AKP hükümeti 2002 yılında iktidara geldiğinde halka eksiksiz bir demokrasi, yolsuzlukla mücadele, komşularla sıfır sorun vaatlerinde bulunmuştu. Bu vaatlerinden dolayı da liberal aydın ve yazarlardan destek bulmuştu. AKP hükümeti ilk
döneminde AB’ye uyum çerçevesinde çok sayıda yasada değişiklikler
yapmıştı. Bu değişikliklerin birçoğu CHP Meclis Grubu tarafından da
desteklenmişti.
Daha sonra “Kürt Açılımı”, “Alevi Açılımı” adı
altında yapılan toplantılarla Kürt ve Alevi yurttaşlarımızın hak ve
özgürlük taleplerinin karşılanacağı izlenimi verilmiş; ancak hükümetin
ciddi ve demokratik bir yol haritası olmadığından bu girişimler büyük
bir düş kırıklığı yaratmıştı.
Hükümetin, siyasi partiler ve seçim yasaları, YÖK Yasası gibi 12 Eylül yasalarına dokunmaması ve anayasa konusunu sonunda “başkanlık sistemi”ne
bağlaması; ifade ve hak arama özgürlüğünü sürekli biçimde ihlal etmesi,
adil yargılama ilkesini yok sayması gibi uygulamaları AKP’nin “kendine demokrat” bir
parti olduğunu gösterdi. Bu tespit yalnız ana muhalefet CHP’nin, diğer
muhalefet partilerinin değil, başlangıçtan beri AKP hükümetine destek
veren liberal aydın ve yazarların çoğunun da tespitidir.
Uluslararası kuruluşların raporları
AKP hükümeti ve Başbakan, bu tespitler karşısında durumunu gözden geçirecek yerde, Türkiye’de “ileri demokrasi”ye
geçildiğini söylemeye devam ediyor. Peki, gerçekten demokraside ne
durumdayız? Bu soruyu objektif olarak yanıtlamak için özgürlükler ve
demokrasi konusunda çalışma ve ölçümler yapan uluslararası kuruluş ve
kurumların raporlarına bakılması gerekir. Bu kuruluş ve kurumlardan
bazıları, AB komisyonu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Özgürlük Evi
(Freedom House), Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, Barış ve Ekonomi
Enstitüsü, UNESCO, Dünya Adalet Projesi gibi kuruluşlardır.
Bu
kuruluşların son 5-6 yıldır yayımladıkları raporlarda, Türkiye’nin
demokrasi; ifade, basın ve hak arama özgürlükleri; adil yargılama;
hukukun üstünlüğü vb. konularda oldukça gerilerde olduğunu söylüyor.
Raporlar, Türkiye’nin -bırakalım “ileri demokrasi”yi- klasik temsili demokrasiden bile uzak olduğunu, “üçüncü sınıf” ya da “hibrit” (melez) bir demokrasi olarak sınıflandırıldığını gösteriyor.
Oysa
ülkemizin sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel sorunlarının çözümü,
özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye bağlı. Türkiye henüz böyle bir
demokrasi anlayışının çok uzağında bulunuyor. “Dünya Adalet Projesi”nin 2012 araştırmaları bu gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Bu projenin “Hukuk Düzeni Endeksi”nde Türkiye, “temel hakların korunması”nda
97 ülke arasından 76. sırada yer alıyor. Bir başka ifadeyle Türkiye,
demokrasiye yeni geçen Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkeleri arasında
konumlandırılıyor. Aynı projenin diğer araştırmalarında ise Türkiye, “ceza adaleti açısından” 71. ve “asayiş ve güvenlik açısından” 70. sırada yer alıyor.
“Dünyada Demokrasi Endeksi”
araştırmasında ise Türkiye, 2008 araştırmasından daha kötü durumda.
Çünkü iki basamak daha gerileyerek 89. sıraya düşüyor. Türkiye bu sırayı
Nikaragua ile paylaşıyor ve AKP hükümetinin ileri sürdüğü gibi “ileri” demokrasiler grubunda değil, Tanzanya ve Uganda’nın da bulunduğu melez rejimler grubunda yer alıyor.
AİHM kararları
Diğer
yandan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde de Türkiye en çok haksız
bulunan ve tazminat ödemeye mahkûm edilen ülke durumunda. Bu
mahkûmiyetlerin başında ise ifade ve basın özgürlüğü ihlalleri ve
yargılamadaki hukuksuzluklar geliyor. AİHM, Türk Ceza Kanunu’nun “Türk milletini, devleti ve devletin kurumlarını aşağılama” suçunu düzenleyen 301. maddesinin, belirsizlik içerdiği için sorunlu olduğunu söylüyor. AİHM’de görev yapan Prof. Işıl Karakaş “AİHM, TCK 301. maddesi yasa niteliğine sahip değildir demişse, yürütmenin ve yasamanın görevi bunu ortadan kaldırmaktır” diyor.
AKP
hükümeti ise bu değerlendirmeleri dikkate almıyor. Her defasında
hükmedilen tazminat cezalarını ödemekle yetiniyor. Ama ilgili yasaları
ve uygulamaları evrensel hukuk standartlarıyla uyumlu hale getirmiyor.
AİHM kararlarının gereği yapılmadığı için de örneğin üst üste çıkarılan “yargı paketleri”
de bir işe yaramıyor. Gerek Silivri, gerekse KCK davaları -toplum
vicdanını yaralamanın yanı sıra- hukuk devletine ve yargı bağımsızlığı
ilkelerine de büyük zarar veriyor.
Diğer yandan güvenlik
güçlerinin, demokratik haklarını kullanarak gösteri ve yürüyüş yapan
insanlara şiddet uygulaması artarak devam ediyor. Şiddete başvuran
ilgililerin soruşturulması yerine, her zaman gösteriler hakkında “dağılın” emrine uymamak, “yasadışı gösteriye katılmak” vb. gerekçelerle soruşturma açılıyor. Gençlerin, öğrencilerin hayatları karartılıyor.
Hükümetin
izlediği sorumsuz dış politikadan dolayı, başta Suriye olmak üzere tüm
komşularımızla -bırakalım sıfır sorunu- neredeyse savaş halindeyiz. Bu
durum, Türkiye’yi bölgede daha da yalnızlaştırıyor. AB hedefi ise
unutulmuş durumda.
Diğer yandan, yolsuzluklar ve kayırmacılık
ciddi biçimde yaygınlaşırken 13 milyon yurttaşımız hâlâ yoksulluk
sınırında yaşıyor. İşsizlik ve yoksulluk toplumu umutsuzluğa itiyor.
Tüm bunlardan ve Türkiye’nin ikinci sınıf bir demokrasi olmasından on yıldır ülkeyi tek başına yöneten AKP iktidarı sorumludur.
Yorum Gönder