Mayıs 2014
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Soma'ya Ağıt - Hayrettin Ökçesiz
● böyle diyorlar ikide bir // karbonmonoksit oksijenden hafiftir çok tatlı bir ölümdür hiçbir şey hissetmezsiniz kokusu yoktur / ya da / güzel öldüler o konuda ben acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini buradan rahatlıkla söyleyebilirim // Siz hiç öldünüz mü madende bayım / Yuvanızda ekmek bekleyenleri düşlerken // bu kabusun / güzeli nasıl oluyor / nasıl oluyor tatlısı huzurlusu bunun // çiçek açıyorken erik ayva / karanlıkta sinsi bir zehirin dünyanızı çaldığını / şimdi ve orada / sonsuzca bir karanlıkta bilirken // orada bilirken / biriken bir hesabın daha sorulamadığını // can pahasına bile olsa // nasıl oluyor da siz rahatlıkla söylüyorsunuz / güzel ölümü // gülüm ölümü / aslında acı kokusuyla // bir de siz ölün görelim demiyorum / ölmeyin görün / görebilirseniz

● sora sora soma'ya vardı ölüm / baktı elindeki kağıda / işte burası / dedi / buldum // yüzlerce kölenin canını alacağım çukur / yetimlerin adresi / bedava kömürün ateşi / burdan // tiranların içtiği kan / buradan / akıyor kadehlerine // sermayenin kevseri / işçinin alınteri / karışıyor / burada gözyaşına / milletin // kurtulan madenci / baretini / basıyor bağrına / taş gibi // iniyor cehennemine / şimdilik // kıyamet öncesi sessizlik

● soma sen / katliamın toplu mezarısın // gözler önünde / küfürle yumrukla kazılıp / ört bas edilen / güya // arsızlığın hırsızlığın / cinayetin / ölmeyecek tanığısın / binyıllar öteye // adı / türkiye / güzel bir gelinin / simsiyah / duvağısın

● paylaşmak acıyı çekilir kılar / inanmak çileyi // bilmek istemek / devrimi gerçek kılar // gerçeğini adaletin / yaşanır kılar / emek

● bazı şeyler verilmez alınır // örneğin hak / örneğin özgürlük / örneğin bağımsızlık // örneğin kelle // biz ama almayalım / teşekkür / gitsin gideceği yere

● güzel ölünmez / bilsin hükümet // öldünüz / güzel kardeşim // bilsin millet / boşuna değil / bu kez // yerde kalmayacak / gözleriniz

● her şey her şeyi anlatıyor / susman herşeyi // hepsinden anlıyorum ki / bir şeyler yapmalıhız // bir devrim yapmalı / bir devrin battığı // bir devrim / madenci anlıyor musun

● bu akbabalar / ekmek bırakmadılar / anladık // amma // umut da bırakmadılar / içimizde / dışımızda // çıkardığımız kömürü / kor yapıp attılar / hanemize // düştüğü yeri yakardı ya ateş / koskoca bir madeni yaktılar // yurdumuzu // yurtsuz yuvasız bıraktılar

● soma soma'dan fazla // soygun soygundan / ölüm ölümden fazla / soma'da // sen senden fazlasın

● maden / hitler'in fırını // soma'dan auschwitz'e / ince bir yol gider / gözlerim dalar gider / çocukların ayakkabılarına / sırma saçlarına kadınların / İniltiler duyarım // madenden / ince bir yol gider // titrerim utanırım / uyanamam bir türlü

● kim demiş / insan yalnız ölür diye / son soluk hepsinindi // herkes tek soluktu / tek can / soma'da

● yurttaşlar // brutus sezar'ı arkasından hançerlemiş / mussolini'yi bacağından asmışlar / hitler intihar etmiş / bize ne // korkuttuğunuz kimse / kaçsın gitsin diyeyse / bu meselleriniz / uğraşmayın derim boşuna // alın iktidarı elinize / ve hattâ / tatile gönderin diktatörü / bir sepet kömürle // size düşeni yapın / düşene yapacaklarınızı / düşünmek yerine // özgürlük adalet kardeşlik / getirmeye bakın / tez elden ülkeye.

  Hayrettin Ökçesiz/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Sorumlular yine bir politiko-kültürel krize girdiler. Bu ‘Ayasofya’yı cami yapalım!’ krizidir. İstanbul’u yeniden mi fethediyoruz? Bizans imparatorluğunun iki kat nüfusunu buraya yerleştirmişiz. Ne Bizans ne Osmanlı demeden dünyanın en ünlü kentin altını üstünü tahrip etmişiz. Türk toplumunu dünyaya bir çekirge toplumu olarak göstermek istemek uygarlığın hangi aşamasına tekabül ediyor? Biz bu dünyada yaşamıyor muyuz?

Ayasofya’yı Bütün Dünya Bizimle Paylaşıyor - Doğan Kuban
Türkiye’nin nüfusu, ekonomisinin büyüklüğü, adam başına geliri gibi parametrelerin uygarlıkla ilgisi yok. 1.5 milyar fakir Müslüman uygar olarak tanımlanmıyor. Amazon yerlileri ile Afrika karalarından sonra geliyorlar. Bundan bin yıl önce dünyanın en uygar kültür düzeyine erişmiş bir kültür ortamı bugün kendi dilinde üniversite öğretimi yapamıyor.

Bir büyük kültür ve sanat ürününü algılamak ve değerlendirmek toplumların küçük kesimlerinde özel bir tutkunun, incelmiş bir insan özelliğinin ifadesidir. Adına uygarlık deniyor. Azgelişmiş toplumların cahil, hoş görüsüz, bencil ve açgözlü insanlarında buna pek rastlanmıyor.

Uygarlık, kapıları bütün insanlara açık bir dergâha benzer. Bu dergahta dünyanın bütün insanları birbirleriyle bilim, felsefe, edebiyat, sanat, musiki ürünlerini paylaşırlar. Burada paylaşılan insanlığın ortak mirasıdır. Bizim geri kalmış toplum hâlâ bu en büyük insanlık dergâhına ya da kulübüne girmeye direniyor.

İNSANLIĞIN MİRASIDIR BUNLAR
Örgütlenmiş çağdaş uygarlığın bir özelliği var: Onun sahip çıktığı mirası ellerinden geri alamayız. Bunların başında mimari yapıtlar geliyor: Mısır piramitleri, Atina Akropol’ünde Partenon, Roma’da Panteon, İstanbul’da Ayasofya, Kudüs’te Kubbet es Sahra, Roma’da San Pietro, Edirne’de Selimiye, Agra’da Tac Mahal gibi yapılar dünyanın ortak malıdır.

Fransa’da Lascaux mağaralarından başlayarak, Mısır, Mezopotamya, İran, Hindistan, Çin, Anadolu, Yunanistan, Orta Amerika’da insanlık tarihinin ortak mirası kabul edilen ve ortak insan uygarlığının malı olan yapıları, sitleri, hatta küçük objeleri geri alamayız. Vakıflara, arsa spekülatörlerine veremeyiz. Ayasofya ve benzer yapılar, arkeolojik sitler insanlığın ortak miras listesindedir. Hiçbir devletin ya da insanın malı değildir. Uygar bu evrensel mülkiyeti kabul edenlere deniyor.

Çağdaş dönemin en önemli ekonomik etkinliklerinden birinin turizm olduğunu öğrenmiş görünüyoruz. Turizm bakanımız bile var. Fakat turizmin otel ve lokanta açmak ötesinde daha önemli bir işlevi var: İnsanı yabancı toplumlarla buluşturan bir uygarlık mekanizması olarak çalışıyor. Bizim turizmciler bunun lokanta aşamasını geçemediler.

Ayasofya gibi dünya malı olmuş dünyanın en büyük yapıtını camiye çevirmeye çalışmak, altın yumurtlayan tavuğu kesmek anlamına gelir.


İLKEL İSTEK, ANITI TUTUKLAMAK İSTİYOR
Turizm kültüre ekonomik değer kazandırdı. Bu bağlamda sanat ve mimari, yabancı toplumların geçmişlerinin ürünü olarak, insanların ortak tarihlerini öğrenmelerine, estetik ve duygusal alanda birbirlerine yakınlaşmalarına olanak veriyorlar. Yüz bin cami yaptırmış olan bir toplum, şimdi, ilkel bir istekle Ayasofya’yı cami yapmak istiyor. Bu dünyada 2.5 milyar insanın en saygın anıtlarından birinin tutuklanması anlamına gelir. Kudüs’te Kubbet esSahra Yahudiler tarafından işgal edilirse Müslümanlar ne hissederlerse dünya da Türkler için onu hissedecektir. Bunun ekonomik ve politik sonuçları beklemedikleri kadar yıkıcı olabilir. Özellikle Türkiye’nin bu günkü demokratik(!) ortamında. Bu kadar ilkelleşmek için bizi dürten bir şey mi var?

Sevgili Okuyucular,
Toplumlar dünya insanlarıyla bölüştükleri değerler arttıkça uygar dünyaya katılıyorlar. Bizim toplum dışarıda gerçekten kalmak istese ve dış sömürünün hepsine hayır dese belki kültürel bağımsızlık diye bir konu da tartışılabilir. Ama yediklerini bile ithal eden, yaşamak için elini dışarı açmış adamların bu istekleri sadece ilkelliktir. Bu ilkelleşme kendisiyle birlikte başka hastalıkların da semptomudur. Biz dünyayı dışlıyoruz. Fakat dünyadan dışlanıyoruz.

Türkiye tarihinde ara sıra su yüzüne çıkan ‘Ayasofya’yı camiye çevirme nöbeti’ ilkelleşme grafiğinin yükseldiği dönemlerdir. Bu bağlamda kamuoyunun uyanması gerekiyor. Camicilik oyunu çağdaş toplumların terk ettikleri bir tavırdır. Bu gerici gösteride direnmektir. Arabaya, telefona, uçağa, televizyona, internete, yabancı silaha, NATO’ya ihtiyacınız var. Sömürülmeye de ihtiyacımız var mı? En lüks arabalar için kuyruğa girip, ülkeyi Abdülhamit dönemine geri götürmek hayal bile değildir. Önce takke ve şalvar da gerekli mi diye düşünmek gerek.

Bu konularda karar vermeyi bir tür sandık hakkı görenlerin kendilerine ‘Biz dünyayı insanlarla paylaşmak istiyor muyuz, yoksa yeni bir fetih dönemine mi dönüyoruz?’ diye sormaları gerek! Sonra bu fetihlerin parası bize kredi olarak verilir mi, diye düşünmeleri gerek. ‘Bu dünya bize mi ait?’ diye sorabilirler. Uygar dediğimiz toplumlar bunun yanıtını vermişler:

Tarihte insanın yaratıcılığını tanımlayan bütün düşün ve sanat yapıtları insanlığın ortak malıdır. Ne bir ulusun, ne bir devletin ne de bir hükümetin malı değildir.
Uygarlık düzeyi daha yüksek, dünya egemeni olanlar, daha iyi eğitildikleri, daha çok ürettikleri ve hep onlara borçlu olduğumuz için her dediklerini yaptığımız, üniversitelerde dillerini kullandığınız toplumlar Ayasofya’yı insanların ortak mirası sayıyorlar. Yani bizim değil. Hâlâ ‘Ayasofya ‘ya kelepçe vurabiliriz’ sanmayınız.

Bu, uygar dünyanın bizi dışlaması için sandığınızdan daha önemli bir sebeptir. Benzer davranışların giderek biriktiğini değerlendiren bir uluslararası kamuoyu oluştu. Türkiye dünya nüfusunun yetmiş beşte biri. Bizi her an çökertebilecek bir dış borcumuz var.

Karşımıza durmadan dünya uygar kamuoyunu alan yanlış kararları hangi cehalete borçluyuz?
Çağdaş dünyanın içinde miyiz, dışında mı? Dışarı atılmak üzere olmayalım?
Bunun bir dünya mirası üzerinden olması da düşündürücü!

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Gündüz Akgül: Bu Gidiş, Gidiş Değildir…
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında, hukuk devleti olduğumuz yazılı.
Yapılanlara bakınca, acaba uygulamada da yazıldığı gibi hukuk devleti miyiz?
Yoksa sadece anayasa maddesinde mi yazıyor, sorusu akla geliyor.
Yazılı medyaya yansıyan haberler pek iç açıcı olmadığı gibi gelecek için de tehlike çanlarının çalınacağını göstermektedir.
Turistik bir ilçemizde 10. Sınıf öğrencilerinden 14 kişiyi bir odaya kapatarak sorguya çeken iki Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) müfettişinin sorduğu sorular, hukuk devletinde değil, dikta ile yönetilen bir ülkede bile sorulamamaktadır.
Akla ziyan sorular şöyle;
1-Başbakan hakkında kimler kötü konuşuyor?
2-Öğretmenleriniz içki içtiğini anlatıyor mu?
3-Hükümet hakkında eleştiri yapılıyor mu?
4-Okulda siyaset yapılıyor mu?
Bu soruların iyi niyetle sorulmadığını ve bu sorgulamanın yasal dayanağı bulunmadığını belirttikten sonra gelelim irdelemesine…
1-Başbakan hakkında kötü konuşmadan amaçlanan nedir? Eleştiri de kötü konuşma kapsamında mı?
Örneğin;
-Başbakan ülkeyi iyi yönetemiyor…
-Başbakan yurttaşlar arasında ayırımcılık yapıyor…
-Başbakanın konuşma üslubu yapıcı değil…
-Başbakan eleştiriye tahammül edemiyor…
-Başbakan komşularla sıfır sorun dedi, sorunlu olmadığımız komşu yok…
Dediğinizde, Sayın müfettişler bu tür eleştirileri kötü konuşma olarak rapor edip etmeyeceklerini merak ediyorum…
2-Ülkemizde içki içmenin yasak olduğunu, kamu görevlilerinin mesaileri dışında içki içemeyeceklerini belirten bir kuralın olduğunu bilmiyorum.
AKP iktidarı döneminde birçok yerde içki içmenin yasaklandığını biliyoruz, ama yasak olmayan bir yerde içki içmenin yasak olduğunu kimse söyleyemez ve engelleyemez...
Bu soru tamamen öğretmenleri fişlemek ve baskı altına almayı amaçlamaktadır.
3-Çok partili parlamenter düzende, hükümeti eleştirmek, hukuk devletinin ve demokrasinin olmazsa olmazıdır. Suç oluşturmamak ve eleştiri sınırında kalmak koşuluyla hükümet hakkında her türlü eleştiri yapılabilir…
Bu sorunun amacı hükümetten yana olmayan kamu görevlilerini fişlemek ve devamında disiplin cezaları ve atamalarla mağdur etmektir.
4-Yasalarımıza göre kamu görevlilerinin açıktan siyaset yapması yasaktır.
Temelde bu soru doğrudur. Ancak okulda öğrencilere baskı yaparak sormak yanlıştır.
Siyaset yasağı yandaş kamu görevlilerine de uygulanıyor mu? Yoksa terfi nedeni mi sayılıyor? Çünkü bunun uygulamaları sıkça görülmektedir.
Diğer bir haberde de düzenlenen bir kompozisyon yarışmasına ödül törenine Başbakanın katılması nedeniyle, MEB lise yönetimlerine yazı yazarak, her okuldan iki sınıftaki öğrencilerin katılımının zorunlu olduğunu belirtiyor ve etkinliğe katılmak istemeyen öğrencilerinde sonucuna katlanacaklarını savlanıyor.
İlkokul 1. Sınıftan fakülte son sınıfa kadar böyle bir durumla karşılaşmadığımızı belirtmek itiyorum.
Atalarımız ne demişler “zorla güzellik olmaz”.
Hukuk devletinde baskı ve emirle insanlar yönetilemez.
Kısaca,
Bindik bir alamet, gidiyoruz kıyamete…
Beyler, Bu gidiş, gidiş değildir…

31.05.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Alevi Dostlarıma Çağrımdır
Asırlar önce Yavuz Sultan Selim ile başlayan alevi katliamları, ne yazık ki günümüze kadar gelmiştir.
Her dönemde bir Ebussuud çıkarak Alevilerin katli vaciptir fetvasını vermiş ve gereği yapılmıştır.
Asırlar önce başlayan bu mezhep ötekileştirmesi sonucu Aleviler, zalimlerin zulmü karşısında kırılmış, ama asla eğilmemişlerdir.
Aleviler öteden beri haksızlığa, hukuksuzluğa karşı direnç göstermişlerdir.
Biat etmedikleri için çoğu iktidarlar tarafından kabul görmezler.
Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Gazi kırımları, Aleviler karşı yapılan yakın tarihin bilinen yüzkarası olaylarıdır.
Bu olaylarda tetikçiler yakalanmış, kimi beraat etmiş kimi zamanaşımı nedeniyle cezadan kurtulmuştur. Ne yazık ki olayın arkasındaki büyük güçler hiçbir zaman saptanmamıştır.
Günümüzde de yasal haklarını kullanıp haksızlıkları, hukuksuzlukları dile getirirken, kışkırtıcılar boş durmamış, Alevilerin yasal direnişlerini suçlu göstermek için hiçbir Alevinin kabullenmeyeceği olaylar yaratmışlardır.
Son Ok Meydanı olayında, yüzleri poşu ile kapanmış, ellerinde Molotof kokteyli ve kimisinde silah olduğu söylenen karanlık yüzler, Alevilerin asla yapmayacağı illegal hareketleri, Aleviler mal edilmek istenmiş ve haklı davalarında haksız duruma düşürülmeye çalışılmıştır.
Alevilerin temel felsefelerinden biride “İncinsen de incitme”dir.
Bu felsefe gereği olarak, Alevi önderlerinin sağduyuları nedeniyle olaylar, kışkırtıcılara ve güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanmalarına karşın, daha fazla büyümeden bitmişse de yaşamını kaybeden yine olaylarla ilgisi olmayan suçsuz ve günahsız Uğur Kurt, kör bir kuşuna hedef olup yaşamını yitirmekten kurtulamamıştır.
Alevi dostlarıma bir çağrıda bulunmak istiyorum.
Alevi Camiası olarak yasal haklarınızı kullanıp, haksızlığa ve hukuksuzluğa karşı gösteri ve yürüyüş düzenlerken, aranıza her zaman kışkırtıcıların katılacağını, işleyecekleri yasa dışı eylemlerle haklı davanızda sizi haksız duruma düşüreceklerini, hiç unutmayın. Hatta o tür kışkırtıcıları kendiniz yakalayarak güvenlik güçlerine teslim edip maskelerini düşürün.
Tıpkı Gezi olaylarında gençlerin yaptığı gibi bunlara fırsat vermeyin.
Son günlerde Aleviler üzerinde yine büyük oyunlar oynanmaktadır.
Bu oyunlara gelmemek ve kışkırtıcılara fırsat vermemek için gereken sağduyu sizde vardır. Bu sağduyu nedeniyle oyunu bozacağınızdan eminim.
Gezi olayı ve bu olayı protesto eden diğer illerde yaşamlarını kaybeden gençlerin tümünün Alevi olması tesadüfi değildir. Alevileri illegal olayların içine çekmek için birileri bu oyunu çok ustaca oynamaktadır.
Bu oyunları mutlaka boşa çıkarmanız kaçınılmazdır.
Alevi önderleri dostlarımın, tüm camianın sağduyu ile hareket etmesini ve oyunlara gelmemesini sağlayacaklarından kuşkum yoktur.
Tüm canlara selam olsun.


Gündüz AKGÜL 
  Emekli Cumhuriyet Savcısı

Dünyada yalanı bu adam kadar mahir kullanan!

“Çözüm sürecinde önemli aşamaya gelinmiş, nevruz barış içinde kutlanmış, acı haberler artık gelmiyor.
Borsa rekor kırıyor, MB rezervi rekor kırıyor, IMF’ye borç sıfırlanıyor. İhracatta rekor var, enflasyon ve faiz en düşük seviyeye iniyor. Nükleer enerji için imzalar atılıyor. Üçüncü havalimanı için ihale yapılıyor. Türkiye adeta şaha kalkmış. Böyle bir dönemdeyiz. Hep birlikte 2023 hedeflerine yürüyoruz.”

Bunları ben değil, başbakan söylüyor.
                                                  ***
Aman ne âlâ!
Aman ne güzel!
Ne güzel bir tablo çiziyor görüyor musunuz?
Sanki Türkiye refah içinde ve güllük gülistanlık!
Herkes mutlu, öylesine mutlu ki, mutluluktan ve bolluktan canları sıkılmış, değişiklik olsun diye alanlarda toplanıp polisten cop, biber gazı, plâstik, bazen de gerçek kurşunlar yiyerek ölüyorlar.
Yerlerde sürünmek coplanmak, gözaltına alınmak, kafalarının yarılmaları, gözlerinin çıkması, sakat kalmak onlara zevk veriyor.
Haydi canım!
Yalan olur da ,böylesine kuyruklusu olmaz!
                                                             ***
Ortada bir şey yokken Gezi olaylarının patlama nedeni, sadece 12 ağaçmış!
Vay canına!
Meğer kestirilme fermanı çıkınca ağaçlar dile gelmişler, can derdine düşüp halktan yardım istemişler.
Dedik ya, milletinde bolluktan, refahtan ve fazla özgürlükten canı sıkılmış.
Uyumaktan, keyif çatmaktan, kazandıkları paraları nereye koyacaklarından bunalmışlar, macera arıyorlar.
Kısacası fazla rahatlık batan millet, ağaçlar kesilmesin diyerek çıngar çıkarıp, ayaklanmış.
Bu ayaklanma tüm Türkiye’yi sarmış.
Ben başbakanın yerinde olsaydım, o on iki ağacı mutlaka cezalandırırdım. Hem de hiç vakit geçirmeden. Köklerinden çıkartıp ya Taksim Meydanında yakar, ya da Silivri zindanlarına kapatırdım.
Sizi gidi suçlu ağaçlar sizi!
Başbakan ayaklanmayı bastırabilmek için polis ordusunu halkın üzerine acımasızca sürüp, destan yazdırınca dünyaya sanki Türkiye’nin genelinde bir terör esiyor gibi servis edilmiş. 
Vay! Vay! Vay!
Ana muhalefet olayların büyümesi için kışkırtmalar yapmış, milletvekilleri aktif rol almışlar.
Erzak, para dağıtmışlar!
Gezi’de istediklerini elde edemeyenler, 17 Aralık 25 Aralık darbe girişimlerine başvurmuşlar(!)
Nasıl hikâye ama…
                                                                ***
CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun söylediği gibi “dünyada yalanı bu adam kadar mahir kullanan bir ikinci kişiyi bulamazsınız. Ya bunun eğitimini özel olarak aldı ya da genlerinde var.”
Başbakanı çok güzel tanımlamış.
Ne yazık ki başbakan böyle birisi…
                                                             ***
Şimdi günümüze bir de kendi penceremizden bakalım.
Çıkar uğruna Soma da maden ocağında teknik eksikleri yapmadan işçi çalıştıran ve ölümlerine neden olan bu zihniyet 3 günlük matemden sonra unuttu gitti ölenleri. Enerji Bakanı, bilirkişi raporundaki "307 ölü"  sözünü ret etse de 301+307 ne fark eder? Giden canları kim geri getirebilecek?
Güneydoğu’da PKK AKP ‘in verdiği ödünlerden ötürü saldırılarını gittikçe artırıyor.
Doğu ve Güneydoğu’da yollar kesiliyor, kimlik kontrolü yapılıyor, haraç alınıyor ve yapılmak istenen karakollara saldırılıyor.
Askerler, işçiler, çocuklar kaçırılıyor, asker ise aldığı emir doğrultusunda sadece kendisini koruyor ve seyrediyor.
Oralarda devlet yok, egemenlik PKK’nın eline geçmiş.
Vatanın bölünmez bütünlüğü bölünmekte hatta fiilen uygulanmaktadır.
Diyarbakır Belediye Binası önünde 15+16 yaşlarındaki çocuklarının kaçırılmasını protesto edip çocuklarını isteyen gözleri yaşlı analar kaç gündür perişanlar.
Başbakan bu çocukların kurtarılması için BDP ve HDP lilere seslenerek çocukları alma görevi veriyor.
Bu ne kepazelik, bu ne utanmazlıktır ya?
Nerede devlet?
Nerede asker?
Açılım dediler vatanın bölünmesine ve terör örgütü PKK’nın silahlanmasına, güçlenmesine göz yumdular.
Bu utanç verici bir durum olduğu kadar devletin ve hükümetin anayasal suç işlemesi vatana ihanet değil de nedir?
(Darbenin babasını bu hükümet yaptı esasen.)
Başbakan bir de dedi ki “Dicle kenarında kurdun kaptığı koyun, bu ülkenin başbakanı olarak benim mesuliyetim altında!”
Haydi, görelim o zaman. Bir kere de iyi, güzel bir şey yap vatan için. Kim tutar seni?
                                                                ***
BDP liler çocukların devlet teröründen kaçtıklarını söylüyorlar. Orada olmayan bir devlet nasıl terör yapar ki?Bu da kocaman bir yalan.
Amaçları nedir? Ne yapmak istiyorlar?
Diyarbakır belediyesi önünde nöbet tutan analar neden yetkili makamlara, valiye, kaymakama gidip dertlerini anlatmıyorlar da PKK nin uzantısı olan BDP belediyesinden medet umuyorlar?
Bu da bir oyun mudur açıkçası merak ediyorum. Kimse kusura bakmasın.
Doğruysa yazıklar olsun böyle başbakana da devlete de diyorum.
Gezi olaylarının yıldönümü olan 31 Mayıs günü için 25 bin polis ve 50 TOMA’nın Taksim’de hazır olacağı söyleniyor.
Bunlar bence gündemi ustalıkla gizlemenin yollarıdır.
Silahlı, TOMA’lı Akrepli polis ordusu ile terör estirmeye çalışanlara ve bu zihniyete de yazıklar olsun.
Ey başbakan! Sen gerçek teröristlerle uğraşacağına masum vatandaşa seni istemiyor diye olmadık zulüm yapıyorsun. Saltanatın uğruna değer mi?
Ben buradan Soma’daki maden işçilerine sesleniyorum. Bu CHP’nin bu bölücü terör örgütü yandaşlarının, legal ya da illegal örgütlerin oyununa gelmeyin diyorsun.
Esas oyun oynayan sen değil misin?
Ben de tüm vatandaşlarıma sesleniyorum;
Başbakanın açılım dediği, Güneydoğu ve Doğudan artık şehit cenazeleri gelmiyor yalanlarına kanmayın, oyunlarına gelmeyin diyorum.
Bu açılım oyunu bitmelidir artık, belki iyi niyetle destek veren CHP ye de sesleniyorum.
Halkın umudu olun tekrar ve partinin ideolojisine dönün artık.
Vatan topraklarının bölünmesine asla izin vermeyin ve bunu görmemezlikten gelmeyin.
Alevi, Sünni mezhep savaşı, Kürt Türk ayrışması bu ülkeye zarardan başka bir şey getirmez.  

Tünay Süer

(1.DÜNYA SAVAŞI BAŞILARINDA)
Osmanlı Devletine Karşı Büyük Oyunlar
Osmanlı Devletine Karşı Büyük Oyunlar - Galip Baysan
Birinci Dünya Savaşı başladığında İngiliz Başkanı Asquith ve Dışişleri Bakanı Grey, Gladstone politik geleneğinin mirasçıları olarak Türk aleyhtarıydılar ve Rus emellerine sempati duyuyorlardı. 1903’te muhafazakâr partinin yönetimde olduğu bu dönemde toplanan İmparatorluk Savunma komitesinin vardığı sonuca göre, Rusları İstanbul’dan uzak tutmanın artık İngiltere için hayati önemi haiz bir çıkarı olmadığı kabul edildi. (1) Bu nedenle Başbakan Asquith daha savaşın başında bir mektubunda şöyle yazıyordu:
“Türk İmparatorluğu’nun Avrupa’dan yok olmasının ve İstanbul’un ya Rus olmasını (ki bence bu onların hakkıdır) ya da tarafsızlaştırılmasını görmekten daha büyük bir zevk olamaz.” (2)
1915’te konu daha açık bir şekilde ortaya çıktığında İstanbul ve Boğazlar için şöyle yazmıştı. “Rusya’nın bunları kendi imparatorluğuna katmak isteği açığa çıkmıştır... Ben her zaman Rus isteklerinin yanındayım ve şimdi de öyleyim...” (3) ve Çanakkale seferi başlatıldı...
Savaş sırasında Osmanlı topraklarının geleceği ile ilgili İngiliz düşünceleri iki ayrı grupta şekilleniyordu. Eski Sudan ve Mısır valisi, Şimdiki Harbiye nazırı Lord Kitchener “Mısır ve Sudan’ı kapsayan ve Aden’den İskenderun’a kadar uzanan” yeni bir “Kuzey Afrika ya da Yakındoğu Genel Valiliğine” döndürülmesini önermiştir. Önerinin temelinde Arapça konuşan dünyanın büyük bir kısmının İngiliz himayesinde bir konfederasyon halinde örgütlenip Kahire’den Kitchener tarafından yönetilmesi görüşü vardı. Hindistan Valisi’de “Mezepotamya eyaletlerinin Hindistan İmparatorluğuna katılmasını öneriyordu. Bu bölge Hindistan’dan getirilerek yerleştirilecek insanlarla sulanabilir ve verimli bir hale getirilebilirdi. Böylece bölge Hindistan Hükümeti’ne teslim edilir ve Hindistan Bakanlığının yetki alanına girerdi.(4)
1915 yılında Muhafazakar bir parlamento üyesi olan Mark Sykes adlı bir genç adam Kitchener’in maiyetine katıldı. 36 yaşında Katolik, zengin ve muhafazakâr bir baron olan Sykes, Avam Kamarasına 1911 yılında seçilmiştir. Cambridge’de okuduğu yıllarda Asya Türkiyesi’nde pek çok seyahat yapmış ve yolculuk anılarını yayınlamıştı. Bu arada dört yıl İstanbul’da İngiliz Elçiliği’nde çalışmıştır. 1914 yazında Churchill’e bir mektup yazıp Türkiye’de Türkiye’ye karşı çalışabileceği bir iş istemiş” yerlileri (herhalde Osmanlı vatandaşı gayrimüslim teba’yı kastediyordu) ayaklandırabileceğini ve âyanı kendi tarafına çekebileceğini söyledi. Churchill’in yüz vermemesi üzerine Kitchener’in çevresinde yer aradı ve buldu.(5) Osmanlı Devleti’nin savaştan sonra topraklarının paylaşımı konusunda görüşlerinde Kitchener’in görüşlerine paralel bir değişim başladı. Mark Sykes İngiliz Parlamentosu’nda küçük de olsa Türk yanlısı grubun önde gelen isimlerinden biri kabul ediliyordu. Ancak o da, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü korumak gerektiği inancını terketmeye başlamıştı. Yakın dostu ve “Türk yanlısı” parlemento üyesi Aubrey Herbert’e şunları yazıyordu:
“Mektubundan halâ Türk yanlısı olduğunu anladım... Politikan tümüyle yanlış. Türkiye diye birşey artık var olmamalı. İzmir Yunanlıların olacaktır. Adana İtalyan, Güney Toroslar ve Kuzey Suriye Fransız, Filistin ve Mezopotamya İngiliz ve geri kalan, İstanbul da dahil Rus... Ayasofya’da “Te Deum” ve Ömer Camii’nde bir ‘Nunc Dimittis’ okuyacağım. Bunu bütün kahraman küçük ulusların şerefine Galce, Lehçe, Keltçe ve Ermenice okuyacağız...” (6)
Türklerin dostu böyle plânlar yaparken düşmanlarının kafasında değişik imha planları yapılıyordu. İtalya ile 26 Nisan 1915’te yapılan bir anlaşmayla Savaş sonunda Osmanlı topraklarından “on iki ada” ve “Antalya” nın İtalya’ya verilmesi kabul ediliyor ve 20 Mayıs 1915’te İtalya eski müttefiki Avusturya – Macaristan İmparatorluğuna karşı savaşa giriyordu. (7) Çanakkale Muharebeleri’ne Trakya’dan destek vermesi karşılığında Yunanistan’a Kıbrıs adası ve Ege’de toprak vaadediliyor. (8) Bulgaristan’ı savaşa sokmak için de Trakya’daki Türk toprakları (9) yem olarak kullanılıyordu. Boğazları Rusya’ya vermek için ünlü Çanakkale muharebeleri başlatılmıştı. Savaşın başından itibaren Rus ve daha ziyade İngiliz devlet adamları Türk milletine karşı sebepsiz, gerçekten de haksız, anlaşılmaz ve adeta psikolojik rahatsızlık kabul edilecek bir kin ve nefret denizi içine sokulmuş gibiydiler ve adeta her biri bir yok etme planı peşindeydi. Bunu sadece Çanakkale muharebeleri ve Mezopotamya’da alınan yenilgilere bağlamak yeterli değildir. Hatta Halife’nin bütün müslümanlara etkili olmak amacıyla “kutsal cihat ilanı” nın sömürgelerde yarattığı etkiden meydana gelen rahatsızlıklar olduğunu da yeterli görmüyoruz. Ama galiba İngilizler Türkler bahanesiyle kendi içlerinde yarattıkları o uydurma canavarı yok etmek istiyorlardı ve asıl büyük tehlike “kurdukları dev sömürge imparatorluğunun bekası için beyinlerdeki “Emperyalizm’in yenilmezliği kavramına” son müslüman imparatorluğunu da paramparça ederek, muhteşem bir örnek vermek ve Anadolu’yu yeniden Hıristiyanlaştırarak, dinsel tarihe adlarını altın harflerle yazdırmak istiyor, bu hayalin peşinde koşuyorlardı.
1915 Kasım’ında Mark Sykes daha önce “Yahudilerin bile iyi yanları vardır ama Ermenilerin yoktur.” (10) gibi ifadelerle nefretini belirttiği Ermenilerle değişen görüşleri istikametinde Kahire’de Ermeni liderleri ile ilişki kurmağa başladı. “Bir Ermeni Ordusu kurulmasını öneriyordu. Bu ordu savaşta esir edilen Ermenilerle Amerika’daki Ermenilerden oluşacak ve bu ordu Türkiye’yi işgal edecekti. Orduyu sekiz haftada hazırlayabileceğini iddia ediyordu.” (11)
Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması için yapılan görüşmelere İngiltere bu kişi’yi görevlendirdi. Fransız temsilcisi George Picot ile uzun görüşmelerden sonra (12) 3 Ocak 1916’da soyadları ile anılacak ünlü “Sykes – Picot” anlaşması imzalanacaktır. Sykes ve Picot Mart 1916’da Petrograd’a giderek, Ruslarla görüşmeler sonunda 16 Nisanda hazırlanan taslak Kahire’de Mc Mohan ile koordine edildi. Mayıs başında Paris ile yapılan görüşmelerden sonra kesinleşti.

DİPNOTLAR:

(1) Barışa Son Veren Barış, s. 128.
(2) H.H. Asguith, Letters to Venetia Stanley, editörler Michael ve Eleonor Brock, s.300 (Oxford and New York, Oxford University Press, 1982).
(3) Aynı Eser, s.128-129.
(4) Aynı Eser, s.131,134.
(5) Aynı Eser, s. 138, 140.
(6) Margaret Fitz Herbert, The Man Who Was Green montle. A Biography of Aubrey Herbert , s.147- 149 (London. John Murray –1983).
(7) Ergün Aybars : Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, s.78.
(8) M. Lewlyn Smith : Anadolu Üzerindeki Göz., s.45-46.
(9) Aynı Eser, s. 46.
(10) Elie Kedourie, England and The Middle East The Destruction of The Ottoman Empire, 1914 – 1921, s.69. (Hassocks, Sussex = Harvester Press –1978).
(11) Roger Adelson,Mark Sykes: Partrait of An Amateur, S-189 (London, Jonathan Cape- 1975)
(12) Elizabeth Monroe, Britain’s Moment in the Middle East 1914-1915, s.32-33 (University Paperbacks, Methuen & Co Ltd. London – 1963)

Dr. M. Galip Baysan

Birisine Soruyorum; Siz Kimsiniz? Biz Kimiz? - Gündüz Akgül
“Ya bu ülkede eşşek gibi sessizce yaşayacaksınız ya da defolup gideceksiniz!”
Böyle diyor birisi…
Kime?
Ülke nüfusunun üçte birini oluşturan Alevi yurttaşlara…
Ne hakla?
Hakkı yok, iktidardan aldığı güçle…
“Kem söz sahibine aittir.” Diye çok güzel bir özdeyişimiz var. Adap dışı sözlerle bir camiaya hakaret eden bu birisine yanıt vermeye değmez…
“Sizlere her kim destek oluyor, yüz veriyorsa o da şerefsizdir! Eğer arpanız fazla geldiyse o arpayı önünüzden almayı da biliriz! Arpa taşıyanları da biliriz.”
Böyle diyor birisi…
Kime?
Yaklaşık 25 milyon Alevi yurttaşa destek olan milyonlarca Sünni aydınlara…
Alevileri, Türkiye’nin aydınlık yüzü gören yabancı ülkelere…
Bu birisi, Dr. Erdal Atabek’in belirttiği gibi dürtüsel öfkesini kontrol edemeyen ve bu söylemleriyle egosunu tatmin (doyum) etmektedir…
“Biz bu ülkeyi molotofla, tabancayla, havai fişekle, taş sopayla değil, Nene Hatunlarla, yırtık ayakkabıyla savaşarak kurduk. Size mi vereceğiz"
Böyle diyor birisi…
Kime?
Alevi yurttaşlara…
Bu ülke kurtarılırken ve kurtuluştan sonra başta laik cumhuriyet olmak üzere devrimlerle taçlandırılırken, bu birisinin zihniyetinde olanlar, karşı devrimcilik yaparken, Menemen’de Kubilay’ı şehit ederken, Atatürk’ün yanında ta kurtuluş aşamasından beri yer alanlar ve o günden bu güne kadar, eserlerini ödün vermeden korumaya çalışanlar, Alevi yurttaşlarımızdır…
Bir taraftan “Tek vatan, tek millet, tek devlet, tek bayrak” diye söylev (nutuk) atacaksın…
Diğer taraftan, bu ülkenin yurttaşlarını “Siz”, “Biz” diye ayırarak, ayırımcılık yapacaksın…
Buna, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” derler.
Bu zihniyetin temel felsefesi budur…
Ta Ebussuud’tan beri Alevilere bu gözle bakılmaktadır…
Bu birisi, ayni zamanda Ailevi yurttaşların verdiği vergilerle maaşını alan bir kamu görevlisidir…
Bu ayrımcı ve ötekileştirici söyleminden sonra derhal görevden alınması gerekirken, hala orada oturuyorsa…
Sormak gerekir…
Onu, orada hala tutan güç kimdir?
Hukuk nerede?
Yasalar nerede?
Yasa uygulayıcıları nerede?
Yanıt bekliyorum.

27.05.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı


Gündüz Akgül: Onlar Nasıl Başarıyorlar?…
Başbakan Erdoğan, Köln mitingi için Almanya’ya gitmeden önce Almanya yetkilileri ve basını tepki gösterdi.
Almanya Başbakanı Angela Merkel “Buraya gelme” dedi.
Bild gazetesi  “Hoş gelmediniz, burada istenmiyorsunuz”. Başlığıyla çıktı.
Soma faciasından sonra Spiegel’in internet sitesinde, “Cehenneme git Erdoğan” başlığını attı.
Bu söylemlerle, Başbakanın neden istenmediği nedenleri ise;
-Gezi’deki davranışı,
-Basına karşı olumsuz tavrı,
-Twitter ve You-Tube’nin kapatılması,
-17 Aralık Yolsuzluğunun kapatılmak istenmesi,
-Cumhurbaşkanı Gauck’un, Türkiye’deki antidemokratik gidişi eleştirmesinin sert bir şekilde yanıtlaması,
-Soma olayında takındığı tavrı,
Gösteriliyordu.
Başbakanı Almanya’da, karşılayan bir grup Türk,“Dik dur eğilme Ümmet seninle, Türkiye seninle, sen Osmanlısın” şeklinde sevgi gösterisinde bulunurken…
Diğer grup tarafından sokakta, ellerinde dövizlerle protesto ediliyordu.
Almanya hükümeti, Başbakanın güvenliğini en üst düzeyde sağladığı gibi, ne Erdoğan’a sevgi gösterisinde bulunanlara, nede sokakta protesto edenler karışmadığı için hiçbir olay yaşanmadı.
Gelelim başlıktaki sorunun yanıtına.
-Onlar, demokrasinin bütün kurallarına uyuyorlar.
-Onlar, yurttaşlarının gösteri ve yürüyüş haklarına saygı gösteriyorlar.
-Onlarda, fert devlet için değil, devlet fert için vardır.
-Onlarda, yurttaşına ateş edip ölümüne sebep olan güvenlik güçlerine “destan yazdılar” diye arka çıkan bir Başbakan yok.
-Onlarda, “Polis eli kolu bağlı mı kalacak, bir şey yapmayacak mı? Polis nasıl sabrediyor, anlamıyorum” diyen bir Başbakan yok.
-Onlarda, yurttaşına ateş edip yaralayan, öldüren güvenlik güçleri sorumlularından, bağımsız yargıda hesap soruluyor.
-Onlarda, gerekli güvenlik önlemleri alınmadığı için iş kazasında ölenlerin hesabı sorumlulardan sorulduğu gibi, “bu işin fıtratında (doğasında) ölüm var” denilerek sorumlular korunmuyor.
 -Onlarda, kürsüye çıkıp muhatap aldığı siyasi partililere, sivil toplum kuruluşu mensuplarına, kendisini eleştirenlere, “Şerefsiz, edepsiz, ahlaksız, alçak, zavallı, haysiyetsiz, kirli eller, kirli zihniyet, vicdanınıza beton dökülmüş, utanmaz, hain, zelil, sefil, insan müsveddesi, dalkavuk, sürüngen, utanmaz, nebbaş (ölü soyucu, mezar soyguncuları).” Diyen yetkililer yok.
 Şimdi anlaşıldı mı?
Onlar niye başarıyor da biz başaramıyoruz.

25.05.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

 İnsanlığın bittiği yerde miyiz? - Tünay Süer
13 Mayıs Soma faciasından beri gülmeyi unutmuşken bizler, başbakanın dünyayı takmayan, külhan bey tavrı, önüne geleni azarlaması, gittikçe çılgınlaşması, herkese tepeden bakması,  yüzünde en ufak bir üzüntü emaresi olmaması ve Ford Otosan’ın Yeniköy fabrikasının açılışında kameralara gülerek pozlar vermesi insanı çıldırtma raddelerine getiriyor.
Bir insan duygularını nasıl bu kadar yitirir?
“Benden olan yaşasın, benden olmayan ölsün gebersin” gibi bir tavır nasıl takınır?
Nasıl bu kadar zalim ve acımasız olabilir?
Bu nasıl insanlıktır?
                                          ***
Ben bir Kürt’üm.
Ben bir Alevi’yim.
Ben bir Türk’üm.
Ben, Laz’ım, Çerkez’im, Gürcü’yüm ama önce insanım ve kimseye ayırım yapmadan, o gözle bakarım..
Vatan hainleri hariç bir vatandaşımın canı yansa veya canından olsa üzülürüm.
Soma katliamının üzerinden henüz bir kaç gün geçti.
İçimizdeki yangın sönmeden bugün Okmeydanı Cemevi’ndeki bir cenaze törenine katılmak için giden Uğur Kurt isimli vatandaşımız polis kurşunu ile ağır yaralanıyor, hastaneye kaldırılıyor.
Bu olayı protesto etmek isteyen bir grup hastaneye gitmek isterken polis yine şiddet gösteriyor.
Ortalık karışıveriyor.
Bu arada provokatörler fırsattan istifade polise Molotoflarla saldırıyor, bir polis aracını ateşe veriyorlar.
Ben bu satırları yazarken iş çığırından çıkıyor…
Atılan boru tipi parça tesirli patlayıcının yakınlarında infilak etmesi sonucu 2 vatandaş ile biri Çevik Kuvvet'te görevli Emniyet Müdürü 5 kişi yaralandı.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç TBMM'de yaptığı konuşmada
"İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü'nden bilgi aldığını, savcılığın el koyduğunu, polislerin kullandığı silahların balistik muayenesinin yapılacağını ve bu şahsın başındaki kurşunun tespit edilerek sorumlular hakkında derhal tahkikatın sonuçlandırılacağını söylüyor. Seken kurşunla da olsa gereken ceza verilmeli."Diyor.
Sanki bizlerle alay ediyor veya bizleri enayi yerine koymaya kalkıyor.
 Polislere ölümle, sakatlıkla sonuçlanacak derecede, böylesine düşmana saldırır gibi halka saldırmalarının emrini kim veriyor?
Siz değil misiniz?
İşte gözünüz aydın günahsız bir insanın Uğur Kurt ‘un da ölümüne sebep oldunuz.
Mutlumusunuz?
Başbakan birde diyor ki “ Molotof kokteylleriyle, maskelerle, her şeyle, havai fişekler, bütün bunlarla saldırdılar.
 Allah aşkına, bütün bunlara karşı polis eli kolu bağlı mı duracak, bir şey yapmayacak mı? Nasıl sabrediyorlar ben bunları anlamıyorum.”
Bende bu halk, bu kadar zulme, saldırıya, yolsuzluğa, haksızlığa,  adaletsizliğe, hakaretlerine rağmen nasıl bu kadar sağduyulu davranıyor, bunu anlamıyorum!
                                                             ***
Sen başbakan sen, bu Molotof kokteyllerini, maskelileri, havai fişekleri atanların kimler olduklarını bal gibi de biliyorsun. PKK yandaşlarına karşı hiç bir zaman ne askeri, ne de polisi böylesine saldırttın.
Hep müsamahakâr davrandın. Bankamatikleri, araçları yakmalarına, etrafa zarar vermelerine karşın Doğuda da sert karşılık verdirmedin.
Şimdi şehirlere indi dağdakiler. Sayende tabi.
Bu işine geliyor. Zira masum bir protesto yürüyüşüne katılıyorlar ve sende tüm katılımcıları terörist ilan ediveriyorsun.
Polis kurşunları ile ölen onca gencimiz, Soma’da ihmal yüzünden ölen 307 canımız için, tıpkı dün "Berkin Elvan’ı ananlara söylediğin gibi “ölmüştür, geçmiştir” diye nasıl böyle düşünür ve nasıl böyle konuşabilir insan?
Zerre kadar vicdanın kalmamış mı ey başbakan?

Elhamdülillah artık 12 yıl önceki Türkiye yok diyor.
Çok haklı.
12 Eylül’ü bile aratan tam faşist ve dikta yönetimiyle yönetiliyoruz.
Türkiye’de insanları bölen ayrıştıran, polisi halka düşman düşüren ve bununla övünen bir zihniyeti bu halk daha ne kadar sırtında taşıyacak?
Vatandaşını korumakla görevli olan polis, ne zaman bu haksızlıklara karşı çıkacak?
Bir diktatöre hizmet etiklerini ve kendi vatandaşlarına böylesine zulüm yaptıklarını ne zaman anlayacaklar acaba? Merak ediyorum.
.                                                ***
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin (TOBB) 70. Mali Gelen Kurulu'nun açılışında Konuşan başbakan
CHP Lideri Kılıçdaroğlu’na eleştiri dozunu artırarak 'Diktatör' yakıştırmasını yapan bir muhalefet var. 'Diktatör' ifadesini kullanan kişiler var, karşımda şuan bulunuyorlar. Tayyip Erdoğan diktatör olacak sen meydanlarda dolaşacaksın” dedi.
Şaka gibi!
Daha ne yapacaksın başbakan?
İnsanların en temel hakları olan protesto haklarına karşın, şiddet uyguluyorsun. İnsanları evlerine kapatmak istiyorsun.
Bana darbe yapacaklar palavraları ile yolsuzlukların üzerini örtüyorsun.
Kılıçdaroğlu’nun TOBB  de yaptığı konuşmaya tüm kalbimle katılıyorum.
                                                             ***
Kısaca ''Yasama ve yargı benim için ayak bağı diyen, anayasayı çiğneyen bir kişiye ne denir?
Amacın bu milleti birbirine düşürmek Türkiye’yi kan gölüne çevirmek mi?
Bu topraklara içinde yaşayan ulusa düşmanlığın nedir?

Hukuku savunanlar vatan haini ama vatanı bölmek, yavaş yavaş, hazmettire hazmettire darbe yapmak, Türkiye’yi çağın gerisine taşımak vatanseverlik mi oluyor?
Bu güzelim memlekette bir iç savaş çıkartmak istiyorsun, bunu ne amaçla istediğini açıkla da bilelim bari.
“Ben olmazsam yere batsın” mı diyorsun?
Yoksa arada fırsat bu fırsattır deyip kaçacak mısın?
Ne hainler geldi geçti bu vatandan şimdi adları bile anılmıyor.
Bu millet o yıllardaki şartlar altında 7 düvelden korkmamış, şimdi senden mi korkacak?
Geldikleri gibi gittiler.
İnşallah sen de geldiğin gibi gidersin diyelim ve yazıya son noktayı koyalım.


Tünay Süer

İnsan devlet için varsa ona ortaçağ düzeni, devlet insan için varsa ona çağdaş düzen deniyor. Bunu öğrenene kadar Soma ortaçağında yaşayacağız.
Soma madenindeki insanların ölüme sürülüşü ve sayısı saklanan yüzlerce ölünün kaderini işçilerden, kalan eş ve babalarından dinleyince ülkenin şimdiye kadar hayal bile etmediğim bir yozlaşma içinde olduğunun ilk kez bu kadar açıklıkla farkına vardım. Rahman ve rahim bir Allah’a inanan Müslüman toplumun bu kadar merhametsiz ve insanlık sevgisi yoksulu olduğunu 88 yıl anlamamışım. Hâlâ da inanamıyorum.

Madenle birlikte ceset çıkaran uygar ülke - Doğan Kuban

Pablo Neruda’nın ‘Residencia en la Tierra’ (Yeryüzü Konutları) adlı kitabındaki bir şiirde ‘çamurlu gök kuşağı’ imgesi var. Bu günlerde çamurlu gök kuşağı bana kirlenmiş bir doğa ve yaşamı, kirli işler yapanları simgeliyor. (Aslında bu şiir seks üzerine yazılmış olağanüstü metaforlarla dolu bir baş yapıt). Trajik ve ilkel bir yozlaşma. Sürüp giden toplumsal bir ortaçağ. Entellektüel bir karanlık, Bu madenler bir uygar insan yapısı olamaz. Bir köstebek ya da kunduz yuvası. Fakat o hayvanların yuvaları kadar da güvenli değil. Belki köstebeklerin de yandaş medyaları vardır.
Gazdan boğulmuş insanların üzerinden sürünerek geçen işçileri dinleyince insan ne düşüneceğini şaşırıyor. Gökkuşağını çamurlu düşünmek ne kadar zorsa, 21.Yüzyılda bu madenleri hayal etmek de o kadar zor. Bir maden düşünün. Yolları tıkanmış İstanbul trafiği gibi. Bu bir Ortaçağ panoramasıdır.
İçinde yaşamağı sürdürdüğümüz uzun Ortaçağ geçtikleri yerde ot bitmeyen atlı göçerlerin Çin’e ve Batıya akınlarıyla başladı. Türkçe konuşan bu atlı göçerler bütün Asya toplumlarıyla karışıp, bin bir şekil değiştirerek, Akdeniz kıyılarına kadar geldiler. Bin yıldır bir Ortaçağda yaşıyoruz. Toplumun çoğunluğunun yaşamı düşünsel ve davranışsal bir ortaçağdır. Kentlileşen genç kuşaklar bugünleri bir ortaçağ karanlığı olarak hatırlayacaklar. Acılı destanlarını yazacaklar.
Eğer bir madende 300-500 değil, 50 kişi bile ölse, bu gelişmemiş bir ortaçağ ülkesi işaretidir. Bunu tartışmak ne ölenleri geri getirir, ne de merhametsizleri yola getirir. Eğer çalışanlar yaşam güvenliklerini sorgulamadan ölüme yatacak kadar muhtaçsalar, eğer 52 milyon kişinin sayımının bir günde yapıldığı bir ülkede 700 kişilik madende ölen sayısı dört günde yapılamıyor , kazanın nedeni öğrenilemiyor ve halktan saklanıyorsa, o ülke çağdaş ve uygar değildir. Bir çok uygar ülkede yıllardır maden kazaları olmuyor. Biz madenlerle birlikte ceset çıkarmayı sürdürüyoruz. Uluslararası istatistikler Türkiye’nin madenlerindeki ölüm sayısı oranı açısından dünyada birinci olduğunu ilan etmişler. Nedeni belli: Köleleştirilmiş İşçi karın tokluğuna ölüme yatıyor. Böyle bir ülkeye kalbimiz yanmasın mı?

ORTAÇAĞ CEHALETİ İÇİNDEYİZ
Türkiye’de bu ilkel kötülüklerin temel nedeni hala ortaçağı yaşayan bir toplumun cehaletidir. Kişilerin uygarlığı toplumun uygarlığı değildir. Fakat toplum uygar olursa cahiller de uygarca davranabilirler. Aç gözlülük cehaletle artıyor. Cehalet uygar olamamanın belirleyici işaretidir. Ortaçağ toplumu otokratik, özgür olmayan ve her zaman sömürü içeren bir toplumdu. Vahşi kapitalizm Batılıdır. Ama biz kendi vahşetimizi 1600 yıldır yaşıyoruz. Osmanlı tarihinin bıraktığı köle köylü mirası daha sona ermedi.
Sevgili Okuyucular,
Her gün dinlediğimiz ölüm hikayelerinde toplumu bir ahlaksızlık batağına ve belirsiz bir geleceğe götüren bütün ilişkiler, ve onlara bağlı uygarlık dışı simgeleşmiş klişeler var. Bunlar ortaçağ cehaletinin uzantılarıdır. İnsan yaşamak için doğaya muhtaçtır. Fakat doğa, Aşık Veysel’in dediği kadar yumuşak değil. Kara toprak yerin altında dost değil.
Biz toprak işçilerini, ilkel tarım politikası yüzünden, yerin altına sokmuşuz. Onları tüketim delisi yaparak borç içinde yaşatan bir sömürü toplumuyuz. Toprağın yüzeyinden 400 metre yeraltında kömür çıkarmak sadece muhtaç ve cesur insanların yapacağı bir iştir. Bu iş karşılığı sadece ailelerinin karınlarını doyuruyorlar. Eşlerini, çocuklarını, anne ve babalarını yaşatmak için ölümün gözünün içine bakan bu işçiler kahraman insanlardır. Kimse onlara kahraman demiyor. Onları köleleştirmişler. Oylarını, özgürlüklerini çalmışlar. Karın tokluğuna yerin altına sokuyorlar. Ölüsünü diri diye çıkarıyorlar. Ailesinin nafakasını sağlamak için ölümü göze alanların sömürülme hikayesidir, bütün bınlar.
Bu büyük felakette sömürenin ve ona alet olanların acımasızlığı akıl karıştırıcıdır. Sömürü, otokrasinin bir özelliğidir. Ortaçağda da böyleydi. Toplumun bazı katlarının duyarsızlığı, polislerin davranışları da ortaçağ gösterisidir. Burada muhalefet de, birkaç kişi dışında, insan olarak haykırmadı. Hatta durumun analizini bile yeterince yapmadı. Bu da aynı ortaçağ panoramasını tamamlıyor.
Günümüz teknolojisi maden çıkarmayı güvenlikle yapacak bütün olanaklara sahiptir. Deniz altında binlerce mil giden denizaltılar, evrende dolaşan uydular yapılıyor. Günümüzde elektrik kesilmesi, yangının izole edilememesi, havasızlık sadece plansızlık, ihmal, acımasızlık ve aç gözlülük sonucudur. İnsan yaşamına değer vermemek ortaçağ gelişmemişliğinin simgesidir. Olup bitenlere yeteri kadar tepki göstermemek sömürüldüğünü bile anlamayan bir cehaletin hala egemen olduğunu kanıtlıyor.

ORTAÇAĞ DENGESİNİN BOZULMASI
Soma şirketi İstanbul’daki gökdeleni altı kat az yapsaydı çalışan işçilerin yaşamını garantiye alan güvenlik sistemini kurulmaz mıydı? Eğer bu toplumun bir az sağduyusu kaldıysa, binlerce anne babanın, yüzlerce eşin ve binlerce yetim çocuğun acısına hükümet ortak olmalıydı. Bir gökdelen kaç annenin göz yaşına değer? Burada yanıt ‘hiçbir anne’ olsaydı toplum uygar olurdu! Utanç verici ve ilkel olaylar, başka olaylarla da örtüşünce, toplumun bütün umutlarını kırıyor. Toplumun oldukça kalabalık bir kesimi cehalete dayalı iletişim yoksulluğu nedeniyle çağdaş dünya ile ilişki kuramadığı için ortaçağda yaşamağa devam ediyor.
Sevgili Okuyucular,
Düşünmeğe devam edelim. Bizim köylülerimiz 50’ler de köylerden kentlere gelip evlerini bir gecede kurma becerisini gösteriyorlardı. 1960’dan sonra asker-sivil karışımı idareler döneminde nereye yönlendirildiklerini bilemediler. Ortaçağ dengesi bozulmuştu. 2. Dünya Savaşı galipleri dünyayı gütmeğe devam ediyorlar. Sömürdükleri geri kalmışlığı iyileştirmeğe meraklı değiller. Bizim köylü kente indi. Biraz okuma öğrendi. Niteliksiz inşaat işçiliği ile öğretimi karıştırıp kaktüs tarlalarına benzeyen gökdelenli kentler yaptı. 1914 den 100 yıl sonra, ne olduğu belirsiz bir çağdaş – İslam çatışmasında, teknoloji çağına islami kılıf giydirmeğe çalışan garip adamlar ortaya çıktı.
Kentte oturmak ne kentlilik, ne de çağdaşlıktır. Diploma insanı ne bilgili, ne çağdaş, ne de kentli yapar. Çağdaş görünüşlü okulların ve kurumların içi ve kafası ortaçağ müzelerine dönüştü. Ve bazı kişilerin uygar olması toplumun uygarlığı değildir.
1950’den sonra Ortaçağ toplumu- Ordu ikileminde yaşıyoruz. Köylü, çağdaş denileni kente geldiğinde görmeğe başlıyor. Fakat çağdaşı yaşamağa başlaması için çok beklemesi, pek çok değişim geçirmesi gerek. Dünyaya kentte başlayan gençler ise 1600 yıllık ortaçağdan kurtulup çağdaş kentli aşamasına katılıyorlar. Gelecek de onların. Onun için bugünlerde büyük bir değişimin eşiğindeyiz. Eşiğin genişliğini bilemiyorum. Fakat bir şey biliyoruz.
İnsan devlet için varsa ona ortaçağ düzeni, devlet insan için varsa ona çağdaş düzen deniyor.
Bunu öğrenene kadar Soma Ortaçağında yaşayacağız.

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Gündüz Akgül: Eyvah ki Eyvah…
Hürriyet Gazetesi yazarlarından Ahmet Hakan’ın 22.05.2014 tarihli yazısını okuyunca dudaklarım uçukladı.
Güzel ülkemizde bunlar oluyorda gereken önlemler alınmıyor ve sorumlular  için hiç bir  işlem yapılmıyor. Taki Soma madeninde 301 canımızı kaybettiğimiz ana kadar.
Yazı şöyle:
“Fıtrattan değil, işte bunlardan
Cumhurbaşkanliği Devlet Denetleme Kurulu’nun 2011 yılında hazırladığı rapora göre Türkiye’de maden kazalarının nedenleri:
       -Risk değerlendirmesi yapılmaması...
       -Taşeronluk uygulaması...
       -Üretim zorlaması...
       -Geçmiş kazalardan ders alınmaması...
       -Çalışanlarda CO maskesi bulunmaması...
       -Gaz izleme ve ikaz sistemlerinin yetersizliği...
       -Havalandırma yetersizliği...
       -Kamu birimleri denetimlerinin etkinsizliği...
       -Maden işletmelerinde iç denetim hizmetlerinin yetersizliği...
       -Madenlerdeki kaçamak yolu ile ilgili yetersizlikler.
      -Mesleki eğitim ve iş güvenliği kültürü noksanlıkları...
     (Bu maddeler Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun 2011 yılında hazırladığı “Maden Kazalarını Araştırma Raporu”ndan alınmıştır. Özellikle bakınız: Sayfa 572.)”

Gelde sorma.
-Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun raporunda belirtilen ve insan yaşamını ilgilendiren bu çok önemli konuların gereği yapılmıyorsa, denetleme neden?
-Bu raporu resmiyete koyup gereğini yapmayan sorumlu kim?
-Bu rapor, gereği için iktidar yetkililerine gönderilmiş mi?
-Gönderilmişse gereğini yapmayan sorumlu hakkında ne gibi işlem yapılmıştır.
- Yetkililer ve etkililerin akrabalarının, çocuklarının çalıştığı yerde, bu tür bir tehlike sinyali verilseydi ilgisiz kalınır mıydı?
Yazıktır, günahtır.
Ülkemizde insan yaşamı bu kadar ucuz mudur?
Bir lokma ekmek için en tehlikeli işlerde çalışanların güvenini sağlamak devletin başlıca görevlerinden değil midir?
Hayatta kalabilmek için illa ki zengin veya bir siyasinin yakını olmak mı gerekir?
Söyleyecek başka söz bulamıyorum.
Eyvah ki eyvah….

22.05.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Cumhuriyet ve Devrime yönelik kasıtlı eleştiriler, bir özgürlük sahteciliğidir. ‘Mütareke’ döneminin ‘Hürriyet ve İtilâf’ zihniyeti, sanki yaşamsal yazgımız olmuştur. Ayırımcı, feodal, neoliberal ve teokratik eğilimlere göre; ‘19 Mayıs 1919’da temeli atılan Cumhuriyet ve devrim binası, yıkılmaya yüz tutmuştur’. Ama yanılmaktadırlar. Çünkü bunca ‘şakîliğe’ karşın Atatürkçü düşünce, değerbilmez inkârcıların üstesinden gelecektir.

19 Mayıs ve İnkârlar Dizisi - Ertuğrul Kazancı
19 Mayıs 1919 tarihi bu ülke ve halkın onur günüdür. Emperyalist boyundurukta ezilen dünyanın da insanlık hukukunun kazanımına yönelik ilk adımıdır.
Ulusal eksenli antiemperyalist bir isyan, artık Anadolu’nun devrimci geleceğidir.
Bu isyan bir yönüyle de halkın egemenlik iradesine yüzyıllarca el koymuş ‘saltanat-hilafet’ rejimini alaşağı etme hareketidir.
Devrimci ideoloji, toplumun ilerici kıstaslardaki dirlik ve esenliğini öngörür.
Ülke toprakları üzerinde tasa ve kıvançta beraberlikle tarihsel derinlikten gelen ideal ve kültür birliği, ulusal bilinci oluşturur.19 Mayıs 1919 işte böylesine bir bilincin temelidir. Ama giderek yoğunlaşan olumsuz hız ve çabalarla 19 Mayıs olgusunun getirdikleri, kimilerince reddedilmektedir.

İnkârcılık:
Bir anekdotu tekrar etmemizde yarar vardır: İzmir’in kurtuluşundan sonra Atatürk  ve Halide Edip arasında bir konuşma geçer. “Zafer kazanıldı. Artık bir kenara çekilir, dinlenirsiniz..” diyen Adıvar’a verilen yanıt şudur: “Hayır. Bundan sonra birbirimizle didişeceğiz !..”.
Halide Edip, yalnızca meraklı bir yazar mı yoksa bir niyet yoklayıcısı mıdır?
Aslında tek amaç Atatürk’ün gelecekteki işlevini öğrenmektir. Askeri başarılardan sonra kurulacak devletin niteliği ne olacaktır? Bir halk devleti mi inşa edilecek veya
Saltanatın sürdürülmesi mi söz konusu edilecektir?
Halide Edip yani Sultanahmet mitinginin o parlak yıldızı, yaşamsal çelişkilerle doludur. Söylevinden sonra Amerikan mandacısı ama ulusal mücadelede cephede onbaşıdır. Ardından da Türkiye’yi terk ederek Britanya sömürgelerinde öğretim üyesi olacaktır. Devrimle uyuşamayan “Türk’ün Ateşle İmtihanı” yazarı, İngilizlerle uyuşabilmiştir. 1950’de de DP milletvekilidir.
Lozan’dan dönen İnönü’yü karşılamamak için Başbakanlıktan bile istifa eden Rauf Orbay’la fikir arkadaşları; Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar ‘Terakkiperver Cumhuriyet’ Partisinde kümeleşmişlerdir.
Bu adlar ulusal mücadelenin askeri aşamasında önemli uğraşlar verirlerken, ilerisinde niçin başka yerlerdedir? Çünkü Cumhuriyet ve Devrim düşüncesine yabancı ama Hanedanlık ve Hilafete yakındırlar.
Atatürk, ‘Nutuk’ ta şöyle der:
Bu parti, kendine ad olan ‘terakki’ ve ‘Cumhuriyet’ sözcüklerinin tam tersi anlamlarla gelişmiştir. Program hain kafaların işidir. Memlekette suikastçıların, gericilerin sığındığı ümitlerin dayanağı oldu”.

Sonrası             :
19 Mayıs 1919 çıkışının içerik, anlam ve yönünü sindiremeyenleri, düpedüz inkârcı (AS: yadsımacı) bir kadro izler. Bu süreç,14 Mayıs 1950 günü kıyasıya başlatılır ve günümüze doğru yoğunlaştırılır. Tam bir “yalan rüzgârı” kıvamıyla siyasal, tarihsel ve gerçek dışı ahlaksızlıklara dönüşür.
Atatürk’ün Başbakanlığını yapmış Bayar’ın 1950’ler sonrası tavrı, Atatürk-İnönü dönemlerini hedefleyen:
“27 yıl bu ülkede çivi bile çakılmadı..” noktasıdır. Bayar, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını ecnebi (AS: Yabancı) elinden alan, demiryolları döşeyen, kağıt, çay, ağır sanayi, deri, tuz, tekstil başta olmak üzere KİT’leri kuran başarıyı yok saymaktadır. İktisat Bakanı olarak yer aldığı işleri de inkâr etmektedir.
İnönü’ye “Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan” sanının verildiği 26 Aralık 1938 tarihli CHP Kurultayı’nı toplantıya çağıran Başbakan Bayar’dır. Önergeyi okuyan divan üyesi de Menderes’tir. Gün gelecek, DP’nin üst politikalarını çizen bu adlar, Devrim aşamaları için:
“ Sadece halka mal olmuşları saklı tutacağız..” veya “İsterseniz Hilafeti bile geri getirilebilirsiniz” ya da: “Kapitalizm, iktisaden geri kalmış bir ülkeyi kalkındıracak en iyi sistemdir” sözleriyle, geçmişi inkâr edeceklerdir.
16 Kasım1938 tarihli ‘Cumhuriyet’ gazetesindeki yazısında Necip Fazıl, Atatürk’ün vefat töreninden konu açarak:  “Osmanlı İmparatorluğunun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir uğurlanışa hedef olabilmiş hükümdar yoktur ” dedikten sonra övgüler yağdırmaktadır. Ama aynı Kısakürek, zamanla: “Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp” diyebilecek ve1960 öncesi Başbakanlık örtülü ödeneğinde adı geçenlerden olacaktır .

 Sonuç   :
Anadolu İhtilâli; sömürgecilik, bağımlılık ve bağnazlığa karşı başkaldırıdır. Cumhuriyet ve devrim için, halkçı-devletçi sosyal gelecek adına, ulusalcı ve laik amaçlar uğruna görkemli bir kalkışma, 19 Mayıs 1919’da başlatılmıştır. Devrimci demokratik irade, inkârcılığa ders veren; siyasal, sosyo- ekonomik ve kültürel anlayışıyla 19 Mayıslara mutlaka sahip çıkacaktır.

  Ertuğrul Kazancı / Eğitimci-Hukukçu/Cumhuriyet

Gündüz Akgül: Hangi birini düzelteceksin!...
13 Mayıs günü Soma’da meydana gelen ve hepimizin yüreklerini dağlayan olayda, 301 canımızı kaybettiğimize yanalım, yoksa iktidarın büyük bir gayretle sorumluluktan kaçarak, olaydaki ihmali başkasına yüklemeye çalışmasına mı yanalım.
Söylenenlerin hiç biri gerçekleri yansıtmadığı gibi, yandaş olmayan yurttaşları kandırmaya ve sorumluluktan kaçmaya yönelik söylemlerdir.
Hep beraber söylenenlere bakalım.
-Madende çalışan işçilerden kurtulup konuşanların tümü, “vardiyada 700 işçi vardı” diyorlar. Ölü olarak çıkarılanlarla, kurtulanların toplamı bu sayıdan çok uzak olduğuna göre acaba gerçekler, yürekleri yanan yurttaşlardan saklanıyor mu?
Soruyorum, sayı tanıkların söylendiği kadar mı? Yoksa İktidarın bildirdiği kadar mı?
-Yurttaşların acılarını paylaşmak için Soma’ya giden Başbakan, bırakın acıları paylaşmak, o acı içinde yurttaşları yumruklayarak haşlamaktadır. Olayı kınayanlara da inkâr yolunu seçerek yine her zaman olduğu gibi kendini mağdur olarak göstermeye çalışmaktadır.
Soruyorum, tokat olayı oldu mu? Olmadı mı?
-Başbakanın danışmanı, iki polisin yere yatırdığı yurttaşı hışımla tekmelerken, doktora gidip şiddet gördüğü konusunda rapor almaktadır.
Soruyorum, Başbakanın danışmanı, dövdü mü? Dövüldü mü?
-Yakınlarını kaybetmiş acılı yurttaşlara yine polis şiddet uyguladı ve 10 yaşında ki çocuğu bile gözaltına almaya çalıştı. (İzmir Valisi 13 yaşında diyor. Fark eden ne?)
Soruyorum, Gezi de olduğu gibi polisin destan yazması! İçin bir emir verildi mi? Yoksa polis kendiliğinden mi destan! Yazdı?
-Enerji Bakanı Taner Yıldız, 10 ay önce bu maden ocağında güvenliğin eksiksiz olduğunu överek söylemişti.
Soruyorum, gerçekten güvenlik eksiksiz miydi? Yoksa İşveren kollanarak, güvenlik eksiklikleri görmemezlikten gelinmişti?
-Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (İLO) “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi” başlıklı 176 sayılı sözleşmesini imzalamayan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, “Anlaşma olmadığı halde ocak işletmecilerinin yaşam odaları yapmasını kim engelledi ki?”  şeklinde savunma yapmaktadır.
Soruyorum, Anlaşmayı imzalayıp, güvenliği sağlamayı zorunlu hale getirmek varken, maliyeti olan bu işi işverenin takdirine bırakmak doğru mudur? Yaşam odaları olsaydı bu kadar can yaşamını yitirir miydi?
-Başbakan, “ölüm madencinin fıtratında (doğasında) vardır.” Demektedir.
Soruyorum, bu tür tehlikeli iş yerlerinde, olası iş kazaları sonucunda, yaşamı kadere bağlayarak sorumluluktan kaçınmak mı doğrudur? Yoksa uygar dünyanın bilimi ve tekniği kullanarak bu kazalarını neredeyse sıfıra indirmesi mi doğrudur?
-Alışılmadık bir şekilde, bir tarikata mensup sarıklı ve cüppeli adamlar olay yerinde boy göstererek acılı yurttaşlarımıza “dua edin, onlar şehit oldu” dediler.
Soruyorum, bu adamların amacı acılı yurttaşların acılarını hafifletmek miydi? yoksa iktidarın sorumsuzluğuna inandırmak mıydı?
Görüyorsunuz, söylenenler, savunulanlar, yapılanlar o kadar çelişkili ki neresini düzelteceksin.
Biraz insaf diyorum beyler.
Yaşamını kaybeden yurttaşlarımıza rahmet, acılı yakınlarını sabır ve başsağlığı diler, acılarını yürekten paylaşırım.

20.05.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Ellinci Mezuniyet Yılımızda Duygularım - Gündüz Akgül
Sevgili Dostlar,
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1964 yılı mezunları olarak, 50. Mezuniyet yıldönümümüzü, sınıf arkadaşımız Sayın Süleyman Süral’ın Manavgat’taki otelinde kutladık. Orada arkadaşlarıma açıkladığım duygularımı siz okuyucularımla paylaşmak istedim.
Saygıdeğer, 1964 yılı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu dostlarım.
Bildiğiniz gibi bundan 54 yıl önce 1960 ihtilalinin getirdiği olaysız ve huzurlu bir ortamda Üniversiteye başladık. Dört yıllık bir eğitimden sonra 1964 yılında mezun olduk.
Aradan yıllar geçmesine karşın okul arkadaşlığımızın oluşturduğu sağlam bağlar nedeniyle birbirimizi unutmadık.
Sevgili Ceyhan Demir’in başlattığı ve biz İzmir gurubunun da katkı sağladığı ilk toplantımızı 28.05.1988 tarihinde Ödemiş Bozdağ’da yaptık. Ondan sonrada dokuz defa toplanmamıza karşın 22.05. 2004 yılında Bursa Uludağ son toplantımız oldu.
Keşke ara vermeden her yıl yapabilseydik.
Bu yıl ellinci mezuniyet yıldönümümüz olması nedeniyle yine dostum Ceyhan Demir’in önayak olmasıyla bu gün yine beraber olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
Tüm dostlarıma hoş geldiniz der hepinizi sevgi ve saygı ile kucaklarım.
Aradan geçen yarım asırlık sürede 1964 mezunlarının birçok niteliklerini saptamış bulunuyorum. Bunları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu süre içinde kimimiz Yargıç, Kimimiz Cumhuriyet Savcısı, kimimizde Avukat, kimimiz Kaymakam ve Vali olarak görev yaparak adalet dağıtmaya çalıştık.
Bu görevlerde;
Hep dürüst davrandık,
Hep adalet terazisinin sapmamasına büyük özen gösterdik,
Hep dik ve onurlu durmayı başardık.
Yeri geldiğinde kırıldık ama asla eğilmedik.
En büyük ortak özelliğimiz Büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK aydınlanmasının ve devrimlerinin ödünsüz savunucusu olduk.
Bana göre bir aydının mutlaka bir düşüncesinin olması ve ülke gündeminde sorumluluk alması gerekir.
Bu nedenle biz 1964’lüler bu sorumluluğu yerine getirmek zorunluluğunu duyduğumuz için daima iki şapka kullandık.
Bu şapkalardan biri sivil şapkamızdı. Ülke gündeminde sorumluluk alırken, mesleğimizle karıştırmamak için bu şapkamızı taktık.
Diğeri ise Mesleğimizi yerine getirirken taktığımız hukuk şapkamızdı.
Hukuk şapkamızı taktığımızda, tarafsız ve adil davranmak, dil, din, ırk, mezhep ayırımı yapmadan tüm bireylere eşit davranmak bilinciyle siyasi düşüncelerimizi, egolarımızı, çıkar ilişkilerimizi bir tarafa bırakmayı başardık.
Bana göre ideal hukukçuluk budur.
Yargıç ve Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştığımız yörelerde, yargının üçüncü ayağı olarak savunma görevini yerine getiren arkadaşlarımızla sıcak ilişkiler içinde olmamıza karşın, asla birbirimizi kullanmamayı, arkadaşlığımıza ve mesleğimize zarar verecek bir davranışta bulunmamayı ilke edindik ve bunu da başardık.
Bu nedenle hep 1964 mezunları ile gurur duydum.
Maalesef birçok arkadaşımızı kaybettiğimizi üzülerek belirtmek istiyorum. Onları anmadan geçemeyeceğim. Nurlar içinde yatsınlar. Temiz ruhları bizimle beraber olduğuna inanıyorum.
Ne yazık ki Türk Yargısı, son zamanlarda hepimizin içini sızlatacak şekilde tartışma konusu yapılmakta ve büyük yaralar almaktadır. Bunda meslektaşlarımızın da büyük payı olduğu hep üzülerek görmekteyiz
Yazımı,
Büyük Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN, mezun olduğumuz Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini, 05.Kasım 1925 tarihinde Hukuk Mektebi (1927 Yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Fakülte adını almıştır.) adıyla açarken, yaptığı konuşmanın bir bölümü ile bitirmek istiyorum.
“Öğrenci Efendiler!
Yeni Türk sosyal hayatının kurucusu ve kuvvetlendiricisi olmak iddiasıyla öğrenime başlayan sizler, Cumhuriyet devrinin gerçek hukuk bilginleri olacaksınız. Bir an önce yetişmenizi ve milletin isteğini uygulamalı olarak karşılamaya başlamanızı, millet sabırsızlıkla beklemektedir. Sizi yetiştirecek olan profesörlere ait olan görevi hakkıyla yerine getireceklerine eminim.
Cumhuriyetin kuvvetlendiricisi olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım ve bunu açıklamakla ve anlatmakla memnunum.”
Bu duygularla,
Sınıf arkadaşlığımızın ve dostluğumuzun sıcaklığı ile hepinizi candan kucaklar, sevgi ve saygılar sunarım.

19.05.2014
Gündüz AKGÜL  
Emekli Cumhuriyet Savcısı

19 Mayıs 1919 Öncesi - Galip Baysan
Mustafa Kemal Paşa’nın hayatında Şişli’deki evden pek önemsenmeden söz edilir. Ancak bu ev; Modern Türkiye ve Türk Demokrasisi’nin doğduğu yerdir.
Türk halkının düştüğü ümitsiz durumdan kurtarılması çarelerini arayan askerler, sivil dünyanın aksine inanılmaz bir öngörü ile, halka gitmekten başka çare olmadığını anlamışlardı. Savaşa girerken, savaşırken ve savaştan çıkarken kimse halka danışmak gereği duymamıştır. Gelecekle ilgili kararlar verilirken, planlar yapılırken de kimse Türk halkına sormayı düşünmüyordu. İşte böyle bir ortamda askerler tek kurtuluş yolunun “durumu halka anlatmak ve onu kendi geleceğine sahip çıkması gerektiğine ikna etmek” olduğu kararında birleştiler. Böylece “halkın iradesinin tecellisi, halkın iradesi yönünde hareket etme gereği” bir avuç genç asker aydın grubun müşterek görüşü olarak ortaya çıkınca, demokrasinin doğumu için ilk ve en önemli adım atılmış oldu.
Demokrasi düşüncesinin neden sivil aydınlar arasında değil de Meşrutiyet gibi yine askerlerin elleri arasında doğmasının belki pek çok nedeni vardır. Biz sadece biri üzerinde duracak, “askerlerin gerçek anlamda, Türk halkının çocukları olmasıdır” diyeceğiz. Sivil aydınların bir kısmı halkın belirli bir seviyesinden, belirli (büyük) şehirlerden gelmekte, bir kısmı da Anadolu’nun en yakın bir kasabasını dahi tanımadan, Avrupa şehirlerinde eğitim görerek yetiştiğinden kendi halkını askerler kadar iyi tanımamakta ve hatta bazıları bir “Halk Sevgisi”nden uzak bulunmaktaydılar.
Askerler için en belirgin örnek Mustafa Kemal’in yaşamının bir bölümüdür. Küçük Mustafa’nın babası öldüğü zaman, annesi ve kızkardeşiyle birlikte bir çiftliğe, dayısının yanına gittiğini biliyoruz. Lord Kinross o dönemi şöyle anlatmaktadır.
 “İki kardeş birlikte oynar ve sık sık kavga ederlerdi. Gündüzleri, iki çocuk tarlada bir kulübede oturarak fasulyelere dadanan kargaları gözleyip kovarlar, kış geceleri de ocak başında, ateşin yanındaki bir çuvaldan aldıkları kestaneleri kavururlardı.”(1) Mustafa Kemal bu çocukluk anısını hatırlamaktan büyük bir zevk alacak ve halk çocuğu olmaktan daima gurur duyacaktır. Daha sonraki yıllarda Çankaya’da ünlü “sofra” sohbetleri sırasında, çocukluk arkadaşları Nuri Conker ve Salih Bozok’la şakalaşırken çocuklukta ne yaptığının anlatlmasını istediği zaman, Nuri Conker’in “Garga bekçiliği” yapıyordu cevabını (2) daima gülerek ve hoşgörü ile karşılamıştır.
Şişli’deki evde yapılan çalışmalar sırasında, Anadolu’dan gelen subaylardan Anadolu’nun durumu hakkında bilgi alınırdı. Cevaplar hiçte iç açıcı olmazdı. Mesela Ali Fuat Paşa’nın izlenimleri şöyleydi.
“Vaziyet iyi değildi. Anadolu’da tam bir anarşi hüküm sürüyordu. Babıâli taşra teşkilatını sanki unutmuştu. Onunla hiç meşgul olmuyordu. Mahalli hükümetler atıl ve beceriksizdi. Her türlü teşkilat kökünden sarsılmıştı. Fırkacılık kavgaları almış yürümüştü. En küçük bir kasabada bile ittihatçılık ve itilafçılık mücadeleleri vardı. Düşmanlarımız bundan memnuniyet duyuyorlardı. Bir kısım hain vatandaşlarımız ve memurlarla işbirliği yaparak bu anarşiyi körüklüyorlardı.(3) Bundan da kötüsü basında ciddi bir subay, özellikle kurmay subay düşmanlığı başlatılmıştı.(4)”
Şişli’deki eve Erzurum’daki Kolordu’nun Komutanlığına gidecek Kazım karabekir Paşa, Deniz Kurmay Albay Rauf ve Kurmay Albay İsmet Beyler de uğrayacaklar ve birlikte bazı kararlar alacaklardır. Ancak kararları uygulama zordur.
 “Mustafa Kemal Paşa’nın Şişli’deki evinde yaptığımız sohbet ve müzakerelerde, Milli mukavemeti İstanbul’dan değil, Anadolu’dan idare etmenin zaruri (olduğunu anladık). Birçok yüksek mevki sahibi zevatla görüşülmüş ve konuşulmuştu. İçlerinde yalnız eski Bahriye Nazırı Rauf, Jandarma Umum Kumandanı Miralay Refet Beylerle bazı fırka (tümen) kumandanları ve erkânı harp reisleri(Kurmay Başkanları) Anadolu’da bilfiil vazife almayı kabul etmişlerdi. Diğerleri aynı cesareti gösteremiyorlar, tereddüt ediyorlar, türlü türlü mütalaalar ileri sürüyorlardı. Bazı yüksek mevki sahibi şahsiyetler arasında içine Arabistan’ı da alan bir Osmanlı Federasyonundan ve bu federasyonun Amerikan ve İngiliz müzaheret ve mandasıyla yapılmasından bahsetmiş olanlar da vardı. Bu zevatın düşüncelerinde evvela hilafet ve saltanatın muhafaza ve bekası hâkim oluyor, ancak ondan sonra milli menfaatleri düşünebiliyorlardı. Hâlbuki asıl olan vatan ve milletti”.(5)
Mustafa Kemal Şişli’deki evinde İsmet Bey’le de görüşmüştü. İsmet bey harbiye Nazırlığında Müsteşar olarak görevli bulunuyordu. Paris’te yapılacak barış konferansı için gerekli belgeleri hazırlıyor ve buraya gönderilecek Türk heyetine üye seçilebileceğini tahmin ediyordu.(6) Mustafa kemal İsmet Bey’i masa üzerine yaydığı bir haritanın başına getirerek “Anadolu’ya gitmek için en iyi yolun hangisi olduğunu ve bir direniş hareketine girişmek için en elverişli bölgenin hangisi olduğunu” sordu. İsmet Bey dikkatle haritayı inceledikten sonra “Demek kararınızı verdiniz dedi ve ilave etti “Anadolu’ya gitmek için bir sürü yol ve bir sürü de yer var. Ne yapacağınızı bana ne zaman söyleyeceksiniz?”. Bu soru üzerine Mustafa Kemal arkadaşına “Zamanı gelince” cevabını verdi.(7)
Kazım Karabekir’de Doğu Anadolu’ya Kolordusu başına giderken Mustafa Kemal’e Türkiye’nin kurtuluş ümidinin Doğu Anadolu’da olduğunu söylemiş ve onu Anadolu’ya davet etmiştir. Kazım Karabekir’in ziyareti Mustafa Kemal’in kesin kararını vermesine yardımcı olmuştu.(8) Artık yapılacak iş belirginleşmişti. Anadolu’ya geçilecek, orada özellikle Ankara ve Erzurum’daki iki kolordunun çekirdeğini teşkil edeceği bir milli direniş hareketi başlatılacaktı.
Beklenen fırsat, İngilizlerin baskısı sonucunda kendiliğinden doğdu. Samsun’da görevli İngiliz komutanı Yunanlıların bu bölgede, bağımsız bir “Pontus Krallığı” kurma amacı peşinde olduklarını açıklayan bir rapor göndermişti. İşgalcilerin Yüksek Mütareke komisyonu adını verdikleri komisyon; kendi kontrolleri altında bulunan Rumlara uslu oturmalarını tavsiye etmesi gerekirken ters bir tutum almış ve raporu Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya ileterek hükümetin Rum köylerini, Türk tecavüzünden korumak, kanun ve düzeni yeniden kurmak için derhal önlem almasını talep etmişti. Ayrıca bunun bir insanlık görevi olduğunu belirterek, hükümetin bunu yapmaması halinde işgal kuvvetlerinin duruma el koymak zorunda kalacakları tehdidini de ihmal etmemişti.(9)
    İşte gelişmelerin böyle bir istikamet almasından, geçirdiği acı tecrübeler nedeni ile ürken Damat Ferit hükümeti, Karadeniz bölgesine her türlü kargaşalığı önleyecek kapasitede bir adam arayınca; kendisine Mustafa Kemal’in adı empoze edildi.(10) Bazı tereddütler giderildikten sonra Mustafa Kemal “Ordu Müfettişi” unvanıyla Anadolu’da görevlendirildi.(11)


DİPNOTLAR:
(1)  Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s.24-25 (Altın Kitaplar, Türkçesi Mehmet Sandor, Onuncu Basım, İstanbul-1988)
(2)  Cemal Kutay, Ardında Kalanlar, s.130 (İstanbul-1988); Bknz. Ceyhun Atuf Kansu, Atatürkçü Olmak, s.5-11 (Varlık Yayınları, İstanbul-1980)
(3)  Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.31
(4)  Zeki Arıkan, Mütareke ve İşgal Dönemi İzmir Basımı , s. 85 (Türk Tarih Kurumu, Ankara-1989)
(5)  A. F. Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.39
(6)  Kinross, Atatürk , s.187
(7)  Paraskev Paruşev, Atatürk Demokrat Diktatör, s.121 (Naime Yılmazer, E Yayınları, 1973-İst), Kinross, Atatürk, s.187-188
(8)  Kinross, Atatürk, s.188-189; K. Karabekir, İstiklal Harbimizin Esasları C.1-s.35 (Sinan Matbaası, 1933-1951)
(9)  Kinross, Atatürk , s. 188-189; K. Karabekir, İstiklal Harbimizin esasları. C.I. s.35 (Sinan Matbaası, 1933-1951)
 (10) Dankwart A. Rustow, Atatürk as an Institation-Builder, s.61 (Ali Kazancıgil and Ergun Özbudun, Atatürk, London-1981). Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.62
(11)  Sadi Irmak, Atatürk, Bir Çağın Açılışı, s.74-76 (Inkilap Yayınevi, İstanbul-1984), Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s.168-171  (Bateş A.Ş., İstanbul-1984), Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, s.12-13 (Sel Yayınları, Atatürk Kütüphanesi, 5, İstanbul-1955)

Dr. M. Galip Baysan

Tünay Süer: Soma’da devlet terörü!
ÇHD 'li avukatlar dün Soma faciasındaki sorumluların cezalandırılması için savcılığa suç duyurusunda bulunmuşlardı.
Vay siz misiniz suç duyurusunda bulunan hesabı bugün Eğitim -Sen’deki toplantıdan çıkan ÇHD li avukatlara ve öğretmenlere polis sert müdahale ederek ters kelepçe ile gözaltına aldı.
Bu bir rezaletin ötesinde devlet terörüdür.
Avukat ve öğretmenlere gaz sıkmaları yetmedi, yerlerde süründürdüler, üstlerine çıkıp kelepçelediler. İçlerinde yaralananlar oldu bir kişinin kolunun kırıldığı haberini Halk Tv den öğrendik.
Hani başbakan SOMA ‘da kendisine yapılan protesto için bunlar 30 Martta derslerini alanlar, bunlar teröristlerdir demişti ya kimin terör yarattığı işte ortadadır.
                                                          ***
140 kişinin bulunduğu H panosundan 6 arkadaşıyla kurtulan Mehmet Ali Dinçer’in anlattıkları tüyler ürpertici inanın.
 Madende hayatını kaybeden  elektrik teknisyeni Ergün Sidal, kabloların yükü kaldıramadığını 17 gün önce tespit ederek yönetimi her gün uyarmış., “Burada büyük felaket olacak, kimse bunun altından kalkamaz” demiş ama ne yazık ki kimse dinlememiş.
Olaydan 10 gün önce temiz hava veren fanlar bozulmuş, oksijensiz kalan 4 işçimiz hastaneye kaldırılmış.
Trafo patlaması ile yangının başlamasında ilk müdahale de yanlış yapılmış.
Madene ilk giren yetkili, “Bunlar için yapacak bir şey yok” demiş. Oysa Mehmet Ali Dinçer’in 
İddiasına göre arkadaşlarının çoğu o sırada sadece bayılmışlar ve yaşıyorlarmış.
S -panosundaki 140 kişi yanlış yönlendirildiği için ölmüşler.
Mehmet Ali Dinçer yine çok vahim bir iddiada bulunmuş.
Facia günü, bana ve yangından sağ kurtulan diğer arkadaşlara para teklif ettiler.”
Neden para teklif ettiler dersiniz?
İşte meselenin özü başbakanın dediği gibi ,Bunun yapısında, fıtratında bunlar vardır” değil taammüden insan kıyımıdır. Cinayettir.
Şimdi öğrendiğimize göre Soma’ya giren bütün girişler tutulmuş ve içeri giriş protesto yasaklanmış.
İlk yardım Hastanesine hastanız olsa bile giriş yasaklanmış.
İktidarın sakladığı bir şeylerin olduğu ortada! Bazı delilleri yok etmek suçu örtmek gibi…
                                                                ***
Sömürücüler! Burjuva takımı
Merhamet duygusu yerine benliklerini çıkar sarmış.
Allah yüzlerinden nur ilahiyi almış!
Gözlerimizin içerisine baka, baka yalan söylüyorlar.
Utanmaları da kalmamış!
Onlar, sanki insan kılığına girmiş bir acayip yaratıklar.
Bir öğün yemek paralarına,
Garibim otuz gün yerin kaç kat altında.
Kazma sallıyor, kara elmas denilen ölüm çukurunda.
Bu mu ileri demokrasi? Bu mudur adalet?
Eğer evet diyebiliyorsan, yere batsın böyle demokrasi ve adalet
Sorumsuzluk, denetimsizlik, açgözlü sermayecilik,
Taşeronlanlaştırma ve özelleştirmecilik,
Bir yanda Karun kadar zenginlik .
Diğer yanda sedyede bir şehit, çorapları delik!
Çıkmış kürsüye fetha veriyor,
Kişi başına on bin dolar diyor.
Sanki garip gureba ile alay ediyor.
                                                        ***
Aslında bu milletin yarısı halen uyuyor ve gerçekleri görmüyor.
Başbakan konuşurken adeta kitap yazıyor dinden, imandan söz ederek bir kesimi efsunluyor.
Uyan be halkım uyan. Ne olursun uyan artık!
                                                       ***
Türkiye ağlıyor Soma’daki faciaya. Yüzlerce maden işçimiz ihmal yüzünden iki kuruş aylık için canlarından oldular.
Yüzlerce eve ateş düştü. Çocuklar babasız, kadınlar kocasız, ana ve babalar evlatsız kaldılar.
Yaşanan acının tarifi yok.
Bu acıya sebep olanlar şimdi utanmadan kıvırtıyorlar. İnanmayın!
AKP li Vekillere…
CHP altı ay önceden önerge vermiş yirmi gün önce tekrarlamıştı.
Her zamanki gibi oylarınızla ret ettiniz.
Altı ay önce araştırma komisyonu kurup inceleme yapsaydınız bu faciayı yaşamazdık.
Tüm yitirdiğimiz canların suçlusu sizlersiniz ey AKP li vekiller!
Bu kıyıma, olağan şeylerdir, literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında, fıtratında bunlar vardır demek için insan biraz utanır,biraz sıkılır yahu.
Bu bir kaza değil bal gibi de cinayettir. Bu cinayetin mesulü de A-KE-PE dir.
Ya sen kimsin, kendini ne sanıyorsun başbakan?
Halkın bir kesiminin oyları  , biraz da hile hurda ile o makama gelen bir fanisin.
Soma’da acılı vatandaşların protestolarına tahammül edemedi ve yüzlerce korumanın arasında aslan kesilerek ;
"Sen bu ülkenin Başbakanı'na yuh çekersen tokatı yersin' diyerek bir maden işçisine tokatı patlatıveriyor.
Bu yetmedi polislerin yaka paça yere yatırıp etkisiz hale getirdiği işçiye Müşaviri Yusuf Yerkel denen adam basıyor tekmeleri.
Eh! Vallahi YUH olsun… Hem de bin kere.
Kravatlı şehir magandası mısın sen be adam?
Ya polislere ne demeli?
Kurbanlık koyun gibi tuttukları kişiyi tekmelettirmekle suç işlemiyorlar mı?
                                                    ***
İki akşamdır Kadıköy silah ve atılan gaz bombalarının sesleri ile sarsılıyor.
Sanırsınız ki savaş var.
Sanırsınız ki düşman işgal etmiş memleketi.
O kadar yoğun gaz atılıyor ki Altıyol ile evim arasında 5 durak mesafe varken gaz kokusu buralara kadar ulaştı. Pencereleri kapatmak durumunda kaldım ve lanetler okudum.
Tepede bir düşman helikopteri projektörü açık Moda, İskele, Altıyol arasında dolanıp duruyor.
İnanır mısınız peş peşe silahlar, bombalar patlıyor ardından.
Bu ne yahu?
Tayyip halka resmen savaş açtı.
Halkı sindirmek, eve kapatmak istiyor.
Kendi korkularını yenmek adına!.
Esat, ülkesini korumak için yedi soysuz düvelle savaşıyor, Tayyip ise makamını…
Tayyip’in halktan ödü patlıyor! Üç beş kişi bir araya gelse gaz bombaları, silahlar sıktırıyor.
Daima beş bin koruma ile dolaşıyor. Şu işe bakın ya! Kendi halkından korkan başbakan…
Ey Tayyip Erdoğan; halktan değil ama sık, sık ağzından eksik etmediğin Allahtan kork sen.
O karanlık çukurda sizin yüzünüzden can veren şehitlerin ruhlarından kork.
Karbonmonoksiten ölen madenciler için 'tatlı bir ölümdür' diyen o profesör bozuntusuna da iki çift sözüm var. Allah sana da öyle tatlı ölüm nasip eylesin inşallah!
13 Mayıs 2014 tarihimize asla iş kazası olarak değil, işçi katliamı, toplu cinayet olarak geçecektir. İstediğiniz kadar üzerini örtmeye kalkın.

Tünay Süer

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget