Ocak 2013
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

İzlediğiniz filmlerden de olsa, mutlaka fark etmişsinizdir; faili ortada olmayan bir olayla karşılaştığında polis bu işi kimin yaptığını ya da yaptırdığını araştırırken önce şunu düşünür: “Bu işten kimin çıkarı var?”

Gerçekten de özellikle ülke meselelerinde bazı karmaşık olayların nedenini ararken yürütülmesi gereken temel mantık bu olmalı:
“Bu işlerden kimin çıkarı var?”

Şunlarda mutabık mıyız?

1)Bu gün göbeğinde Türkiye’nin de bulunduğu Ortadoğu bölgesinde emperyalizmin demokrasi getirme bahanesini ileri sürerek ama aslında enerji kaynaklarını kontrol altına almak için yaptığı; sivil-askeri, görünen-görünmeyen, bilinen-bilinmeyen, sert-yumuşak yutulan-yutulmayan türlü çeşitli müdahaleleri vardır.

2)Bu etkinin bölgedeki “bütün iktidar sahiplerini” baskı; bir kısım muhalefeti etkisi altına aldığı,- bırakalım iktidar değişikliklerini- bölgede ulusal sınırların bile yeniden çizilmek istendiği, bazen resmen bazen “pardon” diyerek ortaya yeni yeni haritalar atıldığı, bir dost ve müttefik (!) ülkenin her ne hikmetse taa Atlantik’in ötesinden, dostu (!)Türkiye’ye dahi kendine göre yeni sınırlar biçtiği bir gerçektir.

3.Bu tertipten kendisine demokrasi getirilen (!) ülkelere demokrasi yerine en hasından şeriatın geldiği, ortalığın her geçen gün biraz daha kan gölüne döndüğü, işlerin giderek daha da içinden çıkılmaz hale geldiği ortadadır.

4.Emperyalizmin bir ülkede bu tür işlere girerken; önce anti-emperyalistleri, yani emperyalizme karşı çıkan, kendi sınırlarını, kendi düzenini, kendi ekonomisini, kendi halkını koruyan yurtseverleri hedef alıp başlarına çorap ördüğü, işin raconu gereği değil midir?
Buna karşılık herhangi bir ülkede emperyalizmin işini bilerek ya da bilmeyerek kimler kolaylaştırır dersiniz?
Söyleyelim; başta “Emperyalizme karşı çıkanlara karşı çıkanlar”
Ne yaparlar?
“Milliyetçilik faşizmdir, kafatasçılıktır, ulusalcılık gericiliktir, etnik ayrımcılıktır…”

Hoppala!
İyi de, bu kan gölüne dönmüş bölgede, bu gemisini kurtaranın kaptan sayıldığı ekonomik krizde, eğer bir siyasi görüşün sahipleri “Aman, önce sınırlarımıza mukayyet olalım, bizi bölme planlarına karşı çıkalım, halkımızın birlik ve beraberliğini bozarak kendi emperyal emellerine ulaşmak isteyenlere dur diyelim, ekonomimizi yabancılara teslim etmeyelim, kimse bizim sırtımızdan komşularımızın iç işlerine karışıp bizi hasım durumuna getirmesin, bizi birbirimize düşürmesinler demek; yurtseverliğin, ulusçuluğun, ulusalcılığın ya da milliyetçiliğin ta kendisi ise, bunun neresi faşizmdir, neresi gericiliktir, neresi etnik ayrımcılıktır?

Yurtseverliği, ulusalcılığı savunanlar gelip sizi Ortaçağ düzeninin bağnazlığına, geri kafalılığına yönlendirmiyorsa, şeriata özendirmiyorsa bunun neresi gericiliktir?

Kafataslarınızı ölçüp “bu olmaz, bu da olmaz” “bak bu tam benim kafama göre” demiyorlar, bu ülkenin bütün yurttaşlarını eşit görüyorlarsa, etnisite üzerinden tartışmaya da siyasete de hayır diyorsa neresi faşizmdir?

Birileri ekonominizi uluslararası tekellerin kucağına atarken onlara karşı çıkıyor, önce bu halkın ekonomik çıkarları gelir, halkımızı sömürtmeyiz diyorsa neresi yanlıştır?

Siz hiç gerçek antiemperyalizmde, gerçek sosyal demokrasilerde etnisiteye göre davranılacağını, aynı ulusun evlatlarına farklı farklı davranılabileceğini söyleyebilir misiniz?

Diyelim ki siz bu “yurtsever” siyaseti beğenmediniz…
Birileri de çıktı; “bak ne güzel haritalar çiziliyor, bırakalım herkes kendi bahçesini çevirsin dedi.
Döndü, emperyalist dostlarımız ne yaparsa güzel yapar, bırakalım bizim üzerimizden komşuları da düzeltsinler dedi.
Döndüler, bir ülkenin halkını bir arada tutan en önemli unsur olan “dil” birliğini hafife aldılar, gittiler yabancı sermaye gelsin de nasıl gelirse gelsin; bana kaça satarsa, giderken neyi götürürse götürsün” dediler…
Hatta bu ülkeyi yedi düvele karşı savaşarak kuranları, çökmüş bir imparatorluğun küllerinden çıkarıp bu güne getiren Mustafa Kemal’i de reddettiler, böyle bir düzen kuracak idiyse hiç kurtarmasaydı şimdi işler ne kolaydı dediler…
O idealist kadronun dişinden tırnağından arttırıp kurduğu devasa işletmeleri de “babalar gibi satalım” “üçe beşe bakmayalım” dediler…

Bu arada sözüm ona; onların karşılarındaki birileri de bu yapılanlara sus pus kaldı, kendi hesaplarına geldiği için onlara karşı çıkan gerçek yurtseverlere “faşist”, “gerici” “ayrımcı” falan deyip tavır aldılar.
İçiniz rahat eder mi?
Benim etmez, canım siyasettir olacak o kadar dense de etmez.
Kafası biraz karışanlarınki de etmesin.
Zihinlerini berraklaştırmak için en başta söylediğim gibi bir düşünsünler.

Düşünsünler bakalım; bu bölgede birileri kendi hesaplarına göre haritalar çizer, demokrasi diyerekten ama her nedense şeriatin en hasını, komprodorun en önde gidenini iktidara getirmeye çalışır, ortalığı bu kan gölüne çevirir iken, bizdeki bu anlamsız siyasi çatışmalarda kimleri kendilerine en yakın, en “işini kolaylaştırıcı” bulurlar?
Bu işlerde bilerek- bilmeyerek kimler kimlerin değirmenine su taşımaktadırlar?
Bu tabloda yurtseverlere, ulusalcılara “karşı” çıkanlar acaba –el mahkum- kimlerle yan yana düşmektedir?
Kan gölünü yaratanlar acaba kimleri alkışlamakta, kimleri ileri demokrasinin(!) havarileri görmektedirler?

Bu işlerde size göre de bir gariplik varsa bakın bakalım; bu durum kimlerin işine yaramaktadır.
Onu bulun, bu gün şikâyet ettiğiniz ama nedenini ulusalcılar olarak gördüğünüz çok şeyin “faili”ni elinizle koymuş gibi yakalayacaksınız demektir.
Hele bir de “sosyal demokratım” diyorsanız; yani emperyalizmin ne olduğunu, emperyalizmle aynı çizgiye düşmenin ne olduğunu, onların “temel içgüdülerinin” demokrasi ya da halkların mutluluğu değil, sadece kazanç hırsı olduğunu, böl ve yönet siyasetini, yurtseverlik olmadan solculuğun, antiemperyalistliğin olamayacağını biliyor olmalısınız.

Parçalanan Yugoslavya’yı hatırlayın; Irak’ı, Tunus’u, Libya’yı, Mısır’ı, Suriye’yi düşünün…

Sonra içiniz elveriyorsa; verin buralara demokrasi getirenlerle (!) el ele, onlar neyi beğeniyorlarsa, sizi hangi durumda ve neyle uğraşırken alkışlıyorlarsa aynen onu yapın.

Dün, Balyoz Davası‘nda 16-18 yıl hapis cezasına çarptırılan altı generalin birlikte imzaladığı bir mektup aldım. Orgeneral Bilgin Balanlı, Koramiral Abdullah Can Erenoğlu, Koramiral Deniz Cora, Korgeneral Rıdvan Ulugüler, Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tümgeneral Halil Helvacıoğlu, 29 Ocak 2013 tarihini taşıyan mektuplarında, kendilerini mahkûm eden mahkemenin gerekçeli kararı ile bu karardan önce yandaş medyada yayınlanmış bazı yazıları bir araya getirmişler...
İlginç benzerlikleri görmeniz için bu çok uzun mektubu zor da olsa özetleyerek yayınlıyorum:

***
Yeni Akit‘ten Ali İhsan Karahasanoğlu, 26 Mart 2012’de, “CD içeriğindeki belge, Office 2003’de herhangi bir font seçilmeden yazıldığında o zamanki varsayılan fontla kendisini gösterir. Ancak o yazıyı Office 2007’de okumak için açarsanız varsayılan font değiştiğinden Calibri ile gösterilir. Bu değişiklik, CD içerisindeki bilgilerin aslında ilk defa 2003 yılında oluşturulduğu gerçeğini değiştirmez” şeklinde bir iddiada bulunmuştur.
Mehmet Baransu, 6 Nisan 2012 tarihli Taraf’taki “Balyoz ve Gerçekler (11)” başlıklı yazısında, bir takım kişiler ile yaptığı görüşmelere ve Microsoft’un internet sitesine atıfla; “Bir dosya, 2007 sürümü öncesi hazırlanmışsa, bu dosyayı 2007 sürümünde açtığınızda yazı karakteri otomatik olarak değişebilir ve dosya ilk kez kaydedilmiş gibi görünebilir” iddiasını ortaya atmıştır.
Yine 5 Ocak 2013 tarihli Zaman Gazetesi‘nin internet sayfasında, “Balyoz’da gerekçeli karar öncesi delil çürütme gayreti” başlığı altında, “Bilişim uzmanları, ‘Office 2003 ile üretilmiş bir dosyanın Office 2007 ile açılıp kaydedildiğinde, oluşturulma şeklinin Office 2007’ye dönüşeceği, dosyanın oluşturulma tarihinin ise 2003 şeklinde kalacağı teknik bir gerçektir’ ifadelerini kullanıyor” şeklinde bir haber yer almıştır.
Şimdi de bahse konu haberlerden günler ve aylar sonra 7 Ocak 2013‘te açıklanan gerekçesiz gerekçeli (!) kararın 1039’uncu sayfasına bir bakalım. Burada; “Bizzat Microsoft’un açık kaynaklarda verdiği bilgiye göre 2003 yılında yazılmış olan bir word belgesi 2007 yılında yeni versiyon yüklü bir bilgisayarda açıldığında, sanki 2007 yılında hazırlanmış gibi görüneceği” ifadesine yer verilmiştir.
Ne kadar ilginç değil mi? Üç ayrı basın mensubu gerekçeli (!) kararda yer alan bu asılsız gerekçeyi günler ve aylar önce hemen hemen birebir bilebilmişler.
Türk milleti adına yargılama yapan mahkeme ise, açık kaynaklarda yayınlandığı öne sürülen bilgileri esas alarak ısrarlı taleplere rağmen bir bilirkişi incelemesi yaptırmadan bu asılsız, gülünç, hukuk, akıl ve bilim dışı iddiaları olduğu gibi kabul etmiştir.
Şimdi soruyoruz:
Bu gerekçeli (!) kararı kimler yazdı?

***
Bir de şu “güncelleme” iftirasına değinelim.

Mehmet Baransu’nun 6 Nisan 2012 tarihli Taraf‘ta yayınlanan “Balyoz ve Gerçekler (11)” başlıklı yazısında şu asılsız iddiada bulunuyor:
“Balyoz sanıkları arasında bulunan Ergin Saygun, Süha Tanyeri gibi kişiler 2007 sonrası listelerin güncellenmesinde, hazır listeleri kullanmış ve dosyaları güncellemişlerdir. Kaldı ki bu güncelleme itirafı da bana ait değil. Balyoz ses kayıtlarında listelerin güncellendiği ile ilgili sanıkların ağzından yalanlayamadıkları sayısız örnek verdim.”
Mahkemenin ve güncelleme iddiasında bulunan basın mensuplarının güvendiği TÜBİTAK bilirkişi raporunda bile, CD’lerin son kaydetme tarihlerinin 2003 yılı ve öncesine ait olduğu, CD’lere sonradan ekleme yapılmadığı ve bu CD’lerin özelliği itibariyle üzerine tekrar kayıt yapılmasının imkânsız olduğu belirtilmektedir.
Ayrıca incelemelere göre, direkt dijital veriler Office 2007 programı ile değil, adli bilişim programları ile yapılmıştır. Bunlara rağmen, Baransu’nun güncelleme konusundaki asılsız iddiasını bir adım daha ileri götüren Taraf yazarı Alper Görmüş ise, 17 Nisan 2012 tarihli yazısında akıllara durgunluk veren bir iddiada bulunarak, “11 No’lu CD darbecilerin öz malıdır. Darbenin hafızasını her daim taze tutmak için CD’deki dosyalarda yer alan bilgileri sürekli güncelliyorlardı. Yeni bir bilgi girdiklerinde ise bilgisayarın tarihini bir istihbarata karşı koyma tekniği çerçevesinde manuel olarak eskiye ayarlıyorlardı. Ki böylece, ola ki belgeler deşifre olduğunda zamanlama çelişkilerini öne sürerek ‘Her şey sahte, her şey senaryo’ iddiasını öne sürebilsinler’ demiştir.
Gerekçeli (!) kararın 1023, 1037, 1038 ve 1039‘uncu sayfasında da “güncelleme” konusunda bu iki basın mensubunun asılsız iddiaları ile örtüşen ifadeler yer almaktadır.
Tüm bunlara tesadüf demek mümkün müdür?
Adı geçen basın mensupları “güncelleme” iddiası konusunda böyle bir öngörüde bulunabilmişler de neden şunları hiç sorgulamamışlardır?
Mahkeme teknik bir bilirkişi incelemesi yaptırarak ceza hukukunda esas olan maddi gerçeğe her türlü şüpheden uzak bir şekilde ulaşamaz mıydı? Mahkeme, delillerin tartışılması safhasını atlamayarak gerekçeli (!) kararındaki iddialarını somutlaştıramaz mıydı?
Bunları neden yapmadı?
Yoksa gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleme gayreti içine mi girilmişti?
Mahkeme şu basit soruları bile sormamıştır:
Güncelleme yapıldı ise neden herkes 2003 yılındaki rütbe ve görev yerlerinde duruyor?
2000 yılı ve daha öncesinde vefat eden personel, neden listelerden çıkarılmadı?
2003 yılında 14 yaşında olan bir orta son sınıf talebesi çocuğun ismi neden hâlâ listelerde yer alıyor?
Neden kısmi güncelleme yapıldı da tüm dijital verilerde güncelleme yapılmadı?
Ayrıca, bilerek çelişkiler oluşturduğu iddia edilen sanıklar, kimliklerini gizlemeyi mi unuttular?
Bir kez daha soruyoruz:
Bu gerekçeli (!) kararı kimler yazdı?

*****
GÜNÜN SORUSU

Sorum; Balyoz Davası‘nını karara bağlayan mahkeme heyetine:
Gerekçeli kararı yandaş medyadaki yazıları dikkate alarak hazırlamadıysanız; nasıl oldu da o yazarların yaptığı yanlışları, aynen tekrarladınız?

Hayret ki ne hayret, bugüne kadar susanların hepsi konuşmaya başladı ve üstelik öyle konuşuyorlar ki olayları en yakından takip edenlerin, ne söylenip neler yapıldığını bilenlerin bile “vayy, belki de ben yanıldım, yanlış duydum veya hiç söylenmedi de ben halusinasyon gördüm” diye şüpheye düşmesi işten değil.
Emrindeki yüzlerce subay, silah arkadaşı olan komutanlar “onun döneminde darbe hazırlığı yaptıkları ve bir seminerle de provasını gerçekleştirdikleri” iddiasıyla tutuklandığında (Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ “terör örgütü lideri olmak” gibi akla hayale gelmeyecek komiklikte bir iddiayla
-ki yabancı basın bile komikliğini yazmıştır- tutuklandığında da) yıllar boyu ağzını açmadan Fransız kesilen Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök konuşmuş..
Çok acıklı, duygulu bir konuşma.. Kendisine o tutuklamalar sırasında “neden sustuğu” sorulduğunda verdiği “kasaptaki ete soğan doğramam, manavdaki kerevize limon sıkmam” gibi muhteşem!! cevaplarla tarihe geçmişti, şimdi (Başbakan yargıyla ilgili eleştiri yapar yapmaz) kasaptaki etin “piştiğine” karar vermiş olacak ki soğan doğruyor, hatta salçayı bile koyuyor, bir “maydanoz” eksik.. Hatta dikkatle bakınca maydanoz da ortada..
Ve nihayet “tutuklu askerlerden büyük bir çoğunluğun hiçbir günahı, suçu olmadığını” söylüyor.

DEFALARCA SÖYLEMİŞ... MİŞ!

Daha önce her konuşmasında “tutuklananların bir şeyler yaptığını” bir şekilde ima etmiş olmasına rağmen toplumun hafıza zayıflığına güvenerek ve “daha önce defalarca söylediğim gibi” diye birkaç kez tekrarlayarak son yılların modası “ yanıltma”yı da eksik bırakmıyor..
Başbakan Erdoğan’ın “tutuklu askerlerin durumuna ilişkin” yaptığı açıklamayı desteklediğini belirterek başlıyor (Aferin, önce korkuyu sağlam temele yüklemek gerek).. Sonra yargıya aynen onun söylediklerini tekrarlıyor; “Kesin delil varsa ver hükmü, bitir işi.. Yok da yüzlerce subayı, astsubayı örgüt elemanı olmaktan veya örgüt kuran olarak, hele hele Genelkurmay Başkanı’nı bu şekilde değerlendirirseniz gerçekten TSK içindeki bütün moral değerleri altüst edersiniz” diyor..

YARGIYA MÜDAHALE!

“Böyle bir durumda sadece TSK değil, tüm ulus bu sıkıntıyı değerlendirme arzusuyla doludur. TSK’yı terörizmle ilişkilendirdiğiniz zaman işler çok değişir ve konu acıklı hale gelir. Durumun en kısa zamanda düzeltilmesi gerek, yasama-yürütme-yargı koordineli bir çalışmayla bu üzüntüyü ortadan kaldırmalı” diyor.. Hani kendisi daha önce aynı dava konusunda tutuklamalar ve dahi mahkumiyet kararları sonrasında “yargıya güvendiğini, verdiği kararları adil bulduğunu” söylemişti.. Hilmi Özkök’ün görüşlerinin “Başbakan’a paralel” olarak değiştiğini görmek o “tüm ulus”un ve TSK’nın moralini daha da fazla bozmayacak mı?
Yıllardır operasyonlar, tutukluluklar aralıksız sürerken sustu da şimdi mi aklı başına geldi ya da koskoca orgeneral o zaman korktu da şimdi mi cesaretlendi demeyecekler mi? Ayrıca, sadece “tutuklular”dan söz ediyor; madem ki yargıya müdahaleye karar vermiştir (ki “özel yetkili mahkemeler”in hukuk dışı olduğu ve bu nedenle kaldırıldıkları bilindiğine göre “yargı” bile sayılmazlar ama) acaba haklarında 18-20 yıl mahkumiyet kararı verilen subaylar, generaller için söyleyeceği bir şey yok mudur?

SAHTE DELİLLERE SUSTU!

Örneğin “sahte oldukları bilirkişi raporlarıyla kanıtlanan CD’ler, deliller gerçek kabul edilerek yanlış hüküm verildiği”ni, o sahte delilleri de “dönemin Genelkurmay Başkanı olarak” en iyi kendisinin anlayacağını çok daha önceden söyleyemez miydi? Bunu rahatça yazabilirim çünkü kendisi gibi “olayların dışında bırakılmış, tüm sanık taleplerine rağmen mahkemeye çağrılarak ifadesi bile alınmamış” olan Aytaç Yalman; “dönemimizde bir darbe hazırlığı yapılmışsa bu konuda sadece ben ve Hilmi Özkök konuşabiliriz, en iyi biz biliriz” sözlerini telefonda (kendisini programa davet ederken) bana söylemiş, ben de defalarca TV’den ikisine “neden bildiklerinizi açıklamıyorsunuz” diye sormuştum. (Aynen 27 Nisan muhtırası dillerden düşürülmezken muhtıranın sahibi Büyükanıt’ın kenara çekilmesi gibi..)
Bence hazır kasaptaki et soğanıyla pişerken biraz daha düşünsün, hatırladığı çok şey olabilir.. Malum ortamın ürkütücülüğü, sivil-asker yüzlerce insana yapılan hukuksuzluklar, yanlış mahkeme kararlarıyla topluma salınan korku, TSK’nın moral bozukluğu zirveden eleştiriliyor artık.. Her ne kadar mantığı olanlar “iyi de kim kimi eleştiriyor, kim istedi de oldu bunlar” diyorsa da kendisi konuşabilir..
Aman yemeği yakmadan!

*****
Başbakan’a öneri!

Bir de “gazeteci” kisvesi altında siyasi militanlık yapan, daha insanlar için tutuklama kararı çıkar çıkmaz ekranlardan-köşelerden onları mahkemelerden önce “darbeci” veya “terörist” damgası yapıştırıp mahkum eden, ailelerine-çocuklarına bir de bu üzüntüyü yaşatan, hatta bunları “kendi meslektaşlarına bile” yapan yüzü kızarmazlar var..
Şimdi de köşelerinden Başbakan’a “onlar sizi yasaklatacaklardı, kafanıza balyoz indireceklerdi, Hilmi Özkök dik durmasaydı şöyle olacak, böyle olacaktı. Yargının moralini bozmayın” diye öneriler getiriyor, tarihten, eski savaşlardan filan örnekler bularak onun değişen söylemine karşı çıkıyor, provoke etmeye çalışıyorlar.. Tamam, artık toplum ve şüphesiz Başbakan’ın kendisi de onları ve nasıl bir niyet ve kin içinde olduklarını gayet iyi biliyor ama bir nokta daha var..
“Dik durmasaydı” diye övdükleri Özkök de şimdi “Ben yürekten inanıyorum ki tutuklananların büyük bir çoğunluğunun hiçbir suçu, günahı yoktur” dediğine göre ne yapacaklar? Ondan da iyi bildiklerini söyleyerek Özkök’e de mi öneriler getirecekler?
Darbe karşıtlığı “darbeden farksız başka hukuksuzlukları, insan hakkı ihlallerini” onaylamak ve kendi de yapmak değildir. Yargısız infaz değildir, sahte olduğu bilirkişi raporlarıyla ispatlanmış delillerin “delil kabul edilmesi”ne göz yummak değildir.. Bu yaptıklarının adı da “gazetecilik” değildir!

Salı günü Hadımköy’de tutuklu muvazzaf subayların kaldığı askeri cezaevine gittim. Tutuklular arasındaki en yüksek rütbeli amiral Can Erenoğlu ile konuştum. Koramiral Can Erenoğlu, tutuklu olmasa, oramiralliği gelmiş iki koramiralden biri. Önce Donanma sonra da Deniz Kuvvetleri Komutanı olma olasılığı yüksek bir subay (dı). Herhalde bu şansı yok denecek düzeye indi.
Erenoğlu kendilerinden “rehin veya tutsak” olarak söz ediyor. Ağzından “tutuklu veya sanık” kelimesi hiç çıkmıyor. Tamamı düzmece ve sahte belgelerle yargılandıklarını söyleyen Erenoğlu “Hain olarak tanımlayacağımız bir dijital terör çetesinin kurbanı olduk, ne yazık ki mahkeme gerçeği ortaya çıkarmak için değil adeta gerçeği örtmek için çaba harcadı ve hepimizi birden mahkûm etti” diyor.
“Örneğin” diye söze giriyor Erenoğlu, “Tekirdağ Cezaevi’nde yatan bir mahkûm savcılığa bir suç duyurusunda bulunmuştu. Bu kişi bizlerin tutuklanmasına neden olan sözde Balyoz belgelerini uzun beyaz saçlı bir emekli binbaşı ile bir Amerikalı’nın bir AKP milletvekiline getirdiğini öne sürüyordu. Bu milletvekili Ankara’daki ofisinde bir ekiple birlikte bu belgeleri sıralamış; eklemeler ve çıkarmalar yapılmış, bazı sahte belgeler eklenmiş ve ondan sonra bavulla medyaya servis edilmiş. Bu suç duyurusunun dikkate alınmasını ve adı geçen kişinin dinlenmesini talep ettik. Mahkeme bunu reddetti.”
İmzasız ihbar mektuplarına bile önem verip operasyon yapanların bu suç duyurusunu hiç dikkate almamaları gerçekten ilginç. Bu konuda birkaç yazı yazmıştım. Sonunda suç duyurusunu yapan Orhan Aykut cezası bittiği için tahliye edildi, ancak yaptığı suç duyurusu reddedildi.
Daha sonra Balyoz sanığı bazı subayların aynı konudaki başvurusu da yine mahkeme tarafından reddedildi. Mahkemeler isimsiz imzasız ihbarlara rağbet ediyorlar ama gerçek kişilerin ifadelerine kulak asmıyorlar. Garip. Koramiral Can Erenoğlu “Bir suçumuz varsa cezamızı çekeriz. Ama bize komplo kurulduğu çok ortada. Bizler bu komploları kuranların ortaya çıkarılmasını istiyoruz. Gerçek ortaya çıkmalı. Halk bunu öğrenmeli” diyor.
Kendilerini suçlamak için dayanak olarak kabul edilen 11-16 ve 17 nolu CD’lerle 5 nolu hard diskin bilirkişi incelemesinin yaptırılmadığını hatırlatan Erenoğlu “Uluslararası kuruluşlara bunların incelemesini yaptırdık. Sahte oldukları ortaya çıktı. Ancak mahkeme resmi bir bilirkişi raporu istemedi, ortaya çıkan sahtecilik kanıtlarını incelemedi, kararını verirken bunu hiç dikkate almadı” diye konuşuyor. Belge ve kanıt diye ortaya konulan dijital verilerde 2000’e yakın maddi hatanın bulunduğu ve kanıtlandığını da söyleyen Erenoğlu “Mahkeme bunların da hiçbirini dikkate almadığı gibi ilgilenmedi bile” diyor.

*****
Deniz Kuvvetleri güvenlik soruşturması açmıyor

Koramiral Can Erenoğlu ile konuşurken çok ilginç bir bilgi aldım. Erenoğlu “Donanma Komutanlığı’nın döşeme altından bizi suçlayan düzmece belgeler çıktı. Biz bunların kasıtlı olarak oraya yerleştirildiğini düşünüyoruz. Ama diyelim ki hepsi doğru” dedikten sonra beni de çok şaşırtan konuyu anlattı.
Erenoğlu “Çıkan ne olursa olsun, sonuçta Donanma Komutanlığı’nda bir güvenlik zafiyeti olduğu da ortaya çıkmıştır. Bu nedenle komutanlığın bir soruşturma açması ve o belgelerin oraya nasıl konulduğunu öğrenmesi gerekir” dedi.
“Sonuç ne çıktı peki?” diye sordum. Erenoğlu “İşte garip olan bu. Askeri mahkeme tam üç kez bu soruşturmanın yapılmasına izin vermedi” dedi.
“Peki neden?” Erenoğlu gerekçeyi de söyledi “Efendim. Bu konuyla ilgili bir dava sürüyormuş, ikinci bir soruşturma açılamazmış. Bu nasıl mantıktır böyle. Biri darbe davası, diğeri bir komutanlık içindeki güvenlik soruşturması. Ama yapılmadı işte, o komployu kuranların kim olduğu merak edilip araştırılmadı.”
Gerçekten çok garip değil mi? Bir kuvvet komutanlığı, kevgire dönmüş bir güvenlik sistemini neden araştırmaz acaba? Erenoğlu “Kimseyi suçlamak istemem, yoksa bizi burada rehin tutanların iftiracı seviyesine düşeriz, ama durum ne yazık ki böyle” demekle yetindi.

*****
Hedef neden Deniz Kuvvetleri

Pazartesi günü amiral Cem Gürdeniz’in mektubundan bölümler yayınlamıştım. Gürdeniz Deniz Kuvvetleri’nin neden hedef seçildiğini açık biçimde anlatıyordu.
Bazı okurlar “Bu açıklamalar demokratik bir ülkede yapılsa yer yerinden oynar” yorumunu yaptılar. Doğru, demokratik ülkelerde öyle olur da Türkiye’de kimse kılını bile kıpırdatmaz işte.
Koramiral Erenoğlu’na da sordum aynı soruyu. “Cem amiral çok güzel anlatmış” dedi. Ardından “Bir şey sorayım, şu anda dünyada Karadeniz’den daha güveli ve barış içinde bir deniz var mı? İşte bunu Türk Deniz Kuvvetleri’nin özverili çabaları sağlamıştır” diye ekledi. Koramiral Erenoğlu “Türk Deniz Kuvvetleri Ege’de Yunanistan’a karşı çok üstün durumdaydı. Ama buradan bile bazı adacıklara Yunan bayrağı çekildiğini duyuyoruz. Doğu Akdeniz’de ise varlığımız hiç yok, Rumlar petrol arıyor ve çıkarıyor. Bunlar çok mu tesadüf?” diye sordu.

*****
Subayların morali yüksek

Can Erenoğlu’na “İçerideki durumunuz nasıl?” diye sordum. “Moralimiz yüksek” dedi. “Çünkü” diye devam etti “İftiralarla, sahte belgelerle bizi rehin aldılar. Gerçek nasıl olsa bir gün ortaya çıkacak. Biz sabırlı insanlarız, beklemeyi biliriz.”
Erenoğlu daha sonra da “Ben denizaltıcıydım. Aylarca güneş görmeden bir metrekarelik yerde bile kalabilirim. Burada kalmak bizi zora sokmaz. Sadece bunca hizmetten sonra iftiralarla terörist darbeci damgası yemek bize çok acı geliyor” diye konuştu.

*****
Askeri Cezaevi nasıl bir yer?

Silivri’ye gittim ama muvazzaf subayların tutulduğu askeri cezaevine gitmemiştim. İzin verilmeyeceğini düşünüyordum. Avukat bir dostum “Çok zor değil, Hasdal’da randevu merkezi var, orayı ara, kiminle görüşmek istediğini söyle, sonra faks çekiyorsun, pek zorluk çıkarılmıyor” dedi. Bunun üzerine en yüksek rütbeli amiral ile hepsi adına görüşebileceğimi düşündüm ve Can Erenoğlu’nun adını vererek randevu istedim. Gerçekten zorluk çıkarmadılar “Aramazsak gelebilirsiniz, olumsuz karar çıkarsa ararız” dediler.
Verilen saatte gittim.
Ana kapıdan girdikten sonra kimlik bilgilerinizi alıyorlar, telefon, bilgisayar, kayıt cihazı ya da fotoğraf makinesi varsa onları kapıya bırakıyorsunuz. Sonra uzun bir bahçe yürüyüşünden sonra koridor gibi bir yere giriyorsunuz. Orada bekletiyorlar. Görüşeceğiniz kişi geldiğinde içeri alıyorlar. Yan yana 20 kadar sandalye var. Karşınızda kalın cam. Görüşeceğiniz kişi tam karşınıza geliyor ve mecburen çok yüksek sesle konuşuyorsunuz. İlk başlarda biraz garip geliyor ama konuştukça alışıyorsunuz.
Tutuklular ayda bir kere ailelerle açık görüş yapabiliyormuş. Diğer görüşmeler ise cam arkasından yapılıyormuş.
Erenoğlu “Bu anlarda en çok torunuma dokunamamak kahrediyor” dedi.
Biz de camda ellerimizi karşı karşıya getirerek tokalaşmış gibi yaptık.

Başbakan Erdoğan, ilk işareti Gaziantep'te, nişasta ve yem fabrikasının açılışında verdi: ''Bu ülkede ulusalcı geçinenler önümüzü kesmeye çalıştılar, kesemediler, kesemeyecekler.
Ulusalcıların uzantısı olmaya aday olanlar bizden bir şey beklemesin, bulamayacaklar!'' dedi.
Bu konuşmanın ardından sanki düğmeye basılmışcasına “ulusalcı'' operasyonu başlatıldı.
Birgül Ayman Güler'in maksadını aşan sözleri üzerinden CHP'yi hedef alan operasyon, şimdilik medya üzerinden yürütülüyor!
CHP'nin bölüneceği, ulusalcıların İşçi Partisi'ne geçeceği öne sürülüyor!
Yandaş medyada bu doğrultuda yanıltıcı haberler çıkıyor, televizyonlarda hep bu konu tartışılıyor.
Hatta bölünme sonrası kimlerin başa geçeceği bile yazılıp çiziliyor!
Nöbetçi operasyoncular hemen her kanalda “Türklük'' ve “ulusalcılık''la dalga geçiyor!

***
Operasyonla CHP'nin PKK ile müzakerelere kayıtsız şartsız destek vermesi amaçlanıyor.
Bu yönde kamuoyu oluşturulmaya, partideki ulusalcılar itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.
Linç korosunun söylemlerine bakınca CHP'ye kaset komplosunun niçin yapıldığı, daha net anlaşılıyor.
Ulusalcıların, Türkiye'ye yönelik küresel bölme senaryosuna ayak bağı olarak görüldüğü ortaya çıkıyor.
***
Yandaş medya ulusalcıları linç etmeye çalışırken, AB'ye, yani Batı'ya sırtını dönen Başbakan Erdoğan “Şanghay Beşlisi''ne göz kırpıyor.
Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan'dan oluşan “Şanghay Beşlisi''nin (Şanghay İşbirliği Örgütü) ortak özelliği, üye ülkelerin baskıcı rejimlerle yönetilmesi. Komünist Çin'de demokratik seçim yok, diğerinde ise göstermelik! Bu ülkelerdeki seçim sonuçlarına, artık havada uçan kuşlar bile gülüyor!
Başbakan her ne kadar “Bizi Şanghay Beşlisine alın!'' derken şaka yaptığını söylese de, birlik ülkelerindeki ortak özellikler, bizdeki ileri demokrasiye (!) çok benziyor.
***
CHP'yi parçalamaya yönelik “ulusalcı operasyonu'' tüm hızıyla sürerken, Türkiye adım adım federatif yapıya götürülüyor.
Meclis'ten geçen anadilde savunma hakkı, yargıda Türkçe'nin yanı sıra ikinci bir resmi dilin (Kürtçe'nin) kabulü anlamına geliyor.
Hürriyet'te Ege Cansen'in dikkat çektiği gibi, bir ülkede birçok dil konuşulabilir, ama tek resmi dil olur.
Resmi dilin mutlaka tek olması gereken kamusal alan da yargıdır.
Yargıda ikinci dil kabul edilirse ne olur?
Örtülü federasyon olur!..
Şimdi anladınız mı CHP'ye niçin ulusalcı operasyonu yapıldığını?

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun  T.C Devletinin Bütünlüğü  ve
Ana Dilde Savunma” konularında, Türkiyeli Başbakan Erdoğan ile aynı çizgide olduğunu dünkü grup toplantısında kendi ağzından öğrendik.
Vatana Millete hayırlı olsun!
CHP Genel Başkanı; Türkiye’nin parçalanmasına sebep olacak bu yasanın içeriğine katıldığını, desteklediğini ama ismine katılmadığını söyledi. Yasanın ismi “Savunma Hakkı” olmalı imiş!
Kemal Bey istediği gibi düşünebilir. Genel Başkan olarak söyledikleri partisini-yetkili kurullarını ve kendisini bağlar. Türk Milleti de, Kemal Bey’in konuşmalarını dinler, değerlendirir ve oyunu ona göre kullanır.
Fakat Kemal Bey ve diğer Genel Başkanlar şunu asla yapamazlar;
Türk Milletini “Aptal” , “Okuduğunu anlayamayan” bir millet olarak göremezler.
Böyle bir davranış kimsenin haddi değildir.
Kemal Bey, “Ana Dilde Savunma” yasasını savunurken aynen şunları söylüyor;
“Almanya’da on binlerce Türk çocuğu okuyor. İlköğretim- Ortaöğretim- Üniversite. Türkiye’ye geldiği zaman bu çocuklar… Onların içinde sizin de yakınlarınız var. Bir konuyla suçlandıkları zaman kendilerini nasıl savunacaklar?
Türkçeleri yetmiyor, Almanca savunacaklar kendilerini, İngiltere’de olanlar İngilizce savunacaklar, Hollanda’da olanlar Hollandaca savunacaklar.
Asla ve asla bunu etnik kimlik bağlamında bir hak olarak görmek değildir.”


Kemal Bey şu sorulara açıkça yanıt vermek zorundadır;
* “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk Milleti denir.”
    “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür
.” 
Bunlar Atatürk’ün sözleridir. Bu sözlere katılıyor musunuz?
“Türk Milleti” kavramıyla, ülkemizdeki etnik kimlikleri eşit mi görüyorsunuz?
*”Ana Dilde Savunma” hakkını desteklediğinizi, oy verdiğinizi söylüyorsunuz,
Almanya’da ve başka ülkelerdeki vatandaşlarımızı örnek gösteriyorsunuz.
-Türk Mahkemelerinde; Türkçe bilmeyen vatandaşlarımızın ve yabancıların çok uzun yıllardır “Tercüman Kullanma” haklarının olduğunu bilmiyor musunuz?
-Tüm eğitimini Türkçe yapmış, Belediye Başkanı- Meclis Üyesi- Avukat-Doktor-Milletvekili olmuş T.C Vatandaşlarının Polis Karakolunda ve Savcılıkta Türkçe ifade verip, Mahkemeye gelince “Kürtçe” savunma yapmak istemelerini
“Haklı” bir talep olarak mı görüyorsunuz? Siz, Türk Yargıçlarını ve Türk Milletini salak mı zannediyorsunuz?
-İlçe-Belde Köy-Mahalle isimlerinin yasalara aykırı olarak ve zorla Kürtçeye çevrildiği bölgede, örgüt baskısıyla bundan böyle kimsenin Adliyelerde Türkçe konuşamayacağını bilmiyor musunuz?
-Kürtçenin bu yolla Kamu’ya sokulmasının ikinci adımının Kürtçe Eğitim olacağını görmüyor musunuz?
-Bu yola girilirse, on-yirmi-elli sene sonra, Türkçe konuşan bir vatandaşın bölgede iş bulmasının-yaşamasının mümkün olamayacağının farkında
değil misiniz? Türk Vatandaşlarına kendi ülkelerinde “Kürtçe Tercüman” mı kullandıracaksınız?
-Böyle bir ülkenin parçalanmış Yugoslavya’dan ne farkı kalacaktır?
*Öcalan, “Kürtlerin Manifestosu” adlı kitabının yayınlanması için Anayasa Mahkemesine başvurdu.
-Öcalan, İmralı’da yargılanırken Türkçe savunma yapmadı mı? Öcalan, o zaman niçin Kürtçe tercüman talebinde bulunmadı?
-PKK- KCK- DTK ve benzeri örgütlerin toplantılarını Kürtçe değil, Türkçe yaptıklarını bilmiyor musunuz?
-PKK’nın, kendi kurduğu “Halk Mahkemelerinde” örgüt militanlarını “Türkçe” yargıladığını bilmiyor musunuz?
-Öcalan’ın talebi kabul edilirse, Anayasa Mahkemesinde kendisine Kürtçe tercüman olarak Genel Başkan Yardımcınız Sezgin Tanrıkulu ve Milletvekiliniz Hüseyin Aygün’ü görevlendirir misiniz?
Değerli Okurlar;
Türkiye’de, Türk Ulusu demek-Atatürk Milliyetçisiyim demek suç haline geldi.
Sevr’de başarılı olamayan ülkeler, Sevr’de vatanı satan hainlerin tohumları, Sorospu çocuğu köşe yazarları, ağzını açanı “Irkçı” , “Faşist” diye damgalıyorlar. Kürtçü-Bölücü uyuşturucu kaçakçılarının her türlü etnik milliyetçilik yapmaları, vatanımızı böleceklerini açık-açık söylemeleri serbest, bu onlar için bir insan hakkı, ama bizlerin Türk Milleti-Atatürk-Vatanseverlik-Milliyetçilik-Ulusalcılık dememiz Irkçılık ve Faşistlik oluyor!
Ana Muhalefet Partisinin Genel Başkanı ve diğer muhalefet partisinin Genel Başkanı, içinde bulunduğumuz felaketin farkında bile değiller.
Ne söylerlerse söylesinler. İktidardaki, dış güdümlü cemaat-tarikat koalisyonu partinin, ülkeyi “Anadolu İslam Cumhuriyetine” götürecek politikalarına böyle susarak, baston olarak, Salı günleri yazılanları okuyarak mücadele edilmez.
Bu tavır ihanetle eşdeğerdir.
Değerli okurlar;
Kimse Türkiye’ye olan inancına gölge düşürüp, içini karartmasın.
Doğrusu, Büyük Atatürk’ün dediğidir.
Türkiye’de yaşayan halklar, savaşarak-can vererek Türk Devletini kurdular.
Türk Devletini kuranlara “Türk Milleti” ismi kondu.
Tüm etnik kökenler- tüm değişik inanç sahipleri-tüm farklılıklar “Türk Milleti” ismi altında eşittir. “Türk Milleti” ismi altında yaşayan her etnik grup kendi inancını- kültürünü- dilini korumak, geliştirmek, yaşatmak hakkına sahiptir.
Anayasa çerçevesinde inancını istediğin gibi yaşa, kültürünü geliştir.
Dilini mi öğreteceksin. Aç Özel Okulunu, T.C Devleti hem destek olsun hem de denetlesin. Devlet olmanın gereği budur.
Bundan gayrisi kaostur. Bu şaklabanlıklara izin veren devlet yaşayamaz, çöker.

Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’ye onları yakından tanıyan dostları olarak tavsiyem şudur;
Kimsenin kurşunu olmayın, kimsenin kınına bıçak olmayın, kimsenin kinine çanak olmayın.
Olabiliyorsanız, Türk Milletinin adamı olun, bu sizlere yeter…
Sağlık ve başarı dileklerimle 31 Ocak 2013
RİFAT SERDAROĞLU

rifatserdaroglu@gmail.com
twitter.com/rifatserdaroglu

1983'te çalışmaya başladığım Hürriyet Gazetesi; o sıralarda Türkiye'nin amiral gemisi idi. Politikayı bile belirleyen bir ağırlığı vardı. Bugün geldiğimiz noktada; Hürriyet, o özelliğini yitirdi.
Bunda; gazetenin bağlı olduğu grupla iktidar arasındaki kötü veya iyi ilişkilerin etkisi elbette var.
Bir başka etki de bu büyük gazetenin artık sıradanlaştığıdır. Düşünün ki Hürriyet'te uzun yıllar; 'hilafet ile saltanatı bile birbirinden ayıramayan' tipler köşe yazısı yazdılar. Hem de okura ders verir havalarda.
Bu gazetede hala 'Türk yoktu, onu imal ettiler!' diyen bir cahil, köşe yazarı olarak çalışıyor.
Babasının malı sandığı o köşeden Türk milletine hakaret ediyor. Geçen gün yazdığına göre, bu ülkede Türk sorunu varmış.
Duydu ya; 'Türk sorunu' sözünü, kuyruğuna yapışmış. Ama çarpıtarak... Bu uydurukçuya göre; Türkler, 'Türkler üstün, Kürtler ise aşağı!' diyormuş, bunu da uyguluyormuş.

AÇIKLAMAZSA...
Bu saçıyla birlikte izanını da kaybetmiş sözde yazara soruyorum: Bu ülkede bugün kim Türklerin üstün Kürtlerin aşağı olduğunu söyledi? Açıkla...
1930'larda Avrupa'da insanların toplu ölüm odalarında yok edilirken. Amerika'da Zenciler diri diri yakılırken... Türk milleti; büyük Kürtçü ayaklanmalara karşın Kürtlere düşman olmadı. Eğer bu iftiranı Birgül Ayman Güler'in açıklamasına dayandırıyorsan; orada söylenen hiç de böyle değildir.
Bu devletin kurucu kimliğinin adı olan Türk milletinin adını anmak neden ırkçılık-faşizm oluyor?
Geçen gün MHP Lideri Devlet Bahçeli; TBMM'de İstiklal Marşı'mızdan alıntı yaptı. Orada; 'ırkım' denildiğini vurguladı. Yine Necip Fazıl Kısakürek'in yaptığı Türk tarifini aktardı.
Ne oluyor Mehmet Akif de Necip Fazıl da milli kimliğe işaret ettiler diye  Kürtleri mi aşağılamış oluyorlar?

ÜST KİMLİK
Hürriyet'in cahili anlamaz ama anlatalım: Bir devlet içinde üst kimlik ve alt kimlik vardır. Üst kimlik; devleti kuran 'kurucu kimlik'tir.  Her milli devletin içinde alt kimliği oluşturan etnik gruplar bulunur. Bu farklılıklar; üst kimlik çevresinde bir arada, uyum içinde yaşarlar.
Kürtler de bu ülkedeki Araplar, Çerkezler, Lazlar, Boşnaklar, Arnavutlar gibi alt kimliğimizin saygın, eşit parçalarından birisidir.
İnsanlar; ister üst kimlikten ister alt kimlikten olsun hem yasa önünde hem de vicdanen eşittir, aynı derecede saygındır. Hiçbir Türk, çıkıp da 'Ben Kürtt'en üstünüm; Kürt benden aşağıdır!' demedi; demez, diyemez.  Böyle diyen, alçaktır.
Ama Türkiye Cumhuriyeti kimliği içindeki bir etnik grup çıkar da kendi farklılığını ayrılık haline getirmeye çabalarsa; bu amaçla terör yaratırsa buna akıl sahibi herkes karşı çıkar.
Kürtçü Kürdistancı  ayrılıkçılığa karşı gelmek için Türk olmaya da gerek yoktur. Bu, Türkiye'de barış içinde yaşamak ve büyük devlet olmak için yapmamız gereken temel görevdir. Zaten milletimizin yüzde 95'i böyle davranmaktadır. Kimse; PKK'nın yaptığını Kürt vatandaşlarımızın sırtına yıkmaya kalkışmadı; kalkışmayacaktır.
Ama bir de gerçek var: O koskocaman Osmanlı Devleti de 'Şark Sorunu var!' diyen Batılı sömürgeciler tarafından parçalanmıştı.
Şimdi Şark sorununun adını Kürt Sorunu yapıp aynı yöntemle Türkiye'yi parçalamaya çabalıyorlar.
Bunu söylemek, sorun değil; görevdir.
Batı sömürgecilerinin içimize soğuk savaş elemanı olarak soktuğu... Gazetelerde köşe; televizyonlarda program verdiği... Cebine para koyduğu  işbirlikçilerin inadına söylemeye devam edeceğiz.

Bu cehalet falan değil...
Söyleneni yanlış anlamak, yanlış değerlendirmek hiç değil!.. Bu düpedüz, bilinçli, kötü niyetli, kapkara bir kampanya...- Ulusalcılığı gömme, giderek ulus devleti yok etme organizasyonu!..
Aslında hiç de şaşırtıcı değil; işaret fişeğini, geçen yıl Ahmet Davutoğlu çakmıştı. Ne dediğini anımsayalım:- Ulusalcılıkla mücadele zamanı gelmiştir!..
Tabii, okyanus ötesindeki muhteremin yıllar önce, tam da Ergenekon süreci öncesi buyurduğu ulusalcı dalgayı aşmalıyız” talimatını da yabana atmayın!.. Yıllar içinde Silivri, Hasdal, Maltepe cezaevlerine doldurulan yurtseverler, yaratılan “korku imparatorluğu” ve Kürt açılımıda “organizasyonun” kilometre taşları...
Şimdi, büyük efendinin talimatıyla yaratılmaya çalışılan “Türk-Kürt Federasyonu”, Suriye ve ardından İran fetihleri(!) için olmazsa olmaz bir son darbeye ihtiyaç var; zaten Tayyip Bey de daha geçen hafta medyadaki “kurşun askerlere” emrini hem de kamuoyu önünde aççık ve seççik iletmişti:- Ulusalcılar önümüzü kesemez!..


***

Bu kez İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler’in üzerinden hedef tahtasına oturttular ulusalcılığı... Ne demişti Güler TBMM’deki konuşmasında:
-Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit gördüremezsiniz...
Yandaş ve bağımlı medyada akıl almaz bir ırkçı-faşistsaldırı başlatıldı. Hiç kuşkusuz Prof. Güler olmasaydı kesinlikle bir başka konuya ya da kişiye “çengel” atılarak aynı yaygara kopartılacaktı!.. Tıpkı daha önce Onur Öymen’e, Süheyl Batum’a yaptıkları “linç kampanyası” gibi!..
Öncelikle şunu söyleyelim; Birgül Ayman Güler’in sözleri sonuna kadar doğrudur, bilimseldir ve ırkçılıkla uzaktan yakından ilgisi de yoktur... Tabii ki Türk ulusu bir etnik kimlik değil, bir milletin adıdır. İçinde Türk milliyetini (etnik yapısını)) barındırdığı gibi Kürt, Boşnak, Arap, Abhaz, Çerkez vb.. birçok milliyeti barındırmaktadır... Ve bu milliyetlerin tamamı bir ortak iradeyle, bir kurtuluş savaşı vererek, kaderlerini birleştirerek bir ulus devletin kuruluşuna iştirak etmişler ve milletin parçası olmuşlardır. Bu devletin adı Türkiye Cumhuriyeti, bu milletin adı da Türk milletidir... Kürt milliyeti de bu milletin ayrılmaz bir parçasıdır. - Bu, tarihten kazınması olanaksız gerçek, efendilerin talimatıyla ve de birtakım ulus düşmanı muhteremin kampanyasıyla örtülemez!..
CHP içindeki muhteremlere gelinceee... Zilleri takıpaman da ulusalcıları tasfiye ediyoruzdiye gerdan bükmeden önce, bir aynaya, iki CHP’nin tabanına baksınlar ve en önemlisi üçüncü olarak da “CHP Parti Programı”nın milliyetçilik (ulusalcılık) maddesini okusunlar, ezberlesinler:
- Orada CHP’nin, tarihten gelen, büyük devrimciden gelen sorumluluk ve iradesi mıh gibi çakılı duruyor!..
Yel kayadan ne alır?..
Önce Edirne, sonra Bodrum, ardından İzmir...
Akıl ötesi bir saldırıyla CHP’li belediyeler ablukaya alınıyor!.. Aylarca süren zulüm, yandaş mevkutelerde sıçratılmaya çalışılan mide bulandırıcı ve de komik(!) kalem pislikleri!.. Bir türlü ele geçiremedikleri kaleleri, arkadan dolanarak çökertme çabaları...
Şimdi de Eskişehir’e bulaştılar... Daha doğrusu bir abideye!.. Eskişehir’i Anadolu bozkırının ortasında bir “vaha”ya dönüştüren Yılmaz Büyükerşen’e!.. Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçildikten sonra Eskişehir’in üstüne adeta bir sihirli değnek dokundu... Bugün diğer kentlerden otobüslerle adeta insan seli akıyor bu kente; 10 yılda inanılmaz değişimi görmek, tatmak için... Soruşturma haberini duyunca aradım, “iki kez bizzat İçişleri bakanı emriyle soruşturulup, temize çıkmış bir konunun bu kez yargı yoluyla pişirilmeye çalışıldığını” anlattı Büyükerşen, hem de üç başka ilden getirilen özel ekiplerle!.. Üzülmüş, kırılmış ve öfkelenmişti. “Boşver sevgili başkan” dedim:- Yel kayadan ne alır?..
NOT: Yazıyı bitirdim, bu kez Antalya’da saldırıya geçtiklerini öğrendim. Mustafa Akaydın Hoca’nın ifadesini almışlar. Doğal, düşünsenize Antalya’nın rantını elden kaçırdılar, kahroldular tabii!..

Dün Cengiz Çandar, Radikal’daki yazısında son derece ilginç bir iddiayı çok açık bir biçimde dile getirdi.
“ ‘İmralı Sürecinin neresindeyiz?başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“…‘İmralı Süreci’nin zamanlamasının Suriyedeki mevcut ve Iraktaki muhtemel gelişmeler ile ilgili olduğunu da düşünmek zorundasınız. Güneyimizdeki gelişmeler, süreci etkileyeceği gibi, özellikle Suriyedeki gelişmelerin de Türkiyedeki süreci etkileyeceği açık. Yani, ‘inter-aktif bir ilişki’ söz konusu.
Yazısında The National Interest’te Morton Abramowitz ve Jessica Sims imzalarını taşıyan ‘Erdogans Kurdish issues’ (Erdoğanın Kürt Meseleleri) başlıklı makaleden alıntılar yapıyor ve şu satırlarla devam ediyor:
Neredeyse iki aydır ama özellikle son bir haftadır şiddetlenmiş biçimiyle, Urfanın Ceylanpınar ilçesinin Suriye tarafında bulunan Kürtçesi ile Serekaniye, Arapçası ile Resulaynda çatışmalar sürüyor. Taraflardan biri kasabayı kontrol eden PKK ile aynı çizgideki PYDnin silahlı güçleri olan YPG. Diğeri ise Özgür Suriye Ordusu kimliğinde Türkiyeden geçirilerek Ceylanpınar üzerinden sokulan Nusra Cephesi adını taşıyan El Kaidenin Suriye uzantısı.
Serekaniyedeki (Resulayn) askeri durum’, şu ara Cihadi Araplardan değil, Kürtlerden yana ağır basıyor gibi ve Kürtleri birleştirmiş bir görüntü veriyor. Ama Serekaniyedeki çatışma, aynı durumun, sınır boyundaki diğer yerlerde tekrarlanacağının habercisi gibi. Yani, Türkiyeden çeşitli düzeylerde destek alan El Kaide cinsi Arap gruplar ile Kürtlerin çatışması.” (Siyahlar benim. E.K.)
Ve şu soruyu soruyor:
Türkiye, Kürtlere karşı, gerekirse, El Kaide ile mi saf tutacak Suriyede? Bu, ciddi bir soru.
Yazı, daha sonra yine The National Interestteki makaleye gönderme yaparak şu ilginç alıntıyla son buluyor:
“ ‘ABD, ilk kez, bölge çapında bir Kürt politikasına ihtiyaç duyacak ve bunun sonucunda ABD-Türkiye ilişkileri bir miktar gergin olacak.’ ”.
***
Türkiyenin PKK ile mücadele çerçevesinde hem ideolojik hem de örgütsel olarak din eksenli bir politika izlemesi yeni bir olgu değil
Başbakan Erdoğan’ın din eksenli bütünleştirme modeli ve Zerdüşt söylemibelleklerde tazeliğini koruyor…
Ama zaten bu yeni bir politika değil Türkiye açısından:
Doğu ve Güneydoğu’da din ekseninde faaliyet gösteren devlet destekliçeşitli radikal dinci siyasal örgütlerin, birçok isim altında PKK ile mücadelede kirli yöntemler kullandıkları herkesin bildiği bir sır idi…
Üstelik bunların marifetleri Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerinde iyice ortaya çıktı, mahkeme zabıtlarına bile geçti.
Elbette bu arada komşumuz İran’ın da rolü bu çerçevede gündeme gelmişti…
Şimdi Suriye olayında, başta ABD, başka birçok ülkenin de dahil olduğu bir denklemle karşı karşıyayız!
Irkçı-milliyetçi kaynaklardan beslenen bir teröre karşı dinci-mezhepçi anlayıştan beslenen bir terörle karşı koymaya çalışmak, terörle mücadelede yapılacak hataların en büyüğüdür:
Çünkü o zaman kim kaybederse kaybetsin, kazanan terör yöntemleri olacaktır!
Oysa, mücadelenin demokrasi ve insan haklarıbağlamında yapılması esastır…
Ancak o zaman, kazanan demokrasiolabilir!
Türkiyenin gerek iç, gerekse dış sorunlarında, terör örgütlerinden ve yöntemlerinden uzak durması, ülkenin refahı ve selameti bakımından, demokrasi ve insan hakları bağlamında doğru bir yol olacaktır!

Bir Eskişehir anısıyla başlayayım:
10 - 15 yıl kadar oluyor, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden istasyona iniyorum, kısa yol boyunca şoför arkadaşla laflıyoruz. Bir araeski gar binasıdiyecek oldum, sürücü arkadaş itiraz etti:
- Ne eski garı abi! Ben bildim bileli gar binası aynı.- Yok dedim, ben elli yıl öncesinden söz ediyorum.
Dikiz aynasından şöyle bir yüzüme baktı:
- Ha amca öyle desene, o başka tabii...
Birçok çocukluk anımı ve sevdiğimin hayalini barındıran Eskişehir’i çok severim.
Ama son yıllarda daha da bir seviyorum, Anadolu Üniversitesi’nin de katkısıyla, sanayi kuruluşlarıyla, belediye hizmetleriyle, kültürel etkinlikleriyle, sanatsal yaşamının zenginliğiyle bozkırda bir vahaya dönüşen Eskişehir’i.
Bugünkü Eskişehir, Porsuk üzerindeki tekneleri, köprüleri, heykelleri, tiyatroları, operası, plajı, parklarını insanların görmeye gittikleri turistik bir çekim alanına dönüşmüştür.
***
Bu güzelim kenti son ziyaretlerimde hep düşünmüşümdür, AKP iktidarı, parlak bir sosyal demokrat belediyecilik örneğini cezasız bırakmaz, bir iyilik düşünürdiye.
Nitekim öyle oldu; hafta başında bilinen yöntemler uygulandı, sabaha karşı evleri basılarak 23 Eskişehir Belediyesi çalışanı gözaltına alındı, (bu satırlar kaleme alınırken gözaltıların 15’i serbest bırakılmıştı).
İşin ilginç yönü, operasyonu yürüten polislerin 3 ilden Eskişehir’e getirilen özel ekipten olmaları ve gözaltılar sırasında başsavcının da kent dışında bulunmasıydı.
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Yılmaz Büyükerşen, kovuşturmaların Eskişehir’i bir dünya kenti haline getiren, Porsuk Sulama Kanalı, Masal Şatosu ve Kentpark projeleriyle ilgili altı ihaleden dolayı olduğunu söylüyor.
Bu projelerle ilgili olarak açılan altı ihaleye de iki firma giriyor ve daha düşük fiyat veren belediyenin şirketi olan Eskişehir İmar İnşaat AŞ kazanıyor.
Bunun üzerine kimileri ihbarda bulunuyor. 2006 yılında ihaleler Sayıştay denetiminden de geçiyor ve herhangi bir usulsüzlüğe rastlanmadığı belirtiliyor.
Ama dört yıl geçtikten sonra, Belediye Meclisi’nin AKP’li üyelerinin ihbarları üzerine İçişleri Bakanlığı müfettişleri duruma el koyuyor. İnceleme sonunda İçişleri Bakanı Beşir Atalay müfettiş raporlarına dayanarak soruşturmaya yer olmadığına karar veriyor.
***
Başarılı CHP’li belediyeleri rahat bırakmayıp soruşturmalarla bunaltmak, insanları içeri attırarak, hem baskı oluşturup hem kamuoyunda olumsuz bir görüntünün hasıl olmasına çalışmak, AKP’nin vazgeçmediği yöntemlerin başında geliyor.
Son operasyonu da bu çerçeve içinde ele almak gerek. Anlaşılıyor ki AKP yerel seçim faaliyetlerini başlatmış.
Ve sanırım bundan böyle benzeri girişimlere sıkça tanık olacağız.
Yalnız, burada komplo girişimcilerinin dikkate almadıkları hususlar var.
Başarılı Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’ne karşı birçok yöntem denendi. Önce finansal kaynakları kısılmak istendi; yandaş belediyelere sağlanan imkânlardan merkezi otorite onları mahrum bırakmaya çalıştı. Büyükerşen, iyi hazırlanmış dosyalarla AB kaynaklı proje kredileri kullanarak bunları aştı. Daha sonra İçişleri müfettişleri devreye sokuldu, o da olmadı. Şimdi, kimilerine göre aralarında fark olmayan polis ve yargı aracılığıyla yeni yöntemler deneniyor.
Onun da sonuç vermeyeceği ortada.
İzmir’de belediye üzerinde yargı yoluyla baskı girişimleri ters tepmeye başlıyor.
İzmirlinin izanı var da Eskişehirlinin yok mu? O da bunlara tepki gösterecektir.
Hem Metropoll Araştırma Şirketi’nin yaptığı bir araştırmaya göre artık halkın yarıdan çoğu iktidarın yargıya müdahale ettiğine inanıyor, numaraları yemiyor.

Paşa çişe gitmiyor, çünkü yandaş medya hastanede onu ayakta görünce yürüyebiliyormuş diye ihbar ediyor, ki ite kaka mahkemeye getirilsin...
O da yataktan çıkmıyor...
Belli olmasın...
*
Apo:
Jimnastik isterim...
Başbakan televizyonda:
Hemen ilgileneceğim...
*
Apo’ya yüzme havuzu da lazım...
Çünkü Mustafa ile Tuncay’ın sularını kesmişler hapishanede... Sadece iki dakika sıcak su veriyorlar...
Evde denedim; hızlı olursa insan bir tek ayak yıkayabiliyor...
Öbür ayak kaldırılıp tam musluğun hizasına getirildiğinde su yok...
Çorabın da zaten bir teki yıkanıyor...
*
Engin Alan dağda yıkanamayınca bitlenmişti mesela...
Apo ile Şemdin Sakık yakalandığında Özel Kuvvetler komutanı idi... Üç kez helikopteri tarandı... İki kez kurşunlandı... Belki otuz defa ölümden döndü... Vurulan emir subayı kucağında öldü...
Bir gün Başbakan konuşmasını bitirip inerken ayağa kalkmadı...
Eee hapiste...
18 yıl yedi...
Dünkü Cumhuriyet’te konuşmuştu:
İlk kez sıcak yemek yedim...
Sıcak yemek vermişler neyse...
Ama Adalet Bakanlığı sadece on kitaba izin veriyor...
İki pantolona müsaade...
İki kazak..
İki atlet...
*
Jimnastikçi?..
Belki 10 bin metre düz koşmak ister...
Belki atlı spora geçer...
Belki olimpiyatlara katılacak...
Bilemeyiz...
*
Öte yanda...
Dinmeyen gazap...
Bitmeyen işkence...
Tatmin olmayan kin...
Bir istila gücünün sanki sonu gelmeyen nefretidir...
İnsan düşmanına yapmaz...
*
Tarihin bu sayfalarını yazmasınlar...
Kâğıt utanır...

Katar’ın petrol ve doğalgaz zengini şeyhi ile bir sol, bir sağ, bir kez daha sağ yanaktan öpüşen AKP Genel Başkanı RTE; kuşku yok, CHP’deki tartışmaların doruğa
çıktığını öğrendikçe keyifleniyor olmalı...
Partide ırkçılık, ulusalcılık üzerine başlayan tartışmalar tam istediği kıvamda.
Bakmayın, kulak asmayın RTE’nin CHP’nin iktidar olamayacağını içeren yüksek perdeden ukalalıklarına.
CHP’den korkuyor.
CHP’nin mayasındaki bağımsızlık tutkusundan, laiklik kavramının üstünlüğünü savunmasından ve Türkiye’ye özgü sosyal gerçeklerin ışığında gelişen milliyetçi, ulusalcı kimliğinden korkuyor!..
Çünkü RTE; kimin liderliğinde ve yönetiminde olursa olsun...
...Cumhuriyetin temel ilkelerini silmeyi amaçlayan çarpık anlayışına CHP’nin kolay aşılmaz bir engel, bir baraj olduğunun pekâlâ bilincinde...

***

“Bu ülkede ulusalcı geçinenler önümüzü kesmeye çalıştılar, kesemediler, kesemeyecekler” cümlesi...
... CHP’nin öncülük ettiği kavramlardan, ilkelerinden korkusunu özetliyor...
Bir başka açıdan bakalım bu söylemine...
RTE ne zaman bir başarısızlıkla karşılaşsa, bu sonucu, mutlaka önünü kesmeye çalıştığını iddia ettiği bir kuruma bağlıyor.
Çanına ot tıkamak, bağımsızlıktan bağımlı çemberi alabilmek için aylarca yargı engeliyle karşılaştığını söyledi durdu.
Danıştay’ı, Yargıtay’ı “benzetti.” Bağımsız yargının gereklerini yerine getiren yargıçları, HSYK’yi kullanarak ya tasfiye etti ya da başka illere sürdü.2002’de iktidara geldikten sonra üç dört yıl, parti kadrolarının, yandaş ve yalaka medyanın eşliğinde TSK’yi, demokrasimizi ve ülkenin gelişmesini engelleyen kurum diye gösterdi.
Ergenekon, Balyoz davaları bu saldırının birer ürünü.
Şimdi de Melih Aşık’ın Açık Penceresi’nde özetlendiği gibi; “tamamen yerli… içinde çok farklı eğilimler barındıran… soldan da sağdan da unsurlar taşıyan... bir ideoloji değil yeni durumlara göre (örneğin RTE’ye karşı) yeni bir İstiklal Savaşı olan, ülkenin vazgeçemeyeceği ilkeleri ve yararları savunan” ulusalcılığa, ulusalcılara düşman…“İktidarın ayağında bir kilit adeta” ulusalcılık!..
Ülkenin yararlarını RTE gibi Arabistan çöllerinde, doğadan nimetlenip zenginleşen şeyhlerin yanında  değil, ulusun vicdanında, belleğinde arayan ve yaşatan CHP’deki son tartışmalar...
...Ne çare partiyi bölünmeye sürüklemek isteyen RTE’ye hizmet ediyor.

***

Kılıçdaroğlu, CHP’de ırkçılığın asla yer etmeyeceğini, edemeyeceğini vurgulayan grup konuşmasında... partiyi kafatasçı göstermeye gayret eden AKP ve hatta BDP’yi gerektiği ölçüde yanıtladı ve ama partide yenilerle ulusalcılar diye tanımlanan tartışmaları bir yana atmanın zamanı geldiğini söylemedi.
CHP açısından önemli üç seçimin yapılacağı 2014 yılına on bir ay kaldı.
Artık ülkede aranan birlik ve beraberliği partide simgeleştirmenin zamanıdır. Şayet seçimlerde gerçek varlığımızı kanıtlamak istiyorsak ... tartışmalara paydos diyemedi!
Son grup konuşmasından sonra geride inandırıcı olmayan gazete başlıkları kaldı:“Kırılma yok!.. Ayrışma yok!.. Partide tasfiye söz konusu değil!.. Tartışmaların güçlenerek gelişmesindeki temel neden genel başkanın engin hoşgörüsü!..”


***

Ne var ki Kılıçdaroğlu, tartışmayı başlatan milletvekiline ve arkadaşlarına gerekli uyarıyı yaparken... biraz da kendi çevresinde olanların, genel başkanın görüş ve düşüncelerini yansıttığı havasıyla medyada sütunlara, ekranlara yayılanların...
...örneğin kısa süre önce “çevresini üç beş kişi aldı, onları dinliyor” diye genel başkanını eleştiren ve “CHP’de, CHP’li olmayanlar var” diye ayrımcılığı kışkırtan Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin’in...
... BDP’ye koşut Kürtçü görüşler yansıtan, Birgül Güler’in sözleriyle ilgili üstelik Meclis kürsüsünden aleyhte konuşan, “Partide ulusalcılık hattının ortaya çıkması CHP bakımından da Türkiye açısından da hayırlıdır” diyen Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun, dışarıdan ulusalcı tartışmaları kışkırtanlara hizmet eden ayrışmayı tetikleyen konuşmalarına da eğilmesi gerekmiyor mu?

***

Hem ayrışmayı, kırılmayı reddedeceksin... hem de yanı başındaki genel başkan yardımcılarının ayrışmayı, kırılmayı körükleyen tersi söylemlerine ses etmeyeceksin!
Olmaz! Ama oluyor!..

Başbakan Erdoğan’ın dünkü açıklamaları medyamızda çok farklı algılamalarla yine medyatik güdülemenin etkin aracı olarak kullanılacak. İktidarlarının gidişatında, halkın çıkarları, toplumun demokratik iradesi ile çelişen olguların algılanmaması, yutturulması uğruna, medyatik katkılarda sınırsız hizmet var... Uzun soluklu, medya işleyişinin teslim alınabildiği, basın özgürlüğünün katledildiği koşullarda, “Tak-şak” ilişkilerinde iletişim kusursuz işliyor... Halkın, kurbağanın ılık suda alıştırıla alıştırıla pişirilmesi yöntemi ile kendi haklarını, çıkarlarını savunamaz boyutta kafa karışıklığı, algılama sorunu ile karşı karşıya kalmasına çalışılıyor...
Dinlediğiniz haberler ve yorumlara ilişkin bir anket yapılsa, Başbakan Erdoğan’ın CHP’deki kavgayı siyasi çıkar sağlama adına doğal olarak öne çıkarmasından başlayarak öğretmenlere şubat atamaları müjdesine kadar, kendinize göre önemli başlıkları sıralarken benim altını çizmeye çalıştığım, Başbakan’ın beklenen, ağzındaki baklayı çıkarma anlamındaki bu önemli şantaj kokusu da olan açıklamaları en sonda kalacaktır... Oysa Başbakan Erdoğan’ın dünkü konuşmasında yeni ve önemli olan bilgilendirmeleri, “Demokratik, sivil, toplumsal uzlaşma ile anayasa hazırlama...” umutlarını yok eden iradeleri, son buyruklarını açıklamalarıydı. “Mart ayına kadar çıktı çıktı” diye söze girdiler, referandum koşullarını yaratıp, kendi hazırladıkları anayasayı geçireceklerini ilan ettiler. Daha doğrusu bugüne kadar yandaş hukukçuları, anayasacılarının bile savunamadıkları, parlamenter düzeni tepetaklak edecek, dünyada rejimi demokrasi olan ülkelerde örneği olmayan bir ucube içeriğindeki, güçler ayrılığı olmaksızın, başkana diktatoryal özel yetkiler veren “başkanlık sistemi” dedikleri dayatma taslaklarını anayasal düzene dönüştürecekleri iradelerini buyurdular...
AB raportörü Durian’ın “Türkiye’nin iktidarlarında Kemalist, laik, demokratik düzenden ayrıldığı” bugünkü gazetemizde yer alan saptamasına itiraz edebilecek halimiz var mı? Doğrusu iktidarları iradesinde nereye gidildiğine ilişkin, kesin bir şey söyleyememelerine de katılmamak olanaksız. İktidarlarının pusulalarında rotanın siyasal İslam çizgisinde yürümek olduğunda kişisel kuşkum yok. Ancak hangi siyasal İslami çizgi, nereye kadar siyasal İslamcı şeriat hukuku düzeni yapılanması, yorumlanmasında kafalarının çok karışık olduğu ya da açık hedef rol model gösteremedikleri de ortada... Şeriat hukuk düzenlerinin içinden, eksiği gediği ile de olsa halkımızın Cumhuriyetle, Atatürk devrimleri ile kazandığı, karalamaya çalışıp dudak büktükleri düzenin sağladığı, insan hakları, hukuk devleti, laiklik içindeki özgürlüklerini yakalamayı unutun, mumla aratmayacak örnek bulabilmek bile söz konusu değil... Pusulanın yönü var da, halka benimsetilebilecek örneği, kendisi yok...

***

Malum dünyada rejimi demokrasi sayılabilecek Türkiye dışında bir İslam ülkesi modeli, uygulaması yok... Sözde demokrasiye açılım umutlarıyla yaşanan Arap baharlarından sonra ortaya çıkan sonuçlar, demokrasi, hukuk devleti düzenine doğru adım atışlar anlamında düş kırıcı... Zengin Kuzey dünyası kendileri ile uyumlu ama daha ılımlı siyasal iktidarlar beklentilerinin başa bela sonuçları karşısında, düş kırıklığında, Türkiye’ye biçtikleri ılımlı İslam projesi, rol model tutkularını bile sorgular noktadalar... Emperyal günümüz çıkarları için büyük tehdit gördükleri ulus devletleri yıkma sürecinde, kararlı projeler üretiminde, çekici görülen, “İslam kimliğinde halkların kardeşliği” projelerinden fışkıran hem ırklar, hem de mezhepler üzerinden iç savaşlar kaosunda, öngörülemeyen radikal İslami yapılanmalar, mezhepler çatışmalarından fışkıran radikal terör en azından şimdilik başa daha büyük bela gibi.
Zengin Kuzey dünyasının aklı başında düşünürlerinin sık sık uyarmaya çalıştıkları üzere, yoksul Güney dünyasını ırk ve mezhep çatışmaları ile zengin Kuzey dünyasının hizmetinde, sistemi ayakta tutacak, soluk aldıracak supaplar olarak görmek, zengin Kuzey dünyasının yapısal krizlerini ertelemiş olsa da, büyümüş olarak çıkmasında, üstelik hastalığın onlara da bulaşmasında etkin rol oynamışa benziyor... Türkçesi zengin Kuzey dünyasında yoksul Güney, İslam dünyasında yaşanan çok kanlı, ilkel, ölümüne ırk mezhep çatışmaları, iç savaşları henüz görülmüyor olsa da, “ötekileştirme” eksenli ayrışma, acımasız soğuk çatışma almış başını gidiyor... Özgürlükler yalanında birlikte yaşayan, aynı ülkenin vatandaşı, aynı toprakları, aynı ekmeği paylaşan, birlikte barış içinde yaşama yollarını bulmak zorunda olan halklara, ırk ve din düşmanlığı mikrobunu ekince insan hakları, demokrasi, hukuk devletinin işleyişini sağlamak hak götüre oluyor...
İnsan hakları, hukuk devleti, Cumhuriyet, laiklik, Atatürk devrimleri karalanıp, reddedilerek yeni model arayışından yola çıkacaklar için örnek seçilebilecek, halkların kardeşliğini sağlayabilmiş, birbirinden acımasız şeriat diktatörlüklerinden öte model bile yok...

Geçenlerde Seferihisar köylüleri İzmir’in Konak Meydanı’nda yerel giysilerle toplanarak, belde belediyeleriyle birlikte köylerimizi de kapatan yeni Büyükşehir Yasası’nı protesto ettiler.
Burada 16 Bin Köy Var Yakında” sloganıyla gerçekleştirilen basın toplantısında “Geleceğin Köyleri Manifestosu”nu okuyan Turgut köyünden Aylin Bostan diyordu ki;
Yeryüzünün ilk köyünün kurulduğu bir coğrafyada binlerce köyün üzerini tek bir cümleyle çizmek mümkün mü?”
Elbette değil; çünkü Anayasa Mahkemesi’nin bu hukuk dışılığı engelleyeceğinden eminler; hayal kırıklığına uğrarlarsa -istemeseler de- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gidecekler.
Kendileriyle aynı kaderi paylaşan 16 bin köyü, “Geleceğin Köyleri Hareketi”ne katılmaya davet ederek diyorlar ki: “Köy yoksa geleceğimiz de yok!” (16 Ocak-gazeteler)
Eylemi destekleyenler arasında köylülerin hukuk danışmanı İzmir Baro Başkanı Sema Pektaş’la birlikte Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer’in de bulunması çok anlamlıydı.. Pektaş bu yasanın anayasaya ve uluslararası sözleşmelere aykırılıklarını; Soyer de tarihsel yaşanmışlıklar ve kültürel gerçeklerle nasıl çeliştiğini anlattı.
Merkezi İtalya’da olan “Yavaş/Sakin Şehir” hareketine ülkemizden ilk katılan kent Soyer’in yönetimindeki Seferihisar… Tarihi ilçemizin Sakin Şehir sayılmasındaki gerekçelerden biri de “köylerdeki geleneksel üretimin yaşatılmasına katkıda bulunması.”
Örneğin Sığacık Kalesi’nde kurulan köylü pazarında yerel üreticiler bereketli günler yaşıyor; turistler yöresel ürünlerle birlikte aynı kültürün emektarlarıyla tanışıyor.. Ne var ki yeni yasa köyleri yok ederek mahallelere dönüştürecek; toplumu üretici geleneğinden tümüyle kopararak, idari yapılanma tüketime yönelik oluşturulacak.
Yasayı
 onaylayanlar
Düşünmeden edemedim; TBMM’de yasaya el kaldıranların büyük çoğunluğunun “köy”leri ile hatta babalarının, dedelerinin “köylü” olmasıyla övündüklerinden eminim. Şimdilerde kentlerde giderek yaygınlaşan “köy kahvaltısı”na olan düşkünlüğümüz bile toplum olarak köy yaşamı ve kültürünü adeta “kutsama”mızın ürünü değil mi?
Gerçi hiçbir gerçek köy evinde o kuş sütü eksik kahvaltı asla olmaz ama sabahları (yani öğleye doğru) tahta masalarda tereyağında yumurta ve bal yiyerek köylü; akşamları da çeşit çeşit mezelerle kentli olmaya hevesli sosyetemiz, böyle bir sahtelik yarattı; benzer şekilde özel yaşamlarında köye ve köylüye övgüler dizenler de siyasal yaşamlarında ne köy ne de köylü bırakacak bir yasa yarattı…
Tıpkı politikaya belediyecilikle başlayanların 3 binlere varan belediye sayısını yarıya indirmek için hazırlanan yasaya oy vermeleri gibi..
Ve manifesto
İşte bu aymazlığa karşı demokratik yoldan ve hukuka sığınarak direnişe geçen Seferihisar köylülerinin “Köy yoksa geleceğimiz de yok! Biz bu topraklarda hep vardık” vurgulamasıyla başlayan “Geleceğin Köyleri Hareketi Manifestosu”nda bakın neler söyleniyor;
Köy, köktür ve tohumdur. Köy, hem geçmişimiz hem geleceğimizdir. Tüketen insanın savaşların içine sürüklendiği bir çağda, köyler sakince üreten, geçmişle geleceğin harmanlandığı yerler olmalıdır.
Biz geleceğin köyleri, köy olma hakkımızı anayasal düzeyde savunmak için bir araya geldik. Daha da önemlisi, yasaların hiç düşünmediği bir görevi sürdürmek, geçmişle gelecek arasında köprü olmak için bir araya geldik.
Geleceğin Köyleri Hareketi’ne başarılar diliyoruz.
Siz de “www.geleceginkoyleri.net” adresinden katılabilir ve destek verebilirsiniz.

James Bond tek başınaydı. Bakmayın yanında hep birbirinden güzel kızlar olmasına... O güzeller genellikle Bond’un düşmanı ya da dönek casuslardı. O, Bond, James Bond, işini hep tek başına gördü...
Gerilere dönelim: Sidney Lumet’in “The Deadfly Affair” (Ölümcül Vaka) filminde James Mason’u düşünün... Hitchcock’un “Gizli Teşkilat”ında Cary Grant... Luc Besson’un “Nikita”sı; Bruce Willis ve Richard Gere’li “Çakal...”
Kadın casusları anımsayın: Mata Hari... Ajan Salt. Hani Rus casusu olmakla suçlanan CIA ajanı Emily Salt. (Anjelina Jolie) Hepsi tek başına çalıştılar / çalışırlar... John le Carré’nin romanlarına bakın: Casuslar ister kuzeyden gelsin, ister güneyden, doğudan ya da batıdan... Onlar da hep tek başınaydı...
Bir de Tony Scott’un “Spy Game” (Casusluk Oyunu) filmi vardı. Baş rollerde Robert Redford ve Brad Pitt... İşte orada bir değil, iki casus var. Ama zaten o da casusluktan çok arkadaşlık, dostluk, dayanışma üzerine bir filmdi...
Kısacası, benim bildiğim “casus” dediğin bir kişi olur; hadi bilemedin iki kişi... Ama 3-5 değil, 40-50, hiç değil... Heyhat! Bizde 376 casus!? Oha yani! Pes doğrusu...
Bir süre önce İzmir’de çoğu muvazzaf asker 94’ü tutuklu 376 sanıklı askeri casusluk iddianamesi kabul edildiğinde ister istemez şu yukarıdaki filmleri, kitapları düşündüm... Derken meslektaşlar, iddianamedeki suçlamaları gerçekmiş gibi sunmaya başladılar: Çete, fuhuş, şantaj hepsi bir arada. Okudukça, duydukça yine pes dedim!
Ya bizim casuslar çok beceriksiz ya da o filmlerin hepsi uydurma!

***

Okuduğumdan beri “Halkın Hukuk Bürosu” açıklamasını sizlerle paylaşmak istiyorum. Çünkü şiir sanatıyla ilişkili: İstanbul Emniyet Müdürlüğü, avukatlara baskın ve tutuklamaların meslekle ilgili olmayıp casusluk ve kozmik odalarla ilgili olduğunu açıklamıştı ya... “Evet açıklıyoruz; kozmik odalarımız var” başlıklı açıklama şöyle: Buyurun, Nâzım Hikmet’in “Vatan Haini” şiirini anımsayarak okuyun: “Kozmik oda düşünen beyinlerimizse,
Kozmik oda yalanın karşısına gerçeği ortaya çıkarma gücümüzse,
Kozmik oda her koşul ve şartta baskıya boyun eğmeme geleneğiyse
Kozmik oda halkın gelenekleri ve değerlerini korumaksa
Kozmik oda Anadolu’nun direnen damarını bugüne taşımaksa
Kozmik oda devrimci avukatlık kimliğine yeni halkalar eklemekse
Kozmik oda dünden bugüne verdiğimiz sözü yerine getirmekse
Kozmik oda faşizmin örtüsü olan hukuku yere çalmaksa
Kozmik oda faşizme karşı direnenleri, savaşanları sahiplenmekse
Kozmik oda sokak katliamlarına, işkenceye karşı savaşmak, yoksul halkımızın haklarına sahip çıkmaksa
Kozmik oda işçilerin, öğrencilerin yanı başında olmaksa
Kozmik oda emperyalizme karşı savaşan halkların avukatı olduğumuzu ilan etmekse
Evet biz hep bu kozmik odalarımızı koruyacak ve büyüteceğiz.”
Açıklama daha uzun ama yerim bitti.
Demek istediğim, casus, avukat ya da savcı, ne olursanız olun, sık sık sinemaya gidin, edebiyatla haşır neşir olun. Bol kitap, bol şiir okuyun. Mutlak işinize yarar!

Birgül Ayman Güler’in “Türk ulusu ile Kürt milliyetini eşit sayamazsınız” demesini, “Türklerle Kürtlerin eşit olmadığını söyledi” diye çarpıtanlar kötü niyetlidir!
Birgül Ayman Güler’in “ulus-millet, milliyet” ayrımına dair basın açıklamasına rağmen, onu hâlâ “Türklerle Kürtleri eşit görmüyor” diyerek suçlayanlar kör cahildir!
Birgül Ayman Güler’in kavramları açıkladığı basın toplantısında “Türk ve Kürt eşitliğini savunmasına” rağmen onu hâlâ ırkçılıkla, kafatasçılıkla, faşistlikle suçlayanlar ise hem kör cahildir, hem de kötü niyetli!
Recep Tayyip Erdoğan’ın Kemal Kılıçdaroğlu’na söylediği “boy, pos değil, soy önemli, soy” sözlerine kör olup da Birgül Ayman Güler’i soyculuk yapmakla suçlayanlar ise ahlaksızdır!
MİLLET, MİLLİYETİN ÇATISIDIR
Bu girişten sonra görüşlerimize geçelim:
1. Türk ve Kürt, insan olarak da, etnik bakımdan da eşittir. O nedenle “Türk de biziz, Kürt de biziz, hepimiz Türk milletiyiz” diyoruz… Kaldı ki, bir milliyetin başka bir milliyete üstünlüğü bilimsel değildir.
Türk milleti ya da Türk ulusu, Türk milliyetini de Kürt milliyetini de kapsayan bir siyasal kavramdır. Tıpkı pek çok milliyeti içeren Fransız milleti ya da İtalyan milleti gibi…
Bugün fikir düzleminde yaşanan sıkıntının kaynağı ise milliyetlerden birinin isminin, milletin de ismi olmasıdır. Ama bu da başka milliyetlerin milletleşme aşamasında yaşandığı gibi bir tarihsel zorunluluktur. Örneğin Frank milliyeti, milletleşme sürecine önderlik ettiği için, Fransa’ya ve Fransız milletine adını da vermiştir.
‘KÜRTÇE YETERSİZ’ İDDİASI BİLİMSEL DEĞİL
2. Kürtçe konuşulmalıdır, öğretilmelidir; Kürt milliyeti dilini kullanabilmelidir.
Türk milliyetinden yurttaşlar da ikinci bir dil olarak Kürtçe öğrenebilmelidir; bu zenginliktir.
İlköğretimden başlayarak İngilizce eğitim verilen okullardan geçilmediği günümüz koşullarında, Kürtçeye ve Kürtçedeki w, x, q harflerine karşı olmak ahlaki değildir. Türk milliyetinden bir yurttaş Washington diye yazabiliyorsa, Kürt milliyetinden bir yurttaş da Wan şeklinde yazabilmelidir!
3. Kürtçe öğretilmelidir ama Kürtçe resmi dil olmamalıdır. Kürtçe hukuk dili olarak da kabul edilmemelidir. Zira milletleşme süreci, aynı zamanda hukuku da tekleştirme sürecidir. Üniter devletlerde iki ayrı dille hukuk olamayacağı gibi hem şeriata dayalı hukuk, hem de medeni hukuk olamaz!
Ancak “Kürtçe bilim dili ya da hukuk dili olamaz” demek doğru değildir. Yani meseleye “yetersizliği” üzerinden itiraz etmek bilimsel değildir. Mahkeme, hâkim, avukat gibi en temel hukuk kavramlarının Türkçe kökenli olmadığı şartlarda, Kürtçe hukuk dili de yaratılır. Üstelik hukuk alanında Türkçeye kaynaklık eden Farsça ve Arapça kökenli kelimeler, Kürtçede de vardır.
Dil’e yetersizliği üzerinden itiraz etmek, bilimsel değildir. Çünkü devlet olursa, dil de olur, yaratılır, geliştirilir. Zaten mesele de buradadır: İkinci bir devlet ortaya çıkmasın diye Kürtçenin hukuk dili olmasına itiraz etmeliyiz, yetersiz olduğu için değil.
Dün “Kürt yok, karda yürürken kart-kurt sesi çıkaran dağ Türk’ü var” diyenlerin bugün Kürtçe sevdalısı olması anlamlıdır. Kürt’ü yok sayan Amerikancıların bugün Kürtçeye sarılması, yine Amerikancılıklarındandır.
Çünkü milli devletleri hedef alan emperyalizm, bazen zor kullanarak, bazen de milletleşme sürecinin arkada bıraktığı kavramlara ve unsurlara sarılarak, oradan bir çatlak yaratarak, milletleşme sürecini geriye döndürmeye çalışır.
Milliyetlerin bir zora dayanarak hak iddia etmesi bu nedenle çoğu zaman emperyalizmin hedefiyle birleşir ve onun kartı olur. Son tahlilde bunun o milliyete de bir faydasının olmayacağının en somut örneği Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra ortaya çıkan ve 8 ayrı milliyete dayanan devletçiklerdir.
MİLLİ DEVLETLER BİRLİĞİ
4. Milli devletleri de aşan bölgeselleşmiş bir yapı, kuşkusuz yarının gerçeğidir. Türk ile Kürt’ün, Fars ile Arap’ın eşitlikçi bir yapıda yan yana yaşayabilmesi mümkündür ve olacaktır.
Ancak milli devleti bu anlamda aşabilmek ya da milli devletler birliği kurabilmek, önce emperyalizmin boyunduruğundan çıkmakla ve “milli” kapitalist üretim ilişkilerini geliştirmekle, ardından da kamuculuğu esas alan üretim ilişkilerine yönelmekle sağlanır.

İdris Naim Şahin’in İçişleri Bakanlığı’ndan alınmasına BDP’liler çok sevinirken, en büyük tepki MHP Lideri Devlet Bahçeli’den geldi. Bahçeli Şahin’in, yeni “açılım sürecine” kurban edildiğini öne sürdü. Şahin’in görev devir-teslimi ve sonrasındaki imalı açıklamaları da adeta bu iddiayı doğruladı. Öyleyse Bahçeli’nin bir bildiği olmalıydı!..

Derin kulislere dalmadan önce Şahin’in görevden alınmasıyla başlayıp, devam eden tartışmayı özetleyelim:
BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan, “İdris Naim Şahin bu ülkenin başına gelebilecek en büyük felakettir, en büyük beladır, ondan kurtulduğumuz için de şükrediyoruz. Bir daha Allah İdris Naim Şahin’in yüzünü bize göstermesin” dedi. Şahin’in gidişi ile yeni “açılım süreci” arasında şöyle kurdu: “İçinde bulunduğumuz süreç önemli bir süreç. Bu barış sürecinde herkes rolünü oynamalıdır. Ve bu rol en fazla İçişleri Bakanı’na düşmektedir.”

İdris Naim Şahin’in de görevini yeni Bakan Muammer Güler’e devrederken, “vatan sevdalısı” olduğunu belirtti, Meclis’te, “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini korumaya yemin ettiklerini” hatırlatıp, “O yemin Genel Kurul’da, kürsüde kalan bir yemin değildir ve olmamalıdır. Ama o yemini şeklen yapıp, bir değil iki ayağı yerden kesilerek o yemini yapmış olanlar var mıdır, yok mudur? Araştırmaya değer” dedi. Bir diğer dikkat çekici ifadesi, “Bölücü terörün siyasal ve sosyal uzantılarının söylemlerinin, bu devletin onurlu hükümetine, onun Sayın Başbakanına düz çöktürme densizliğine vardığının” altını çizmesiydi.

MHP Lideri Bahçeli ise “barış güvercinler uçuracağını” açıklayan yeni Bakan Güler’i eleştirirken, Şahin’e şu sözlerle sahip çıktı:

Bazı yanlış, eksik ve kusurları olsa da, AKP’nin yüz akı olan ve görevini layıkıyla yaptığını düşündüğümüz İdris Naim Şahin’in müzakere sürecine kurban verilmesi, Başbakan’ın kararlarına kimlerin yön verdiğini göstermiştir...”

Başbakan Erdoğan Bahçeli’nin tepkisine, “Niyet okuculuğu. Tavsiyeye ihtiyacımız yok. Bizim birliğimizi bozmaya gücün yetmez, kendine bak” şeklinde karşılık verdi. Ama aynı gün İdris Naim Şahin Bahçeli’nin için, “Doğru söylemiş” yorumunu yapıp, “Medyaya, ‘bu adam birilerinin oyununu bozdu. Siz de bu adamı bozun’ talimatı verildiğini”söyledi.

-Şahin’i Medyaya Kurban Eder mi?-
Erdoğan’ın huyunu, suyunu biliyoruz artık. Medya veya kamuoyu ne kadar haklı gerekçelerle olursa olsun bir bakanı eleştirdiğinde, Erdoğan’ın onu sahiplendiğini, bunu da “Surda gedik açtırmam” diye savunduğunu örnekleriyle ispatladı.

Bunca yıldır medyaya da, kamuoyuna da direnen Erdoğan’ın, bir bakanı bu gerekçelerle harcadığına inanmak mümkün mü?

-Şahin’in İnanç Karnesi-
Hele de İdris Naim Şahin gibi madden ve manen yol arkadaşı olan birisini?.. Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden beri Erdoğan’ın yanında yer aldı, onunla birlikte “yolsuzluk” iddialarından yargılandı. Belediye’de Erdoğan’ın Genel Sekreter Yardımcılığını, AKP’de yıllarca Genel Sekreterliğini yaptı. ABD’nin Irak’ı işgâlini öngören 1 Mart tezkeresi Meclis’ten geçmediğinde, ikinci tezkerenin kabulünde retçi milletvekilleri için kurulan ikna odalarında görev verilenlerin başında da İdris Naim Şahin geliyordu.

Erdoğan-Şahin yakınlığıyla ilgili en ilginç nokta ise 2000’li yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyesini denetleyen Mülkiye Başmüfettişi Candan Eren’in, Erdoğan hakkında DGM’ye gönderdiği raporla ortaya çıkmıştı. Raporda şu tespitler vardı:

Atatürkçü ve laik çalışanların sicillerini doldururken, objektif davranmadı. Kasıtlı ve ön yargılı sicil doldurdu. Buna karşılık, kendisine yakın kişilerin sicillerini doldururken, Sicil Raporları Yönetmeliği'ne uymadı. 1995 yılında, İdris Naim Şahin’in sicili, buna örnek verilebilir. Erdoğan, Şahin için, ‘inançlı’ ibaresini yazdı...”

Peki Erdoğan’ın bu kadar güvendiği, siciline “inançlı” diye yazdığı birisini sırf medya ve kamuoyu istiyor diye gözden çıkarmış olması mümkün mü?

-Nasıl “Türk Milleti’nin Öz Yurdu” Dersin?-
Bugün bırakın AKP’yi CHP’de bile “Türklük, Türk Milleti” kavramı tartışılırken, İdris Naim Şahin’in bu konudaki duruşuna hiç dikkat ettiniz mi? Yiğidi öldürelim, ama hakkını da teslim edelim. Bence Şahin’in üzerinin çizilmesinin ve eleştiri kampanyasının başlangıcı Temmuz 2011’de Ordu Aybastı’daki Perşembe Yaylası şenliklerindeki şu konuşması oldu:

Bu topraklar sıradan topraklar değil. Biz Türk milleti, bu toprakları emlak borsasından satın almadık, kan dökerek bu sınırları çizdik. Bu ülke, Adana'sıyla Edirne'siyle, Osmaniye'siyle Sinop'uyla, Kastamonu'suyla, Muğla'sıyla, Sakarya'sıyla, Denizli'siyle, Diyarbakır'ıyla bir bütündür. Bu coğrafya sıradan bir coğrafya değil. Bu toprak, vatandır ve ilelebet Türk vatanı olarak, Türk milletinin öz yurdu olarak kalacaktır. Bizlerin birliği, beraberliği, kardeşliği, huzur ortamına uzanan hain elleri, kötü niyetleri kahretmeye, bitirmeye ve de pişman etmeye yeter, yetecektir.”

-Şahin Eyalet Yasasına Tepki İçin İstifayı Düşündü mü?-
MHP Lideri Bahçeli’nin İdris Naim Şahin’i böylesine sahiplenmesinde ilişkin yorumlara geçmeden önce son bir not daha.

Kamuoyunda “Eyalet Yasası” olarak bilinen tartışmalı yeni Büyükşehirler kurulmasına dair yasa tasarısının Meclis’teki görüşmeleri sırasında 22 Ekim 2012’de Sözcü Gazetesi’nde Veli Toprak imzalı bir haber yayınlandı. Haberde, Erdoğan’a yakın AKP’lilerin dahi, “Bu yasayla bir Kürt devleti mi kurduracaksınız?” diye tepki gösterdiği, ikna için bir komisyon kurulduğu, bazı milletvekillerinin İçişleri Komisyonu’ndaki toplantılarına gitmediği anlatıldıktan sonra Başbakan Erdoğan ile Komisyon Başkanı, yeni İçişleri Bakanı Muammer Güler arasında geçen bir diyaloga yer verildi. İddiaya göre Güler, “İldeki tüm kişiler büyükşehir belediye başkanı için oy kullanırsa Mardin’i kaybederiz” deyince, Erdoğan tarafından, “Mardin’i kazanacaksın Muammer” diye sert bir şekilde uyarılmıştı.

İşte Bahçeli’nin Eyalet Yasası’na karşı duruşu sebebiyle Şahin’e sahip çıkıp, görevden alınmasını buna bağladığı öne sürülüyor. Bu iddianın altı ise şu detaylarla dolduruluyor:

Şahin, Eyalet Yasası görüşmeleri sırasında kuliste MHP’li bazı milletvekilleriyle dertleşip, bunu çok ama çok sert sözlerle eleştirmiş. Bir adım öte gidip, “İstifayı düşündüm, ama” demiş. “Ama”sını da şöyle açıklamış:

Partideki arkadaşlarla durup değerlendirmesi yaptık. İstifa etmem halinde İçişleri Bakanlığı’na kimin getirileceğinin önemli olduğunu, bunu görmek gerektiğini belirtip, beklememi istediler...”

AKP’de her daim kol kırılıp, yen içinde kaldı. Muhtemelen bu dosya da öyle olur. Tabii Bahçeli “Şahin sırrı”nı kamuoyu ile paylaşırsa, o başka!..

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan ve Mamak’a kucak dolusu sevgiler...


Müyesser YILDIZ
31 Ocak 2013

Dört gündür şiddeti artarak büyüyor. Neredeyse parçalayacaklar. Yüz koldan saldırıyorlar.
Türk ırkçısı! 
Türk faşisti!
Türk kafatasçı!
Oysa bu milletvekili hanım, Konyalı, Yozgatlı, Kırşehirli bir Türk aileden gelmiyor. Adanalı, Kastamonulu, Antalyalı; anası, babası ve yedi ceddi Türk biri değil.
Kadın Boşnak.
Boşnak kızı Boşnak.
Bir Boşnak kadın, “Türklük Dersi” verdi diye en çok da Hürriyet Gazetesi’nin ve bu gazetenin bir türlü büyüyemeyen yavru yayını Radikal Gazetesi’nin yazarları (bir kaçı hariç), kalemlerini kanlı kurşun yaptılar. Boşnak kadına, partisine, onu partiye alana, selam verene, meclis sıralarında yanında oturana küfür yağdırıyorlar.

Xxx

Çelişkiye bak!
Öküz öldürür.
Hürriyet Gazetesi’nin sol en üst köşesinde dalgalanan ay yıldızı Türk bayrağının altında “Türkiye Türklerindir” yazıyor. Bu gazete kurulduğundan beri 65 yıldır her sabah “Türkiye Türklerindir”  diye yayınlanıyor. Hürriyet’de yazanlar ırkçı olmuyor.
Faşist diye damgalanmıyor
Türk kafatasçı sayılmıyor.
Fakat bu Boşnak kadın konuşmasının bir yerinde; “Bana Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit gördüremezsiniz” dediği için Türk ırkçısı, Türk kafatasçısı, Türk faşisti damgasını vuruyorlar.
Gerçekten bu çelişki.
Sadece öküzü öldürmez.
Mandayı bile götürür.

Xxx

65 yıldır logosunda “Türkiye Türklerindir” yazdığı için ne Hürriyet Gazetesi, faşisttir, ırkçıdır, Türkleri üstün, Kürtleri aşağıda görür ne de CHP’nin Boşnak kökenli İzmir Milletvekili, “Türk Ulusu ile Kürt Milliyeti eşit değildir” dedi diye faşisttir, ırkçıdır. Boşnak köklü  milletvekilinin sözleri; “Türkiye’de herkes Türk adı altında eşittir. Türklük üstünlük taslamak için değil birleştirici, yapıştırıcı, kaynaştırıcı olsun diye kullanılmaktadır. Bu açıdan bakınca bu vatanda Yahudi de Türk’tür, Ermeni de Türk’tür. Kürt de Türk’tür, Laz da Türk’tür. Çerkez de Türk’tür. ” anlamına geliyor.

Xxx

Tarihin cilvesi.
Boşnak kadına “Sen Türkleri üstün ırk görmektesin, sen üstün ırk peşindesin  diye yüz koldan saldırıyorlar. Boşnak’ların Türklerle yakınlıkları sadece Müslüman olmalarıdır.
Boşnak efendice anlatıyor.
Bilimsel olarak sergiliyor:
 “Ben üstün ırk peşinde değilim, ben Türk’ü üstün ırk, Kürt’ü aşağı ırk olarak görmüyorum. Ben Boşnak’ım ve babamın ülkesi bölündü çok acılar çektik, Türkiye bölünmesin istiyorum” diyor fakat hep bir ağızdan;”yok yok sen Türkler üstün, Kürtler aşağıda dedin” diye bağırıyorlar.

Xxx

Fırsat saydılar.
Profesör Boşnak Kadın, “Türklük yapıştırıcı yapıldı. Türklük adı altında birlik olunsun, kardeş olunsun, birlikte uygar olunsun, birlikte zengin olunsun, birlikte paylaşılsın, birlikte vatansever olunsun istendi. Bırakın, bozmayın. Kökü kökeni ne olursa olsun bu ülkede yaşayan hereksi birbirine yapıştırıcı olarak Türklük kalsın” demek istedi.
Ölümüne saldırıyorlar.
Amaçları belli:
Bölünmeyi hızlandırmak.
CHP’yi çatlatmak.
Emperyalizme hizmet.

Babaları Katledilen Kızlar Babalarını Anlatıyor - Cevat Kulaksız
Gazeteci Yazar Uğur Mumcu’nun hunharca katledilişinin 20. Yılı nedeni Adalet ve Demokrasi Haftası’nda bir hafta sürecek konferans, panel, dinleti, resim gibi etkinlikler düzenlenirken, 26.01.13 günü, Cumhuriyet Kültür Merkezi’nde babaları katledilen üç kız, babalarının katledilmeleri üzerine dinleyenlerde hüzün bırakan konuşmalar yaptılar. Panelde konuşmalar yapan üç kızlar; Mamak Askeri Cezaevinde dövülerek öldürülen İlhan Erdost’un kızı Alaz Erdost, 20 yıl önce katledilen Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu, Sivas Madımak’ta yakılanlardan Şair Behçet Ayan’ın kızı Eren Ayan’dı. Konuşmalarına da, babalarının öldürüş tarih sırasına göre başladılar.
“Kızları Babalarını Anlatıyor” adlı programı izleyenlerin çoğunluğunu yaşlı emeklilerin oluşturduğu seyirciler, kızların konuşmalarını hüzünle izlerken, bazı 60-70 yaşındaki yaşlıların oturacak yer bulamadıkları için ayakta durarak izledikleri görüldü.
Konuşmaların sonunda salonda, 28 Eylül 1979 da suikastla katledilen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un yaşlı eşi Ülker Hanım fark edildi; bu gün konusunda söyleyecekleri olup olmadığı konusunda bilgisi için mikrofona Özge Mumcu davet edince, bastonuna dayanan ayakta durmakta zorlanan gözyaşlarına boğulan yaşlı Bayan Ülker Hanım’ın ağzından, çok duygulandım, çok özür dilerim” sözleri dökülürken oturduğu yere yığılıp kaldı. (Cevat Yurdakul’un Çocuklar Acar ve Ayçil Yurdakul o öldürüldüğünde henüz 10 yaşındalardı). [i]
Bütün seyirciler bundan etkilendiler, solunu bir hüzün kapladı ve birçokları gözyaşlarını siliyorlardı.
Biz de, salondakilerin heyecanla dinledikleri bu paneldeki konuşmaların dört duvar arasında kalmaması için okuyucuyla paylaşmak amacıyla banttan çözümleyerek vermek istedik. Çözümdeki hatalar olması pahasına, epey bir emek harcayarak, bu yer yer ibretlik hüzünlü konuşmaları okuyucuyla paylaşmak istedik.

MAMAK’TA KATLEDİLEN İLHAN ERDOST’UN KIZI ALAZ ERDOST ANLATIYOR:
İlk konuşmayı yapan, 12 Eylül döneminde tutuklandığı Mamak Askeri Cezaevin işkence ile katledilen Yayıncı İlhan Erdost’un kızı Alaz Erdost konuşmasında, babası ile ilgili olarak şunları anlattı:
“Biz bu gün babalarımızı anlatacağımız için çok heyecanlıyız. Cumhuriyet Gazetesine çok teşekkür ederiz, bize bu olanağı sunduğu için. Bu gün bir panel havasında gitmeyelim dedik. Babalarımızın öldürülüşlerini tarih sırasıyla anlatacağız. Biz biraz yılgın ve yorgunuz, Uğur Mumcu’nun öldürülensinin 20. Yılı olması acıların azalmadığını, daha da arttığını başka bir şeye evirildiğini bize gösterdi. Bizi ilgilendiren, bizi düşünen gazeteciler, bizi savunan avukatlar içerdeyken, müziklerini dinlediğimiz insanlar içerdeyken, Pınar Selek olayını yeni yaşamışken, kabine değişikliğini görmüşken, ırkçı saldırıları görmüşken, zaten çok da tadımız tuzumuz da kalmamışken bir de üstüne araba enkazını yaşamışken sizi çok fazla ayrıntıya boğup sıkmak da istemiyorum. Ben 7 Kasım 1980 de Mamak’ta Askeri Cezaevinde kardeşinin-abisinin yanında dövülerek öldürülen yayıncı İlhan Erdost’un kızıyım. Babamı birebir anlatamayacağım, çünkü ben babamı tanımıyorum. Beş buçuk aylıkken babamı kaybettim. Ablam iki buçuk yaşındaydı. O yüzden sizin anlattıklarınızı ben size anlatabilirim. Ama o dönemi yaşayan insanlardan öğrendiklerimi aktarmak isterken size bu utanç müzesinde yaptığımız konuşmada, o dönemi yaşayan başka birinin düşüncelerini aktararak başlamak istiyorum.
Bakın insanlar ne kadar acı çekiyorlarmış. Raci Tetik’i tanır mısınız; işkenceci Raci Tetik (albay). Aliye Tetik’in cümlelerini okuyacağım size. Aliye Tetik’e eşini sormuşlar, biz de Aliye Tetik’ten eşini dinliyoruz.
“Bahçelievler’de bir huzurevinde kalıyorum. Eşim Avustralya’da, bu sırada Avustralya’da olduğunu söylüyorlar. O zaman da biliyorduk ki, o zaman da bir huzurevinde idi, hasta ve tedavi oluyor. Sağlığı elverişli değil. Kenan Evren, Şahinkaya yaşlı insanlar; ben eşimi kaybetmek üzereyim. Arkasında dolaşıp kendilerine bir şeyler çıkartmak istiyorlar. Biz yıllardır ayrıyız zaten. O orda tedavi görüyor, ben buradayım, bir araya gelemiyoruz, durumu da iyi değil. Seksen küsur yaşında adam. Eşimin ne durumda olduğunu bana pek söylemiyorlar. Ama ciddi bir tedavi görüyor orda. Kendisi iyi olursa buraya gelecek. Benim50 küsur yıllık eşimdir, peygamber gibi adamdır. İsyan edenler sokaklarda coplanıyor, biber gazıyla hizaya getirilmeye çalışılıyor. O zaman da öyle bir ortamdı. Orda ne olabilir? Sadece askeri bir disiplin, sabah sporu falan gibi falan bişey. Ben bilmiyor muyum? Bir şekilde günah keçisi aranıyorsa eşim değil, günahına girerler sadece. Bizonun burada niye canını sıkalım ki? Davayı takip etmiyor, gelişmelerden haberi yok. Gelme konusunda ben karar verme durumunda değilim. Doktorlar müsaade verirse gelir. Belki ben giderim ama benim de halim yok. Hatta onun Yeni Zelanda da dağ havası almasına gerek var. Orda bir klinikte tedavi görüyor, belki de gelecektir. Kendisi anlatması, suçlamalara yanıt vermesi lazım. O duruma gelse de buraya gelse. Onlar burada hapse atılanlardan bahsediyor. Tabi ki işkence gördük diyecekler, sopa yedik diyecekler. Asıl işkenceyi gören bizdik,32 senedir bu işin sıkıntısını çekiyoruz; sadece bir görev yaptı bu adam. Elindeki talimata görev yapmış, hiçbir zaman da talimatın dışına çıkmamıştır. Onu tanımayanlara sorun bakalım nasıl bir asker? Türk ordusunda kaç tene var onun gibi”.
Bunlar bana komik geliyor, gülüyorum; bunları ifade edecek dönemine göre bakmak lazım. Genç insanlar başka şeyler düşünebilir bu gün. O gün onun yaşayanlar başka şeyler dünür. Canhıraş görev yapanları bu gün suçluyorlar. O günü yaşayanlardan durumu öğrenmek lazım. O gün biz görevde olsak neler yapardım diyenlere bakmak lazım. Şimdi ben o günü yaşayanlardan olmaya da bilebilirim, olabilirim. Aslında beş buçuk aylığım amma, biliyorsunuz 12 Eylül darbesinin öncesinde ve sonrasında olan şeyler başka şekil değiştirmiş şekilde devam etmekte. O yüzden ben kendimi o günün tanığı olarak görüyorsam, ben sizin o günü yaşayanların neler söylediğini, neler çektiğini anlatayım. Gerçi sizler de yaşadınız biliyorsunuz. Ben babamı sizlerden öğrendim, annemden öğrendim, teyzemden öğrendim, amcamdan öğrendim. Babam dediğim yer aslında küçük bahçeydi Karşıyaka’da ikinci kapıdan girince 10. Cadde. Babamın evi orası aslında benim için.  Benim yanımda kuzenlerin ablamla birlikte, kuzenlerim benim yanımda baba diyemediler, biz üzülmeyelim diye. Bunları onlara açıklamak ne kadar zordu bunları yaşadığımızı. Bu cümleleri burada bizlere acıyın diye anlatmıyorum, sadece o dönemi yaşayanları anlatsın. Aslında çok iyi bir şey oldu. Kardeş kardeşi öldürüyordu. İnsanlar sağlıkla sokağa çıkmaya başladılar diyenlere o dönemde nelerin olduğunun sonucunun ne olduğunu göstermek için bunları söylüyorum. Bir çalışma arkadaşım var 27 yaşında, bana dedi ki, “ben Kenan Evren’in kim olduğunu bilmiyorum”. Neden, dedim. “çünkü benim babam 80 den önce çok zarar görmüş, bizi hep korurdu, hiçbir şey okutmadı, hep uzak tuttu zarar görmeyeyim” diye. Zaten hesaplanan planlanan buydu, o çocuklar apolitik bir şekilde geldiler, yaş ortalamalarına bakın lütfen, kaç tane genç şu anda bizi dinliyor, bizim gibi konuşan kaç tane genç var. Şu anda da başka bir şekilde baskılanıp yine kokutuluyor hiçbir şey değişmiş değil. Şimdi bilmeyenler için kısaca bir şiir okuyacağım, babamın öldürülüşünü anlatmak istemiyorum. Okumak istiyorum. Sadece amcam babamın mezarının başında bir konuşma yapmıştı 2002 yılında. Demişti ki, “İlhan İlhan” çığlığı bir kardeşin bir kardeşe çığlığı değil, bir kardeşin insanlığa çığlığıdır. Biz bunu daha sonra da gördük aslında dava sürecinde. Ne demek istendiğini daha iyi anlıyorum.
İnsanlığın, adaletin can çekiştiği noktaydı babamın ölümü. 12 Eylül’ün felaket habercisiydi. Aydınlığın yok edilmesi için basılan bir düğmeydi adeta. Amcam Muzaffer Erdost ve babam İlhan Erdost’la ilgili 3 Kasım 1980 de başlayan sorgulama süreci, 7 Kasım 1980 de isnat edilen yasa maddesi belirtilmeden  öne sürülerek gözaltıyla sonuçlandı tabi ki.  Ankara Emniyet Müdürlüğü birinci şube basın bölümünde masamın üzerinde duran kâğıda el yazısıyla “delil bulunmasa bile derin soruşturma yapılıyor” notu düşülmüştü. Büyük araba yok mu? Küçük araba olmaz anlarsın ya denilerek bir araba istendi. Bu babamın öldürülmesinden üç gün sonra, bir erin hareketi sonucu bir dipcik darbesiyle şeklinde duyuruldu basına. Babamın öldüğünün haberi, “Artova’da doğdu, Ankara’da öldürüldü” diye verilmişken, “Artova’da doğdu, Ankara’da öldü” diye yayınlanabildi gazetede. Yani öldürmekten korkulmayan ancak öldüğünde dilek getirilmesinden korkulan bir süreçti. Sonra yenilendi haber, ertesi gün gazetede “öldürüldü” diye yayınlandı. Ayrıca Uğur Mumcu’nun babamın öldürülmesi ile yazdığı köşe yazısı yüzünden Cumhuriyet gazetesi o gün kapatıldı. Dosyayla ilgili soruşturmayı yürüten askeri savcı işkencecilerden birisini muhafız görevi olmadığını saptadı. Daha sonra bu kişinin sağ militan olarak ünlenmiş olduğu öğrenildi.
Yargılama yedi yıl sürdü. Olaydan tam üç yıl sonra çıkan mahkeme kararıyla görevli üç ere on yıl sekiz ay ağır hapis cezası verildi. Özel amaçlarla verilmiş olan sekiz yıl hapis cezası verildi. Erlere giderek azalıyor. Erlere emri veren Astsubay Şükrü Doğan önce on yıl sekiz ay hapis cezası aldı ve bu ceza Askeri Yargıtay Genel Kurulu’nunda onaylandı ve kesinleşti. Ancak Kırıkkale’deki birliğinden yeni tayin olması, (burası da şu anda yaşadığımız hukuksuzluklar kadar komik), idari işlerde görev yapması, olay günü kendisi nöbetçi astsubay olmadığı halde görevlendirilmesi 34 sayfa tutan ceza ve tutuk evi talimatıyla, bu talimatın eki olan 21 adet talimatı derhal öğrenip aklında tutmasının beklenilemeyeceği gerekçeleriyle karar bozuldu. Astsubay tutuklanıdktan bir hafta sonra serbest bırakıldı.
Askeri Yargıtay Beşinci Dairesi, bütün komutları veren tüm sürecin etkin bir hali parçası olan astsubayın Reo aracının dışarıya ses ve görüntü vermesi mümkün olmadığı, şoför mahallinden olayı görmesi olanaksız olduğu kanısına vararak yargılamanın yeniden yapılmasına karar verdi. Sonuç olarak erlere buınlar birer yılandır analarını ağlatmazsanız ben sizi ağlatırım diyen, yedikleri dayaktan şişen ellerini yapıştıramayan Erdost kardeşlere bir patlatılmadık hayalarımız kaldı onları da patlatırlar” diyen astsubay Tutuklu Şükrü Bağ’a ayrılan bölüm arasındaki parmaklıklı kapıyı kilitlemediği için görevini ihmal etmekten altı ay hapis cezası ile cezalandırıldı. Dava bu şekilde sonuçlandı.
Babamın öldürülmesinde görevli üç er, vicdanen rahat olmadıklarını beyan ederek Askeri Yargıtay Başsavcılığına, daha sonra ayrı ayrı verdikleri dilekçelerde mahkeme aşamasında gizledikleri gerçekleri itiraf ettiler. Dilekçelerinde amcamın ifadelerini doğruladılar. Birinci şubeden gelen görevli memurlar babamın öldürülmesinden bir ay sonra ilkyar basımevini açarak tek bir kitap dahi almadan gittiler. Basımevinin açılması için verilen kararın tarihi 27 Ekim 1980 Babamın öldürülmesi 7 Kasım 1980 di. Basımevinin açılması yazısında yasak yayın bulunduğuna ilişkin tek bir not yoktu. Basımevinde yasaklanmış tek bir kitap yoktu. Gözaltı kararının ve basımevinin açılması kararına aynı kişi imzayı atmıştı. Süreç bu şekilde devam etmiş, öğrendiniz siz de.
Şimdi biz burada ne yapıyoruz. Ben dünden beri Perşembeyi geçirdikten sonra bizi kum torbalarına benzettim.  Çünkü bizler burada soyadın verdiği onur dışında, sırtımıza yüklediği ağır yük sorumluluk, devam ettirilmesi gereken davalar ve bu davalarda aldığımız darbeler, bizi birer kum torbası olarak hareketsiz kılan yukarıdan atılmışlığımız ve bize vurulan darbeler sonucunda sağa sola gitmemiz, ama sonuçta gitmek zorunda kalmamız, arada sırada bize sarılan birilerinin olması. Bir yerden bir yere konuşmamız sadece bu şekilde hissediyorum. Eminim Eren de Özge de bunu söyleyecektir.
Size utanç müzesinde yaşadığımız bir şeyi anlatarak konuşmayı Özge’ye devretmeyi planlıyorum. Dedemin konuşmasında değineceğim bir yer var ki bizim babalarımız için kazançtır. Bizim Toplumsal Bellek Platformu’nda binlerce faili meçhul cinayetten sadece küçük bir kısmının bir araya gelmiş olmasıyla kurulmuş bu geniş ailemizde öldürülen herkes bir şekilde birbirini tanıyordu. Bu da ne kadar planlı öldürülme olduğunu kanıtlar. Eren biraz daha içimizi ferahlatacaktır, güzel anlatımı ile anlatacaktır. Ama ben şunu biliyorum, babam bazı kitapları basmadan önce Uğur Mumcu’ya danışıyordu. Hatta annemden öğrendiğim, çok aramızda kalmasını istediği bir şey var ki, babamgil çıkarken Behçet Aysan’ın muayenehanesinde buluşuyorlarmış, ayrıca annemin lise arkadaşı çıktı. Biz babalarımızı eşyalarını aldık, bavullara konmuştu, ben ilk kez görüyordum iki sene önce açıldığında. Özge Eren’den Bülent diye bir arkadaşımız var, Zeki Tekinel’in oğlu Cevdet Nevşehir Milletvekili, hep beraber gittik, Behçet Aysan’ın orda cüzdanını küçük vesikalık fotografı var. Güzelce dizdik onları, sonradan babamın kanlı paltosunu yırtık dizdi. Bülent’e soruyorum, bu kanlar yırtıklar ordan anlaşılabiliyor mu? Sonra bir durdu ben babamın kanını sergiliyorum ve orda çok utandım, sonra bıraktım gittim, benim bıraktığım gibi kalmamıştı. Bir hafta önce Özge beni arayıp babamın arabasının enkazını bize verecekler dediğinde, Özge dedim, bunu mutlaka bir yerlere utanç abidesi olarak koymalıyız herkes görmeli. Sonra yeniden utandım neden bunu Özge yapıyor, neden Özgür yapıyor. Neden onları görmeyeyim. Ama bir süre sonra onlar da aynı acıyı vermeyecek başka bir şey, bir pantolon benim için. Başka bir nesneye dönüşüyor. Ama biz çok utandık, biz çok yorulduk, ama biz sadece hiçbir şey yapmadan ve burada sadece kırk kişi utanarak, biz çocukları olarak, eşleri olarak, kardeşleri olarak utanarak hayatımıza devam edersek, devlet bundan utanmazsa, bütün toplum utanmazsa, bir özür dilenilmesi veya kabullenilmesi olmazsa, biz tümden utanmazsak siz daha çook orda oturursunuz. Burada kum torbaları da oturur, onları dinlersiniz, biz sallanırız akşam eve gittiğimizde yeniden sabitleşir yapayalnız orda durmaya devam ederiz”.

ARABASINDA KATLEDİLEN UĞUR MUMCU’NUN KIZI ÖZGE MUMCU ANLATIYOR:
Evinin önünde arabasına konulan bir bombanın patlaması ile 24 Ocak 1993 de hunharca öldürülen Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu da babası ile ilgili olarak şunları anlattı:

“ Alaz öyle bir konuşma yaptı ki ben de bir kum torbası olarak benzedik. Bir darbe de şurdan geldi. 24 Ocak’ta babamın öldürülmesinin 20. Yılı. Her geçen yıl daha mı ağırlaşıyor, daha mı zor geliyor, Türkiye daha zor dönemlere girdiği için mi daha; insan birçok şeyi aynı anda düşünüyor ve tam 24 Ocak anmalarında neler yapalım diye düşünürken, pat diye bir haber, “arabanın enkazının mirasçılarına verelim”. 245 plakalı aracı mirasçılarına verilecek. Şimdi hukuki olarak değerli olan birtakım kıyafetler ya da vs gibi incelendikten sonra devredilecekmiş, biz de böyle öğrendik. Daha henüz bir yazı karar gelmedi, gazetelerden okuduğumuz kadar biliyoruz. Enkazı devraldık, aldıktan sonra nereye vereceğiz bunu. Hayatınız normal seyrinde akıp gidiyor ama yirmi yıldır her gün başka bir şeyle uğraşıyoruz. Babam hakkında hala türlü ithamlarda bulunanlar oluyor. Toplumun tepkisi olarak konuşuluyor. Her şey çok açık olduğu için konuşuluyor, insanlar da çok açık olduğu için, o olmuyor, çok yaşadığım enteresan olaylar, içimden geçen zaman kitabı çıktıktan sonra inanılmaz bir ilgi artmaya başladı. İlgiler, eleştiriler artıyor, Ahmet Özal’dan da mesaj aldım babasının cinayetini çözmemek için ailesi ile işbirliği yapmakistiyor. Öldürülen cumhurbaşkanının oğlu da cinayetlerin araştırılması için işbirliği istiyor.   (espriler gülüşmeler) Yani şimdi nereden başlayacaksınız, her şey bir şaka gibi; hani bir yerinden film sahnesine girin olayın ne olduğunu aldanalım 20 sene sonrasını alın, olay olduğu an cumhurbaşkanının oğlu, gazeteci öldürüldü, şey yapmalıyız, bir film sahnesi gibi yaşıyoruz hakikaten, ne olacak, böyle mi devam edecek hakikaten Alaz’ın söylediği o yorgunluk durumu çok bende de var. Bazı şeyler nasıl geçecek, açıkçası ben de bilmiyorum; yaşayarak geçiriyoruz ama böyle durumlarda konuşuyoruz, aktarıyoruz. Duygu aktarımları, ne düşündüğümüz ne yaşadığımızın görülmesi bence önemli. Çünkü biz bu toplumun belleği olan aydınların çocuklarıyız. Onların acısını ve bayrağını bir şekilde taşımaya devam ediyoruz. Yani bugün ben oturup köşeme babamınki gibi yolsuzluk dosyaları açamam. O başka bir karakter, o başka bir yapı ve onların yaptığı şeylerin devamını elimizden geldiğince sağlamaya çalışmalıyız. Uğur Mumcu Araştırma Gazetecilik Vakfı yeni gazeteciler yetiştirmek üzere kuruldu. Yine bu güne kadar yüze yakın mezunumuz var. Her gittiğim her yerde araştırma gazetecilik mezunu, yurdun her yerine dağılmış gazetecilik mezunlarımız var. Onlar ödüller kazanmaya başladılar. Bir şekilde bayrağı böyle topluma dağıttık, topluma dağıtmaya çalışalım, bir tek biz taşımayalım diye. Bu gün biraz dağınık bir ruh halindeyim, ama birazcık da şundan bahsetmek lazım.
2006 senesiydi, Neden öldürüldüler diye bir anma haftası vardı. Bir Adalet ve Demokrasi Haftasında bunu yaptık. Işık Kansu bir metin hazırladı, neden öldürüldüler, niye öldürüldüler diye o metinde burda İlhan Erdost da vardı, Behçet Aysan da vardı, neden niye öldürüldüler diye. Hepsinin olayı anlatıp, yazdıklarından seçip ve bir de uygun bir, metne uygun şiir koydular, bunların hepsi bestelendi. Şimdi 2006 senesinden sonra da, biz vakıf olarak neden öldürüldüler diye bir dizi başlattık. Bütün bu isimleri alıp, yani toplumumuzun bellek taşları olan bu kişilere ait belge ve bilgileri bir sonraki nesle aktarmaktı amacımız aslında. Kimdi, ne oldu, nasıl öldürüldü? Niye öldürüldü, eserlerinden neler kaldı, gibi.
Ondan sonra da 2009 senesinde Toplumsal Bellek Platformu olarak bir araya geldik. Şimdi böyle durumlarda yapacağımız şeyler çok sınırlı aslında, sınırlı gibi gözükse de sınır. Her zaman şuna inanıyorum, burada kum torbası olmamak gibi, içimizin acısı olmaması için, hukuki sistem zorlanmalıdır. Sistem nasıl zorlanmalıdır, enkazı veriyorlar mı, Adalet Bakanlığına dilekçe yazacağız. Adalet Bakanı bunu yanıtlamak durumunda kalacaktır. Bu bir sıkıntı yaratacak mı? Sıkıntı yaratacak çünkü onlara, böyle bir şey var, siz bunu yaptınız. Bu olguyu somut bir şekilde hukuki kanallarla bunu yapmamız lazım. Şimdi istediğimiz kadar sokaklara çıkalım, meydanlara çıkalım, Sivas duruşmasında ben yurt dışındaydım. Arkadaşlar bigüzel gaz yediler, devletimiz de “hayırlı olsun” dediler. Yiyelim ama sistemi mümkün olduğumuz kadar zorlamamız lazım. Yani ilköğretim kitaplarına kadar, kaydettiklerimizin isimleri girmesi lazım.  Çünkü ben siyasal bilimler okuyorum, Türkiye tarihini çeşitli yerlerden okuyoruz. Başından, şurdan buradan. Ben her zaman şunu eksik görüyorum. Türkiye tarihini anlatırken, Türkiye’deki cinayet ortada diye iki cümle ile …….stabilize olmayan bir ilk savaş gibi bir durum sonra darbe olur gibi anlatılır. Ama o durum nasıl taşınmıştır. Türkiye’de 1980 sonrasında neler yaşanmıştır. 90 ın öncesinde bu cinayetler niye bu insanlar hedef seçilmiştir. Bunlar neye işaret ediyor ve Türkiye toplumu nasıl buraya kadar gelmiştir. Bunların hepsi aslında bu metinlere konması gerekiyor.  Elimizden geldiğince ben bunu yazacağım. Çünkü şöyle bir şey var. Bir tarihe bakarken eksik okursanız o tarihi, o insanların var olmadığını, bu toplumun bu insanları görmezden geldiği gibi bir yaklaşımla iki cümleyle geçiştirirseniz, kimseyi burada hedef göstermiyorum, bir yaklaşım olarak söylüyorum. Belleğiniz de erozyona uğrar. Şimdi Türkiye Tarihi ve Türkiye’de yaşayan herkesi aslında süre ve cinayet şebekesin de karşı olan bir öfke. Bu cinayet şebekesinin adı İslamcı cinayet oluyor, sağ ve sol oluyor, dönüyorsunuz dolaşıyorsunuz Türk Kürt çatışması oluyor, dönüyorsunuz Ermeni misyoner cinayetleri oluyor. Ve Böyle sürekli bir cinayet var. Sürekli ortalıkta dökülen bir kan var. Buna dava olarak karşıt toplumun haklı öfkesi var. Cinayetler bitiyor bu sefer tutuksuz yargılanmalar başlıyor. Neden Mustafa Balbay, neden Tuncay Özkan’ın içerde olduğunu bir taraftan sunulan haberler dışında açıkçası biliniyoruz. Sadece diyoruz ki bu adamlar yazdıkları için içeri alındılar diyebiliyoruz.
Şimdi birazıcık dünyada da şöyle bir durum oluşmaya da başladı. Bütün Türkiye’de yaşadığı son süreçte. Amerika’nın enteresan düşünce kuruluşlarından Marshall Planına falan destek veren önemli seslerinden bir tanesi Bir rapor yayınladı, Türkiye’de özgürlükler tehlike altında. Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) bir rapor hazırladı. Yani sonuçta uluslar arası dünyada şöyle bir Türkiye’ye karşı bir bireysel yasalar ve haklar sıkıntısı var, baskısı olmaya başladı. Fakat bunu siyasi bir enstrüman olarak kullanılıyor. Bunu hangi aşamada siyasi enstrüman olarak kullanılacak ona bakmak lazım.
Biraz dağıttım konuyu. Ama Türkiye’de bir konu birbiriyle bağlantılı. Biz burada oturuyorsak, oturuyorsak hala süregiden haksız süreçleri, avukatların haksız yere tutuklanması, kopup giden dava süreçlerine karşı duruyorsak, yine durmaya devam edeceğiz diye bağlayım. Hakkaten yirmi yıl sonra ben kendi adıma yorgunum, ama bu demek değildir ki, sistemi zorlamaya devam etmeyeceğiz, hayır. Aramaya devam edeceğiz. Babamızın ismini Uğur Mumcu’nun ismini yaşatmak için bize göre düşen görev neyse yapmaya devam edeceğiz”.
 
SİVAS’TA YAKILAN BEHÇET AYSAN’IN KIZI EREN AYSAN ANLATIYOR:
Daha sonra, Sivas Madımak Oteli’nde yananlardan Şair Dr. Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan, babasının Sivas olaylarındaki olumsuzlukları anlatmaya başlarken şunları söyledi:
“Her iki arkadaşımızın konuşmalarından sonra sorular, sorunlar boğazımda dizili kalıyor, ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Sabah uyandığımda biraz eski fotograflara baktım. Eski fotoğraflarda eski anılar vardı. O fotograflardan bir tanesini büyüttüm öyle getirdim size, 1973 yılında çekilmiş bu fotoğraf. Babam arkasına son bahar anısı diye yazmış 1975de Fotoğrafta üç kişi bulunuyor, babam, Muzaffer Kılıç, Muzaffer Erdost. 15 güne kadar babamın anı ve resimlerinden oluşan bir kitabım çıkacak “Bir Eflatun Ölüm”. Bu kitapta amcam Muzaffer Erdost’u şöyle anlatıyor: “Ankara merkez cezaevinde çekilmiş bir fotoğraf ve 10. Koğuş. 10. Koğuşun döner merdiveninden söz etmek isterim. Bu ahşap merdiven bir ilk; merdivenin basamaklarından çıkıyorsunuz, merdiven sizi bir yere götürmüyor, havada boşlukta bir yerde kalıyorsunuz. Çünkü ikinci koğuşun önünden ikinci katında yarım bırakılmış. Burdan olsa olsa Tanrı’ya yaklaşmış olursunuz. Ama Tanrı’non cezaevlerine yakın durduğu görülmemiştir. 10.Koğuşun önünde bu merdiveni Celal Bayar için yapmışlar. Kayseri Ceza Evinden Ankara Merkez Ceza Evine getirilmek istenmiş. 10. Koğuşun ikinci katı o zaman yapılmış merdiven. Yaşlı Celal Bayar’ın merdiveni çıkamayacağı sonradan düşünülmüş. Asansör yapılmaya karar verilmiş, merdiven öyle bırakılmış, asansör de yapılmamış. Çünkü Celal Bayar Ankara’ya getirilmemiş. Arada bir fotoğraf çektirmekten başka bir işe yaramaz, öylece dururdu merdiven.
Akşama yakın bir saatteydi sanırım, 10. Koğuşa iki getirilmişti. Biri jandarma üsteğmendi ki bu üsteğmen babamın eski arkadaşı Yaşar Arpacık giden hafta vefat etti. Öteki tıp öğrencisi Behçet Aysan, Mamak Muhabere Okulundaki Cezaevinden getirilmişlerdi. Üsteğmen ile aynı davadan yargılanan Tıp Öğrencisi Behçet Aysan 10. Koğuşa Adnan Menderes döneminde adı Hilton’a çıkmış koğuşa getirildikleri akşam, içlerine çöken kasveti daha sonraki günlerde de atamamış olmamış olmalılar. 10. Koğuşun altında karşısında iki oda vardır. Girişte sağdaki oda dört kişilikti. Behçet geldiğinde Bahar Erdoğdu ile ben bu odadaydık. Soldaki oda oldukça büyüktü. Altlı üstlü yan yana 20 kadar yatak yan yana yatılabilecek şekilde yapılmıştı. Behçet ile üsteğmeni buyur ettik. Yemek çıkardık. Yatak değilse bile yatacak yer sağlandı. Konuklukları bir hafta kadar sürdü. Mamak Cezaevinin yemek ve yatak verme olanağı burada yoktu. Yemeklerini kendileri sağlamak durumundaydılar. Dışarıdan yatak da getirmiş olmalılar. Koğuşta tek tuvalet vardı. Oturduğumuz zaman kedi büyüklüğünde dağ faresi çıkabilirdi. Bir keresinde böyle bir fareyi kediye yakalatmak istemişledir. Fare kedinin üstüne yürümüş, kedi kaçmıştı. Doğal ki banyo her zaman açık olmazdı. Ya onarım olurdu, ya odun biterdi, ya da su kesik olurdu. Banyo da çoğu kez bu tek tuvalette yapılırdı.
Kitaptaki yazıya devam ediyorum. Türkiye’de değişmeyen tek gerçeğin cezaevleri olduğunu uzun uzun anlatacak değilim. Bu noktada bu fotoğraftan yola çıkarak yazmış olduuğu babamın şiirini okumak daha iyi olur sanıyorum:
Albümdeki Yırtık Resim
Ağır ağır düşen yapraklar gibi
Anımsatır bana yaşadığımızda
Ne zaman karıştırsam albümdeki
o yırtık sararmış resim
Görülmüştür damgalı zarflarda
Görülen iki kadının sevgilimin
ve anımın taşımaktan albümdeki
o yırtık sararmış resim
Sızarken bir testiden sızar gibi
bir sonbahar güneşi çekilmiş
tel örgüler altında o eski püskü kırık tesim
Onuncu koğuşun resmi
gülümsüyor muharrem ortada ben
turnalar geçiyor üzerimizden
Bir yangın…..ortadaki kehribar tesbih gibi
Yanından ayırmamış hala
Kanuni Osmani defteri hakani
Düşünüyoruz resimde bile bıyıklı Celali niçin isyan etti
Üç yüz yıl yüz kere ve niçin yükselmiş taş duvar.
Sadece onlar için, yüz resmi silmeyen halkın keder günlüğüne.

Aslına bakarsanız biliyorum ben; cezaevinden sonra eve gir gün Muzaffer Amca gelmiş. Babamın şiirlerini görünce, Behçet bunlar çok güzel bunları bana verir misin, demiş. Sonra şiirlerini o dönemin yetmişli yılların en önemli dergilerinden bir olan, TDK o zaman paşalara devredilmemiş, Türk Dili dergisine vermiş. Böylece babam da amcam sayesinde okurla karşılaşmış. Yetmişli yılların sonlarında İlhan Erdost’un evine gidilecek bir akşam; babam anneme adliye İlhan’ın eşini tanırsan çok seversin diyor. İkisi beraber gidiyorlar, zili çalıyor, kapıyı Gülpez açıyor ve annemle Gülpez birbirlerine sarılıyorlar. Onlar liseden arkadaş. Sonra o berbat gün 12 Eylül’ün onulmaz acıları. Çocukluğum Alaz ve isimlerin yankılanmasıyla geçti. Annem usul usul ağlardı. 12 Eylül aslında bizim derdest edildiğimiz gündür. Gerçekten babalarımızın öldürüldüğü gün diyebiliriz. Özge katılır mı bilmiyorum ama, o günden sonra ilk olarak belki de İlhan Erdost. 7 Kasım’da bedeni ile yok edilmeye çalışıldı. Geride yapılacak tek bir şey kalıyordu benim için, daha doğrusu babam için. Şiir yazman, yazıya sığınmak. Yine hatırladığım bir kitaptan Özdemir İnce’den bir alıntı yapmak istiyorum, sizlere. ….Kafamın içinde dönüp dolaşıp aynı görüntünün üzerinde duruyorum. Behçet Sakarya’da eski tavukçu ile pis Buhara Lokanta ve meyhanelerin sokağında olmayan bir tahta perdeye sırtını dayamış ayakta duruyor. Şiirleri gibi sessiz; yazmış da bir kıyıda unutmuş. Aradan yıllar geçtikten sonra odamda bulmuş gibi. Sanki yitirdi sandığı kimliğinin, ya da geçmişiyle ilgili bir belgenin yeri ararken. Hayat onun yenilmişlik duygusunu sanırım, iyice sivriltiyordu. Şiir ya da edebiyatın bu alanda kazanacağı her hangi bir başarının iyileşmesine bir katkısı olamazdı. Başından geçenleri hayıflandığını hiç hissetmedim. Ağzından hiçbir zaman bir pişmanlık sözü ya da bu anlama gelecek bir cümle duymadım.

BİZDE AYDIN DÜŞMANLIĞI GELENEK HALİNE GELMİŞTİR.
80 li yıllar zor yıllardı, bestekar sokaktaki küçük evimizde zaman zaman burada ilk sırada oturan Mustafa Canpolat, kendisi TDTC Fakültesinde öğretim üyesi. Bana her zaman çikolatalarıyla gelirdi. O yıllar yani 86 yılında babam C.Atuf Kansu adına verilen şiir ödülünü almıştı. Seçici kuruldakilerden biri de Uğur Mumcu’ydu. Çok konuşamadık ayrıntıları, çünkü karayıl 93 de çok ölüm gördük. İlk önce Uğur Mumcu 24 Ocakta, daha sonra 2Temmuz geldi. İki Temmuzda babam ve arkadaşları bildiğiniz gibi cayır cayır yankıldı. Ama bildiğim bir şey var. Babamın İnkılap sokaktaki muayenehanesi o zamanki Cumhuriyet Gazetesinin hemen yanındaydı. Muayenahane aynı zamanda bir zamanlar Uğur Mumcu ve Uğur Alacakaptan’ın avukatlık yazıhanesiydi. Sanırım orayı babama Uğur Mumcu Tavsiye etmişti. Babamın ölümünden sonra, diş hekimi olan sahibi orayı kiraya kimseye vermedi, diş hekimi için bir depo olarak kullandı yılarca. Lanetli saymış olmalı. Sonra da satılığa çıkardı. Aslında niye anlattım diye düşündüm bütün gün, neden yazdım diye düşündüm bütün gün. Bu anlattıklarım aydın düşmanlığının bizde ne kadar hunhar olduğunu gösterir. Böyle bir trajedi bizden daha geri olan ülkelerde yaşanmaz. Çünkü onların aydınları yok denecek kadar azdır ve genellikle ülkelerini terk etme yolunu tutmuşlardır. Bizde ise aydın düşmanlığı adeta bir gelenek haline gelmiştir.  Nedeni açık yurdu kurtaranlar aydınlarımız olmuştur. Kazanan daher zaman siyasetçiler.
Kamplaşmanın kökeninde bu gerçeklik yaşar. Siyasetçilerimiz aydınlarımızın dışlandığı elinin kolunun bağlı kaldığı kitapları çoğu zaman dolaplarda…..
Yine buradan birazcık daha geriyi düşündüm; birz da bunda önceki günde seyrettiğim, “adalet sizsiniz e oyunu etkili oldu. Ronesans çağının doğa bilimcisi şair filozof  Cordano bun geldi aklıma; evren üzerindeki görüşleri nedeni ile engizisyon soruşturmalarından kurtulmak için, yaşamının uzun bir bölümünü Fransa, İngiltere, Almanya ve İsveç’te geçirmiş. Görüşlerini bu ülkelere yaymıştı. Sonunda yeniden İtalya’ya çağırıldığında dostları ona bu çağrıyı öğütlememesini söylemişti. İtalya topraklarına basar basmaz Engizisyon tarafından tutuklanan Bruno düşüncelerini kilisenin affına sığınması için zorlanmış. Kabul etmemekte direnince ölümle cezalandırılmıştı. Kararı kendisine bildiren yargıca hakkındaki ölüm kararını açıklarken “siz benden çok korkuyorsunuz” demiştir. 17 Şubat 1600 günü yakılan bu şair filozof ölüme kendi ayağıyla gitmeyi tercih etmişti. Şimdi düşünüyorum da bu isimler, yani babalarımız, ölüme bir anlamda kendi ayaklarıyla ama ülkemizdeki siyasetin zorlamasıyla gittiler.

BİZİM YERİMİZE ADALET KONUŞMALIYDI. BİZ KONUŞUYORSAK ADALET YOKTUR
Genel olarak bakıldığında çok uzun yıllardır Türkiye’nin okuyan, anlayan insanlarında kanayan bir yara. Failleri meçhul bırakılan siyasi cinayetler. Yakınları öldürülen aileler eli erdiğince, yakınlarını unutturmaya çalışsa da, çaba ve etkinliklerin geniş kitlelere ulaşmadığı da gerçek. Gerçekleştirilen anmaların da çoğu zaman alışılagelmiş bir formaliteyi yerine getirmenin ötesine geçmediği rahatlıkla gözlemlenebilir. Üstelik geldiğimizi yeri, yalnızlığımızı çok iyi biliyoruz. Bizler bu ülkede acılarımızı ta can evimizde bırakıldığımızın yalnızlığını yaşadık. Sevdiklerimizi siyasi cinayetlerde yitirdik. Bizi bir anlamda acılarımızla akraba ettiler. Düşüncelerimiz, yaşama bakışımız farklı olsa da, evimizin, elimizin içine düşen korla ortak paydamız olan acımızla birleştik. Bizim yerimize aslında adalet konuşmalıydı. Biz konuşuyorsak adalet yoktur. Biraz önce Özge de bahsetti; ben biraz daha detaylandırmak istiyorum, Toplumsal Bellek Platformunu. Biz ilk defa 1980 yılında öldürülen yazar Ümit Kaftancıoğlu ailesinden Canan Kaftancıoğlu’nun çabasıyla bir araya geldik. Sıcak bir haziran günü …etkinliğinde buluşan, bu coğrafyada yaşamın önü kesilmiş tam 16 aileydik. Hatta etkinliğin adı “Benim Babam bir Kahramandı”ydı. Bu isim kimseyi yanıltmasın, çünkü bizde ki kahraman babalar, kahramanlaştırılan babalar düşlemedik. Yalnız hayatımzın çeşitli bölümlerinde, dönemeçlerinde yanımızda olan, iyi ve kötü zamanlarımızda, başımızda omuzlarını hissedebildiğimiz  babalarımzla hayatlarımzı sürklemeye niyetlendik. İstedik ki devlet kahraman olsum, bizim babalarımızı bu ülkenin yazarlarını, şairlerini, gazetecilerini, aydınlarını korusun. Etkinliğin amacı Türkiye’nin yaşanması ve geleceğe sahip olması için kahramanca bu onurun üstüne yürüyen bu onurlu insanların yeni şartları doğru ve güçlü bir şekilde anımsatmaktı. Sadece notu değil neden öldürüldüklerini bir kere daha düşündürmekti. Etkinlik sonucu sürdürdüğümüz görüşmelerde ruhlarımızın ve akıllarımızın ne kadar çok birbirine benzediğini sevinç ve gururla gördük. Bir aile olduğumuzu hissettik. Aileye her geçen gün yeni bireyler eklendi. Üzülerek gördük ne kadar geniş bir aile olduğumuzu.
Bu isimleri gelecek kuşaklara doğru taşımayı hedefleyip toplumsal belleğimizi diri tutmak adına birlikte neler yapabileceğimizi konuştuk. Bu konuşmalar sırasında tüm ailelerin geçmişte yaşadıkları ve karşılaştıkları huzursuzluğun nerdeyse aynı olduğuna tanık olduk. Adalet arayışımız bu cinayetlerin ardındaki karanlık örgütlü güçlerin açığa çıkarılması için ortak bir çabaya dönüştü. Ayrıca hissettiğimiz medya ve halk desteiğini bizlere yüklediği çağın sorumluluğu ile 6 Eylül 2009 tarihinde Toplumsal Bellek Platformu altında birleştik. Sonrasında Apti İpekçi’nin katili Ağca’nın ……..reklam yıldızına dönüşmesini arzu eden zihniyete karşı bildiri yayınladık. Asıl üzücü olan tetikçilerin yüceltilmesi, maddi ve manevi olarak desteklenmesi ki hala da öyle.
Ses getiren cinayetleri işleyenlere evlenme teklifleri gelmesi tüm dünyada rastlanan  bir psikoz örneği. Ancak katillerin örgütlü şekilde cezaevinden kaçırılması, anı fotoğrafı çekilmesi, eli kanlı kişilerle gurur duyulması ne yazık ki bizim ülkeye mahsus, hatta moda. Biz katillerin kahraman ilan edilmesinden katilikten paye biriktirilmesine, katilliğin ranta çevrilmesine karşı çıktık. Ardından bu ülkedeki hukuksuzlukları göstermek adına Dınk davasında bir araya geldik. İlk defa bir duruşmada yan yana geliyor, başımıza gelen adaletsizlikleri topluca gösteriyorduk. Çok açıktı ki Sabahattin Ali Cinayetinden beri defalarca ezber ettiğimiz bu tür örgütlü siyasi cinayetlerin nasıl örtbas edildiklerini bir kere daha hatırlatmaya gelmiştik. Çünkü dosyalarımızın çoğu kapatıldı, zaman aşımına uğradı. Hrand Dıng cinayeti ise henüz örtbas edilme süreci içinde. Devletin kendi içine sızmış odakları ayrıştırabilmesi açığa çıkarabilmesi için henüz bir fırsatı var mı? Hala fırsatı var mı bilmiyorum. Ama kin, öfkeyle de, intikam duygularıyla değil, yurttaş sorumluluğuyla ve asla son bulmayacak adalet talebimiz de….. Çünkü biz sürekli olarak can alınan bir ülkede yaşayanların çoğalan aileyiz. Artık çoğalmak istemiyoruz. Bizi öldürenlerin ardındaki örgütleri ortaya çıkarmakla yükümlü olan bütün devlet kurumlarını sorumlu sayıyoruz. Bunu yerine getiremedikleri sürece hep gözümüzde suçlu kalacaklar. Ve her an bu suçu rahatça işlenebileceği düşüncesini de iletmiş olacaklar. Çünkü biz yıllardır mevcut yasalar ölülerimizin soğuk etkisini bize vermek zorunda bırakıldık. Oysa yurttaşını bu kadar savunmasız bırakabilen kurumların kendi suçlarını örtbas etmek için e kadar daha çok çaba harcayabildiklerini defalarca gördük. Suçluların korunup kollanmasında ne kadar resmi sıfalı kişinin seferber olduğunu da gördük. Bu görüntüler nedeniyle bizim gözümüzde devlet defalarca aşağılandı. Bundan daha büyük aşağılanmanın daha büyük hakaret olabileceğini sanmıyorum. Hangi kurum, hangi kurumun içindeki hangi kişi incinecekse incinsin, zedelenecekse zedelensin, itibar kaybedecekse kaybetsin. Bunun asla bir canın kaybı kadar olmayacağını anlatmak zorundayız. Bu gücü resmi bir noktaya erdirmek adına 11 Şubat 2010 günü meclise gittiğimizde artık yirmi altı aileye ulaşmıştık. İsteklerimiz son derece somuttu. Bu ülkede siyasi cinayetlerde zaman aşımı ortadan kaldırılsın, ikinci olarak da Meclis araştırma komisyonlarına da işlerlik kazandırılsın gerekirse süresi uzatılsın. İlk araştırma komisyonu yalnızca iki buçuk aylık bir süre…..bir de araştırma komisyonları ile de bir madde var, devlet sırrı maddesi, bizim babalarımızın cinayetleri kadar değerli değil. Ne yazık ki, bizim taleplerimizin sonucunda CHP ve BDP  tam on dokuz (19) defa soru önergesi verdiler. Ve bu 19 soru önergesi şu anki iktidar partisi tarafından tam 19 kez ret edildi.
Burda şunu ekleyim, 11 Şubat 2010 tarihinde biz ilk defa meclise gittiğimizde şöyle bir duygu içerisine girmiştik. Bir masa düşünün ve bir masa etrafında tam 26 aile bu ülkede öldürülen 26 aydının yan yana gelmiş kura ile konuşuyor. Biri diyor ki, “ben öldürülen Gazeteci Apdi İpekçi’nin kızı Sibel İpekçi’yim; biri diyor ki, “ben 95 yılında bombalı saldırıda öldürülen Yazar, Şair Onat Kutlar’ın eşiyim”; biri de diyor ki, “ben bu ülkede öldürülen Gazeteci Metin Göktepe’nin ablasıyım, Meryem Göktepe”. Ve liste çoğalıyor. Bir süre sonra göz yaşlarımzı birbirine karışıyor. Ama bizi bir masaya toplayıp adalet talebimizi yinelediğimiz yüzler asla ve asla utanmıyorlar. Onların yerine biz utanıyoruz. Utancı bir kere daha biz yaşıyoruz. O tarihten sonra, biz tekrar bu defa da Sivas davası özelinde, her seferinde “Allah rahmet eylesin” (Bekir Bozdağ) dediler. Ama yanma, bıçaklama, bombalama, çapraz ateş, yandan kurşun, sağdan, soldan kurşun sonra “Allah rahmet eylesin”. Bunun karşısında da biz ağlamamak için kendimzi zor tutuyoruz. Masaya toplandık, kendimizi ağlamamak için birbrimizi sıkıyoruz adeta, öyle, onlardan bir tanesi Filiz Abla karşıda ağlıyor. Filiz Ali Sabahattin Ali’nin kızı. Nasıl ağlamamak için direnebilirim derken, özge beni dürttü, dedi ki “tavana  bak”. Sonra durdu dedi ki, “sence bu lamba kaçıncı yüzyıldan kalma”. Başımı indirdiğim de baktım ki Özge de ağlıyordu.
Biraz burada ikinci defa gittiğimizde, zaman aşımının kaldırılması için, Sivas Davasında, iki defa gittiğimiz meclis görüşmesine; ikinci defa gittiğimizden bahsediyorum, bu defa bizi şu anki iktidar partisi kabul etmedi ama sağ olsun gittiğimiz BDP ve CHP den sonra MHP de kabul etmedi mazeret ileri sürmüştü. İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün zorlamalar sonucunda kabul etti. Ve Ayhan Sefer Üstün Özge ve Alaz’ın yanında sevgili Zeynep de vardı, İlhan Altıok’un kızı, bize dönüp, “peki Başbağlar cinayeti için hiç üzülüyor musunuz” gibi bir soru sordu biz de, “ölülerimizi yarıştırmamak gerektiğini elbette bu ülkede öldürülen herkese üzüldüğümüzü, zaman aşımı ortadan kaldırılırsa Başbağlar cinayetlerinin bir biçimde açığa çıkarılabileceğini” kendisine söyledik. Ancak burada şu var, Ayhan Sefer Üstün’ün sorusu manidardı. Yani öldürülenlere karşı öldürülmüş olan bir yapının bu gün 350 oy alabilmesi bana çok manidar geliyor.

SİVAS DAVASI DURUŞMASINA KATILAN AİLELERİN ÇIĞLIĞI EMNİYETTE BİTTİ

Sivas Davası zerinde biraz konuşmak istiyorum, çünkü bir anlamda kendi davam, hiç şüphe yok ki 2 Temmuz 1993 çocukluğumu bitirip ergenliğe adım attığım gündür. Biz silsile halinde yaşanan talihsiz acıların da utangacıyız. Mesela Ankara bir nolu Güvenlik Mahkemesinde Eylül 93 de başlayan Sivas Davasında bizler mağdurlar duruşma salonuna alınmadık. Bu duruma itiraz eden Sivas katliamında çocuklarını kaybetmiş annelerin çığlığı emniyette bitti. Çıkan olaylarda pek çok kişi gözaltına alındı. Bense ilk duruşmanın olduğu günden bu yana, yani zaman aşımı gününe ve sonrasına kadar zaten yenilgi duygusunu üzerimden atamadım. Sanki o zamana kadar her şeyin çözümü vardı. Sıkıntı ne kadar ağır olursa olsun, küçücük hayali olan umut da vardı. Şimdi ise tek bir duygu kaldı geriye talihsizlik. Sonraki duruşmaya dönemin Adalet Bakanı Şevket kazan da katıldı. Başlangıçta yalnızca 138 sanık mahkûm edildi ve bunların dört tanesi yaş küçüklüğü, bir de akli mali dengesi bozukluğu nedeni ile ceza indiriminden yararlandı. Süreç içerisinde daha sonra 39 kişinin beratine karar verildi. Sonra 49 sanık Topluma Kazandırma Kanunu’ndan yararlanma talebinde bulundular. ancak onlar, önce örgütsüz oldukları savundular sonra örgütlü olduklarını itiraf ettikleri için geç kaldılar o yüzden bunların arasından yalnız on sanık tahliye oluverdi. Sanıklardan yurt dışına kaçmış olanlardan hiçbir şekilde iadesi sağlanamadı. Onlar zaten bizim aramızda dolaşıyorlar.
Son söz babam, babam Behçet Aysan ülkesini seven bir yazardı, şairdi. Kısacık yaşamına sayısız ödül sığdırmıştı. Henüz hayattayken şiirleri pek çok dile çevrilmiş, pek çok ülkede yayınlanmıştı. Aynı zamanda bir doktordu, psikiyatri doktoru idi, hani bu ülkemizde mumla aranan aydınlardandı. Zaten onu diri diri ateşe verenler bu dizeyi okumuş olsalar değil onu ateşe vermek, sanırım boynuna sarılırlardı. Yıllar boyunca mezarına çiçek bırakırken, usulca ağlarken, sağduyuyu yitirmemeye özen gösterdim. Ama zaman zaman gerçek cehennem oldu, içimden taştı, öyle smyleyim. Ben şimdi size soruyorum, ben çocuğuma “deden şairdi, yazardı, doktordu, bu ülkenin aydınlık yüzüydü, ama yakıldı” bunu nasıl diyeceğim. Onu hiçbir şey ayaklanmaya kalkmış bir şey kadar korkunç bir şey olamaz derken, aynı zamanda insanların birbirlerini tekrar yakamayacağını nasıl inandıracağım. Çünkü eğer kimlikleri vatandaşlık belgesiyse, babamın yanmış kimliği hala çalışma masasında duruyor. Eğer kimlik devletin resmi belgesiyse babamın yanmış kimliği her gün bana bakıyor”.
                                        
 DİPNOTLAR
________________________________________
[i] Cevat Yurdakul (1942- ö. 28 Eylü1979) 12 Eylül Darbesi öncesinde uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülen dönemin Adana İl Emniyet Müdürü. 28 Eylül 1979 sabahında ülkücü bir grup tarafından aracı kurşunla taranarak öldürüldü. Yurdakul ailesinin avukatı Halil Güllüoğlu da 6 Şubat 1980′de öldürüldü.
Cinayetin sanıklarından Muhsin Kehya, Cumhuriyet Halk Partisi Adana il başkanı avukat Ahmet Albay ve Cumhuriyet Halk Partisi Kayseri il başkanı avukat Mustafa Kulkuloğlu’nun öldürülmesi olaylarına da karıştı. Kehya, cezaevinden iki kez firar ettikten sonra Almanya‘ya kaçtı.1997′de idam edilmeme koşuluyla Türkiye’ye iade edildi ve 36 yıl hapis cezasına mahkûm oldu.AKP iktidarınca çıkarılan 3. Yargı Paketi olarak bilinen yasal düzenleme doğrultusunda 12 Temmuz 2012′de tahliye edildi. Muhsin Kehya’yı cezaevi önünde MHP Elbistan İlçe Başkanı Ali Demir, yakın akrabalarının da aralarında olduğu yaklaşık 30 kişi alkışlarla karşıladılar.
Çıktıktan sonra başbakana teşekkür eden Muhsin Kehya, “herhangi bir pişmanlık falan da duymuyorum” dedi.
Cinayetin bir diğer zanlısı Abdurrahman Kıpçak, Kehya gibi cezaevinden firar ettikten sonra yurtdışına kaçtı. 5 Ekim 1989′da 47 kilo eroinle İstanbul‘da yakalandı ve bir süre sonra serbest bırakıldı. Kıpçak, 5 Şubat 2006′da Ümraniye‘de uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Cevat_Yurdakul
Öldürülen Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un dul kalmış eşine ve henüz ilkokula başlamış minicik kızına da devlet “terör şehidi” aylığı bağlamıştı. Yıllar geçti. Haber geldi.
Kanlı terör yıllarında çapraz ateşe alınarak öldürülen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’u 25 yıl boyunca “terör şehidi” sayan devlet, şimdi onu “görev kurbanı” kabul ediyor, eşine ve kızına ödenen 13.6 milyar liralık tazminat da geri istiyordu.
http://haber.gazetevatan.com/0/44995/4/Haber

 http://hakimiyetimilliye.org/2013/01/babalari-katledilen-kizlar-babalarini-anlatiyor-cevat-kulaksiz/

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget