getiriyorsa, bunun ispatını, seçim sonrasına, 25.Hazirana bırakmamalıdır. Penaltıdan gol atacaksa, bu golü seçimlerden önce, seçim sandığıma atmalı ve beklediği sonucu elde etmelidir.
Sayın İNCE bu iddiasının ispatını seçimden sonraya bırakırsa ve seçimi de kaybederse, penaltı golünü kaçırdığı için takımını şampiyonluktan eden oyuncunun durumuna düşeceğini unutmamalıdır.

Güner Yiğitbaşı

29/05/2018
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

GEÇİNEMİYORUZ” HAZİRAN HAREKETİNİN 10 ÇÖZÜM BİLDİRİSİ
KRİZDEN ÇIKIŞ İÇİN EMEĞİN ON ÇÖZÜMÜ:
  1. Çıkış yolu üretim ekonomisinde aranacaktır.
  2. Gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerine son vereceğiz.
  3. Dijital teknolojiyi de yakalayarak sanayileşeceğiz.
  4. Türkiye tarımına kooperatifleşmeye ağırlık veren bir anlayışla sahip çıkacağız.
  5. Toprağı suyu havasıyla ekolojik bir memleket hedefliyoruz.
  6. İşsizlik “kader” değildir, istihdam her yurttaşın hakkıdır.
  7. Sendikalaşma ve grev yasakları dâhil emekçilerin önündeki tüm engelleri kaldıracağız.
  8. Eğitim ve sağlık olmak üzere temel kamu hizmetleri bir haktır ve ücretsiz olacaktır.
  9. Özelleştirmelere son verilecek, özelleştirilen kuruluşlar koşulların izin verildiği ölçüde kamuya kazandırılacaktır.
       10.Çözüm, üretenlerin yönettiği bir ekonomidir.
“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin İşsizliğe, Yoksulluğa, Pahalılığa Hayır Forumu (2)
Forumda yine ekonomi Akademisyenlerinden Serdar Bahçe de yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Ekonomide mucizeler yoktur”
“-Cumhurbaşkanı adaylarının Türkiye’deki kurumsal yapının tekrar tesis etmek gerektiğini, kurumların işler hale getirilmesi gerektiğinden sürekli dem vuruyorlar ama ben de bu anlamda gündemde neler oluyor diye bakayım dedim. Şöyle açıklamalar gelmiş, belki de buradan başlamak lazım, dün veya bu gün geldi TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik şöyle bir şeyler demiş: “Ekonomide mucizeler yoktur, gerçekler vardır, hakikati istediğiniz gibi eğip biçemezsiniz”, tahminen bu faizler üzerindeki tartışmalar üzerine söylüyor”.
Dün Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman(1)“Türkiye serbest düşüşte 97-98 deki gibi”, demiş. Bu arada, iktisat ilmini ya da bilimini, artık bilimin bir astrolojiye dönüştüğünün yine Nobel’li galiba Nuriye Rubin “faiz artırımında geç kalındığını artık, “geçti Bor’un Pazar’ı hikâyesine gelmiş, başka önlemlerle zorunlu olduğunu” ima etmiş. Nitekim İngiliz yatırımcılar, Cumhurbaşkanı ile görüştükten sonra, “kaygılarımız yatışmadı daha kaygılı ayrıldık” demişler. Yani hayatında hepsinin bir ortada gerçeklik var, o gerçekliğin tarihi, temel bileşenlerini bir gerçeklik var, bu gün herkes bu gerçekliğe has bir rasyonalite var. Hükümeti ya da şu an, ülkeyi idare edenleri bu rasyonaliteye bu gerçekliğe uygun davranmaya çağırıyor. Bu gerçekliğin ne olduğunu aslında bütün ana hatlarıyla çoğu yerde söylendi, sürekli açık veren dünya ekonomisine kapitalist ekonomiye, bilmem ne tarzı sürekli olarak açıklar üzerinden borçlanmayı gerekli kılan bir ülkede yaşıyoruz. Bu ülkenin bir sürü yapısal sorunu var, yapısal buluyorum bu önemli. Çünkü buradan şuna geleceğim ben, derslerimde öğrencilere hep soruyorum, bu karamsar tabloyu, bu şom ağızlı olarak sürekli deşerken, yapı mı sorumlu, politika yapanlar mı sorumludur. Bana sorarsanız ikisi de sorumlu, toplumumuz bu halden ama bu anlamda önemli bir şey, ama ben birazdan konuşacağımız şeyler üzerinden bir şey. 2008-2009 krizi patladıktan sonra birileri 2008-2009 kuz krizinden önce, Cennet tabloları çizen Amerikan iktisatçılarından birine, “bu yiğit bit Marksist ekoldür, Marksist bir balonun patlayacağını yıllardır söylüyor, üstelik “biz demiştik” diye de, bırak onu şom ağızlılık yapıyorlar, karamsar tablo çiziyorlar, gibi hep sürekli kriz vurgusu yapıyor. Biz geldiğinde de mutlaka daha az seslerini duyurur hale geliyorlar, bunları nerden anlıyorum, iki gündür gazetelere bakıyorum, hep Korkut Hoca’nın beyanatlarını hem de Selin Hoca’nın beyanatlarını daha sık görür oldum. Bu aynı zamanda böyle bir momentle çatışıyor. Bu gerçekliğin kendine has bir rasyonalitesi var, fakat şöyle bir şeyle de başlayayım, biraz da şaşırtıcı olacak. Yani AKP yi günahlarından ve suçlarından azade kılmayacak ama bir nebze mağdur göstereceğim. Yani şöyle bir şey, bu yapı ve politika hikâyesine dönersek, altta bir yapı var, bu yapı aslında yeni bir şey değil, yani 16 yıl falan dendi biraz önce ama aslında 40 yıldır uygulanan bir politikalar bütünün sonucunda ortaya çıkan bir yapı.  Yani ben son faiz tartışmalarına baktığımda ya da bunu takip ettiğimde aslında çoğunlukla kızdığımız bizi yönetenlere biraz da acıdım hakikaten. Çok sıkışmış bir haldeler, çaresiz bir haldeler, çaresizlikleri her, çaresizlik acınası bir çaresizlik değil tabi, bazen hayırlı bir çaresizlik de olabilir. Şimdi bu yapıyı onlar yaratmadı, onlar devraldılar, onların sorumluluğu bu yapıya uygun politikaları daha büyük bir şehvetle, daha büyük ısrarla, daha büyük saldırganlıkla, daha büyük otoriterlikle uyguladıkları. Yoksa uyguladıkların ne Tansu Çiller’in programından bir farkı var, ne Kemal Derviş’in programından bir farkı var. Ya aslında 40 yıldır aynı hikâyeyi, aynı öyküyü sürekli ve sürekli yeniden yaşıyoruz. Bu öykünün kendisidir aslında bu müteakip defalar ortaya çıkan krizleri yaratan yapıyı yaratmıştır.
Şimdi doğal olarak bu anlamda bir kere bunu açıkça ortaya koymak lazım, bunu da şunun için söylüyorum, seçime gidiyoruz, muhalefete veya iktidara pay olanları izliyorum, hani hep şöyle bir şey ortaya çıkıyor. Yapıya müdahale etmeyen ve politikada da sadece makyaj müdahale eden bir çeşit muhalefet jargonu ortada dönüp duruyor. Yani şu bana çok saçma geliyor, açık açık söylemek gerekiyor. Merkez Bankasına otonomu bağımsızlığını tesis edeceğim. Bu tesisince doların düşmesini beklemek, yapıyı az buçuk gözler önüne serersek bunu aynısın olmayacağı, bunun gerçekleşmeyecek bir hayal olduğu çok çabuk kavrananılacaktır. Bu artık AKP nin uyguladığı programına uyguladığı muhalefet etmenin yolu bu değildir. Muhalefet etmenin yolu, işte biraz önce bu toplantıdan önce açıklanan on maddelik programdır. Kendi başına öyle bir muhalefet olamaz, bunun için de bunu baştan söyleyerek devam edersek belki daha hayırlı bir şey yapmış olacağız.
Yani çaresizlik olduğu açıktır, bunu açıkça söylemek lazım. Ama bu dediğim gibi sorumluluklarından yana günahlarından azade kılmıyor. Bu programı kendisinden öncekilerden daha büyük bir şevkle uyguladıklarını, onu affetmiştim. Onun döneminde gerçekleştirilen özelleştirmeler onu döneminde gerçekleştirilen reformlar ve reformları, ona reform dediği için reform diyorum; yani reform kavramının da bir şekilde içini boşaltılmış bir hale dönüştürdükleri için hani hayırlı kavramlar silsilesi içinde bulunmaktan çıkan bir kavram. Doğal olarak bu son bir haftadır yaşadığımız aslında yapı ila o yapıya uygun, ona esir olmuş ona uygun politikalar yürüten bir öznenin yeri geldiğinde şımarmak istediğinde aslında şımaramamasının ya da kısıtlara takılıp kalmasının, hocamın söylediği gibi hani ağlamak için çok geç. Hakikaten hani çok açık bir şekilde bu ortaya çıkıyor. Çaresizler, bunu tekrarlayım. Çaresizliklerinin tabi yapısal nedenleri var. Şimdi uygulanan ekonomik politikalar, bir kapitalist devletin, yani özelde Türkiye’deki kapitalist devletin elinde ekonomik yapıya, piyasalara müdahale edecek araçlarını zaten 40 yıldır budadı. Geriye çok da araç kalmadı, şimdi mesela 40 yıllık hikâyeye bakarsanız aslında üç tane araç kaldı ve sonunda söyleyeceğimizi başında söyleyelim. Aslında her üç araçta bu 40 yıllık programın ana teması budur, ee hem ücretlerin üzerine basma, hem ücretlilerin sendikal yapılarını yok etme, hem işçi sınıfının sahip olduğu mevzilerden geriye doğru bekle. Bütün bu aracın, daha aslında ortaklaştığı nokta budur, bu üç araç nominal (saymaca) faiz oranı, ücret artı kamu vergi harcama politikaları. Bunlarda da özgür değiller yani, Hayri Hoca söyledi, imkânsız üçleme hikâyesi, bir iktisatçı arkadaş diyor ki, artık imkânsız üçleme de değil imkânsız ikileme diyor. Yani üçten ikisini seçmiyor üçten birini seçiyor. Çünkü sürekli o noktada dönüp duruyoruz aslında. Bu çaresizlik için de yapabilecekleri çok bir şey de yok.
Onun için de tekrar tekrar dönüp de bu seçim altında, seçim sürecinde, muhalefetin buna karşı geliştirdiği söyleme baktığımızda aslında çok hayal kırıklığı da yaratıcı bir şey. Yani açık açık şunu da söylemek gerekiyor, Türkiye’de özerk kurumlar var, BDK var, EDK var. Birazdan şunu konuşacağım EDK, BDK, SPK aslında bu programın zabitleri durumunda geri durumda. Yani o rasyonaliteye uyarak o yapının oluşturduğu bütün o kaotik toplumsal olarak sıkıntı yaratan işçi sınıfını ezen bir dinamiklerin önüne geçmemiz mümkün değil.
Onun için başka hap yutturmak zorundayız, onun için bu programdan önce açıklanan on madde de çok ciddi bir kapı aralıyor, bir en azından bir direniş mevzisi sağlıyor. Pek bir araçları kalmadı bu üçü dışında. Ne demiştik özelleştirmeler, dış ticaret rejiminin son raddesine kadar netleştirmesi bütün sermaye kontrollerinin kaldırılması, tarımsal kitlerin tasfiye edilmesi, yani devletin şimdi müdahale edecek aracı da kalmadı. Onun için bazı anlamlarda çok da bir şey beklememek gerekiyor, bunu söylemek istiyorum.
“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin İşsizliğe, Yoksulluğa, Pahalılığa Hayır Forumu (2)
Şimdi Nominal faiz haddi daha doğrusu özünde para politikasını hedefleyen bir Merkez Bankası, bu Merkez Bankasına biçilmiş bir bağımsızlık hissesi.
Şimdi ben kamuoyu yoklamalarına bakarak konuşuyorum.
İkinci olarak cumhurbaşkanı adaylarının konuşmalarından anlatıyorum. Merkez Bankası bağıntıları, “soldaki bir muhalefet olayının savunacağı bir şey değildir. Olmaması gerekir. Çünkü herkes biliyor ki bu üçlü daraltıcı para politikası aslında bir özünde hem emekçilerin aleyhinedir, hem bir emek kontrol rejimidir. Yani sürekli nominal (saymaca) faizi kur ekseni üzerinde oluşturulmuş sürekli sendikaların işçi örgütlerinin kulağına, “aman ha ücret artışı istemeyin zinhar, günahtır, yazıktır” demenin başka bir yolu aslında. Onun için mutlaka bu ikilemi bir aşmak gerekiyor. Tabi ki, ikincisi ücret bahsidir. Ücret bunun en temel kırk yıldır uygulanan standart bir şey, üstelik ben bunu şöyle bir referansla bunu açıklayayım, derslerimde okutuyorum, ama hocamızın çok kısa özünde üstün bu hikâyeyi ne zaman yazıldığını bilmiyorum. Bu yapısal ismini vererek söyleyeyim, günü hak eden bir makale derslerde de okuttuğum için, yapısal ve istikrar programlarını bir bilançosunu, aslında hocamız da orada açıkladı. Bu program kendi ayağına yani o gün o başta dizayn edenlerin topluma vaat ettiği, topluma zerk ettiği o hülyaları hayalleri de gerçekleştirme konusunda yetersiz ve yeteneksiz program bir sürü de, iç çelişkisi var, mesela ücretlilerin üzerine emeklerine basan bir program. Eninde sonunda toplumun büyük kesiminde emekçi kesiminin reel ücretlerinin düşürdüğü, onların çok büyük bir kesimini yaşamsal değerlerini gereklerini bile karşılayamayacak duruma getirdiği için hanelerin çok büyük bir kısmını borçlanma sarmalına gidiyor. Doğal olarak ortaya finansal ortamın kaosu olan bir tür kırılganlıkla çıkıyor. Onun için program kendi ayağını kendi altında kendi oyuyor.
Üçüncüsü. Vergilerle kamu ayağına gelirsek de, mesela Türkiye’de kurumlar vergisine, hem OICD ortalamasından daha düşük, hem de getirilen bir sürü istisna ve muafiyetle düşmüş duruma düşüyor. Yani aslında sermaye vergilendirilmiyor. Verginin çok büyük bir kısmını zaten maaşı eline ücreti eline geçtiğinde vergisinin kesilmiş olduğunu gören bir işçi sınıfı ile memurlar ödüyor.
Şimdi bu anlamda zaten ortadaki program, kırk yıldır bunu kuramsallaştıran bu program aslında bir taraftan da hem sermayeyi iptal ediyor, hem de kamu maliyesini kendi kendine de bozuyor. Doğal olarak artık içinden çıkılamaz bir şey geliyor. Yani ortada böyle bir şey, nominal faiz yüksek, ücretler düşükse, sermayeden vergiden düşük, emekçiden vergiden yüksek tutulmalıdır, mantığını taşıyan kırk yıllık programın özü bu. Şimdi, ortaya bir çözüm önerisi getireceksek, onun için ona dönendir, bir kere bu programın özü neyse, bu güne kadar kullanılan programın özü neyse onu yırtıp atacak başka bir şey olması gerekiyor.
“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin İşsizliğe, Yoksulluğa, Pahalılığa Hayır Forumu (2)
Şimdi bunu söyledikten sonra kurumlara gelirsek yani, tekrar kurumsal otonomiye dönüp şey yapıyorum, yani hem Merkez Bankası, hem hazine, bu gün artık hazine kamu borçlanması yani rantiyelerini çıkarını koruyan kollayan bir kuruma dönüşmüştür. Kamunun borç ödemesine doğal olarak çıkarlarını hayatiyetini savunan o mevzi tutan bir kamu kurumuna dönüşmüştür. Merkez Bankası bu gün daraltıcı ara politikalarla emek reyine politikaların en az savunucusu konumdadır. PDK bugün uluslar arası enerji piyasasından gelen uluslararası sermayenin has sözcüsü konumundadır BDK hocam da yazılarında söylüyor, finans kapitalin has savunucusu durumundadır. Hem yönetişim ayağıyla hem koyduğu iletişim ayağıyla, onun için her bir muhalif gündem oluşturacaksak kurumların otonomisi özerlikleri dememeliyiz. Ya da bizim kaygımız olmamalıdır. Bizim kaygımız işte bu toplantının hemen öncesinde açıklanan on maddelik program belki genişletilebilir ama öyle. Yani politikayı değiştirmek, politikayı makyajlamayı değil, yapıya müdahale eden bir ve onu sarsacak bir programa sahip olmalıyız. Belki buna bir minimalist sol jargona dönersek, hümanist bir de marksiz tatlımız var. Maksimalist asan alt henüz ufukta görünmüyor uzak. Ama bu minimalist kuram en azından hayata geçirebilirsek sol özgüvenle bir siyasi kimliktir. Hani becerdikçe özgüvenimiz mutlaka yükselecektir. Maksimalist programa daha çok yaklaşacağız”.
Cevat Kulaksız  

Cevat Kulaksız

SONNOTLAR
(1) Nobel Ödüllü Ekonomist: Türkiye serbest düşüşte
Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman Türkiye ekonomisi ve gelişmekte olan piyasalara ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Krugman Türkiye ekonomisi için 'serbest düşüşte' ifadesini kullandı.
Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman attığı Tweet'te ‘Türk ekonomisi serbest düşüşte' ifadelerini kullandı.
New York Times'a düzenli olarak yazılar da yazan Krugman tweetinde “1997'deki gibi parti mi olacak? Türkiye etkileyici şekilde serbest düşüşte” dedi.
Krugman aynı zamanda Arjantin ekonomisine ilişkin de açıklamalarda bulundu ve, “Arjantin de sert faiz artırımına rağmen iyi gözükmüyor. Şirket borçlarında yükselme var. Borçlarının coğu dolar cinsinden” dedi.
1997 yılında yaşanan ekonomik krizin bir benzerinin gelebileceğini söyleyen ünlü ekonomist, “Gelişmekte olan ülke para birimleri düşüyor, şirket borçları fırtıyor, ekonomi üzerinde baskı oluşuyor kur daha fazla yükselmeye başlıyor.
Rakamlar eskisi kadar iyi gözükmüyor, Türkiye’nin büyük bir cari açığı var. Diğer yandan dünya cevap vermeye hazır değil, Avrupa’da faizler 0, ABD’de de düşük” ifadelerini kullandı.
Krugman yeni bir global kriz beklemediğini belirtirken, “Yeni bir global kriz mi görüyoruz? Muhtemelen hayır, eskiden ufukta bir kriz işareti yok diyordum. Şimdi bunu diyemiyorum. Biraz korkutucu şeyler var” diye konuştu.
https://www.sozcu.com.tr/2018/ekonomi/nobel-odullu-ekonomist-turkiye-serbest-dususte-2425296/

GEÇİNEMİYORUZ” HAZİRAN HAREKETİNİN 10 ÇÖZÜM BİLDİRİSİ
KRİZDEN ÇIKIŞ İÇİN EMEĞİN ON ÇÖZÜMÜ:
  1. Çıkış yolu üretim ekonomisinde aranacaktır.
  2. Gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerine son vereceğiz.
  3. Dijital teknolojiyi de yakalayarak sanayileşeceğiz.
  4. Türkiye tarımına kooperatifleşmeye ağırlık veren bir anlayışla sahip çıkacağız.
  5. Toprağı suyu havasıyla ekolojik bir memleket hedefliyoruz.
  6. İşsizlik “kader” değildir, istihdam her yurttaşın hakkıdır.
  7. Sendikalaşma ve grev yasakları dâhil emekçilerin önündeki tüm engelleri kaldıracağız.
  8. Eğitim ve sağlık olmak üzere temel kamu hizmetleri bir haktır ve ücretsiz olacaktır.
  9. Özelleştirmelere son verilecek, özelleştirilen kuruluşlar koşulların izin verildiği ölçüde kamuya kazandırılacaktır.
10.Çözüm, üretenlerin yönettiği bir ekonomidir.
“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin İşsizliğe, Yoksulluğa, Pahalılığa Hayır Forumu (1)
24.5.2018 günü Çağdaş Sanatlar Merkezinde Haziran Hareketinin düzenlediği “GEÇİNEMİYORUZ”, “İşsizliğe, Yoksulluğa, Pahalılığa Hayır”  forumunda konuşmacı olarak ekonomist ve akademisyenlerden Hayri Kozanoğlu (en sağda oturan), Korkut Boratav onun yanında oturan, S.Soyak Boke milletvekili, Aziz Konukman, Gamze Yücesan Özdemir (yöneten)Serdar Bahçe en solda başta konuşmacı olarak katıldılar. Bu birinci bölümde Prof.Dr. Korkut Boratav ile Hayri Kozakçıoğlu’nun konuşmalarını veriyoruz.
Bu değerli konuşmacı akademisyenlerin yararlı konuşmaları çok uzun olduğu için ve de okuyucuyu sıkmamak için birkaç bölüm halinde sunacağız.
Konuşmacılardan önce iki tanıtıcı 10 maddelik “krizden çıkış için emeğin on çözümü” madde açıklanarak izleyicilere sunduktan sonra, sunucu akademisyen Gamze Yücesan Özdemir girişte açıklama yaparak şunları söyledi:
“-Tüm hayat pahalılığının yükünü çeken emekçilerin sesini çok fazla duyamıyoruz, onları toplumsal alanda çok fazla göremiyoruz. Dolayısıyla emeğin sözünü söylemesi, kendi itirazlarının dinlenmesi veya bunların siyasal olarak duyulması önümüzdeki enerjiye göre düzenlenmesi. Dolayısıyla bu forumu da bu görevin bir parçası olarak görmemiz gerekiyor. Böyle bir anlayışla emeğin sözünü dinlendirme, görüşleri siyasal alana taşımak Haziran hareketi gibi toplumsal bir günün böyle bir sorumluluğu üslenmesi bizi bugün buraya toplaması çok değerli diye düşünüyorum.
Emek cephesinden geçinemiyoruz sesleri, kanser hastalarının ilaç bulamayıp ölüme terk edilmesi, her gün duyduğumuz, her gün duyduğumuz iş cinayetleri, yoğun iş çalışma noktasında kendini yakma noktasına gelen işçiler dışsal görünümler. Dolayısıyla bu toplumsal görünümleri tanımlamaya, açıklamaya, çok daha önemlisi örgütlü bir siyasal talepler çizgisine çekmemiz gerekiyor. Bu gün konuları konuşmak üzere buradayız. Kürsüde çok değerli hocalarım var.
İlk konuşmacı olara, başka bir etkinlikten o anda salona giren Korkut Boratav’a söz verildi. Korkut Boratav konuşmasında şunları söyledi:
“-Şu anda Türkiye’yi yöneten üst makamda bir faiz takıntısı var, tabi bir türlü çözemiyor. Yani bütün yetkiler kendisinde olmasına rağmen çözemiyor. Hukuki anlamda hiçbir engel yok. Pek hukuk eğitimi görmüş kimse yok galiba burada, benim galiba. Hukuk ortadan kalkınca, KHK ile de faiz düşürülebilir. Dolayısıyla niye yapılmadı, ben bunu şöyle anlatacağım. Türkiye ekonomisi liberal ekonomiden neoliberal ekonomiye geçtikten sonra, ana aşamadan giderek bu günkü noktaya geldi. Bu üç aşamanın her birini kabul etmek derki bu günkü faiz açmazına bizim üst makamı zorlamıştır. Büyük ihtimalle kendileri farkında değil, amma elleri kolları bu yüzden bağlıdır.
Birinci aşama şu, bakın eski dönemler neoliberalizm öncesine geçmiyorum, neoliberalizmin birinci dönemi 1980-88 Özal Dönemi. Özal’ın temel bir prensibi vardı, çok basit ifade ederdi onu. “Reel faiz gerçek kur” derdi. Reel faiz dediği kaydettiği şuydu, faiz enflasyonun üstünde olacaktı, yani, reel faiz sunacağım” derdi, Kime, tasarruf sahiplerine. Dolayısıyla bir anlamda Türkiye’nin rantiyelerini gözeten bir prensipti, bu. Önceki dönemde faiz yenmişti, faiz negatife dönmüştü.
İkincisi Gerçekçi Kur: Gerçekçi kur, gerçek kur ne demek? Pahalı döviz, yani Türk lirasının değerini sistematik olarak aşamasını savuna bir yaklaşım. Faiz yemez, faizin enflasyon dövizin fiyatını da yemesin. Bu ne demek, iki göstergede yüksek tutturabilmek, ikisini de hem faizi hem dövizi. İsteseydi, faizi düşürürdü, döviz yüksek tutardı, niçin? Neoliberal dönemde değil miyiz nasıl yapamaz. Çok basit bir mesele, sermaye hareketleri kontrol ediliyor da ondan.  Sermaye hareketlerinin giriş çıkışı denetlenir, serbest değil, döviz hesapları yok. Dışarıda döviz, dışarıya para aktaramıyorsunuz. 200 dolar yut dışına çıkarken, döviz çıkarmaz, döviz hesapları yok, döviz büfeleri yok. Dış kredi alma yetkisi yok, şirketlerin, vs vs. Dolayısıyla bu kısıt, kısıtlı hareketi getiriyor bu neo liberal, siyasetçiye ve uygulayabiliyor, ne oldu.
 Üçüncü bir şey var para politikasının dışında. Küçük ücret, işte bu prensip faiz bir yana, düşük ücret pahalı döviz Türkiye’yi ihracatçı bir platforma sürüklemenin ana aracı oldu. Özal’ın dönemi boyunca da, dolar reel olarak pahalılandı. Enflasyonla mukayese edin, iç ve dış enflasyonu da ekleyin mukayese edin enflasyon pahalılaştı, Yani Türk lirası değer düşürdü. O yüzden Türkiye hafif tertip ihracatçı bir ekonomi oldu. Buna mukabil, faizin yüksek olmasının ağır yükünü bankaları olmayan şirketler yüklendi. Yani üretime dönük şirketlerin bankaları yoksa reel faizden yüksek faizin mevduattan kat be kat yüksek olan faizin yükünü hissetiler. Ama şu dönem şu oldu sermayesiz döviz oldu, bir defa pahalılaştığı için Türkiye dış açığı çok ılımlıdır, yüzde ikinin altındadır.
Peki, niye yapamıyor, şimdiki zat, çünkü sermaye hareketleri kontrollü değil, kapalı değil, Sermaye hareketleri serbest.
İkinci aşamaya geliyorum şimdi. Koalisyonlar dönemi, bu günkü iktidarın, Türkiye’yi yöneten yüksek iradenin sevmediği bir dönem. Koalisyonlar döneminde her şey kötü idi, ise ama garip bir şey oldu, sermaye hareketlerini serbest bıraktı, koalisyon döneminin başlayışında Mesut Yılmaz hükümeti döneminde 1989 da ve buna rağmen garip bir şekilde sermaye hareketleri serbest olduğu halde Türkiye ekonomisinin dış açığı fazla artmadı, Niye? Bütün meslektaşlarım biliyor, izleyicilerden iktisat okuyanlar da bilir. Eğer sermaye hareketlerinin serbest bırakırsanız, ücretler ayrı, onun kendi pazarlık gücü veyahut onun üzerine gelen devlet gücü, yani askeri güç veya pazarlık gücü belirler, ücretler bir yana finans sistemi içinde ya faizi belirlersiniz, ya dövizi; ikisini birden belirleyemezsiniz. Koalisyon dönemlerinin merkez bankaları bir parça da siyasetçileri şu ilkeyi izlediler: Özal Döneminde ihracata dolayı uyum sağlamış olan ekonomiyi birden bire dövizin ucuzlamasıyla riske sürüklemeyelim o yüzden dövizi belirleyelim. Döviz kurunu bağladılar enflasyona, kabaca. Dolayısıyla Özal döneminde pahalılaşan döviz bu dönemde ucuzlamadı. Ucuzlaması beklenirdi, çünkü sermaye hareketleri serbestleşmişti. Türkiye’ye giren bol dövizin dövizi ucuzlatması gerekirdi, hayır, Merkez Bankası ve hükümetler, dövize indeksledikleri için döviz ucuzlamadı. Bu dönem boyunca aşağı yukarı reel olarak dövizin fiyatı değişmedi. Yani şey döneminde Özal döneminde mesafe alınmış olan rekabet gücünün döviz kanalı korundu. Ücret kanadı kayboldu çünkü işçi sınıfı, geri aldı kayıpların bir bölümünü. Ama onu bir yana bırakalım.
Şimdi niye yalpalanıyor, şimdi de o zaman, faizi düşür o zaman, düşüremiyor. Çünkü o zaman dövizi serbest bırakması lazım, ikisini birden yapamaz.
Dikkat edin 94 de Tansu Çiller, şimdiki üst makamın yapmak istediği şeyi yaptı. Yapay olarak faizleri düşürdü. Dövizi zaten hedeflemeye çalışıyordu. Faizler düşürünce kriz çıktı. Kriz çıktı, döviz birden bire tırmandı ve ekonomik krize sürüklenince hemen geri, 94 ü atlattıktan sonra eski modele geldiler. Yine geldiler döviz yüksek enflasyonu bağlandı, faizi serbest bıraktılar. Faiz bankaların, finansal piyasaların istediği koşullarda belirleniyor. Peki, şimdi niye yapamıyor, yapmayı planladığı bu gün Tansu Çiller gibi karşı karşıya. İyi ama bu gün zaten başka bir kuralın cenderesi içine girdi. Çünkü 2001 de Neoriberal model bütün merkez bankalarıyla Batı Merkez Bankalarıyla bir büyük oydaşma fikir birliğine ulaştıktan sonra handikaplı (engelli) üçüncü dünya bankalarını da bu ilkeyi şimdi söyleyeceğim ilkeye bağladılar. Bu ilke dediğim şey dört tane unsura dayanıyor, dört tane kural:
1-Merkez Bankaları bağımsız olacak. Yani siyasi iktidar istediği politikayı uygulayamayacak. Faizi düşür falan filan diyemeyecek.
2. Sermaye hareketleri serbest olacak, sermaye hareketleri tartışma dışı. Ama ona bağlı olarak merkez bankaları özerk. Özerk ama onlara ilave bir kural empoze (dayatma) edilmiş. Enflasyonla mücadele edeceksiniz ve faizi sıkacaksınız.
3- Parayı sıkacaksınız faizi yüksek tutacaksınız, dövizi serbest bırakacaksınız.
4- Döviz serbest dalgalanmaya bırakılacak. Bunu ihlal ederseniz cezalandırılırsınız. Nasıl cezalandırılırsınız, piyasalar aracılığıyla. Şimdi bunu öneriyorlar.
Şimdi, neye yapıldı, buna şöyle söyleyeyim, zaten benim arkadaşlarım aynı soldayız. Şimdi hoca onlar beni biliyor da, izleyiciler acaba neoliberalizmin bu dört ilkesinin savunuyor mu? Hayır efendim, hayır savunmuyor, çünkü bu ilkelerin bir mantığı var, finans kapital mantığı bu söyleyeyim size. Niçin faiz pozitif oluyor, enflasyon üstünde oluyor. Şu nedenle, Türkiye’ye veya bizim gibi ülkeye girmek isteyen spekülatif sıcak para veya benim borç senedimi almak isteyen finans kapital veya Türkiye’ye kredi vermek isteye bankalar, hangi faizi baz olarak alacaklarını bilmeliler. Yani Türkiye’de Türk lirasıyla elde edecekleri getirinin zeminin i, işte bu merkez bankasının enflasyonun zemini ile belirleniyor. Enflasyonun iki gıdım üzerinde olacak ki Türkiye’ye gelen sıcak para, tahvillerden daha yüksek getiri sağlayacağını bankanın mevduatından bile daha yüksek getiri sağlayacağını bilsin.
Bir, peki niye merkez bankasını özerk yapıyor? Hükümete bağlamıyor. Çünkü hükümete bağlanırsa ürküyor. Merkez bankaları faizde değil dövizi hedeflerler. Yan, rekabet kürünü üzerinden maniple etmeye çalışırlar, buna izin vermeyiz diyorlar. Dövizi serbest bırakalım dalgalansın.
2-Bol giren para dövizi ucuzlatsın. Ucuzlayan dövizin, sıcak paraya getirdiği dolar üzerinden getiri bu AKP bu gün faizden şikâyet eden AKP nin ilk beş yılının ortalaması yüzde 31,7 dir. Giren bu paranın dövizi ucuzlatması faiz de yüksek merkez bankası enflasyonu üstüne tutuyor, yüzde 20 faizin ucuzlayan dövize ekleyin faraza yüzde 35 dolar üzerinden getiri sağlar; işte finans kapitalin cennet ortamı. Bunun niçin isteniyor? Yani arkasında bir iktisat mantığı var. Rekabet kurunu döviz kuruyla maniple etmesin. Hemen şunu sorarsınız. Niye kabul ettik. AKP hazır önüne hazır reçeteyi kabul etti, benimsedi. 2001 yılında Türkiye’yi yöneten hükümet ve IMF programı enflasyon ilkeleri hedeflerini kabul etti. İşte bunu AKP kabul etti ve ilk yıllar büyük bir şevkle, hatta coşkuyla övünerek uyguladı. Çünkü ucuzlayan döviz Türk liralı milli geliri de yukarı çekiyordu, milli gelir yüzde yedi büyüyordu. Dolarla milli gelir yüzde 12 büyüyordu. Bunun Ürünü de attılar. Türkiye’ye giren çıkan parayı şikâyet etmediler. Büyük bir mutluluk içinde ekonominin genişlemesi bu sayede oldu. Yapmayanlar da vardı. Aklı başında olan çevre ekonomileri mesela Çin, Hindistan, Kore bazı Latin Amerika ülkeleri serbest sermaye hareketlerinin frenlemişlerdi. Bizimki tamam dedi, hiçbir istisna vermedi kabul etti. Şimdi şikâyet ediyor. Ben de onlara bir yazımda söylediklerimi size tekrar edeceğim. Yalnız bu yüzden, 2003 2007 döneminde döviz öyle ucuzladı ki ve Türk lirası o kadar yapay bir şekilde değerlendi ki, Türkiye ekonomisinin sanayi sektörünün dış dünyayla rekabet eden pek çok akkonlları tasfiyeye uğradılar. Türkiye’nin ithalatı tırmandı. Önceki dönemde 80 li yıllarda cari açık oranı yüzde 1,7; 90 lı yıllarda binde 8; arada yüzde 7 yüzde 8 büyümemize rağmen, niye döviz kuru kontrol ediyoruz o yüzden.
AKP nin ilk döneminde cari açık oranı yüzde 5 küsur, ikinci döneminde büyüme hızı düştüğü halde yüzde 6 buçuk. Niye, çünkü ekonominin ithal bağımlılığı öyle arttı ki, artık kendini bir türlü kurtaramıyor. Şu anda diyelim birden bire “kardeşim her şeyi kontrol altına alıyorum” dediği anda Türkiye ekonomisi sıfır büyümede bile 50 milyar dolar açık verdi, 2008-2009 yıllarının büyüme hızı sıfırın altındadır, iki yılı birlikte alırsanız ve dış açığı 50 milyar dolardır. Türkiye ekonomisini bu hale getirdi, sözünü ettiğim politika.
“EYYY” USLÜBUYLA OLMAZ
Onun için bu konuda bir yazı yazdın sonunun şöyle bağladım:
“ Zaten yukarıdaki üslup beni de etkiledi. “eyyy” diye başladı,  AKP iktidarına bozulan ekonomi konusunda şöyle seslendi:
“1-Faiz lobisine kafa tutanlar 1989 daki sermaye hareketleri kuralını 2003 de niçin tartışmadan benimsediniz, beni sevmeyen çok sayıda ülke vardı çünkü hazır modeli aldı tartışmadan pat diye benimsedi.
2-Arjantin 2002 de dış borçlarının çoğunu sildikten bir yıl sonra, IMF programını olduğu gibi benimserken aklınız neredeydi. Aynı durumdayız, Arjantin Türkiye birlikte krize girdik. Ama orada kuvvetli bir halk iradesi olduğu için Arjantin neoliberal modeli yırttı attı, 12 yılda iyi idare etti.
3-IMF nin enflasyon hedeflemesi olan sıkı para(yüksek faiz yani)  ve dalgalı kur ucuz döviz ikilisinin kesintisiz ve coşkuyla uygulayan siz değil miydiniz.
4-2005 de İMF yle üç yıllık ve 10 Milyar dolarlık yeni kredi anlaşmasını kim imzaladı. Son olarak Doğu Asya ülkelerin 98-2002 krizinden verdikleri büyük cari açığın ve o yüzden mahkûm oldukları IMF programlarını açmak için cari açıklarını sıfırlayabileceğini gösterdikleri halde siz niçin tam aksine ekonominin dış bağımlılığını dünyanın en kırılgan beş ekonomisinden biri haline gelir konma sürüklediniz, hiç mi ders almadınız, benzer ülkelerden.
Bu gün ağlaşıyorsunuz ama geç kaldınız. Üstelik Türkiye ekonomisini sizden sonra yönetecekleri de çok ağır bir açmaza mahkûm kılarak, şimdi bundan sonra yöneteceklerin birisi yanımda (yanında oturan CHP milletvekili S.Soyak Boke’yi kastediyor) bizler de onları pusu kurmuş olarak bekliyoruz ama peşinen de onların da çok zor bir duruma sürüklendiklerini bilelim”.
“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin İşsizliğe, Yoksulluğa, Pahalılığa Hayır Forumu (1)

 “BU GİDİŞLE HEPİMİZ PSİKİYATRİSTE MUHTAÇ HALE GELECEĞİZ”
Bu konuşmadan sonra akademisyenlerden Hayri Kozanoğlu şu konuşmayı yaptı:
“-İktisatta pozitif dışsallıklar vardır, negatif dışsallıklar vardır. Örneğin çimento üretirsin onun hava kirliliği negatif dışsallıktır. Burada da, krizle yüz yüzeyiz, insanların ekonomiye ilgisi artıyor, bizim gibi insanları dinlemek ve bu tartışmalara katkıda bulunmak için daha istekli ve daha heyecanlı oluyor. Bu bizim açımızdan da pozitif bir dışsallık.
Ama Selçuk Candansel arkadaşımızı görüyorum, tahmin ediyoruz ki bu gidişat devam ederse ekonomik sorununuzu çözemeyecekler, psikiyatristlere, sadece siz değil, hepimiz muhtaç hale geleceğiz. Hatta başta ben şöyle bir öneride de bundum. İnsanlar sürekli insanlar ellerinde blumber ekranı-elde cep telefonu değişimlere bakıyorlar. Arkaya blumber ekranı yansıtılsın bizler de, maç sırasında nasıl yorum yapıyor, biz de faiz-döviz filan gibi öyle değerlendirmelerimizi sürdürelim ama belki bazen böyle fazi-döviz işte borsa endeksinin dışına çıkıp da Korkut Hoca’nın yaptığı gibi ezber bozan katkılarda bulunmak gerekli. Bu süreyi de öyle değerlendirelim, diye düşünüyorum.
Ben genellikle on madde halinde yazılarımı yazıyorum, önerilerimde o on maddeye geçeceğim.
“SÜT DÖKMÜŞ MAKAM SAHİBİ GİBİ OLURSUNUZ”
Manifestoyu izledim Tayyip Erdoğan’ın işte ne beklenir hem de nedir Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin bir adayı, işte, “sizi iş sahibi yapacağım, sizi ev sahibi yapacağım, sizi servet sahibi yapacağım”. Diyor ki, “gerekli likidite önlemleri alınacak teknik düzenlemeler yapılacaktır. İşte şirketlerin döviz sistemleri sürekli izlenecektir”.
Tayyip Erdoğan’ı değil de San Fransisko başkanının açıklamalarını dinler gibi bir psikolojiye sahip oldum. Hani neoliberalizm insanı böyle terbiye ediyorsa yıllarca ülkeyi neoliberalizme muhtaç hale getirirsen 15 yılın sonunda mesajını sade vatandaşa sorunlarla karşılaşan sade vatandaşa değil de oraları anlatmak zorunda kalırsın. Bir de başından Londra’daki gibi talihsiz bir olay geçmişse, bir daha böyle kabahatler yapmayayım diye, süt dökmüş makam sahibine dönersin.
Kısa kısa on maddeyi söyleyeyim.
1-Biz Türkiye’de dengelerin bozulduğundan söz ediyoruz, halk olarak cari açığın rakam vermeyeyim ama cari açık yüksek” diyoruz. Uluslararası yatırım pozisyonu bozuk” diyoruz, rezervler yetersiz diyoruz, bunlar doğru bunlar ekstra bir örnek. Ama bunlar değerli bir iktisatçı, Türkiye’de bir iktisatçı Yılmaz Akyüz son kitabında şunları diyor: “Bu küresel sistem içerisinde faaliyet gösteren bir ülke rezervleri yeterli de olsa, uluslar arası yatırım pozisyonu sorunlu görünmeden cari açık vermese de sıkıntıyla karşılaşabilir”, diyor. Yani bu sistem içerisinde tam bir mutluluk yok.
2-İkincisi, Korkut Hoca çok güzel anlattı, ben biraz sistemin mantığı içerinde özetleyerek söyleyeyim. Kutsal üçlü diye neoliberalizm içerisinde üçayak var. Bir tanesi sermaye akışları, bir tanesi faiz, bir tanesi de döviz. Bunların en fazla ikisini kontrol edebiliyorsunuz. Sermaye akışlarını serbest bıraktığınız zaman dövizle faizden bir tanesi ne en fazla politika hedefiniz yapabiliyorsunuz, öbüründe Aziz Çok kullanır, “saldım çayıra Mevla kayıra” oluyor. Şimdi niye bu kadar AKP bu prensibi öğrenebilir diye sorabilirsiniz. Niye bu kadar büyük bir sorun yaratmadı. Nedeni şuydu: Dünyada 2014 e kadar sermaye akışları çok yoğun, Türkiye gibi ülkelere oluk oluk para akıyor, faizler de çok düşüktü, bunun sonunda Türkiye göreceli düşük bir faiz oranıyla karşılaşıyor. Faizlerin düşük olmasından memnun, dövizin burada TL nin değerlenmesi bir sorun olarak ortaya çıkıyordu. Ama buna çok aldırmadılar. Nasıl cari açıklar finanse edilebiliyor görmemezlikten geldiler. 2014 ten sonra bu sefer rüzgâr ters esmeye başladı. Türkiye’den para çıkışı başladı. Hükümet de, hem TL çok fazla değerlenmesin, hem faizi yükseltip bu uluslar arası sermayeyi cezp edecek ölçüde bir faiz verip de, ekonomiyi boğmayayım” dedi. Şimdi bunun patlak verdiği noktaya geliyoruz. Bu sefer de faizi yükseltse de döviz kurunu gördüğümüz gibi, bugün izlediğimiz gibi tutması mümkün olmuyor.
“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin İşsizliğe, Yoksulluğa, Pahalılığa Hayır Forumu (1)

“EKONOMİSİ EN KIRILGAN ÜLKE TÜRKİYE”
3- Üçüncü madde şu: Biz cari açıktan bahsediyoruz ama cari açık bir yönüyle bir ülkenin döviz gelirleriyle döviz harcamaları arasındaki farktır. Hatta dilimiz alışmış, cari denge olması lazım. Almanya gibi bazı ülkelerin geliri fazla, bütçe açık harcamaları çok daha az, bir yönü budur; bir yönü de bir ülkede yatırımlarınızın fazla olması, bütün sistemi buna göre ayarlıyorsunuz. Kendi tasarruflarınızın ötesinde bir büyüme hızına sahip olma bunla böbürlenmek istiyorsunuz işte para girişleri de yoğun olunca, döviz kurunuz değerleniyor kişi başına gelirimiz şu kadar yükseldi” diye böbürleniyorsunuz, ama sonunda bunun bir sonucu var. Sürekli borçlanmak zorundasınız, giderek borçlarınız kabarıyor, bir gün de alacaklılar artık sizin borçlarınızı geri ödeyebileceğinize güvenememeye başlıyor. Türkiye gibi ülkeler şunu diyorlar, “dünyada böyle bir durum var, evet dünyada bunu davet eden bir süreç var”. Ama en kırılgan olan ülkeler bu işe ilk yatağa düşenler oluyor. Hani bir mikrop yayılıyor ama vücudu en dirençsiz olanlar ilk yatağa düşüyorlar. Arjantin düştü, Türkiye’yi de ne gelecek bekliyor onu bilemiyoruz.
4-Dördüncüsü. Hep şunu söylüyorlar,“mali disiplin var”, buradan sanki daha evvel mali disiplin hiç yokmuş bütçe açıkları çokmuş gibi bir sonuç çıkabilir. Evet, mali disiplin neoliberalizmin bir kuralı özellikle sıkı tutmak istiyor. Yani sosyal harcamaları fazla, “yapmayın etmeyin kamu çalışanlara, emeklilere fazla ödemelerde bulunmayın” gibi ama Türkiye’ye baktığımız zaman, hiçbir zaman çok büyüklükte bütçe açıkları veren bir ülke değildi. Ama ne zaman krizle karşılaştı, kamu özel sektörü kurtarmak için çok büyük harcamalar yaptığında buradaki arkadaşların çoğu kitaplardan okumuştur, mesela 79- 80 de büyük ölçüde dövize çevrilir mevduat hesapları yani devlet döviz garantisi veriyor, özel sektöre develüesyan olduğu zaman bunun maliyetini devlet ödüyor.
5-2001 krizi nedir? Bankacılık sistemini kurtarmak için devlet kamu devreye giriyor, onun için kamu açıkları, kamu borçları patlıyor. Kamu çalışanı olanlar bilirler, hiçbir zaman bir yurttaş olarak, kamu çalışanı olarak insanların veya tarım üreticileri olarak insanların yüzünü çok fazla güldüren bir şey yoktu.
6.Altıncısı, bunun çıkışı ancak kamucu bir program olur diye not almış ama zaten arkadaşların sundukları program bunu çok daha bütün lüklü bir şekilde yansıtıyor.
7- Yedincisi, biz evet kamucu bir program önermeliyiz emekten yana. Ama dünyadaki değişimleri de göz önüne alacak şekilde onları çeşitlendirmeli zenginleştirmeliyiz. Mesela bir örnek vereceğim. İtalya’da belki izliyorsunuzdur “beş yıldız hareketi”  bunun bir yönüyle “popülüs hareket” deniyor veya sol popülüst bir hareket, hani eleştiri noktalarımız olabilir, seçim başarısını değerlendirirken ki İtalyan seçimlerinden birinci parti olarak çıktı biliyoruz bunu. Yurttaşlık hakkı ödemesiyle yani her kişiye o ülkenin yurttaşı olma kimliği üzerinden bir ödemeyi vaad ettiği için özellikle İtalya’nın yoksul olan Güney bölgelerinin çok ciddi bir oy sahip olması nedeniyle böyle bir ciddi halk desteği sağladı” deniyor.
                   
“TÜRKİYE’NİN EKEONOMİK DENGELERİ BOZULDU ÇOK BÜYÜK BEDELLER ÖDENECEK”
Şöyle diyebilirsin, “yav ne kadar pragmatizsin İtalya’dan bir şey duymuşsun biz de uygulayalım” diyorsun. Bu konuda çok mütevazı olmayalım diyorum, bir ÖDP üyesi olarak, Özgürlük ve Dayanışma Partisi 1999 seçiminde 2002 seçim bildirgesine aldı. Bunu Feramus Bodemos gibi Estar gibi hareket henüz kurulmamış iken biz kendimiz mi bunu icat ettik. Yok, literatürde vardı tartışılıyordu ama bir tartışma bir talep haline getirdik. Aynı metinde olan dijitalleşme teknolojik değişmeye yakalayacak özellikler vermemiz gerekiyor, özellikle gençlere. Yani internetin parasız olması, bütün bu kablo ağlarının kamusal bir şekilde düzenlenmesi, kütüphanelere çeşitli kanallarla mecralardan eşit parasız olarak uzanabilmek gibi çok uzun bir konu ama bu platformlardan bahsediliyor. Uluslar arası bir teknolojik amazon böyle çeşitli örnekleri var, Çinli örnekleri. Bunlar teknolojik imkânı kara dönüştürüyorlar, hâlbuki bu kamusal olsa ki bunun önerileri var, kamusal platformlar şeklinde, platform kooperatifleri şeklinde düzenlense çok ciddi bir şekilde yurttaşlara yeni çağın gerekleri sunabilir özellikle de gençleri siyasi süreçlere daha kolaylıkla çekebilir.
8. Sekizincisi. Ne yazık ki Türkiye’de ekonominin dengeleri bozuldu, ciddi bedeller ödenecek, en basit bir örnek şu, faizleri bu kadar artırdılar. Şimdi siz yüksek faiz yüksek enflasyon yüksek açıklara teslim olacaksınız veya enflasyonu düşüreyim, kemer sıkayım” dediğiniz zaman da çok ciddi acılar çekecek geniş toplum kesimleri. Şu bile basit teknik konu herkesin anlayabileceği, kamunun bu kadar borcu var, siz enflasyona teslim olursanız yüksek enflasyon yüksek faizle gidecek, siz enflasyonu düşürürseniz bunun reel olarak ödediği faizler çok yüksek olacak. Bu hepimizden çıkacak. Bu gün sözcü gazetesinde ne yazık ki, köşe yazarı, sözcü gazetesi ki muhalif insanların aldıkları, “tek çözüm var diyor işçilerin ücretlerini düşürmek, böylece rekabet gücünü artırıp cari açığı aşağı çekmek. Bu metinde hissediliyor ama daha detaylandırılabilir. Bu borçların yeniden yapılandırılması gerekli gerek dış borçların olmaksızın insanlara sade vatandaşlara çok büyük b edeler ödetmekten başka çözüm bulunamadı.
Şimdi buradan yanlış bir siyasi sonuç çıksın istemiyorum. Bazen şuna da rastlıyoruz, Haziran seçiminde kim gelirse gelsin kemer sıkma politikası uygulayacak. Erdoğan değil bir başka biri de olsa çok bir şey değiştirmeyecek. Bu doğru da olabilir. Burada yanlış bir değerlendirmeye gitmemiz gerekiyor. Bir gemi karaya oturduysa, yüzdürmek zorsa herkesin öncelikle hesabı ödemesi gereken faturayı ödemesi gereken, o gemiyi karaya oturtan kaptan ödemesi gerekiyor.
“Geçinemiyoruz” Haziran Hareketinin İşsizliğe, Yoksulluğa, Pahalılığa Hayır Forumu (1)

“SANAYİDE BİLE YASAMA YÜRÜTME, YARGI BAĞIMSIZLIĞI ÇOK ÖNEMLİDİR”
9.Dokuzuncusu, evet faiz oranları, döviz kurları, işsizlik rakamları sosyal açıdan çok önemlidir ama bence Türkiye’nin normalleşmesi, olağan hale gelmesi KHK ler yasama, yürütme, yargı kuvvetler ayrılığı prensibinin alınması, Türkiye’deki kurumsal yapıların çökmesi bunlar, çok çok daha önemlidir, Türkiye’nin normalleşmesi için öncelikle Türkiye’nin demokratik, insan haklarına saygılı, hoş görünün hakim olduğu normal bir ülke haline gelmesi gerekir ki, ben bu açıdan çok kısa söylemem gerekirse, ben bu Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denen otokritik cumhurbaşkanı adaylarının aslında ben ekonomik vaatlerde bulunmasını çok doğru bulmuyorum. Kendi açısından nedenleri olabilir, yurttaş bizden talep ediyor ama siz bu yürütme etkisini kullanıp bu inisiyatifle bu vaatlerde bulunuyorsanız zaten bence özlediğimiz demokratik prensiplerine aykırı olması gerekir. Anayasanın değişmesi Türkiye’nin normalleştirilmesi anlamındaki hamlelere öncelik vermeleri, sonra ekonomik sorunlardan nasıl kurtuluruz, daha demokratik toplum olması yolunda karar vermelerini önermesi gerekir. Ben bu borçların yeniden yapılandırılması hakkında yurttaşlık hakkında ben haziranın anlayışının da böyle olduğunu düşünüyorum. Buradaki metinlerde biz işte 500 lira yurttaşlık hakkı vereceğiz, asgari ücretin yarısı kadar söylenebilirdi veya bazı cumhurbaşkanı adaylarının söylediği gibi borçları şu kadar indireceğiz, ben cebinizin anlayışına göre durum şudur, borçlular kendi borçlular hareketini oluştursunlar bunun örneği var. Mesela Meksika’da Bonzuan hareketi veya yurttaşlar bu ülkenin yurttaşı olmak nedeni ile yurttaşlık hakkını talep etsinler. Bunu rakamlarıyla kendileri şekillendirsen, biz de onların yanında duralım, çünkü Haziranda katılımcı sol partiler demek ki hareketlerde her şey kendileri karar eren değil de toplumdaki dinamikleri örgütlenmeleri de doları doğal bileşeni kabul eden harekettir, olmalıdırlar.
LİYAKATI, BİLİMİ, TEKNOLOJİYİ AYAKLAR ALTINA ALAN ASLA BAŞARILI OLAMAZ.
10. Onuncu Bazı burada bizim metinlerimizde geçerli olan, metnimizde var, tam o yüksek tavanlı yerde yüksek katma değerli, yüksek teknolojili üretim yapmak bunu benim söyleyebileceğim ya da bu masadakilerin söyleyebileceği şeyi hükümet yetkilileri de dillendiriyor, ama bir dakika dememiz gerekiyor. Bunlar ancak çağdaş bir eğitimle olur. Hurafelerle değil, aydınlanmayla olur. Bu noktaya varabilmek için liyakat de, yani cemaat, tarikat ilişkilerine yandaşlık ilişkilerine dayalı olarak değil de layık olan bilen insanların olmasıyla olur. Kapitalizmin içinde bile kurumsal yapılar vardır, normlar vardır. Evet, biz istemeyiz, demokratik bir toplum olsun isteriz. Ama otoriter bir toplum olup da ekonomik başarı elde eden örnekler de vardır. Ama liyakati ayaklar altına alan bir, bilimi ayaklar altına alan, teknolojiyi ayaklar altına alan ondan sonra da “ileri teknoloji yüksek katma değerli ürün üreteceğiz” diyen bir örnek vardır ama başarı örneği yoktur”.
Cevat Kulaksız  

Cevat Kulaksız

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget