Temmuz 2019
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Barolar birliği başkanı hayal mi görüyor?
Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan ve ilk bölümünün Temmuz ayında Meclis tatile girmeden çıkarılacağının sözü verilen yargı reformu paketine ne oldu?
Türkiye Barolar Birliği Başkanı, bu konuda çok umutluydu.
Yargı reformu paketini büyük bir iddiayla açıklayan Cumhurbaşkanını, hepimizden iyi şekilde yakından tanıma fırsatı bulan Sayın Barolar Birliği Başkanı, yargı reformu paketinin Temmuz ayında çıkacağından çok umutlu bir şekilde; basının karşısına çıkarak, “Yargı reformu paketi, Türkiye’nin önünü açacak bir başlangıçtır, top meclisin önündedir, Adalet Bakanının öncülüğünde, çoğulcu katılımcı demokrasi anlayışına uygun reform paketini hazırladık, bu paketi gece ve gündüz çalışarak hazırlayan hakim, savcı, avukat, Adalet Bakanlığı bürokratları ve akademisyen binlerce hukukçu kişinin emeği var, hepsine teşekkür ediyoruz, bu yargı paketini, Sayın Cumhurbaşkanımız, Türkiye’nin en üstünde ve en yetkili kişisi olarak açıkladı ve ilan etti ve dedi ki; temmuz ayında meclis kapanmadan ilk kısmını çıkaracağız, Türkiye Büyük Millet Meclisinin, Cumhurbaşkanının sözünü havada bırakmaya hakkı yoktur, bu söz verilmiştir siyasi sorumluluk alınmıştır. ”şeklinde beyanatta bulunmuştu.
Seçim öncesi verilen sözler unutuldu ve bu paketin çıkarılması, sözüm ona ve inşallah tatil sonrasına bırakıldı.
Türkiye Barolar Birliği Başkanı; ya çok saf, yani çok iyi niyetli veya kendisini demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlediği, Almanya veya İngiltere’nin Barolar Birliği Başkanı olarak hayal ediyor olmalıdır.
Yaşadığı ülkenin, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemiyle yönetilen Türkiye olduğunu, bu ülkede; kuvvetler ayrılığı ilkesinin yok edildiğini, parlamenter sistemin denge ve denetim sisteminin yok olduğunu, Meclisin etkinliğini ve işlevini yitirdiğini, yargı bağımsızlığının ve yargıç teminatının kalmadığını, tüm devlet yetkilerinin tek kişide toplandığını, her şeyin bu tek adamın iki dudağının arasında olduğunu, tek adam konumundaki Cumhurbaşkanının yıllarca uğraşarak bin bir zorlukla kazandığı yargı üzerindeki mutlak hakimiyetini, yargıyı siyasi muhaliflerine karşı silah olarak kullandığını ve bu reform ile yargı üzerindeki etkinliğini asla kaybetmek istemeyeceğini, partili cumhurbaşkanının iktidardaki partisinin çoğunluğundan oluşan Meclisin, Cumhurbaşkanının iradesi ve istemi dışında bu yargı reformu paketini çıkarma gibi, hür bir iradesinin bulunmadığını bilmiyor mu Sayın Barolar Birliği Başkanı?
Sayın Barolar Birliği Başkanına bir sözü buradan hatırlatmak isteriz. Yargı reformu paketini çıkarmak için size söz veren ve bu sözüne güvendiğiniz siyasi iktidar ve onun mutlak liderinin; 17 senedir yaptıkları, söylemleri, tutmadığı vaatleri, yanılgıları, kandırıldık çıkışları, bundan sonra yapacaklarının garantisidir Sayın Başkan.
Sayın Başkan ne diyor?
“Türkiye’nin en üstünde ve en yetkili kişisi olarak açıkladı ve ilan etti ve dedi ki; Temmuz ayında meclis kapanmadan ilk kısmını çıkaracağız, Türkiye Büyük Millet Meclisinin, Cumhurbaşkanının sözünü havada bırakmaya hakkı yoktur, bu söz verilmiştir siyasi sorumluluk alınmıştır.”
Sayın Başkan, aynı zamanda AKP Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanı, bundan önce de ne sözler verdi, bir hatırlayınız. FETÖ konusunda aldatıldık dedi, Dolmabahçe mutabakatı için haberim yoktu dedi, Yargıya değer vermediğini, savunmaya hiç tahammülü olmadığını, Barolar Birliği Başkanı olarak sanırım Danıştay’daki bir toplantıda maruz kaldığınız itibar kırıcı size yönelik davranışını, Barolar Birliği Başkanı olarak Adli Yılın açılışında teamül haline gelen konuşmanıza getirilen engelleri unutmuş olmanız, size hiç yakışmıyor.
Bu olup bitenlerden sonra, siz; kendinizden çok emin bir şekilde, “Cumhurbaşkanımız, Türkiye’nin en üstünde ve en yetkili kişisi olarak açıkladı ve ilan etti ve dedi ki; temmuz ayında meclis kapanmadan ilk kısmını çıkaracağız, Türkiye Büyük Millet Meclisinin, Cumhurbaşkanının sözünü havada bırakmaya hakkı yoktur” şeklinde beyanat verebiliyorsunuz?
Sayın Başkan; unutmayınız, hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir, bu söz meclisin duvarlarında yazılı olup, millet iradesinin tecelli ettiği yer, Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Bu nedenle, sizin sarf ettiğiniz, “Büyük Millet Meclisinin, Cumhurbaşkanının sözünü havada bırakmaya hakkı yoktur” sözünüze katılmıyoruz. Meclis, Cumhurbaşkanının buyruğu altında olamaz. Bugün, Millet için hayırlı bir yargı reform paket için bunu söylemiş olsanız da; yarın veya bir gün, Milletin hayrına olmayan bir yasa için de; Meclis, Cumhurbaşkanının buyruğunu yerine getirmek zorunda mı olmalıdır?
Sayın Başkan bu talihsiz sözünüzden dolayı sizi kınıyoruz.
Bu konuda çok iddialıyız ve diyoruz ki; bu ülkede, düşünce, düşünceyi açıklama, basın, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüklerini tanımayan, muhaliflerinin sesini kısmak ve korkutmak, ülkeyi dikensiz bir gül bahçesi gibi, kolayca idare edebilmek için, yargıyı bir silah olarak kullanma alışkanlığı içindeki AKP iktidarı ve onun lideri; iktidarda kaldığı sürece, yargının tam bağımsız, yargıçların tam teminatlı kılınacağı, düşünce ve düşünceyi açıklama, basın ve toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüklerini teminat altına alacak, demokratik bir yargı reformu paketini asla çıkarmaz.
Aslında bir gerçek varsa, yargı reformu paketinin Temmuz ayında çıkarılmamış olması; AKP Genel Başkanının, bu paketin çıkarılmaması konusunda Meclisi uyarmasından kaynaklıdır. Barolar Birliği başkanı bir bakıma doğru söylemiştir, Meclis, Cumhurbaşkanının bu paketi henüz çıkarmayınız sözünü havada bırakmamış ve bu söze uyarak, paket Temmuz ayında çıkarılmamıştır.
17 yıllık yaşanan tecrübelerle ve uygulamalarla sabit olan  bu yalın gerçeklere rağmen; Barolar Birliği Başkanının, AKP iktidarının seçim yoluyla iktidardan uzaklaştırılamadığı sürece, bu ülkede asla ve asla, demokratik bir yargı reformunun yapılamayacağının ayırdına varamamış olmasına hayret etmemek mümkün değildir.

Güner Yiğitbaşı

31/07/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Bir Genç kız gitarı ile
Metro ve camide - Cevat Kulaksız
Batıkent Metrosuna binmek için merdivenle aşağı doğru indiğimde, alt geçitte ilk kez bir genç kızın, üç otuz harçlık elde etmek için gitarı ile metro girişinde müzik yaptığını gördüm, ve takdir ettim. Şimdiye kadar gerek sokakta, gerek metroda harçlık için müzik yapanların hep erkekler olduğunu görüyordum. Fakat bu gün ilk kez bir kız öğrencinin tek başına harçlık için müzik yaptığını görüyordum. Ona nerelisin, dedim, “Kayseri’liyim”  dedi. Kayserililer ticarette yaratıcı oluyorlar, canım diye söylenerek yola devam ettim.
O da ne, birkaç ay önce EGO nun böylesine “amatörlerin müzik yapsın” diye renkli bir köşe ayırdıkları kısmın kaybolduğunu gördüm. Demek ki belediye “gelip geçenleri rahatsız ediyorlar” diye kaldırmış olmalılar, diye düşündüm. Oysa, yerel yönetimler bu tür kültür etkinliklerine olanaklar tanımalı, yardımcı olmalı idiler.
Otobüste:
Ulus’tan EGO otobüsüne bindim yanımda genç bir türbanlı kız oturuyordu, onunla konuşmaya başladık. Öğrencimisin, nerede okuyorsun, gibi sorularımdan sonra, ülke yönetimi konusunda konuşmayı sürdürüyorduk. Sıhhıye’yi geçtik,  Kızılay duraklarına varırken, ben konuştuğumuz konuya devam ederken kıza, -bakar mısın dünyada 57-58 Müslüman devletleri var, söyler misin hangisinin durumu iyi, hepsinin durumu iyi değil, hepsi de gâvur dedikleri Batılılara muhtaç- dedim.
Durağa yaklaşırken, önümde oturan 50-60 yaşlarında bir adam geriye döndü, “kavga kabartan” bir tavırla, ne sıkıştırıyon lan kızı” dedi. Bunu birçok kişi duymuş olmalı ki, herkes bize bakıyordu. Bize bakanlar, “kızı taciz ediyor” sanısını uyandıracak bir durum doğmuştu. Bu kötü niyetle söylenmiş bir sözdü. Orada yolcular bana tepki gösterebilirdi. Ben de yanımdaki kız da şaşırdık, ben, seni ilgilendirecek bir durum yok, sana ne sen niye karışıyorsun, dedim”. O geriye dönüp konuşan adam, “ben bilmem  …..derneğinin başkanıyım, karışırım” gibi falan laflar etti. Ama tüylerim diken diken oldu, durağa geldik kapılar açıldı yolcular inmeye başladı, ben de inmek zorundaydım. Aşağı indim, sinirimden soğuk terler döktüm. O anda bu abartılı tahrik karşısında, vurun kahpeye” misaliaraçta bulunanlar bana tepki gösterebilirdi. Kendi kendime, nice geçmiş olaylarda insanları böyle yalan, abartılı söz ve davranışlarla saldırıya itiyorlar, diye düşündüm.
Gerek otobüslerde, gerek metrolarda böylesine konuşmalar yapıyoruz, yakınlık bulduğum insanlarla. Ben konuşurken, adamlar “aman yavaş konuş ne olur ne olmaz” gibisözler söylüyordu. Öyle ya, ülkede başta gazeteciler olmak üzere, en küçük eleştiride bile “Cumhurbaşkanına hakaret” falan diyerek davalar açılıyor. 
Cuma Camisinde
Metro ve camide - Cevat Kulaksız

26 Temmuz 2019 günü Cuma namazı için Maltepe Camisinde idim. Vaiz Cuma vaazı için, ezandan-namazdan önce hutbede konuşuyor. Konuşurken, bir adam oturduğu yerden kalkarak elindeki 100 lirayı vaaz veren imama doğru yaklaştı, parayı imama verdi. İmam, “bir arkadaş yüz lira bulmuş, sahibi namazdan sonra gelsin alsın” dedi.
İmam konuşmaya devam ederken, üç beş dakika sonra başka bir adam, yine elinde yüz lira ile vaaz veren imama yaklaştı, parayı ona verdi. İmam “bir yüz lira daha bulunmuş, görevli arkadaşa teslim edeceğim sahibi gelsin alsın” dedi. İmam devamla, “bu gün de para bulan bulana” dedi.
İmam vaazına devam ediyor, sağ tarafıma baktım, benim yanımdakinden sonraki üç siyahî adam Zenci midir, Arap mıdır, yan yana oturuyorlar. Kendi aralarında konuşuyorlar, arada bir gülüşüyorlar. Baktım biri ayağını uzatmış, sere serpe oturuyor muydu, sanki yatıyor muydu? Hemen cebimi çıkarıp selfiye fotoğrafını çektim. Birkaç dakika sonra, o ayağını topladı, bana yakın olanı ayaklarını uzattı. Onu da çekeyim, dedim. Sol tarafıma baktım, benden bir sonraki kişi de siyahî bir adam, bana dik dik bakıyordu. Çekindim, bir daha çekmedim.
Namazda konuşan adam:
Aynı camide giden hafta da böyle bir ilginç olaya tanık olmuştum. Hava güzel, dışarıda cami bahçesinde insanlar geldikçe, yan yana naylon hasır kilimler seriliyordu.  Ezan okundu, namaza başladık, farz namazı kılınırken, birinci rekatta, yanımdan ikinci sırada bulunan bir adamın telefonu çalındı, adam telefonu eline aldı, “alo, yav parayı gönderdim, seni bulamamışlar, parayı nereye göndereyim, hem namaz kılıyorum, sonra konuşalım”,  gibi bir şey anlatıyordu. Telefonu kapattı, cebine koydu, namaza devam etti.
Aklıma gelen bir namaz fıkrası:
Bu fıkrayı, internette bir konu araştırırken rastlantı sonucu, birinin canlı anlatımından duydum. Bir Rize’li, bir Bayburt’lu, bir Gümüşhane’li üç kafadar açık havada bir yerde namaz kılıyorlarmış.  Allahü Ekber deyip namaza başlamışlar; Rizeli namazın ortasında, “Allahü Ekber, namazda konuşulmaz ama bende bir araba var satmak istiyorum alır mısınız” diyor.
Bayburt’lu cevap vermiş, “Allahü Ekber, namazda konuşulmaz ama arabanın fiyatı kaçadır, kaç model”.
Rizeli demiş, “Allahü Ekber, namazda konuşulmaz ama 30 bin lira, iki bin model”.
Neyse rekât sonu secdeye gidiyorlar, ayağa kalkıyorlar. Bayburt’lu demiş, “Allahü Ekber, namazda konuşulmaz ama ben o arabayı almak istorum”.
Rize’li demiş ki, “Allahü Ekber, namazda konuşulmaz ama ben oni Gümüşhane’liye sattım.
Bayburt’lu merakla sormuş: “Allahü Ekber, namazda konuşulmaz ama ula ne zaman sattın?”
Rize’li cevap vermiş, “Allahü Ekber, namazda konuşulmaz ama demin secdeye vardığımızda sattım”!
Metro ve camide - Cevat Kulaksız

Bu kez engelliler müzik yapıyorlardı.
Neyse o gün işimi bitirdim, metro ile eve yöneldim. Sabahki müzik yapan öğrenci kızın müzik yaptığı yerde bu kez üç dört tane gözleri görmeyen görme engelliler ellerinde çeşitli sazları ile coşkulu bir şekilde müzik yapıyorlar, üç otuz da para alıyorlardı.
Cevat Kulaksız 

“İtibar”mı dediniz!
Saray’daki daha “itibarlı” olsun diye, ülkemiz ekonomik sıkıntılara sokularak, saray üstüne saray yapılıyor. Hem de o kadar müsriflik karşısında “itibardan tasarruf olmaz” deniliyor. Gırtlağına kadar borçlanmış, her malı dışarıdan almak zorunda olan, üretim yapmayan bir devletin itibarı olamaz.
İtibarımız artıyor mu, geriliyor mu, onu vatandaş olarak gözlemleyelim. “İtibar” için ekonominin gittikçe bozulmakta olduğu, çarşı pazar fiyatlarına bakarak acı bir şekilde öğreniyoruz. Prof. Dr. Ali Ercan’ın bir konferansından öğrenmiştim,  ülkemizde 2008 de fert başına düşen gelir 10200 dolar iken, şimdilerde fert başına düşen gelir 8000 dolara düşmüş. Demek ki fert başına düşen gelir 2000 dolar gerileyerek fakirleşmişiz. Bunu giden yılki fiyatlarla şimdiki fiyatları kıyaslayınız, rahatlıkla bunun doğruluğunu fakirleştiğimizi göreceksiniz.
Peki, ekonomi açık bir şekilde gerilerken, ülke borç batağına saplanırken halk fakirleşirken, oraya buraya lüks saray yapmanın ne gereği olduğunu siz düşününüz, 1150 odalı sarayın ne gereği vardı. Çankaya’daki Atatürk köşkünü hepimiz biliriz, geniş bir bahçenin içinde, bahçe değil geniş bir orman gibi koruluğun içinde,  Başkent Ankara’ya hâkim en güzel bir yerde bulunan, Atatürk Köşkü’nün ayrıca Kurtuluş Savaşı orada planlanmış, zafer kazanmış manevi değeri varken, milletin kesesinden “itibar” diyerek saray yaptırmanın ne gereği vardı.
Atatürk döneminde Türkiye itibarı      
İtibar konusuna değinirken bir örnek vermek istiyorum. Emekli TRT Yapımcısı Nazmi Kal’ın “Atatürk’ün Diktiği Ağaçlar” adlı kitabını okuyordum. Orada itibar konusunda hiç duymadığım ilginç bir örneğe rastladım. Nazmi Kal kitabında şöyle anlatıyor:
“-Çankaya’da bir komşum vardı, Mühendis Ata Ambarcıoğlu. Almanya’da Hitler döneminde 1934-1940 yıllarında Almanya’da mühendislik tahsili sırasında yaşadığı bir olayı şöyle anlatmıştı:
“-Almanya’da öğrenci idim. Zaman zaman kahvelerde oturur, sohbet eder, oyun oynardık. Sık sık kahvelere Nazi polisler gelir yabancı işçi, öğrenci, kaçak insan araştırması yaparlardı. Kahveye girer girmez de “pasaportlar” diye sertçe seslenirlerdi.
Herkes cebinden pasaportları çıkarır gösterirdi. Yugoslav, Yunanlı, İtalyan, İspanyol gibi ilke insanlarının pasaportlarını polis dikkatle, uzun uzun, sayfa sayfa incelerdi.
Bize yani Türklere sıra gelince pasaportu uzattığımızda, ilk sayfayı açtıklarında Türk bayrağını görünce derhal pasaportu kapatır, selam veriri ve pasaportlarımızı iade ederlerdi. Atatürk döneminde Avrupa’da böyle bir saygınlığımız vardı”.
Günümüzde kırmızı pasaportlu diplomat ve parlamenterlerin üstlerinin arandığını hatırlamak bile istemiyorum”. İtibar da ekonomi ve üretimle ne kadar bağlantılı olduğunu dünyada yaşayarak öğreniyoruz.(1)
80 yıl sonra itibarımız

“İtibar”mı dediniz!
Yukarıdaki Nazi polisinin Türk vatandaşını ve pasaportunu kontrol etmeyip selam verişinden 80 küsur yıl sonraya 2017 yılına AKP dönemine gelelim. Aynı ülke Almanya’nın Türk Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Almanya’ya gelmesini engellediğini görüyoruz. Ona komşu Hollanda ise, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya'nın Türk konsolosluğuna girişine izin verilmediği gibi, polis eşliğinde Bayan Bakanımız Hollanda’dan Almanya’ya zorla götürüldüğünü, zorla sınır dışına çıkarıldığına tanık olmuştuk. Bu Cumhuriyet tarihinde hiç görülmemiştir, gördünüz mü itibarı!

“Almanya’nın Türk bakanlara getirdiği yasağın ardından Hollanda, dün akşam Rotterdam’da Türk vatandaşlarıyla bir araya gelerek konuşma yapmayı planlayan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun uçuş iznini iptal etti. Hollanda Başbakanı Rutte, gerekçe olarak “kamu düzeni” ve “güvenliği” gösterdi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya'nın Türk konsolosluğuna girişine izin verilmedi. Diplomatik skandal saatler sürdü. Bakan Kaya sabaha karşı 03.00'ten sonra polis eskortuyla bölgeden ayrıldı. Böyle itibar olur mu? (2)
İtibar farkını gördünüz mü?            
Bir ülkenin itibarı her alandaki üretim, bilim ve teknolojisi artması ile büyük olur. Örneğin söz konusu ettiğimiz Hollanda, yaklaşık 42 bin kilometre kare ile Konya şehri büyüklüğünde.
Avrupa’nın en küçük ve en yoğun nüfusuna sahip olan Hollanda’nın tarım alanları Türkiye yüz ölçümünün yedide biri kadar ama 2014’te gerçekleştirdiği tarımsal ihracat 80.7 milyar Euro (90 milyar Dolar) seviyesinde. (3)
Koskoca tarım ülkesi olan Türkiye buğday ithalatından başka, soğandan samana, canlı hayvandan, ete kadar ithal etmeye başladı. İtibar bunun neresinde?
Bir de Türkiye’ye bakın, yatırıma yönlendirilmesi gereken ulusal gelirimizle, oraya buraya lüks saraylar, camiler yapıyoruz. Bilimi, sanatı, tarımı, ekonomisi geri olan ülkenin dünya karşısında itibarı yoktur. Hollanda oraya buraya lüks kilise, saray yaparak mı, okullarını imam hatip gibi din okuluna çevirerek mi o ihracata, teknolojiye, zenginliğe ulaştı. Bilimi, laikliği bırakıp dine sarılan ülkenin sonu hüsrandır. Ama ne yazık ki iktidarın profları bile “cahillerin ferasetinden” medet umar duruma düşmüştür.
“İtibar”mı dediniz!

Her şey gözümüzün önünde, dünyadaki 50 den fazla Müslüman ülkeler var, söyler misiniz, hangisinin ekonomisi, demokrasisi çağdaş. İçlerinde bir tek Türkiye vardı, iyi kötü demokrasi ile yönetilen ülke. Son yapılan ve ülkeyi tek adamlığa götüren, “uçacağız, kaçacağız” diyerek halkı kandırarak referandumla da o yarım yamalak demokrasi de gitti. Böylece, ekonomisi, yönetimi çağdaş evrensel olmayan, demokrasiden uzak ülke kalkınamaz, aydınlanamaz ve dünyada itibarı da olamaz. İşte şimdilerde Batı ile bu süreci yaşıyoruz.
Son zamanlarda başka AKP iktidarı olmak üzere, hemen bütün partiler, çeşitli sorunlarda Avrupa’nın yanlı görüş, tutum ve davranışları karşısında Avrupa’yı “ikiyüzlü, Haçlı zihniyetinde olduklarını” ileri sürmekteler. Söyler misiniz, bizim, gerek adaletimizin yapılanması, yönetim biçimimizin tek adamlığa evirilmesi Avrupa’nın hangi ülkesinde var. Avrupa’nın hangi ülkesinde Türkiye’deki AKP yönetimi kadar dinci yapılanma var, hangi ülkede laiklikten sapma var, hangi Avrupa ülkesinde böylesine çifte çifte saraylı israf var, hiçbir ülkesinde böyle bir bozuk, geri, israflı yönetim uygulaması yoktur. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde olmayan, demokrasi literatüründe görülmeyen bir ucube “Türk Tipi Başkanlık” sistemi ile her alanda gerileme içindeyiz.
Avrupa’nın hiçbir ülkesinde 3-5-6-8 yaşlarındaki çocuklara dinsel eğitim öğretimi şartlandırılamaz; ülkemizde dalga dalga yayılan 3-6 yaş çocukları için ayrı Kuran kursları binaları yapılıyor, açılıyor. Bu küçücük çocuklara dinsel baskı çocuk hakları sözleşmesine de uymaz. Sonra dünyada dinle kalkınmış, çağdaşlaşmış tek bir ülke yok, görüyoruz 57-57 Müslüman devletlerin perişan hallerini. O zaman başımızdaki gerici AKP-RTE iktidarı, bu dinsel baskılı uygulamaları ile yanlışlıklar içinde, ülkeyi geriye götürme aymazlığı içinde bulunmakta.
Bırakınız Türkiye’nin demokratik değerlerden sapmasını, aynı yanlış yönetim anormallikleri Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde de olsa, demokratik Batı, o ülkeye de aynı tavrı koyar. O zaman kısaca Türkiye, tek adam yönetiminden çağdaş bir anayasa getirerek demokratik devlet yönetimine yönelmelidir. Çağdaş Avrupa laik devlet yönetimi, gerçek demokrasi ile şimdiki refaha ulaşmıştır, o nedenle laiklikten asla ödün vermez, dinci yapılanmaya meydan vermez. Bir de kendimize bakalım.
Yürütmedeki bu çarpıklık bir yana, Cumhuriyet tarihinin en müsrif, saçıp savuran bir yönetimi ile karşı karşıyayız. Bu israfı eleştirenlere, tasarruf önerenlere karşı “itibarda tasarruf olmaz”  diyerek akıl dışı “ucube” yanıtlar verilmekte. Bunu söylerken borcumuza, bütçemize bakalım. Gırtlağına kadar borca batmış bir ülkenin itibarı olmaz.
Cumhuriyet’in bütün ulusal varlıklarını satıp savan, tarımını, yatırımını, sanayisini ihmal eden bir yönetim 1150 odalı dünyanın en büyük sarayını yapıyor. Yetmedi, Marmaris’e Otluk Koyu’na 300 odalı yazlık saray yapıyor, (2019 da bitecekmiş). Yetmedi, Bitlis’in Ahlat ilçesinde Van Gölü kıyısına Cumhurbaşkanlığı Köşkü yapılıyor. (Yazımı sonlandırırken Anayasa Mahkemesinin (AYM) Van Gölü kıyısına saray yapmayı durdurduğunu öğreniyoruz)  Bu dev inşaatlarla büyüyen Beştepe’deki “Külliye”, Okluk Koyu’na yapılan yazlık saray ile Ahlat Köşkü, Cumhurbaşkanlığı’nın yatırım harcamalarında dev artışlara neden oldu.  Çankaya Köşkünden başlayıp tüm bu saraylardaki aydınlatma, ısınma vb giderleri bile bütçeye milyonlara varan harcama gerektirir. Bu lükse, bu israfa hiçbir bütçe dayanamaz. “Ak Saray’daki israf ve harcama padişah saraylarını bile kat kat geçmekte.
İsraf ve itibar derken, TC Cumhurbaşkanlığına Kadar tarafından hediye edilen 500 milyon dolarlık uçakla birlikte, Cumhurbaşkanlığının 13 uçağı olduğunu gazeteler yazmakta.  Dünyada hiçbir cumhurbaşkanının böylesine fazla sayıda uçağı yoktur. Artık araba sayısını bilmiyoruz. İsrafla itibar elde edilir mi? Halk arasında müsrif olan gelin için, gelin halına göre salın”derler, yani “yorganına göre ayağını uzat” demektir.(4)
“İtibar”mı dediniz!

 “Erdoğan’ın geçen yıl 20 ülkeye 22 ziyaret düzenlediği, ‘Ak Saray’da da 265 programa katıldığı bilgisi verilen açıklamada, şu istatistikler paylaşıldı: “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde, yine 2016 yılında, toplantı ve tören vesilesi ile 9.106 vatandaşımız, 7468 muhtar, 52’si hükümet ve devlet başkanı olmak üzere 1.321 yabancı konuk, yurt içi resmî kabuller çerçevesinde ise 21.273 kişi ağırlanmıştır.”  Yüzlerce binlerce muhtarı saraya toplayıp üç beş gün masrafla ağırlayıp ülkenin hangi ekonomik sorunu konuşuldu da halledildi. Bu toplantılar ağırlamalar, siyasi propagandadan başka bir şey değildir.(5)
 Cumhurbaşkanının sık sık yurt dışı gezilerine çıktığını hepimiz biliyoruz. Abdülaziz dışında hiçbir padişah yurt dışı gezilerine çıkmamış, daha sonra Atatürk de hiç yurt dışına Cumhurbaşkanı olarak gitmemiş; en az geziye çıkan Cumhurbaşkanı Ahmet Nejdet Sezer;(Sezer, 7 yılda 49 ülkeyi ziyaret ederek, en az dolaşan Cumhurbaşkanlarından biri oldu)
Avrupa’nın armadası en büyük ekonomisine sahip Almanya Başbakanı bir apartman dairesinde oturmaktadır. Her şeyi ithalata dayalı bir ülke için bu saraylar, köşkler ülke için israf değil mi?  Böyle müsrif tavırlı insanlar için şöyle bir halk deyişi vardır, “kel başa şimşir tarak”  diye.  Artık borcu borçla kapatan bir ülke olduk. Vatandaşımız da öyle oldu, cebinde üç beş kredi kartı var, birinden alıp ötekine yatırarak geçiştiriyor birçok vatandaş.  Osmanlı da böyleydi, borçlanır, borç para alır saraylar yaparmış.
“Türkiye'nin dış borç stoku, 31 Mart 2019 itibariyle son üç yılda 40 milyar dolar artarak 453.4 milyar dolara, net dış borç stoku ise 277.3 milyar dolara yükseldi”. (6)
Kısaca ülke düze çıkmak istiyorsa, yönetimini daha demokratik hale getirmeli, adalet mekanizmasını daha tarafsız hele getirmeli, israftan kaçınmalı, aşırı dinciliği bırakıp bilim, teknolojiye sanata daha çok değer vermelidir. O zaman refah da artar, itibar da artar. Bunun dışındaki yanlış uygulama ülkeyi daha çok geriye götürür, itibarı da kalmaz.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız
SONNOTLAR
(1) Atatürk’ün Diktiği Ağaçlar, Nazmi Kal 2016 sf 385-386

(2)https://www.hurriyet.com.tr/dunya/son-dakika-hollandada-skandal-bakan-kayayi-konsolosluga-sokmadilar-40392174

(3)https://businessht.bloomberght.com/piyasalar/haber/1072193-tarimda-hollanda-mucizesi

(4)https://www.mynet.com/devletin-ve-cumhurbaskanligi-nin-kac-ucagi-var-erdogan-a-hediye-edilen-ucakla-birlikte-son-envanter-rakamini-portakal-acikladi-110104400194

(5)https://www.diken.com.tr/ak-saraydan-bildik-butce-savunmasi-itibarda-tasarruf-olmaz/

(6)https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1461229/Turkiye_nin_dis_borcu_453_milyar_dolara_yukseldi.html

Keşke Yunan Galip Gelseydi, Ümmeti Bölmeye Hakkınız Yok, Biz Denize İnsan Dökmedik,30 Ağustos Halkın Genelini İlgilendiren Bir Bayram Değildir


30 Ağustos Halkın Genelini İlgilendiren Bir Bayram Değildir
Bu ülkede Fesli lakabıyla ün yapan örümcek kafalı bir vatan haini vardı ya hani, AKP iktidarının çok sevdiği ve el üstünde tuttuğu, koruyup kolladığı, yakın zamanda ölüp giden bu vatan ve millet haini, kurtuluş savaşımız için ne demişti?
”Keşke Yunan galip gelseydi”
Bu ülkenin aynı zamanda Cumhurbaşkanı seçilen, AKP Genel Bakanı olan zat, yeni bir parti kuracakları gündeme gelen ve AKP'den istifa eden eski AKP'li bakan BABACAN'a ne demişti?
“Ümmeti bölmeye hakkınız yok”
Ordu Belediye Başkanı bir pankart asarak ne söylemiş?
“Biz, denize insan dökmedik, biz denize  taş dökerek, Avrupa'nın tek havalimanını inşa ettik”
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğunu işgal eden aymaz ve vatan haini ne demiş?
“30 Ağustos Halkın Genelini İlgilendiren Bir Bayram Değildir”
Bu sözlerin ortak paydasında Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti ve milliyetçiliği kavramı yoktur.
Bu sözlerin ortak paydasında ve odağında, Türkiye Cumhuriyeti ve bu cumhuriyetin insan unsurunu oluşturan Türk Milleti ve Türk Milliyetçiliği kavramı yerine, din unsuruna dayalı, Müslüman dinine mensup olan yeryüzündeki tüm insanları ifade eden ümmet ve ümmetçilik kavramı yer almaktadır.
AKP iktidarının kafa yapısını, nihai amacını ve ideolojisini ortaya koyan bu sözler; Türk Milleti ve milliyetçiliği esasına dayanmayan, halkı ümmet olarak kabul eden Osmanlı'nın, emperyalist düşman devletler tarafından işgal ve parçalanarak yok edildiğini kabul etmeyen, Osmanlı'nın; ATATÜRK tarafından yok edildiğini kabul eden, düşmanın bozguna uğratılarak denize döküldüğü 30 AĞUSTOS ZAFERİ sonrasında, Osmanlı'nın küllerinden, ümmetçiliğe son vererek, Türk Milleti ve milliyetçiliği temeline dayalı olarak ATATÜRK tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyetine, Türk Milleti ve Türk Milliyetçiliğine yönelik bir direnişi sergilemektedir.
Bize göre, resmi bir devlet dini bulunmayan, her dinlere eşit mesafedeki, halkının çoğunluğunu Müslümanlar oluştursa da, her dinden vatandaşı bulunan ve Türk Milleti kavramı altında bir araya gelen Türkiye Cumhuriyetinde;30 Ağustos, halkın tümünü ve  genelini ilgilendiren bir bayramdır. Asıl dini bayramlar, Türk Milletini oluşturan farklı dinlerdeki halkımızın genelini ve tümünü ilgilendiren bayramlar değildir. Bu böyle bilene.

Güner Yiğitbaşı

23/07/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu 

Türkiye Cumhuriyetinin Tapu Senedi Lozan
Ulusal Kurtuluş Savaşının yengi (zafer) ile sonuçlanmasından sonra, sıra Osmanlı İmparatorluğunun külleri üzerine yeni bir devlet kurmaya gelmişti.
Bundan 96 yıl önce, kurulacak laik Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Tapu Senedi olan Lozan Barış Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre'nin Lozan şehrinde imzalanarak, Osmanlı imparatorluğu tarafından emperyalist ülkelerle imzalanan ve İmparatorluğun bölüşmesine olanak sağlayan, 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Anlaşmasının yırtılarak çöp sepetine atılması sağlamıştı.
Lozan bir hezimet değil, büyük bir başarıdır.
Lozan onurumuzdur.
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün desteğinin arkasında olduğunu bilen Türk heyetinin başkanı İsmet İnönü’nün, emperyalist devletlerin kibirli, üstten bakan temsilcilerini nasıl dize getirdiği tarihin altın sayfalarında yerini almıştır.
Lozanı öğrenmek isteyenler bu tarih sayfalarını okuduklarında, Lozan’ın Türkiye devleti için bir hezimet değil, büyük bir diplomatik başarı ve direnen azmin eseri olduğunu göreceklerdir.
Örneğin, Alınan karar gereğince İsviçre Cumhurbaşkanı’nın açış konuşmasından sonra heyetten biri teşekkür konuşması yapacaktır. Bu program Türk delegasyonuna bildirilince, İnönü “Eğer heyetten biri konuşursa bende behemehâl söz alırım konuşurum” der. Fransız’lar bunu duyunca İnönü ile temas kurarak konuşmamasını rica ederler. İnönü konuşacağı konusunda diretince, İsviçre Cumhurbaşkanı’ndan sonra kimsenin konuşmayacağı kararlaştırılır ve görüşmeler başlar.
Ancak karar uygulanmaz ve Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından sonra, İngiliz Dış işleri Bakanı Lord Curzon kürsüye çıkarak konuşur. Lord Curzon kürsüden iner inmez İnönü kürsüye çıkar “Reis efendi” diye başlayan önemli bir konuşma yapar. Konuşmadan sonra ortalık karışır ve İsmet İnönü’nün yanına gelen delegelerden Mösyö Bompart  “Anlaşılıyor, çekeceğimiz var” demekten kendini alamaz.
Konferansta İngilizce ve Fransızca konuşulacağı, hangi dil konuşulursa öteki dile tercüme edileceği kararı da, İnönü tarafından kabul edilmez ve Türkçe konuşacağında ısrar eder ve bunu da kabul edilerek çalışmalara başlanır.
Sonuçta diyorum ki…
Kurtuluştan sonra kuruluş aşamasında en büyük devrim olan laik ve bağımsız Türkiye Cumhuriyetini kurup bizlere armağan eden, devamında gerçekleştirilen devrimlerle kurtuluşu taçlandıran ve yönümüzü aydınlığa döndüren, başta büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK ve silah arkadaşları diğer komutanlar, Lozan Kahramanı İsmet İnönü ile kanları pahasına yurdumuzu düşman işgalinden kurtaran aziz şehitlerimizi şükranla anıyor,  anıları önünde saygı ile eğiliyorum.
Lozan Barış Antlaşmasının 96. Yıldönümü, bağımsızlığa ve barışa inanan tüm yurttaşlarımıza ve dünya devletlerine kutlu olsun.

Gündüz Akgül

24.07.2019
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Akademisyenlerin PISA değerlendirmelerini eleştiren raporu


“Pısa testleri dünya eğitim-öğretim sistemine zarar veriyor”
OECD’nin uluslararası öğrencileri değerlendirme programı direktörü Dr. Schleicher’a hitaben Amerika, İngiltere, Yeni Zelanda, İsveç, Kanada ve Avusturalya’dan 83 akademisyen PISA sınavlarına ilişkin derin kaygılarını belirten bir mektup kaleme almışlardır. Aşağıda bu mektuba yer verilmiştir:
Sayın Dr. Schleicher,
6 Mayıs 2014
Çeviri: İsmet Taşkale
Bizler, OECD’nin (Organization for Economic Co-operation and Development-Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) uluslararası öğrencileri değerlendirme programı (PISA) direktörü olarak sizin bu program üzerindeki etkinliğinizi biliyoruz. 13 yaşına giren PISA, dünya 15 yaş grubu öğrencilerin matematik, fen ve okumadaki başarılarına göre OECD üyesi ve OECD üyesi olmayan ülkeleri sıralamaya koyan bir kurum olarak tanınmaktadır. Her üç yılda bir yapılan PISA test sonuçları hükümetler, eğitim bakanları, gazete yazarları tarafından endişeyle beklenmekte ve bu sonuçlara ilişkin sayısız politik raporlar yazılmaktadır. Bu sonuçlar birçok ülkenin eğitim uygulamalarını önemli ölçüde etkilemeye başlamışlardır. PISA testleri yüzünden ülkeler, sıralamadaki yerlerini yükseltmek ümidiyle eğitim sistemlerinde değişiklikler yapmaktadırlar. PISA testleri üzerinde beklenen iyileştirmelerin yapılmaması, çok ülkede “PISA şoku ve krizine” yol açmıştır. O nedenle, “o testlere katılmama, o test sonuçlarına göre reform yapılamaz” çağrıları artmıştır.
Açıkçası bizler, PISA sıralamalarının olumsuz sonuçları konusunda endişeliyiz. Bunların bazıları şunlardır:
On yıllardır birçok ülkede standart testler kullanılmış fakat bunların geçerliliği ve güvenirliliğine ilişkin önemli sorunlar ortaya çıkmasına rağmen PISA böylesi sorunlu testlere olan ilgiyi, sayısal ölçümlere ve güveni yeniden oldukça artırmıştır. Örneğin Amerika’da en iyi programın seçiminde ana belirleyici PISA verileri olmuştur. Öğrenci, öğretmen ve yöneticilerin değerlendirilmesi için de aynı verilere başvurulmuştur. Oysa öğrenci, öğretmen ve yöneticileri derecelerle damgalayan bu standart testlerin kendi türü içinde en iyi olmadıkları hemen herkesçe bilinmektedir. (Bakınız, örneğin, Finlandiya’nın PISA sıralamasının tepesinden inişinin bir açıklaması yapılmamıştır.)
PISA üç yılda bir yaptığı değerlendirmelerle ülkelerin derece atlama uğruna eğitim politikalarında ivedi kısa süreli onarımlar yapmalarına neden olmuştur. Oysa araştırmalar eğitim politikalarında yapılan değişikliklerin ürüne dönüşmesi için birkaç yıla değil, on yıllara gerek olduğunu göstermektedir. Örneğin, bizler, bir meslek olarak öğretmenlerin statüsü ile Öğretmenliğin saygınlığının eğitim-öğretimin kalitesi üzerinde çok etkili olduğunu biliyoruz. Fakat bu statü kültürden kültüre değişir ve kısa süreli politikalarla kolayca değişmez.
Eğitimin ölçülebilir alanlarının daralmasını önemseyen PISA, eğitimin ne olduğu ve ne olması gerektiğine ilişkin toplumsal hayalimizi, tehlikeli bir şekilde baskılayarak bizleri fiziksel, ahlaksal, yurttaşlık ve sanatsal kalkınma gibi ölçülmesi güç ya da hiç ölçülemeyen eğitim alan ve amaçlarından uzaklaştırmaktadır.
Bir ekonomik kalkınma örgütü olan OECD, doğal olarak kamu okullarının ekonomik işlevlerini öncelemektedir. Ancak kamu eğitim-öğretiminin yegâne ve temel ereği, genç insanları üretici iş gücü haline getirmek değil, onların kesinlikle demokratik yönetime katılmalarını, etik davranışlar edinmelerini; kalkınmalarını, gelişmelerini ve mutlu olmalarını da sağlamaktır.
Birleşmiş Milletlerin (UN-United Nations) UNESCO ve UNICEF gibi birimlerinin eğitimin ve çocuk yaşamlarının geliştirilmesi için net ve yasal yaptırım güçleri vardır. Fakat OECD etkili bir şekilde eğitim politikalarına katılmayı sağlayacak bir mekanizmaya sahip değildir.
İşlevini yerine getirmek ve bunları izlemek üzere OECD çalıştığı ülkelerde kamu-özel ortaklıkları kurmuş; çıkar peşinde koşan çok uluslu şirketlerle işbirliklerine girmiştir. Bunların bazıları Amerikan okullarına ve okul kampuslarına da hizmet sunmaktadırlar. Şimdi de bunlar, OECD’nin PISA programını uygulayacağı Afrika’daki ilkokulların eğitim-öğretim programlarını geliştirmenin peşine düşmüşlerdir.
Sonuç olarak ve acilen diyoruz ki: süregelen küresel değerlendirmeleriyle yeni PISA rejimi kaçınılmaz olarak öğretmenleri daha çok dışlayarak, daha çok satıcı yapımı derslere yol açarak çocuklarımıza zarar vermekte, sınıflarımızı çölleştirmektedir. PISA nın uzun süreli çoktan seçmeli testlerinin yol açtığı sıkıntı öğrenci ve öğretmenlerin mutluluğunu eritmekte, okullardaki stresi artırmaktadır.
İşte bu tür sorunlar üretici eğitim-öğretimin istendik ilkeleri ve demokratik uygulamalarıyla çatışmaktadır.
Eğitim-öğretim olgusunun değerlendirilmesi için başvurulan, tek ölçü birimiymiş gibi önemsenen bir teste göre reform yapılmamalı.
Hiçbir reform bir ulusta var olan sosyoekonomik eşitsizlik gibi eğitim dışı nedenlerin önemli rolünü görmezden gelmemeli. Son 15 yılda ABD dahil birçok ülkede eşitsizlik korkunç derecede artmıştır. Zenginle-fakir arasındaki eğitim açığı büyümüştür. Ne kadar çok karmaşık olduğuna bakılmaksızın bu açığın giderilmesi gerekmektedir.
Uluslarımızın yaşamını derinden etkileyen OECD gibi bir örgüt, toplumlarımızın bireyleri tarafından saygı duyulan demokratik sorumluluklarına açık olmalıdır.
Bizler, bu mektubu, sadece testlerin yol açtığı zarar ve sorunlara dikkat çekmek için yazmıyoruz. Bizler yukarda değinilen kaygılarımızı hafifletecek yapıcı fikir ve önerilerimizi de sunmak istiyoruz. Hiç değilse bu öneri ve fikirlerin yukarda söylenen olumsuz etkilere takılmadan öğrenmenin nasıl geliştirileceğine ışık tutabileceğine inanıyoruz.
1.Toplumlar için alternatifler geliştiriniz:  Yayımladığınız değerlendirme sonuçlarına çok anlam yüklerken sansasyonel söylemlere yol açmayınız. Örneğin 15 yıldır çocuk işçiliğine odaklandınız. Gelişmekte olanlarla gelişmiş ülkeler arasındaki karşılaştırmasını yaptınız. Fakat bunun ne eğitime ve ne de politikaya yararı var. Ve bu tutum, eğitim sömürgeciliğinden OECD’nin sorumlu olmasına neden olabilir.
2.Tüm ilgili tarafların ve akademisyenlerin katılımını sağlayınız. Günümüze değin uluslararası öğrenmenin nasıl ve neden değerlendirildiği konusunda söz sahibi olanlar şunlardır: pisikometriciler (ruhsal durumları değerlendirenler), istatistikçiler ve ekonomistler. Bunlar masada bulunmayı elbet hak ediyorlar. Fakat aynı şekilde başka diğer gruplarda: aileler, eğitimciler, yöneticiler, toplum liderleri, öğrenciler; antropoloji, sosyoloji, tarih, felsefe, dil gibi bilimlerden akademisyenlerle sanat ve edebiyatçılar 15 yaş grubu öğrencilerinin eğitiminin neden ve nasıl değerlendirildiğini yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde tartışmalıdırlar.
3.Değerlendirme yöntem ve standartları ile uğraşan ulusal ve uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapınız: bunların amacı, öğrenci ve öğretmenlerin sağlığı, gelişimi, varsıllığı ve mutluluklarıyla da ilgilenen kamu eğitiminin ekonomik alanını aşar. Bu tür çalışmalarda yukarıda sözü edilen Birleşmiş Milletlerin örgütlerine de yer verilmelidir.
4.Katılımcı ülkelerin vergi ödeyenlerinin bu testler için yaptıkları milyonlarca dolar ödentinin başka alternatif alanlara yatırmalarına ya da bu aynı sınavlara katılmayı isteyip istemediklerine şans tanımak üzere PISA çalışmalarının doğrudan ve dolaylı giderlerini açıklayınız.
5.Test formatına ilişkin sorunların, sayısal istatistiki ve puanlama işlemlerinin ön yargılı ve adil olmayan eleştirilerine karşı baştan sona kadar PISA çalışmalarını bağımsız uluslararası gözlem kuruluşlarının izlemesini sıcak karşılayınız.
6.Hazırlık aşamasında iş vereceğiniz özel şirketlerin işlevi konusunda detaylı bir iş akdi hazırlayınız ve çıkar çatışmalarını önlemek için üçer aylık değerlendirmeler yapınız.
7.Testin kesin değerlendirmesini açıklayınız. Burada değinilen konuların yerel, ulusal ve uluslararası masalarda tartışılmasına zaman ayırınız, bir sonraki PISA dönemine başlayınız, Bu size yeni ve geliştirilmiş bir değerlendirme modeli için yapılan önerilerden süzülen ortak bilgilerin toplanması fırsatı verecektir.
Bizler OECD’nin PISA uzmanlarının eğitimi geliştirmek için saygın bir istemle çalıştıklarına inanıyoruz. Ancak bizler örgütünüzün dünya eğitim sisteminin araçları ve sonuçları konusunda nasıl küresel bir hakem olduğunu anlayamıyoruz. OECD’nin tek bir standart teste odaklanması öğrenmeyi çok sıkıcı hale getirmekte ve öğrenme istemini öldürmektedir. PISA daha çok puan almak için birçok ülkeyi yarıştırırken, OECD işlevinin sınırları ya da gerekliliği konusunda bir tartışma açmadan dünya eğitim politikasına yön verme gücünün elinde olduğunu düşünmektedir. Bizler sıradan ve yetersiz bir metrelik ölçü çubuğuyla  çok çeşitli eğitsel gelenekleri ve kültürleri değerlendirmenin, doğrusu, okullarımıza ve öğrencilerimize onarılamaz zararlar vereceği endişesini taşıyoruz..
Saygılarımızla,
İmza : Dünyanın 6 farklı ülkesinden 83 akademisyen.
https://www.theguardian.com/education/2014/may/oecd-pisa-tests-damaging-education-academics
Çeviri: İsmet Taşkale Emekli Öğretmen
 

15 temmuz sizin bir başarınız değil yüz karanızdır!...
15.Temmuz günü, Demokrasi Ve Milli Birlik Günü olarak kutlandı.
Resmi tatil günümüz çok azmış gibi, o gün de resmi tatiller arasında yerini aldı.
İş başındaki siyasal iktidar ve onun sayın lideri, 15.Temmuzdan siyasi rant çıkarmaya devam ediyor.
FETÖ ile işbirliği yaparak, onun her istediğini yerine getirerek 15.Temmuz'u adım adım hazırlayan, ülkemizi 15.Temmuz hain darbe girişimi ile yüz yüze bırakan süreci hızlandıran  ve 15.Temmuz. 2016 tarih itibariyle, on dört yıldır tek başına iktidar olan AKP, 15.Temmuzu bir başarı gibi göstereceğine, ülkeyi; kendi elleriyle beslediği, devlet kadrolarını işgal ettirdiği FETÖ'nün bu hain darbe girişiminden utanmalı ve 15.Temmuz'u ağzına dahi almamalıdır.
Darbe girişiminin bastırılmış olması, AKP iktidarının bir başarısı değildir, bu darbe girişiminin bastırılmış olması; AKP iktidarının siyasi bilançosunun aktif hanesine bir artı değer olarak asla  yazılamaz. Bu darbe girişimi, AKP iktidarının yüz karasıdır.
Önemli olan darbe girişiminin bastırılması ve başarısız kılınması değil, darbe koşullarının yaratılmamasıdır.
Bir insan kendisine iyi bakmaz, ağır şekilde hastalanır ve sonra bir çok maddi ve manevi bedel ödeyerek iyileşirse, bu sonuç o insan için bir başarı değildir. Kendisine iyi baksaydı hastalanmayacak ve bir çok maddi ve manevi bedel ödemeyecek ve hiç üzülmeyecekti. İşte, bize göre 15.Temmuz'u da böyle değerlendirmek gerekir.
15.Temmuz darbe girişiminin birçok şehit ve gazi vererek, Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratarak, halkın gözünden düşürerek bastırılması, bu nedenle başarı değil, birçok hatalar zinciri sonunda kaybedilen eşeğin sonradan bulunarak sevinilmesidir.
15.Temmuz,siyasi iktidarın yüz karası bir başarısızlık olduğu için, siyasi iktidar 15.Temmuzu bir tabu haline getirme ve bu konuda eleştiri yapılmasını önleme gayreti içindedir.
Güneşin balçıkla sıvanamadığı gibi, gerçekleri de asla kamufle edemezsiniz, boşuna uğraşmayınız.
15.Temmuz kutlamalarında, AKP Genel Başkanı yine CHP liderini ağzına doladı, milli birlik günü olduğu söylenen kutlamalarda yaptığı konuşmasında CHP Genel Başkanını 15.Temmuz darbe gecesi Atatürk Hava alanından tankların arasından Bakırköy'e geçmekle suçladı.
Bu ne büyük bir çelişkidir, milletin birliğini temsil eden bir koltuğa da sahip olan ERDOĞAN, adı demokrasi ve Milli Birlik Günü olan kutlamalarda yaptığı konuşmasında, yerel yönetimlerde iktidar olan kendisine seçim yenilgisi tattıran milyonlarca seçmene sahip CHP lideri KILIÇDAROĞLU'nu darbe taraftarıymış gibi gösteren bölücü ve ayrıştırıcı bir konuşma yapabiliyor, anlamak gerçekten çok zor.
Burada bir gerçeği dile getirmek ve bir hakkı teslim etmek istiyoruz.
15.Temmuz darbe girişiminin bastırılmasında; ne Hande FIRAT'ın müzelik olan cep telefonunun, ne  bu telefonla halkın sokağa çıkması çağrısı yapılmasının ve ne de sabaha kadar okunan selaların bir etkisi olmuştur.
Darbe girişimi; dini eğitim alan, sorgulamadan, pozitif ilimden yoksun, kurmay zekası bulunmayan, askerlikle uzaktan yakından ilgileri ve yeterli bilgi ve yetenekleri olmayan, hak etmedikleri rütbe ve makamlara getirilen  FETÖCÜ subay ve  astsubayların beceriksizlikleri, buna karşılık, demokrasiye bağlı Atatürkçü gerçek subay ve astsubayların, hain FETÖ darbe girişimine sıcak bakmayarak karşı eyleme geçip mevcut düzenden yana çıkmaları, darbecilerin emirlerini yerine getirmekten başka bir günahları olmayan emir kulu ve vicdan sahibi çoğu askerlerin, ellerindeki silahları, sokağa çıkan halka doğrultarak acımasızca ateşlememeleri, halkın silahsız direnişine teslim olmaları nedenleriyle önlenebilmiştir, bu böyle bilinmelidir.
Burada yapılması gereken; her 15.Temmuz günü tören yapıp, olmayan demokrasiyi ve milli birlik ve beraberliği kutlama adına nutuk atmak değil, ucu nereye varırsa varsın, kime ve kimlere dokunursa dokunsun, hain FETÖ'nün siyasi ayağına ulaşarak FETÖ'ye son yumruğu vurmaktır.
Bu, sizce mümkün mü değerli okurlar?

Güner Yiğitbaşı

18/07/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Taliban gibi anıt yıkıyorlar.
İnsanlık anıtı tekrar Kars’a dikilmelidir
“İnsanlık” anıtını R. T. Erdoğan’ın  “ucube” diyerek yıktırması olayına gelmek istiyorum. 
Heykel Sanatçımız Mustafa Aksoy tarafından yapılan “İnsanlık Heykeli” zamanın Başbakanı R.T.Erdoğan tarafından “ucube” denilerek yıktırılma kararı aldırılmıştı.
Kars Belediyesi, heykelin yıkımı işini 272 bin TL’ye ihale etmiş, anıt 2011 de yıkılmıştı. Yıkıma karşı yargı yolunun tükenmesi üzerine 2014 yılında Mustafa Aksoy, Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuruda bulundu. AYM başvuruyu 5 yıl sonra gündemine aldı. AYM Genel Kurulu, heykelin yıkılması nedeniyle Aksoy’un ifade ve sanat özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi ve Aksoy’a tazminat ödenmesine hükmetti. Karar 6 muhalif üyeye karşılık 8 oyla alındı. Karar 6 muhalif oya karşın 8 oyla alınmış. Bu karar karşısında bazı kimseler, “demek ki AYM için altı Taliban kafalı daha var”  diye söyleniyorlardı.  Kararın gerekçesi iki ay içinde açıklanacak.
Aradan hayli bir zaman geçmiş olsa da Anayasa Mahkemesi’nin (AYM), anayasada güvence altına alınan ifade ve sanat hürriyetlerinin ihlal edildiğine” ilişkin 8 yıl sonra bile karar vermesi, ülkemizin sanat özgürlüğü adına yüreğimize su serpti, sevindirdi.
Yoksa ülkemiz Talibanlaşıyor mu diye sanatseverleri endişelendiriyordu.
Bilindiği gibi, Taliban da böyle bir yıkım yapmış, Afganistan’daki 50 m ye varan taşlara oyulmuş  bu insanlık mirası Buda heykellerini, “ucube” ne ki “put” diyerek yıkmıştı. (1)
Dünyada, çoğunluğu böyle İslam ülkelerinde olmak üzere, tarihi ve sanat eseri olan eşsiz anıtları heykelleri gerici kişi ve güçler yok ediyordu.
“Ucube” diyerek sanat eserini yok etmişlerdi.
Heykel sanatçımız Mehmet Aksoy tarafından 2006 yılında, Kars’ta şehre hakim bir yerde bulunan Üçler Tepesi denilen km lerce uzaktan görülebilen yere “İnsanlık Anıtı” yapılmıştı. Hem de AKP li belediyesi zamanında yapılan bu sanat eseri ne yazık ki AKP li Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından “ucube” diyerek, kafasına uymadığı için 2011 yılında yıktırılmıştı.  Böylece bir sanat eserini yıkmakla tıpkı Taliban’la aynı zihniyeti taşımış oluyoruz adeta.
Dünyada ülkesinin sanatçısı tarafından ülkesine yapılan muhteşem bir sanat eserini yıkan başka bir devlet adamı var mı bilmiyorum.
Heykel yıkılırken, uzun zaman emek verdiği sanat esrinin yıkılışını gözyaşları içinde gören
İnsanlık anıtı tekrar Kars’a dikilmelidir

Heykeltıraş Mustafa Aksoy şöyle diyordu:
“İnsanın kalbinde bir sıkışma oluyor, artık vücudum yok gibiydi; elim, ayağım, bedenim yokmuş gibi. İnsanlar kesti, numaralandırdı; tekbir getirerek kafasını kestiler benim heykelimin, izlemek dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu.”
Basına yansıyan bilgilere göre ve Mehmet Aksoy’un anlattığına göre, bitirilmesi üç yıl süren heykeli, zamanın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Kars’ta kaldığı otelin dördüncü katından görüp, “ne kadar da ihtişamlı duruyor” demiş;  yanında bulunanlardan birisi, “beğendiniz mi”, diye sorunca “aman susun” diye cevap vermiş. Davutoğlu’nun bu beğenisi bile, yapılan heykelin ne kadar önemli bir sanat eseri olduğunu belirtirken,  Davavutoğlu’nun “aman susun” demesinin, sanat eserine yapılan bu yıkım eyleminin isabetsizliğini belirtmiyor mu?  Hem de bu sözünü korkarak söylüyor.
Dünyada itibar bilim ve sanatla artar
Öyleyse,  heykel, resim, müzik, yazı, karikatür gibi sanat eserlerini bir kişinin beğenip beğenmemesi gerçeği tam yansıtmaz, asıl olan sanat eserine olan hoş görünün artmasıdır. Şu şaşmaz bir gerçek ki, sanatı, sanatçıyı, bilimi, bilim adamını, yazar-çizerleri ve eserlerini ne kadar çok korur ve hoş görü ile karşılarsak sanat eserleri dolayısıyla kültür ve refah da  o denli artar. İsterseniz itibar konusunda bir parantez açalım.
{İtibar konusunda tek bir örnek vermek gerekirse, bu gün ülkemizde Atatürk’ün anıtlarına,  Atatürk’e, ilkelerine saldırılırlar yapılırken;  meydanlarına Atatürk anıtını çok zaman önce diken İsrail, etrafı düşmanlarla çevrili olmasına, ekecek doğru düzgün tarım arazisi olmamasına rağmen (22 bin km kare-8 milyon nüfus) tarım ülkesi olan Türkiye’ye milyonlarca dolar tohum gibi tarım ürünleri satmaktadır.  Ayrıca 780.000 km kare toprağı olan 80 milyonluk Türkiye’nin tank ve uçaklarını modernize ediyordu. İşte o ülke itibarlı olur. Daha 1952 de Kore Savaşı’nda yardımına koştuğumuz G. Kore Türkiye’den fakirdi;  51 milyon nüfusu ve 99.700 km2 topraklı küçük bir ülke bizi çok geçti.  Dünyanın en zengin ülkelerinden Japonya 377.973 km, Almanya 357.386 km ile ekonomilerini kıyaslamak bile insana hüzün veriyor}.
İtibar bilim ve sanatta ilerleme ile olur
Demek ki kalkınma ve refah sistemle, yönetim biçimi ile ilgili.  Yoksa cami (mabet), saray yaparak ülkelerin itibarları artmaz). Refah fert başına düşen gelirle, insani gelişmiş seviyesinin yüksek oluşu ile bilim ve sanattaki başarısı ile itibar artar.
Dünyada bilim ve sanata, bilim adamlarına ve sanatçılara verdiğimiz önem arttıkça,  bilim ve sanatta da ilerleyecek itibarımız artacaktır,  ülke daha çağdaşlaşacaktır. Yoksa Osmanlı gibi borç para alarak,  borç üstüne borç yaparak oraya buraya saray, mabet yaparak, din okulu açarak itibar artmaz, ülke geriye gider.
Bunun için en ileri görüşlü devlet adamımız Mareşal G. Mustafa Kemal Paşa, “sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir, demiştir.
Bir de ülkemize bakalım
Siyasetçiler, sanat ve sanatçılara kendi kişisel görüşlerine göre yön vermemelidir,  veremez de. Siyasetçilerin sanat ve sanatçılara yön verilen ülkelerde çağdaşlık, yenilik olamaz.  Buradan, Kars’ta Heykeltıraş Mustafa Aksoy’un yaptığı
Cumhurbaşkanı RTE, zaman zaman 80 milyonluk nüfus, 780.000km2 topraktan bahsederek havalanması ile ülke itibar kazanamaz. Bir de “ey Almanya, ey Fransa, ey…diyerek bağırıp çağırmakla da itibar artmaz.  Bizde ise, ülkede, kimi sanatın içine tükürüyor, kimi sanat eserlerine “ucube” diyor, kimi heykellere saldırıyor,  RTE yi eleştirene, muhalif olana davalar açılıyor,   nerede ise gık diyene dava açılıyor, sanatçılar hakkında davalar açılıyor, gazeteciler, yazarçizerler hapse atılıyor Metin Akpınar’dan Fazıl Say’a kadar nice sanatçılar hakkında davalar açılıyor.
Batı’da hapishaneler boşalırken, biz ise yeni modern hapishane yapmaktan, açılmaktan bahsediyoruz. 2017’de Türkiye’de Cezaevinde bulunan kişi sayısı 2016’ya göre %15,7 artarak 232.340 oldu. (2)
Yüzlerce binlerce gazeteci işinden atılmış veya ayrılmış ve 134 gazeteci ve meyde çalışanı hapiste bulunmaktadır.
Türkiye’deki ceza infaz kurumu sayısı da 2010 yılından 2014 yılına kadar azalış gösterse de, 2014 yılından 2017 yılına kadar artış göstermiştir. 2017 yılı itibariyle Türkiye’deki ceza ve infaz kurumu sayısı 386 olarak görünüyor. (3) Yani AKP döneminde suçluların da, cezaevlerinin de arttığını görüyoruz.
Biz yine “ucube” denilen ve yıkılan İnsanlık Anıtı’na dönelim.
İnsanlık anıtı tekrar Kars’a dikilmelidir

Heykeltıraş Mustafa Aksoy, parçala ayrılıp numaralandırılarak, belediyeye ait depo olarak geçen bir tarlaya bırakılan İnsanlık Anıtı’nı tekrar Üçler Tepesi’ne dikmek istiyor. Ama yeniden yaparak değil, hırpalanmış hâliyle; o baskının, yıkımın şahidi bir heykel olarak…
AYM sinin bu hak ihlali kararı karşısında Heykeltıraş Mustafa Aksoy’un, R. T. Erdoğan hakkında, zarar ziyanın karşılanması, yıpranan itibarının telafisi için tazminat davası hakkı doğmuş olmaktadır. Mehmet Aksoy, anıtına “ucube” dediği gerekçesiyle Erdoğan hakkında tazminat davası açmış, mahkeme 2015’te Erdoğan’ı 10 bin TL manevi tazminat ödemeye mahkûm etmişti. 
Mustafa Aksoy Eserinin yıkılışını üzüntü içinde izlemiş
Bu konuda, Aksoy basına yaptığı açıklamada şunları anlatıyor:
“Heykelimin yıkılışı günler geceler boyu aklımdan, gözümün önünden silinmedi. Her gece aynı rüyayı görüyordum... O iki insan kafasının koparılışı, gövdeden ayrılışı... Bedenim dağılıyordu. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Yıkıcılar bu işlemi “Allahu ekber diyerek yaptılar.”  Sanki tapınan bir put yıkılıyordu, yıkarken böylece Talibanca davranıyorlardı.
“Sanki ikiz çocuklarım öldürülüyordu ve hiçbir şey yapamıyordum. Her an demir bir pençe kalbimi sıkıştırıyordu. Ölümden beterdi. Öylesine büyük bir acz içindeydim... O acizliği kimse yaşamamalı.”
“Sonra direniş dönemi geldi. Yıkım olayı yurtiçinde, yurtdışında her yere yayıldı. Kamuoyu heykeli konuştu. Ülke gündemine oturdu olmayan heykel. Ben de bol bol heykel, mekân, ışık üzerine konuşmaya başladım. Her yerde heykel sanatını, heykeli anlattım.”
“Heykelim yokluğuyla var oldu. Bugün Kars’a giden yerli ya da yabancı turistlere rehberler, işte ‘İnsanlık Anıtı’ bu tepedeydi diye anlatıyorlar.”
“Doğrusu Taliban ülkesi durumuna dönüşmeyi hak etmemiştik. Bizim kültür düzeyimiz Taliban’dan farklıydı. Onun için mücadeleye devam ettim.”

“Önce Kars Belediye Eşbaşkanı Ayhan Bilgen’le konuşacağım. Onun fikrini alacağım. Salt anıt diye düşünmeyin, çevresi, kaleye uzanan teleferiği; amfitiyatrosu, mesire yeriyle orası bir kültür alanı olacaktı” diyor. (4)
Son duruma göre,  Mustafa Aksoy, “bu kararla, ‘ucube’ İnsanlık Anıtı’nı doğurdu” , derken,  AYM kararı sonrası, bir tazminat davası daha açmaya hazırlanıyor. M.Aksoy, AYM kararı sonrası, gerekçeli karar açıklandıktan, karar kesinleştikten sonra İnsanlık Anıtı’nı tekrar yerine koyacağım diyor. İşte bu “İnsanlık Anıtı” o yüksek yere dikilmekle Sarıkamış ve öteki cephelerde şehit olan askerlerimizi selamlayan bir simge de olacaktır.
Cevat Kulaksız
Not: Bence bu sanatsal “İnsanlık Anıtı”nı, Çankaya Belediye Başkanı Sayın Alper Taşdelen, Çankaya’nın en yüksek yerine bir kültür hizmeti olarak  “Adalet Parkı” gibi “İnsanlık Parkı” yapıp içine bu heykelin aynısını Mustafa Aksoy’a yaptırmalı ve oraya dikmelidir.

Cevat Kulaksız

SONNOTLAR
(1) (Taliban güçleri 2001’in Mart ayında, “sahte putlar” olduğunu öne sürerek Buda heykellerini havaya uçurmuştu. Buda heykelleri 1,500 yıl önce Afganistan’daki Bamiyan Vadisi’nde kayalara oyuldu. Dünya Kültürel Miras Alanı olan vadide, Buda heykellerinin Taliban tarafından patlayıcılarla yok edilmesi dünyada üzüntü yaratmış protestolarla tepki verilmişti)
(2)cezaevi-istatistikleri? gclid=CjwKCAjw67XpBRBqEiwA5RCocSSdZXpN__ohxRT8l8S4By-1_OGzMrCb7krvYpXdIq20E1uQLC7lthoCJEcQAvD_BwE
(3)https://tgs.org.tr/cezaevindeki-gazeteciler/
(4)https://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1486600/Yokluguyla_var_olan_bir_heykel_oykusu..._insanlik_Aniti_yeniden....html?fbclid=IwAR3WoFd7hZX8AwGr3oGSRZuUarrZpG15pyOBiQ2Dxtt6XSHkSeqNb4PqDg0

Adalet Yürüyüşü anısına yapılan Adalet Parkı törenle açıldı
Kemal Kılıçtaroğlu ve CHP önderliğinde iki yıl önce Ankara’dan başlayıp İstanbul’da sonlandırıldığı “herkes için adalet” yürüyüşü anısını simgeleyen ve Çankaya Belediyesince yaptırılan “Adalet Parkı”, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu’nun katıldığı törenle açıldı.
Çankaya Hilal Mahallesi’ne 20 bin metre kare alana yapılan ve içinde adalet anıtının da bulunduğu park, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu, yanı sıra TBMM Başkan Vekili Levent Gök, CHP  parti meclisi üyeleri, CHP milletvekilleri, CHP Ankara İl Başkanı, partililer ve çok sayıda vatandaş katıldı. Törende anıtın kordelesi kesildikten sonra süreci anlatan film gösterisi sunuldu, Kemal Kılıçtaroğlu ve Alper Taşdelen konuşmalar yaptılar. (Bu arada törene katılanlar ellerinde “adalet” pankartı ile “hak hukuk adalet” sloganları atıyorlardı).
İlk konuşmayı yapan Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen şunları söyledi (özetle):
“-Ülkemizde, özgürlüğün, adaletsizliğin, eşitsizliğin tam ve eksiz bir biçimde yerleşmesi için yürüdünüz. Bu büyük adalet yürüyüşü, ülkemizin kalbi olan Çankaya’da başladı. Tıpkı Atatürk devrimlerinin başladığı gibi, tıpkı Cumhuriyetin temellerinin atıldığı gibi, ilk genel başkanımız Büyük Atatürk’ten size uzanan çizgi, büyük mücadelelerin, devrimlerin, değişim ve dönüşümlerin çizgisidir. Biz bu çizgilerin emeklerin ölümsüzleştirilmesi için Çankaya’da çok büyük eserleri inşa ettik, etmeye devam edeceğiz. Burada açtığımız Adalet Parkımız, sizin yürüyüşünüzde hak, hukuk, adalet mücadelenize bir armağandır. Çünkü siz yürüdükçe umut büyüdü. Maltepe’de şunu söylemiştiniz, “9 Temmuz’da Maltepe’de kimse bizim bu yürüyüşümüzün sonu olduğunu düşünmesin 9 Temmuz ilk adımımızdır, bu yeni adımdır, yeni iklimdir, yeni bir tarihtir, yeni bir doğuştur”, demiştiniz”. Yaşasın CHP si,  yaşasın, hak hukuk ve adalet”.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu yaptığı açılış konuşmasında şunları söyledi:

Adalet Yürüyüşü anısına yapılan Adalet Parkı törenle açıldı
“-Siyasetçi topluma hizmet ettiği sürede toplumun gönlünde yer alır. Bu güzel coğrafyada hepimizin huzur için de yaşamamız lazım. Görüşlerimiz farklı olabilir, kimliklerimiz farklı olabilir, inançlarımız farklı olabilir, yaşam tarzlarımız farklı olabilir ama bu güzel ülkede bayrağımızın altında özgürce yaşamak istiyoruz, baskı olmasın istiyoruz, mahkemeler adil karar versin istiyoruz, gazeteciler hapiste olmasın istiyoruz, siyasetçiler hapiste olmasın istiyoruz, öğrenciler hapiste olmasın istiyoruz.  Sivil toplum örgütlerinin liderleri, başkanları hapiste olmasın istiyoruz. Bir barış bildirisine imza attı diye yüzlerce akademisyenin üniversiteden kovulup pasaportları alınıp sivil ölüme mahkûm edilmesin istiyoruz ve bunun için adalet diyoruz. Adalet bir yürüyüş başlattık doğrudur, iki yıl önce başladı, adalet talebimiz bitti mi, hayır. Adalet talebimiz güçlenerek devam ediyor. Bu ülkede adaletsizlikler var, eğer adaletsizlik olmasa idi, adalet reformu, diye bir şey gündeme gelmezdi. Adaletsizliğin olduğunu ülkeyi yönetenler de biliyorlar, ama bu gün adalet reformu yapacağız diye en azından hapisteki gazetecileri kurtarmak için, haksız yere hapse girmesinler, o reform paketini parlamento kapanmadan getirmek zorundaydılar. Ama getirmediler, “adaleti sağlayacağız” dediler, “adalet reformu yapacağız” dediler, en büyük adaletsizliğin altına imza attılar. İktidar sahiplerine seslenmek isteriz, siz insanların duygularıyla oynamayın, “paket getireceğiz”, dediniz, getirin paketi, parlamento yerinde parlamento çalışıyor, neden getirmediniz, hangi gerekçelerle getirmediniz. Bu da bizim, adalet talebinde bulunan herkesin öğrenme ve bilme hakkı var. Eğer bu bilgiyi siz vermiyorsanız, bir başka adaletsizliğe imza atmış oluyorsunuz.
Adalet Yürüyüşü anısına yapılan Adalet Parkı törenle açıldı

Adalet yürüyüşünü yaparken, Maltepe’ye geldik dedim, önümüzde bir duvar var dedim. Ama o duvarı yıkacağız, dedim. Birlikte yıkacağız, dedim, adaletsizliğe yol açan bütün kuralları değiştireceğiz dedim. Herkes bekledi, herkes durdu, ne zaman nasıl yıkılacak” diye. Gördünüz Ankara’da yıkıldı, İstanbul’da yıkıldı, Antalya’da yıkıldı, Mersin’de yıkıldı, Adana’da yıkıldı, 40 yıldır 50 yıldır alamadığımız çok belediye de yıkıldı. Toplumun adalete susamışlığı var, toplumun ayrışmaya değil, kavgaya değil, beraber yaşamaya ihtiyacı var.
Bakın bu günlerde seçimlerde önce bir af söylentisi başladı, sürekli dillendiriliyor, TC nin hapishanelerinde on birce kişi yatıyor. On binlerin içinde haksız hukuksuz bir şekilde hapiste yatanlar var. Eren Erdem bunlardan birisidir, hangi gerekçeyle hapis yatıyor. Sormak gerekir siyasetçiler yatıyor, Selahattin Demirtaş hangi gerekçeyle hapiste sormamız gerekiyor. Başka partiden olabilir, ama adalet sadece bizim için bir kavram değildir. Adalet insanlık için temel bir kavramdır. Bizim gibi düşünmeyenlere de adalet vermek zorundayız, onların da hakkını hukukunu savunmak zorundayız. Adalet sadece insanlar için adalet değil, şu gördüğünüz ağaçlar da adalet isterler. Haksız yere bir ağacı kesmeyeceksiniz. Haksız yere bir hayvana kıymayacaksınız. Dolayısıyla biz adaleti Tanrının yarattığı bütün varlıklar isteyeceğiz.
Mevlana boşuna söylemiyor, “adalet bir kutup yıldızı gibidir, yerinde sabit durur ve bütün kâinat onun etrafında döner”. Adalet bu kadar soylu bu kadar güzel bir kavramdır ve bütün peygamberlerin geliş nedeni adalettir. Bütün peygamberlerin bütün kutsal kitapların varlık nedeni de adalettir. Adaletle hükmetmemiz gerekiyor. Bu kime söyleniyor? Bu ülkeyi yönetenlere toplumu yönetenlere söyleniyor. Adaletle hükmedeceksiniz, adaletle yöneteceksiniz, hapishaneler adalete uymayanlar için geçerli mekânlardır. Ama haksız yere bir insanı hapishaneye atarsanız, haksız yere mahkûm ederseniz, haksız yere karar verirseniz adaletsizliği pekiştirmiş olursunuz. Bizler buna itiraz etmek zorundayız ve buna karşı çıkmak zorundayız.
Adalet Yürüyüşü anısına yapılan Adalet Parkı törenle açıldı

Parkın adı Adalet Parkı, burada gezen herkes şunu bilsin, burada gezen herkes şöyle bir düşünceye her zaman sahip olsun. BU park varsa, eğer bu parkta bizler yürüyorsak, çocuklarımız, torunlarımız, evlatlarımız, hayvanlarımız hep beraber burada birlikte yürüyorsak, eğleniyorsak, oynuyorsak eğer bunun tek bir nedeni var, adalet isteğimiz, adalet istiyoruz, başka bir şey istemiyoruz.
Aykırı düşünceler, her zaman siyasal iktidarların benimsemediği düşüncelerdir. Oysa aykırı düşünceler bir toplumun gelişmesine, insanlığın gelişmesine, yeni düşünceleri öğrenmesine ve yeni ufuklar açmasına yol açar.
Bakınız Orta Çağda dünyanın yuvarlak olduğuna kimse inanmıyordu. Ama bir kişi çıktı ve dedi ki, “dünya düze değil, dünya yuvarlaktır” dedi. O kişiyi yakaladılar, zorla engizisyon mahkemelerine çıkardılar. “Sen toplumu kandırıyorsun” dediler. Ama bu gün geldiğimiz noktaya bakın, dünyanın yuvarlak olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Ama bir kişi bütün dünyayı değiştirebiliyor. Dolayısıyla düşüncelerin önüne set koymak, düşünceleri yasaklamak, yazarları çizerleri farklı düşünüyor diye hapse atmak 21. Yüzyılın Türkiye’sine yakışmıyor. Bizler 21. Yüzyıl Türkiye’sinde barış içinde yaşamak istiyoruz. Biz saraydan yönetilmek istemiyoruz, biz haksız hukuksuz yönetilmek istemiyoruz. Biz adaletle yönetilmek istiyoruz, insanlar bir araya gelmeli, konuşmalı, tartışmalı, eğer siz bunu yapabilirseniz, farklı düşüncelere saygı gösterirseniz o zaman demokrasini geliştiğini göreceksiniz, o zaman insanların, farklı düşüncedeki insanların ne kadar güzel düşüncelerini ifade ettiklerini göreceksiniz. Yeniliğe açık olmak, yeni düşüncelere açık olmak, demokrasiye açık olmak, demokrasiyi yüceltmek hepimizin ortak görevidir.
Söylüyorum, dördüncü büyük devrime hazırlıklı olmalıyız. Birinci devrimimiz Cumhuriyeti kurmaktır, Cumhuriyeti kurduk. İkinci büyük devrimimiz çok partili hayata geçtik; üçüncü büyük devrimimiz ülkeye sosyal demokrasiyi getirdik; dördüncü devrime 82 milyon olarak hazırlanmak zorundayız. Dördüncü devrim, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıracağız.
Adalet Yürüyüşü anısına yapılan Adalet Parkı törenle açıldı

Dolayısıyla bunu söylerken siyasal parti ayırımı yapmıyorum 82 milyon yurttaşıma sesleniyorum, demokrasi benim için de geçerli bir kavram, benim için düşünmeyen insan için de bir kavram. Ama biz demokrasiyi cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırdığımızda dünyada saygınlığı olan bir ülke olarak yerimizi almış olacağız. O nedenle hepimiz demokrasiyi savunacağız. Bize umutsuzluk yakışmaz, asla ve asla, en zor koşullarda bile demokrasiyi sonuna kadar savunacağız; en zor koşullarda bile insan haklarını savunacağız; en zor koşullarda bile doğanın haklarını sonuna kadar savunacağız. En zor koşullarda bile barışı, hakkı, hukuku ve adaleti savunacağız. Bu bizim tarihsel görevimizdir. Bu tarihsel görevi yapmanın yaşı yoktur, kimliği yoktur, eğitim düzeyi yoktur sadece ve sadece insan olmak vardır. Eğer insansak ve insan olmanın erdemini yaşayacaksak her ortamda her yerde adaleti hakkı ve hukuku savunacağız”.


Adalet Yürüyüşü anısına yapılan Adalet Parkı törenle açıldı

Tören bitti ancak şunları anlatmadan geçemeyeceğim:
1-Tören başlamadan önce, yöreye ilk kez gelmiştim, tuvalet ihtiyacım olduğundan tuvalet bulamadım, “burada tuvalet yok”, dediler.  Önerdikleri yere gittim, park görevlilerin barındığı metruk bir yapının arkasında iki duvarın arasında yarım metrelik bir boşluk vardı, tuvalet ihtiyacı olan köy gibi açık havada tuvalet ihtiyacını hallediyordu.
2-Çok kalabalık olduğu için, basın kartın yok diye, Çankaya güvenlik memurları bir türlü tören alanına beni sokmadılar, internet gazetecisiyim, sizin sesinizi duyuracağım falan dememe rağmen bir türlü almadılar. Zorlukla uzaktan resim çekebildim. Buna çok üzüldüm ve Çankaya’ya yakıştıramadım. (Yanımdaki bir yaşlı bey, hemşerim belki seni Feto’cu sanmışlardır”, diye dalgasını geçiyordu.
3- Tören bitti, herkes dağılıyor, otobüs durağına doğru yürümeye başladım. Önümde 78 yaşında ve benim gibi emekli öğretmen olduğunu öğrendiğim Gazi Şahin’le tanışıp konuştuk, 500-600 m uzaktaki durağa geldik. Bana, “aman arkadaş tören yerinde tuvalet yoktu, prostatım var, ben sıkıştım ne yapsak” dedi. “Yavu bu nasıl iş, o kadar adamı tuvaletsiz yere toplamışlar, insan önce tuvalet işini halleder” dedi. Durak çevresinde üçer katlı apartmanlar var, hiçbir insan yoktu ki “rica edip evinin tuvaletini kullansak” diye düşündü. Sonunda o yaşlı öğretmen benden ayrıldı, durağın yanındaki apartmanın bahçesine girdi, Allahtan kimse de yoktu, arkadaş tuvalet ihtiyacını ağacın kuytu yerinde halletmiş oldu.
İşte bir töreni böyle yaşadık.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız

15 temmuz'u demokrasi günü olarak kutlamaya hakkınız var mıdır?
İki gün sonra, 15.Temmuz.2019 Pazartesi günü, hain FETÖ Örgütü tarafından; onun Türk Silahlı Kuvvetlerine sızdırdığı astsubayından generaline kadar FETÖ'cü askerler tarafından gerçekleştirilen darbe girişiminin üçüncü yılını idrak edeceğiz.
Bu hain darbe girişiminde bulunulan 15.Temmuz.2016 günü iş başında bulunan ve halen de iş başındaki AKP iktidarı; başarısız kalan bu darbe girişiminin yapıldığı 15.Temmuzu,Şehitler Ve Demokrasi günü olarak ilan etti ve resmi tatil de olan her 15.Temmuz günü, Şehitler ve Demokrasi günü olarak kutlanmaktadır.
15.Temmuz hain darbe girişiminin bastırılması ve başarılı olamaması, demokrasimiz ve milletimiz adına bir başarı ve mutluluk kaynağıdır.
Demokrasiden yana olan, ülkesini ve milletini seven herkes, hiç kuşkusuz, bu darbe girişiminin başarılı olamamasından dolayı çok mutlu olmuştur.
Darbe girişiminin bastırılmasından kaynaklı mutluluğumuz gereği,15.Temmuz gününün Şehitler Ve Demokrasi günü olarak ilan edilmesine ve her yıl kutlanmasına, prensip olarak asla karşı değiliz.
Ancak; bugün ülkemizin içinde bulunduğu koşullara ve demokrasi karnemize bir baktığımızda;
Darbe girişiminde bulunan FETÖ Örgütünün, darbe girişiminde bulunacak kadar güçlenmesinde, Emniyete, yargıya ve Türk Silahlı Kuvvetlerine çöreklenmesinde etkin kadroları ele geçirmesinde ihmali, gafleti ve çok ağır kusuru bulunan,
FETÖ ile aynı menzile koşan, darbe girişiminin bastırılmasından sonra, bunu fırsat bilerek darbecilerle mücadele adı altında ilan ettiği olağanüstü hal yönetimini, anayasanın öngördüğü anayasal sınırlarını aşarak, olağanüstü halin ilanını gerekli kılan konular dışında da bir çok Kanun Hükmünde Kararname çıkararak, anayasal ve yasal kurum ve kuruluşları yok eden, kararnamelerle devleti yeniden dizayn eden,
Özgürlükleri sınırlayarak askıya alan, daha sonra da Parlamenter sistemi kaldırarak, yerine ne olduğu belirsiz, Türk usulü başkanlık sistemi  adı altında, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini getiren,
Kuvvetler ayrılığı ilkesini yerle bir eden,
Hakimiyetin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğunun kanıtı parlamentoyu etkisizleştiren,
Yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını yok eden,
Darbe girişiminin bastırılması için milletten destek bekleyerek onları sokağa çağırıp, aylarca sokak nöbetleri tutturmasına rağmen; demokrasinin gereği, olmazsa olmazı, anayasal hakkını kullanarak siyasal iktidarı eleştiren milletin barışçıl protesto haklarını kullanmak üzere sokağa çıkmalarını, şiddet kullanarak engelleyen, milleti sadece kendinden dolayı ve  kendi yararı için kullanan,
Demokrasiyi sadece kendisi için var sayan, nalıncı keseri gibi kendisine yontan,
Sandık ve seçim yoluyla, milli iradeyle dahi, kaybetmesine rağmen, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığını, seçimi kazanan muhalefete bırakmayarak, Yüksek Seçim Kuruluna etki yaparak, hiçbir haklı hukuki gerekçe olmaksızın İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı seçimlerini iptal ettirerek yenileten,
Görsel ve yazılı basınının büyük çoğunluğunu, kendisine yandaş yapan, basın özgürlüğünü işlevsiz bırakan ve yok eden, tarafsız ve özgür kalmayı başaran çok az sayıdaki gazete ve gazeteciyi de, elindeki yargı silahını kullanarak susturmaya çalışan, birçok gazetecinin cezaevlerini mesken haline getirmesine doğrudan sebep olan,
12 Eylül darbecileri tarafından hazırlanan yürürlükteki darbe anayasasını dahi uygulamayan,
Antidemokratik %10 seçim barajını muhafaza ederek, milli iradenin tam olarak meclise yansımasına engel olan,
Ana muhalefet partisi liderinin dokunulmazlığını kaldırarak, onu hapse attırmanın yollarını arayan,
Demokrasinin yeşerip yaşayabilmesi için zorunlu olan, iradesi hür ve özgür millet kavramını ağızlarına alamayan, biat kültürüne dayalı ümmet peşinde koşan, Türk Milletini ümmet olarak gören,
İş başındaki AKP iktidarının ve onun liderinin;15.Temmuz'a dört elle sarılıp sahip çıkmaya, bu günü demokrasi günü olarak kutlamaya, haklarının ve yüzlerinin olup olmadığı, mutlaka tartışılmalı ve siyasal iktidar, bu konuda bir özeleştiri yapmalıdır.

Güner Yiğitbaşı


13/07/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Yaşım 65 yaş üstü olduğu için, belediyece verilen kartla her gün her saat toplu taşım araçlarından ücretsiz yararlandığımdan, metro ile veya artık binmeye başladığımız özel halk otobüsleri ile çeşitli yerlere her gün gidip geliyorum.  Bu gidip gelmeler sırasında bazen aşağıdaki örnekte olduğu gibi ilginç olaylara da tanık oluyorum. Bunların hepsini yazmak mümkün olmasa da, aşağıdaki gibi hem de bir günde olan ilginç olaylara rastlıyorum. Bir güne sığan bu tanık olduğum olaylara yer vermek ve okuyuculara sunmak istedim.
Metro raylarından geçen adam
Metroda bir günde gördüklerim
10.6.2019 günü Ulus’a gelmek üzere Kızılay’dan metroya bindim.  Ulus’ta metrodan indim, metro hareket etti. Yukarı çıkmaya çalışırken, resimde görülen şapkalı bir adamın bizim taraftan aşağı rayların üzerine atladığını gördüm, karşı Kızılay tarafına doğru giden hattına rayların üzerinden, sanki bir dağcı veya cambaz gibi geçmeye başladı. Biz o an şaşkınlık içinde idik. Adamın tehlikeli cesaretini görünce yüreğim ağzıma geldi. Gerçi trenler yeni geçip gitmişti ama beş dakikada bir metro katarı geliyordu, bazen de peş peşe metro gelebiliyordu.  Yıllardan beri, dengesini kaybedip metro rayına düşeni görmüştüm de böylesine metro rayları üzerinden karşıya geçeni görmemiştim. 
Tren bir yana, yeraltı treni vagonlarını götüren motorları çalıştıran 380 voltluk bir elektrik gerilimi vardı, gizli de olsa o elektrik hattına dokunma  da yeterdi, ölmek için.
Biz, o şapkalı adama “ne yapıyorsun yapma” diye bir kaç kişi, can güvenliği endişesi ile “yapma geçme elektrik var, elektriğe kapılırsın” diye bağırmaya başladık. Adam "susun ulan ne bağırıyorsunuz" diyor, sanki yaptığı olağanmış gibi bize tepki gösteriyordu.
Bu bağrışmaları duyan ve çoğunlukla yukarıda bulunan güvenlikçiler, aşağıdaki bu bağrışmaları duymuş olmalılar ki aşağı inmeye başladılar.
Ben bu arada uzaktan da olsa bir kaç kare resim çektim.  Raylar üzerinden geçen, o cesur mu desem, manyak mı desem şapkalı adam, karşı platforma vardı, ama yukarı bir türlü çıkamıyordu. Birilerini çağırdı, yolcu muydu, güvenlikçi miydi birileri elinden tutup yukarı çıkardı. Güvenlikçiler adamın başına doluşmaya, adama bağırıp çağırmaya başladılar.  Şapkalı ve rayların üzerinden geçen garip adam, sanki yaptığı iş doğru bir şeymiş gibi, güvenlikçilere “bana bağıramazsın, bana bağırma” diye bağırırcasına konuşuyordu. Birbirlerine bağıra bağıra konuşuyorlar ve yukarı doğru çıkmaya çalışıyorlardı.
Onlar o taraftan ben bu taraftan yukarı çıktık. Güvenlikçiler adamı aşağıdan beri merdivende falan çekiştiriyorlardı, bir güvenlikçi bağırarak "ulan sen canına mı susadın, bura senin babayın tarlası mı, oradan 350 voltluk gerilim var, ayağın bir değse giderdin", şapkalı ve raylardan geçen adam, sanki olağan bir şey yapmış gibi, güvenlikçilere "bağırma bağırma, bana bağıramazsın" diyordu.
Benim fotoğraf çektiğimi fark eden bir güvenlikçi bayan, "resim çektiğinizi gördüm, silim o resimleri" diye çıkışmaya ve birilerini çağırmaya başladı. Ben internet gazetecisiyim, resim çekerim, çekmedim ama çekmek istiyorum, siz halkın haber alma hürriyetini engelliyorsunuz, dedim ve o raydan geçen adam doğru yöneldim, çekmedim ama şu adamın resmini çekmek istiyorum" dedim. Güvenlikçiler 5-6 kişi oldular, ne bana geleceklerini ne ona gideceklerini bilemiyorlardı. İki de bir “burada resim çekmek yasak, çekdiyseniz silin" falan diyorlardı. O bağırış çığırış arasında ben yavaşça hızla uzaklaştım. Onlar ne yaptılar bilmem. İlk defa böyle bir acayip olayla karşılaştım.
(Resimde başı beyaz şapkalı, sırtı çantalı rayların üstünden karşıya geçen adam)

Metroda bir günde gördüklerim
Metroda Irak’lı bir Çocuk
Kızılay’da metroya binmek için beklerken yanımda bir çocuk belirdi, nerelisin dedim, "Irak"lıyım”,  dedi. Hemen ilgimi çekti. Irak Türkmenlerindenmiş. 11 yaşında olduğunu öğrendiğim bu çocukla konuşmaya başladım, orada bu üç kare resmini çektim.  Adın ne dedim,  “Eymen Yunus”  dedi. Kaç kardeşsiniz, dedim, "beş kardeşiz" dedi. Baban çalışıyor mu, mesleği ne dedim, o, "şoför çalışmıyor, iş arıyor" dedi. Peki, neyle geçiniyorsunuz, dedim, "devleti bin lira veriyor ayda" dedi. Ulus'a gelince ben indim, o da indi, yanıma sokuldu, "abi çektiğin o vidoyu sil" dedi. Niye sileyim, sana bir zarar gelmez korkma, dedim, o ısrar etti, ben bir köşeyi döndüm birbirimizi kaybettik.


Yemen’li Yusuf
Metroda bir günde gördüklerim
Bu gün Ulus’ta metrodan inip hemen yakında bulunan, flaş bellekteki bir konuşmayı yazmak için, Belediye Gençlik Merkezinin internet bölümüne gittim, bilgisayarı açıp yazmaya başladım. Biraz sonra yanıma, Arap mı desem, zenci mi desem esmerce bir genç yanımdaki bilgisayara oturdu. Ben nerelisin, dedim, o "Yemen'li" dedi. Adın ne dedim, yanımdaki küçük not defterimi uzattım, adını şöyle yazdı "Yusuf Falmoud". Yusuf sizin Yemen'de dövüş kavga çok değil mi dedim, anlamadı, elimi yumruk yapıp, vuracakmış gibi yapıp "Yemen'de savaş" var değil mi dedim, "evet, dedi. Türkçeyi öğrenmeye yeni başlamış, devlet bursuyla dil öğrenmeye gelmiş, lise mezunu, sonra da üniversiteye girecekmiş. Yan yana olduğumuz için bir Yemen'li ile selfiye fotoğraf çekip bilgisayara döndük.
Metro durağında bayılan adam
İşimi bitirip eve gitmek üzere akşamüstü Ostim Metrosuna geldim, oradan da Jandarma metro ring otobüsü ile eve gidecektim.
Bizim 291 numaralı otobüsün durağına geldim, o an çok sıcak vardı. Durakta bankta oturan iki kişinin yanına ben de oturdum ve aracın kalkış saatini beklemeye başladık.
Önümüzde 10-15 metre uzakta yaşlı bir adam belirdi. Ben 74 yaşındayım, o benden de yaşlıydı. Ayağa kalkarak bu yaşlı adama yer verdim. Yaşlı adam, banka çuval düşer gibi düşercesine oturdu.
Bir süre sonra yaşlı adamın boynu bükülmeye başladı ve cam arkalığa dayanan bu yaşlı kişi gözlerini kapatmış, ağzından salyalar geliyordu. Adamın düşmesini önlemek için oradan birileri omzundan tuttu, telefonla hemen 112 Acil servisi aradık. Yanında su olan birisi başını, elini yıkamaya başladı.
Baygın adamın başında otobüs bekleyenler artmıştı, kimi şöyle yapalım, kimi böyle yapalım, diyorlar bazı şeyler öneriyorlardı.
Orada orta yaşlı bir bayan yaklaştı, “ben ilk yardım kursunu gördüm, sağlıkçıyım” dedi, adamı sırtı üstü yatırdılar, suyla başını ellerini yıkıyorlardı.
Bir süre sonra 112 Acil servisten ambulans geldi, baygın ve yaşlı adamı sedyeye kaldırıp koydular. 
Ben ise, cep telefonumu çıkarıp görüntünün fotoğrafını çekiyordum, oradan başka bir yaşlı adam, bana “neden resmini çekiyon” diye çıkıştı. Ben de, internet gazetecisiyim çekerim, dedim. Adam homur homur ediyor. Adama, çektiğim fotoğrafın sana ve şu baygın adama ne zararı var, sana ne, dedim, adam kafasını beri salladı öte salladı. Böyle olaylarda her şeye maydanoz olmak isteyen, horozluk yapan adamlar çıkıyor.
Ambulans yaşlı ve baygın adamı alıp götürdü.
Gelen ring otobüsü ile mahallemize gitmek üzere yöneldik.
Her gün gelip gittikçe böylesine ilginç olaylara da tanık oluyorum.

Çeyiz  Sandığı
Metroda bir günde gördüklerim

Metro rink otobüsünden inip eve doğru giderken,  yakın büfeye geldiğim zaman hemen yakında bulunan çöp konteylerin yanına bırakılmış ceviz ağacından yapılmış bir çeyiz sandığına rastladım. Yani çöpe atılmıştı. Hey gidi yıllar hey, benim çocukluğum ve gençliğimde bizim yörede çeyiz sandığı gelin olacak kızın en değerli varlığı ve çeyiz eşyası idi. Ponçaklı neli anahtarı olur, gelin sürekli çeyiz sandığının anahtarını yanında taşırdı. Çeyiz sandığı gelinin onuru idi, onsuz kızlar gelin olmazdı. Çeyiz sandığı üzerine ne türküler, ne anılar anlatılırdı. Düğünün son günü kız tarafından bir bayan çeyiz sandığınaa oturur, bahşiş almadan sandığı vermezdi.
Sandığımı açamadım (lolu)
Çehizimi seçemedim (lolu)
Bir genç ile kaçamadım (lolu)
Yazık oldu gençliğime (lolu)
Eşimin de çeyiz sandığı halen durur, eşim onu kâh sehpa yapar, kâh bir şeyler doldurur, kâh koyacak yer bulamaz;  muhtemelen o da çeyiz sandığını çöpe mi atacak. Demek zaman değiştikçe, görüşler, yaşantılar da değişiyor olmalı.

Cevat Kulaksız


Cevat Kulaksız

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget