Kasım 2020
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

T. C. Devleti Katar'a İpotek Mi Ediliyor?
Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi;  bu ülkenin anayasal bir yönetim şekli midir, yoksa Türkiye Cumhuriyeti Devletinin,  ERDOĞAN ailesine aidiyetini tescilleyen bir tapu senedi midir?

ATATÜRK'ün kurup bizlere emanet ettiği T. C. Devleti; topraklarıyla ve ekonomik değerleriyle,  Konya ilimizden dahi küçük bir kabile devletine rehin ve ipotek mi edilmek istenmektedir?

T. C. Devletinin;  Türk Milletine ait egemenlik hakları,  Katar'a mı devredilmek istenmektedir?

Ülkemiz; hediye bir uçak ve alınan dolarlar karşılığında, Katar'a satılmak üzere midir?

Ülkemiz ve T. C. Devleti, tarihinde görülmedik şekilde,  sahipsiz mi kalmıştır?

T. C. Devletinin onurlu vatandaşları, asil Türk Milleti ve ATATÜRK gençleri, ATATÜRK'ün gençliğe hitabesinde ülkeyi emanet ettiği ve  muhtaç olduğu kudretinin,  damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu açıkça belirttiği   Türk Gençliği,  işin farkında değil midir, yoksa ATATÜRK'e ihanet içinde midir? 

Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi,  neyin nesidir?

Köklü Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yanında, Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi adı altında paralel bir devlet mi kurulmuştur da haberimiz yoktur?

Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi; T. C. Devletinin hazinesini paypas eden, topraklarını ve Cumhuriyetin tüm ekonomik değerlerini Katar'a satan ve ipotek eden, T. C. Devletinin egemenliğini aşındıran, T. C. Devletinin hazinesini kayıt dışı, denetlenemeyen, hesap sorulamayan, tek adamın keyfine bırakan bir sorumsuzluk abidesi olarak karşımızda durmakta ve hiç kimsenin kılı kıpırdamamaktadır. 

Koskoca T. C. Devleti;  hazinemizi boşaltarak tam takır bırakan, ülkeyi borç batağına sürükleyen, bugün için ülkeyi batıdan borç dahi isteyemez duruma sokan tek adam tarafından,  bir ilimiz büyüklüğündeki Katar'a peşkeş çekilmektedir. 

Kanal İstanbul'un inşasındaki inadın temelinde, bize göre Katar yatmaktadır. 

Son olarak,  Katar'a Varlık Fonu bünyesindeki İstanbul Borsasının yüzde onu, ihalesiz satılmış olup, satış nedeni ve satış bedeli,  Türk Halkına açıklanmamıştır ve açıklanmayacaktır da. 

Şeffaflık yok edilmiştir. Halka ait olan değerlerin satış nedeni ve satış bedeli,  halktan gizlenmektedir. 

Şimdi, halkın yanında olan muhalefet partileri,  bu satışın nedenini ve bedelini,  tek adamdan soracak olsalar, verilecek cevap bellidir. 

Devlet sırrıdır,  açıklayamayız diyerek geçiştireceklerdir. 

Bunun neresindedir devlet sırrı,  Allah’ınız aşkına. 

Devlet, Türk Halkının kendisidir. 

Sır olan,  devlet sırrı değil, sizin;  sır olarak,  Türk Halkından gizlemeye çalıştığınız kirli oyunlarınızdır. 

Bu kirli oyunlarınızın, size özel sırlarının  açığa çıkması,  devletimizin ve halkımızın yararınadır. 

Devlet sırrı diye diye, ülke topraklarını ve değerlerini sata sata, bir gün gelecek ve devletimiz, bir sır gibi elimizin altından kayıp gidecektir. 

Bu millet size, saraylarınız, lüks makam otomobilleriniz, lüks ve ihtiyaç fazlası uçaklarınız, israfınız ve şatafatınız için,  ülkeyi ve değerlerini Katar'a satıp yiyesiniz diye oy vermedi, kendinize geliniz lütfen. 

Güner Yiğitbaşı

28/11/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Bölük Dur Kandıralı Sen De Dur
"Kandıralı sen de dur";  bu ülkenin en yaygın,  en çok duyulan,  söylenen anekdotlarından,  şakalarından biridir. 

Kandıralı askere gitmiş.  Gitmiş de,  komutanın verdiği toplu emirleri,  hiç üzerine alınmazmış. 

Komutan,  bölük dur diyor.  Bölük zınk diye olduğu yere çakılıyor.  Ama,  Kandıralı raprap,  raprap devam ediyor.  Bir,  iki. .  beş böyle devam ediyor. 

En sonunda komutan çözümü;  "Bölük dur. .  Kandıralı sen de dur" demekte buluyor.  

AKP Genel Başkanı ve partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; grupda yaptığı konuşmasında, ana muhalefet partisi lideri KILIÇDAROĞLU'na,  anayasanın 138.  maddesini hatırlatarak, yargıya kimsenin emir ve talimat veremeyeceğini, bunun suç olduğunu söylüyor ve yargıya emir ve talimat veren KILIÇDAROĞLU hakkında gereğinin yapılmasını isteyerek. bir yerde yargıya kendisinin verdiği talimatlara bir yenisini ekleyerek, KILIÇDAROĞLU'nu hedef gösteriyor. 

ABD'li Rahip Brunson, gazeteci Deniz YÜCEL'in,  ERDOĞAN'ın talimatlarıyla tahliye edilerek ülkemizi terk ettikleri,  henüz unutulmadı. 

Anayasanın 10. maddesine göre;  makamı ve görevi ne olursa olsun,  herkes kanun önünde eşit olup, anayasanın hükümlerine, tabi bu arada anayasanın 138.  maddesine,  AKP Genel Başkanı ve partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN da aynen uymak zorundadır.  

Uyuyor mu?

Tabii ki; uymuyor. 

Çünkü,  anayasaya göre kendisinden hesap sormak,  Yüce Divana göndermek çok zor. Bir sürü parmağın kalkması ve onay vermesi gerekiyor. Bu da, bugünkü Meclisin çoğunluk yapısına göre imkansız. 

ERDOĞAN;  bu sorumsuzluğuna güvenerek,  anayasayı ve anayasanın 138.  maddesini ihlal etmeyi kendisine hak görüyor, KILIÇDAROĞLU'na çifte standart uyguluyor.  Bu çifte standart tavır, Cuma namazlarını kaçırmayan, Cuma namazlarına gidecekler için,  Korona yasaklarını delen partili ve Müslüman Cumhurbaşkanına hiç yakışmıyor tabi. 

AKP Genel Başkanı ERDOĞAN'ın;  adil olmayan ve kendisine ayrıcalık tanıyan bu çifte standart tutumunu görünce. bizim Kandıralı asker geldi aklımıza. 

“Bölük dur, Kandıralı sen de dur. ” 

Günmer Yiğitbaşı

27/11/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


Cumhur İttifakı Kurtuldu Ama Topal Ördek Açığa Çıktı

Ülkemizde neler oluyor böyle?

Bu ülkenin hiç hak etmediği çok kötü şeyler oluyor maalesef. 

Küçücük tabanı,  çok sınırlı temsil gücü ve bir avuç milletvekiliyle, ülke MHP ve BAHÇELİ'nin esiri oldu adeta. 

Türkiye'yi,  güya AKP ve lideri ERDOĞAN yönetiyor. 

Geçiniz, ülkeyi hiçbir sorumluluğu ve resmi sıfatı olmadığı halde,  BAHÇELİ yönetiyor, ülkenin kaderi BAHÇELİ'nin iki dudağı arasında. Davul ERDOĞAN'ın boynunda,  tokmak ise, o beğenmediğimiz BAHÇELİ'nin elinde. 

Buna neden olan da,  AKP Genel Başkanı ERDOĞAN'ın, ne pahasına olursa olsun, MHP ve BAHÇELİ'nin mecbur kaldığı desteğiyle,  iktidarda kalma hırsı. 

Ne demişti AKP Genel Başkanı ERDOĞAN?

Yüzümüzü tekrar Avrupa’ya döneceğiz, hukuk, adalet ve demokrasi reformu yapacağız. 

Biz;  bir evvelki yazımızda,  bunun asla mümkün olmadığını yazmış ve aleyhindeki toplumsal muhalefetin tavan yaptığı, ilk seçimde iktidardan düşeceğini anlayan ERDOĞAN'ın;  iktidarda kalabilmek için uyguladığı ve ihtiyaç hissettiği, kendisine yönelik muhalefeti baskılayan, muhalefete alan bırakmayan antidemokratik ve otoriter yönetim tarzıyla, yapmayı düşündüğü reformların çeliştiğini, hukuk, adalet ve demokrasi reformu yapabilmesi için, basını ve insanları özgür kılması ve yargı üzerindeki baskısına son vermesi, bağımsız yargıya saygı duyması, Anayasa ve İnsan Hakları Mahkemelerinin kararlarına uyulması gerektiğini, ERDOĞAN'ın bunları asla göze alamayacağını,  yazmıştık. 

Kaldı ki, ERDOĞAN; demokratikleşme, hak, hukuk ve adalet reformu yapma fırsatını çoktan kaybetmiş ve bu treni kaçırmıştır. 

Bu reformları yaparak,  semeresini toplayabilmek ve otoriter imajını silerek  seçmenler nezdindeki imajını olumluya çevirebilmek için zaman kalmadığı gibi, ERDOĞAN'ın fıtratında;  hak, hukuk, adalet, bağımsız yargı, demokrasi ve özgürlük kavramlarının hiçbir önemi ve değeri mevcut değil maalesef. 

Hem laik hem de Müslüman olunamaz diyen ve aklı sıra  Müslüman kalabilmek için laik olmayı asla kabul etmeyen ERDOĞAN'ın; laik, hak ve hukuka, bağımsız yargıya saygılı, en başta basın, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlükleri olmak üzere, kişi özgürlüklerini savunan Avrupa'ya yüzünü dönmesi ve Avrupalı olabilmesi,  asla mümkün değildir.  

Nitekim; peş,  peşe gelişen olaylar,  bizi haklı çıkarmış ve ERDOĞAN'ın;  ağzı söylese de, gönlünden;  hak, hukuk, adalet, yargı ve demokrasi reformu yapma istek ve  arzusunun geçmediğini ortaya koymuştur. 

BERBEROĞLU hakkında uygulanmayan Anayasa Mahkemesi kararı, hala askıda beklemektedir. 

AKP kurucusu ve eski Meclis Başkanı, son zamanların,  Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Üyesi olan Bülent ARINÇ; ERDOĞAN'ın,  adalet, yargı ve demokrasi reformu yapacağına ilişkin beyanlarına güvenerek ve inisiyatif alarak, reformun önünü açmak üzere, öncelikle uyulması beklenen yüksek mahkeme kararlarına uyularak,  KAVALA ve DEMİRTAŞ'ın tahliye edilmeleri gerektiğini savunan beyanlarda bulunmuş, sen misin bu beyanlarda bulunan diyen ERDOĞANARINÇ'ın bu haklı ve yerinde çıkışına,  onu eleştiren ve fitnecilikle suçlayan ağır beyanlarla karşılık vermiş ve bugün de, BAHÇELİ; MHP Grubunda yaptığı konuşmasında,  ARINÇ'a yönelik hakarete varan ağır suçlamalarda bulunmuştur. 

Ortaya çıkan manzara şudur; BAHÇELİ'nin küçük ortağı olduğu Cumhur İttifakının temellerinde yükselen ve dayanak bulan, BAHÇELİ'nin uzattığı koltuk değneğine muhtaç olan ve BAHÇELİ'nin elinde adeta esir olan ERDOĞAN başkanlığındaki AKP iktidarı; aslında kendisi de istemiyor ama, istese dahi, BAHÇELİ'nin istemediğ hiçbir yargı, hukuk ve demokrasi reformunu asla gerçekleştiremeyecektir. Buna gücü ve iktidarı yoktur. 

Hukuk ve demokrasi çıkışı yapan Bülent ARINÇ da; gördüğü ve kendisine yönelik partisinden ve BAHÇELİ'den gelen hak etmediği ağır eleştiri ve tepkiler karşısında geri çekilmek ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliğinden istifa etmek zorunda kalmış, ERDOĞAN da bu istifayı derhal kabul etmiştir. 

ERDOĞAN'ın; artık,  özgür ve ülkenin yönetiminde karar alıcı bir kaptan değil, iktidar gemisinin gizli ve gerçek kaptanı BAHÇELİ'nin düşünce ve kararlarına göre hareket eden, tek başına inisiyatif kullanamayan, iktidar gemisinin dümenini,  gizli ve asıl kaptan BAHÇELİ'nin talimatlarına göre,  sağa veya sola kıran bir serdümen ve topal ördek haline geldiğini, MHP ve onun gizli ve illegal  ortakları tarafından kuşatıldığını,  gelişen bu son laylar açıkça göstermiştir. 

ERDOĞAN'ın; devletimizin itibarı olarak gördüğü görkemli saraylarına rağmen,  bundan sonra,  yükselme eğilimindeki dövizin daha da tırmanışa geçeceğini ve ülkemizin başına gelebilecek, Türk Bayrağı taşıyan bir yük gemimizin; Libya yolunda ve  açık denizlerde, uluslar arası hukuka aykırı olarak, Yunanistan, İtalya ve Almanya silahlı güçleri tarafından durdurularak aranması gibi ve benzeri,  üzücü ve ülkemizi aşağılayan eylemleri,  düşünmek dahi istemiyoruz. 

Lanet olsun;  ülkeyi, ATATÜRK Cumhuriyetini,  bu aciz ve yönetilemeyen, üçüncü sınıf değersiz devlet düzeyine ve görüntüsüne getirenlere.  

Güner Yiğitbaşı

24/Kasım/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Devletin (İdare'nin) Kusursuz (Objektif) Sorumluluğu

İdare hukukuna göre; devletin(İdarenin),  eylem ve işlemlerinden dolayı ortaya çıkacak olan zararlardan dolayı,  o eylem ve işlemlerin muhatabı zarar gören kişilere karşı bir sorumluluğu vardır. 

En sık karşılaşılan sorumluluk; devletin(İdarenin) hizmet kusurundan kaynaklanan kişi zararlarının ödendiği,  kusura dayalı hizmet kusuru sorumluluğudur. 

Devletin(İdarenin) ve belediyeler gibi diğer kamu kurumlarının üzerlerine düşen hizmetleri, hiç yapmamaları, eksik yapmaları veya geç yapmalarından dolayı kişiler zarar görmüşlerse, devletin(İdarenin) ve sair kamu kurumlarının,  bu kişi zararlarını ödemeleri anayasal bir zorunluluktur. 

Bir de kusursuz sorumluluğu vardır, devletin(İdarenin). Bu sorumluluğa,  objektif sorumluluk da denmektedir. 

Bu, kusursuz (objektif) sorumluluk halinde,  devletin kamu adına, kamunun yararına bir hizmeti ifa ederken, bir işlem yaparken,  herhangi bir kusuru yoktur ama, devletin kamu yararını gerektiren zorunlu bir sebepten dolayı alması gereken ve bu nedenle, kamunun yararı için  aldığı bir karar ve yapacağı bir eylemlerden dolayı,  bazı kişiler zarar görmüş olurlarsa,  kişilerin gördükleri bu zararların, kusura dayalı olmasa da, kamu tarafından karşılanması, bu zararları kamunun üzerine alması zorunludur. İşte bu zorunluluk,  devletin kusursuz, yani objektif sorumluluğudur.  

Bugün içinde yaşadığımız tüm halkımız için hayati bir tehlike içeren korona virüsü salgını nedeniyle, kamunun yararı için elzem olan bir takım tedbirlerin ve kararların alınarak uygulanması gündem de olup,  örneğin;  bazı iş yerlerinin geçici olarak kapatılması, orada çalışanların çalışmadan izinli sayılarak ücretlerinin ödenmesi, iş yerlerinin kapalı kalmasından dolayı iş sahiplerinin uğrayacakları zararlarından kaynaklı maddi kayıplarının, kusursuz(objektif) sorumluluk ilkesi gereğince devlet, yani kamu tarafından karşılanması, anayasal ve yasal bir zorunluluktur. Bu,  aynı zamanda,  sosyal devlet olmanın da gereğidir.  

Güner Yiğitbaşı

17/03/2020 

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


NOT:Bu yazımız, pandeminin patlak verdiği bu senenin ilk aylarında 17/03/2020 de kaleme alınarak yayınlanmış olup, hala güncel olması nedeniyle,  tekrar aynen yayınlanmıştır. G. Y. 


Erdoğan Kendisini Avrupa'da Görüyormuş!...
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,  partisinin Kütahya,  Afyonkarahisar,  Batman ve Siirt Olağan Kongreleri ‘ne video ile bağlanarak açıklamalarda bulunmuş ve; 

 "Amacımız,  ne içerde,  ne de dışarda,  kimseyle kavga etmek,  kimsenin hakkını,  hukukunu çiğnemek,  kimsenin meşru duruşunu bozmak değildir. ”

"Kendimizi,  başka yerlerde değil,  Avrupa'da görüyor,  geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz" demiş. 

Günaydın. 

 Hangi dağda kurt öldü, Sayın EROĞAN?

Takiye başladı yine. 

2002 de iktidara geldiklerinde; takiye yaparak, iktidarları, bagajlarında taşıdıkları gizli emelleri için engel gördükleri, yıkmaya çalışacakları hukukun üstünlüğüne, insan hak ve özgürlüklerine dayalı demokrasinin ve en başta laiklik ilkesi olmak üzere,  Cumhuriyetin değiştirilemez temel ilkelerinin savunucusu olarak gördükleri orduyu etkisiz hale getirmek ve içini boşaltmak amacıyla,  Avrupa Birliği ipine sarılan AKP Genel Başkanı ERDOĞAN, o dönem işbirliği yaptığı FETÖ ile birlikte, vesayet makamı olarak gördüğü ordunun,  laik ve demokratik cumhuriyetçi kadrolarını,  kumpas davalarla ordudan temizleyerek, ordumuzu da kendisine benzettikten sonra,  rahat bir nefes almış ve sarıldığı Avrupa Birliği ipini bırakarak,  ülkemizde ihvancı, otoriter bir İslam devleti kurmak için büyük mesafeler kat etmiş, tüm dış politikasını bu amaca yönelik dizayn ederek, Suriye ve Ortadoğu bataklığına girmiş, tüm dost devletlere ve  Avrupa’ya kafa tutarak ve rest çekerek, dost ülke bırakmamış, yüzünü tamamen İslam ülkelerine ve Ortadoğu’ya çevirerek,  Avrupa Birliği iddiasından tamamen vaz geçmiş, iç politikada da;  ülkeyi ve ülke insanlarını bölerek, kutuplaştırarak, düşmanlaştırarak,  kamplara bölmüş, siyaseti de Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı olarak bölerek kutuplaştırmış, sürekli kimlikler ve mezhepler üzerinden  siyaset yapmış, yasama, yürütme ve yargıyı kendisine bağlayarak, millete ait tüm egemenlik haklarını tek elde toplamış, kuvvetler ayrımını, parlamenter sistemi, yargı bağımsızlığını yok etmiş, tam istediği gibi otoriter güçlü bir parti ve şahıs devleti kurmuş, gücünün doruk noktasına erişmiş iken, ne oldu da,  şimdi birden bire;   “Amacımız;  ne içerde,  ne de dışarda,  kimseyle kavga etmek değil, kendimizi başka yerlerde değil,  Avrupa'da görüyor,  geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz" deme aşamasına gelmiştir?

Deniz bitmiştir. 

Ülkenin ekonomisi dip yapmış ve Merkez Bankasında döviz ve hazinede para kalmamıştır. 

İşsizlik ve yoksulluk tavan yapmış ve pandemini de işsizlik ve yoksulluğa tüy dikmiştir. 

Hesapsız para harcamayı, lüks ve israfı, şatafatı, ihtiyaç dışı saray ve camiler yaptırmayı, devletin paralarını taşa ve toprağa yatırmayı, miras yedi gibi yaşamayı seven, üretime, istihdama ve ihracata yönelik faydalı ve öncelikli yatırım yapmaktan korkan ve hiç sevmeyen, devletin tüm ekonomik ve parasal imkanlarını,  kendi yandaşlarına ve kendi seçmenlerine peşkeş çeken ERDOĞAN; parasız ve pulsuz kaldığı için,  ekonomiyi ve ülkeyi yönetemez ve dışarıdan gelecek sıcak paraya metelik atar hale gelmiştir. 

 Amerika’da yapılan başkanlık seçimleri sonunda; ABD ile ilişkilerimizi, kurumsal diplomatik ilişkiler şeklinde değil de, ahbap çavuş şahsi ilişkileriyle yürüttükleri TRUMP'ın seçimleri kaybederek,  ciddi bir devlet adamı olan ve ABD ile diğer devletler arasında kurumsal bir dış politika ilişkisi kurmayı amaçlayan BİDEN'in seçimleri kazanarak ABD'nin yeni başkanı olması nedeniyle de, sıkışan, paçaları tutuşan ve zora giren ERDOĞAN; 

Yeniden Avrupa'yı hatırlamış, Avrupa Birliği ipine sarılarak;  kendimizi başka yerlerde değil,  Avrupa'da görüyor,  geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz demek zorunda kalmış ve dışarıdan ülkemize sermaye akşını sağlayarak ekonomiyi döndürebilmek ve iktidarını uzatabilmek için zorunlu gördüğü; adalet, hukuk, yargı,  demokrasi ve ekonomik reform yapmaktan söz eder hale gelmiştir. 

ERDOĞAN; kendi geleceği için köşeye sıkıştığını fark etmiş, ülkenin ve ülke insanlarının istekleri ve onların yararları için değil, kendi siyasal ikbali ve geleceği  için,  elinde tuttuğu dümeni;  hak, hukuk,  adalet ve demokrasiden yana çevirmeyi düşünür hale gelmiştir. 

Bu amaçla, Avrupa Birliği ipine tutundukları dönemin,  kadro dışı bıraktığı eski mensuplarına işbaşı yaptırmış, ARINÇ bir demeç vererek, haksız yere yıllardır tutuklu olan KAVALA ve DEMİRTAŞ'ın tahliye edilmeleri gerektiğini,  alenen dillendirmiştir. 

ARINÇ; eskiden,  kendisini partinin kurucularından ve  ağır ağabeyi olarak görüp, kafasının estiği gibi aykırı konuşabiliyor olsa da, ERDOĞAN'ın güçlü ve tek adam olduğu bugün,  ARINÇ'ın; KAVALA ve DEMİRTAŞ'ın tahliyesine ilişkin çıkışını,  ERDOĞAN'ın icazetini almadan yapmadığını, bu çıkışın,  güya;  yargı, hak,  adalet, hukuk ve demokrasi reformunun ilk habercisi olarak yaptığını düşünüyoruz. 

Ülkede; Anayasa Mahkemesinin,  herkesi bağlayan BERBEROĞLU kararı,  hala yerel ast mahkeme tarafından uygulanmamış ve BERBEROĞLU aklanarak meclise geri dönememişken,  AKP iktidarı ve onun genel başkanı ERDOĞAN'mı;  adalet, yargı ve demokrasi reformu yapacak, yüzünü Avrupa’ya döndürecek?

Bizi güldürmeyiniz. Kafalar ve zihniyet değişmedikçe, laiklik ve ATATÜRK ilkeleri içselleştirilemediği sürece, ERDOĞAN ve partisi;  asla,  hukuk, hak, adalet, yargı ve demokrasi reformu yapamaz. 

Yargı bağımsızlığını ayaklar altına alan, ülkedeki medya'nın yüzde doksan beşini esir alan ve halkın özgür ve doğru haber alma ve basın özgürlüğünü yok eden, özgür kalabilen üç beş adet medya kuruluşunu ise, RTÜK sopasıyla cezalandıran ve ekranlarını kararttıran, emekli bir mafya liderinin, Türk siyasetine müdahale ederek, bu ülkenin ana muhalefet partisi liderine ve Türk demokrasisine hakaret ve tehditler savurmasına sessiz kalan ERDOĞAN mı,  bu ülkede yargı ve demokrasi reformu yapacak?

ERDOĞAN; ülkeyi yönetemediği, kendisine yönelik eleştirilerin azalmayıp giderek çoğalacağını, bunun da kendi siyasal geleceğine zarar vereceğini biliyor, bu nedenle ne basını,  ne de insanları özgür kılar,  ne de bağımsız, kendi talimatı dışında iş gören bir yargı ister. 

Bu nedenle, ERDOĞAN'ın;  adalet, yargı, hukuk ve demokrasi reformu yapması, laikliği özümseyerek yüzünü batıya dönmesi, Avrupalı olması,  asla mümkün değildir. 

Boşuna kimse ümitlenmesin. 

İçine girdiğimiz yeni bir takiye dönemi,  Türk Milletine hayırlı ve uğurlu olsun. 

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin;  kuruluş ve fabrika ayarlarına dönmesi için;  ERDOĞAN ve partisinin,  ilk demokratik seçimlerle iş başından uzaklaştırılması ve en az bir on senenin geçmesi zorunludur.  

Güner Yiğitbaşı

22/11/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


2. 6. 2019 Tarihli bir yazımızı;  güncel olduğu için,  aynen aşağıda tekrar yayınlıyoruz. Güner YİĞİTBAŞI 

YARGI REFORMU YAPACAKLARMIŞ

Yargı Reformu Yapacaklarmış - Güner Yiğitbaşı

AKP Genel Başkanı;  “Yargı Reformu Strateji Belgesi” ni açıkladı geçtiğimiz gün. 

Yargı reformu yapacaklarmış, ifade özgürlüğü güçlendirilecekmiş, tutuksuz yargılama esas olacakmış, güven veren bir adalet sistemi oluşturulacakmış, hakim ve savcılara coğrafi teminat getirilecekmiş, yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı ve şeffaflığı geliştirilecekmiş, savunma hakkının etkin kullanılması sağlanacakmış v. s. 

Duy da sakın inanma. 

Bu reformları yapabilmeniz için, kafa yapınız bunlara müsait olacak önce. 

Bütün yetkileri elinde bulundurma, her şeyi ben bilirim ve en doğrusunu ben yaparım zihniyetinden uzaklaşmanız gerekir. 

Kuvvetler ayrılığı ilkesine saygılı olmanız gerekir. 

Ülkeyi,  kapalı kapıların ardında saraydan ve külliyesinden yönetme sevdanızdan vaz geçmeniz gerekir. 

Yargıya saygılı olmanız gerekir. 

Düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğünü içinize sindirmeniz gerekir. 

İki kişi bir araya gelmesin diye,  bazı parkları ve alanları polis bariyerleriyle halkımıza kapatmamanız gerekir. 

Gezi eylemlerini; içine sızan bazı kışkırtıcılara rağmen,  toplantı ve gösteri yürüyüşü, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü çerçevesinde değerlendirmeniz, eylemden yıllar sonra,  bu eyleme katılan bazı kişileri hükümeti devirmeye teşebbüs suçunu işledikleri iddiasıyla suçlamamanız gerekir. 

Seçim sonuçlarını içinize sindirmeniz, YSK Hakimlerine baskı yaparak, sudan bahanelerle, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı seçimlerini iptal ettirmemeniz gerekir. 

Yabancı güçlü devletlerin baskılarına dayanamayarak, yargıya talimat verip,  bazı yabancı tutuklu sanıkları tahliye ettirerek,  adrese teslim etmemeniz gerekir. 

Devletin paralarını, örtülü ve örtüsüz ödeneklerle israf etmemeniz gerekir. 

Her şeyden önemlisi de; aslında yapmak istediğiniz sözde yargı reformunun,  yeni bazı yasalar çıkarmaya gerek duymadan, sadece ve sadece,  mevcut yasaları ve anayasayı, özgürlükçü ve demokrat bir anlayışla tam olarak uyguladığınız taktirde sağlayabileceğinizi görmeniz ve buna samimi olarak inanmanız gerekir. 

Hiç kimseyi kandırmaya kalkmayınız, sizden ve sizin zihniyetinizden ve bugüne kadar yıllarca ortaya koyduğunuz denenmiş özgürlük anlayışınızdan ve uygulamalarınızdan; yargıda, insan hak ve özgürlüklerinde iyileşme ve reform beklemek, abesle iştigaldir. 

Mevcut yasalarımıza göre de,  asıl olan tutuksuz yargılanmaktır, tutuklu yargılanmak istisnadır, tutuksuz yargılanmak için yeni bir yasaya asla ihtiyaç yoktur, bu gerçeğe rağmen, uygulamaya bakıyoruz, tutuklu yargılanmak asıl olmuş,  tutuksuz yargılanmak ise istisna. 

Muhalifler, muhalif gazeteciler;  düşüncelerini açıkladıkları için, Fetöye yardım ve yataklık ettikleri veya Cumhurbaşkanına hakaret ettikleri iddiasıyla tutuklu yargılanıyorlar, bu gerçeklere rağmen;  siz,  tutuksuz yargılanmayı nasıl esas kılacaksınız, mevcut yasaları uygulatmaktan acizsiniz, hakimler karar vermeye korkuyorlar,  acaba sarayı kızdırır mıyız diye kıbleleri saray olmuş ve oranın işaretini bekliyorlar, hakimlerin görevde kalmalarının teminatı yok ki, coğrafi teminatları olsun. 

Kararları beğenilmeyen hakimlerin görev yerleri kolaylıkla değiştiriliyor,  bazılarının ise görevlerine son veriliyor, Hakimler Ve Savcılar Kurulu'nun yapısı belli,  o kurulun üyesi hakimlerin teminatları yok ki,  o kurulun iki dudağının arasında olan yerel hakimlerin teminatı olsun. 

Biz her zaman söyleriz ve yine söylüyoruz. İyi yasa veya kötü yasa yoktur, kötü uygulayıcılar vardır. Kötü bir yasa,  iyi uygulayıcıların elinde iyi sonuçlar verir, iyi yasalar ise,  kötü uygulayıcıların elinde kötü sonuçlar verir,  aynen bugün olduğu gibi. 

Sanırım,  bayramdan önceki son makalemiz bu. Bu vesileyle,  tüm okurlarımın, dost ve arkadaşlarımın mübarek ramazan bayramını en iyi dileklerimle kutluyorum.  

02/06/2019

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Emekliye Ayrılmış Çetelere Teslim Olan İktidarsız İktidar
Emekliye ayrılmış, ahı gitmiş vahı kalmış, eski ününden yararlanarak etrafına korku salmaya devam eden bir suç çetesinin lideri olan şahsın, bu ülkenin ana muhalefet partisi, ATATÜRK'ün kurduğu  CHP'nin Genel Başkanı KILIÇDAROĞLU'na,  onun şahsında CHP seçmenlerine ve Türk demokrasisine karşı yaptığı tehdit ve hakaret ile çalkalanıyor ülkemiz. 

Ortada, ne yapacağını şaşırmış, pandemi ve ekonomik krizi idare edemeyen, faiz neden enflasyon sonuçtur tezini yutup yalayan, azınlığa düşmüş ve ateş olsa nereyi yakacağı şüpheli, sözüm ona muhalefet partisi olan,  tabanını yitirmiş marjinal bir partinin desteği ile ayakta durmaya çalışan, ömrü en geç 2023 de yapılacak olan seçimlerde sonlanacak olan iktidarsız iktidar, küçük ortağının esareti altında, bu çirkin saldırıya karşı çıkamıyor, bu saldırıyı kınayamıyor, bu çirkin saldırıya karşı sessiz kalan iktidarın başı olan şahıs,  aynı zamanda sözüm ona Türk Milletinin birliğini temsil eden devletin en tepe noktasındaki koltuğu işgal eden Cumhurbaşkanı maalesef. 

Siyasal iktidar;  tam bir acz içinde, yukarı tükürse bıyık, aşağıya tükürse sakal misali, kendisine koltuk değnekliği yapan küçük ortağını kızdırmak, üzmek, küstürmek istemediği, koltuk değneksiz kalarak, iktidarsız ve güçsüz kalan iktidarını bu şekilde kaybetmemek için, her geçen gün itibar ve güç kaybetmeye devam ediyor. 

Siyasal iktidar, emekliye ayrılmış, içi boşalmış eski ününden başka her şeyini yitirmiş emekli bir çete liderine teslim olmuş maalesef.  

Siyasal iktidara, azınlık bir milletvekili sayısıyla koltuk değnekliği yapan, hasbel kader  AKP için can simidi olan ve bu nedenle meclisteki marjinal gücüne rağmen, iktidarın nimetlerinden fazlasıyla yararlanan malum zat ve partisi, emekli çete liderinin CHP ve demokrasiye yönelik tehdit ve hakaretlerini savunuyor, bu emekli çete liderine o benim dava arkadaşım diyerek sahip çıkıyor ve legal siyaseti kirletiyor, illegal siyaset yapıyor, suç işleyen bir kişiyi överek suç işliyor. 

Hani güzel bir söz vardır. Bana arkadaşını söyle,  sana kim olduğunu söyleyeyim diye. 

İşte,  siyasal iktidarın;  sayıca küçük,  ama, iktidar nimetlerinin paylaşılmasındaki büyük ortağı partinin liderinin,  kendi ağzından perişan ve acınacak hali bu. 

Savcılar ve zehir hafiye gibi çalışan, her taşın altından kalkan sayın İçişleri Bakanı,  ortalıkta yok, sesi soluğu çıkmıyor, adeta sessizliğe gömülmüşler, siyasal iktidarın küçük ortağının,  suç işleyen dava arkadaşı hakkında hiçbir işlem yapamıyorlar. Siyasal iktidarın büyük ortağının başının sessizliği,  savcıları ve İçişleri Bakanını da sessizliğe itmiş bulunuyor maalesef. 

Ülkemizde hukuk ve adalet reformu gerçekten yapılmış. 

Bu ülkede yapılan hukuk ve adalet reformuna göre; ülkemizde,  suçlu olmak için muhalif, mağdur olmak için iktidar mensubu ve yandaşı olmak gerekiyor. 

Bu ülkede, bütün suçları muhalifler işliyorlar, iktidar mensupları ve yandaşları ise masum ve sadece suçların hedefi olan mağdur ve suçtan zarar gören kişiler.  

Güner Yiğitbaşı

19/Kasım/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu 


Hukuk Ve Adalet Reformu Tam Gaz
AKP Genel Başkanı ERDOĞAN açıklamıştı ya, hukuk ve adalet reformu yapacaklarını. 

Ne yalan söyleyelim, bu kadarını,  bu kadar hızlısını ve çeşitlisini beklemiyorduk doğrusu. 

Bravo,  reform;  çok hızlı ve birçok koldan, çok yönlü başladı ve tam gaz sürüyor. 

Yeni reform girişimleri üzerine, hukuk ve adalet; yargının tekelinde bırakılmadı ve çeşitlendirildi,  hızla da sürüyor. Beğen beğen al. 

Suç örgütü liderleri, İçişleri Bakanı, savcılarımız ve hakimlerimiz eksik olmasınlar,  ülkemizde kalmamış olan hukuk ve adaleti,  kendi anlayışlarına ve yasalarına göre çeşitlendirdiler, bu nedenle Türk halkı olarak kendilerine şükranlarımızı sunuyoruz!

Savcılarımız, ana muhalefet partisinin lideri tarafından meclis kürsüsünden yapılan ve dokunulmazlık kapsamında kalan konuşması nedeniyle dokunulmazlığının kaldırılması istemiyle Meclise fezleke gönderiyor, 

Diğer yandan, Sayın İçişleri Bakanımız, tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin bütçesinden Kanal İstanbul muhalifi pankartlar hazırlayarak kamu kaynağını israf ettiği gerekçesiyle, kendi hukukunu kullanarak, belediye başkanı hakkında ön inceleme başlatıyor, 

Bir suç örgütünün sabıkalı lideri, durumdan vazife çıkararak, kendi mafya hukukunu uygulamaya koyarak, ana muhalefet partisi liderinin Meclis Grubunda yaptığı Bahçeli'yi eleştiren konuşmaları nedeniyle,  KILIÇDAROĞLU'nu tehdit ediyor ve hakaretler savuruyor. 

Helal olsun AKP iktidarına ve onun liderine. 

Hukuk ve adalet reformu ancak bu kadar güzel ve hızlı yapılabilirdi. 

Türk halkına, çok yönlü her kesimden, yargıdan, yürütmeden ve mafyadan adalet ve hukuk sunuyorlar, beğen beğen al. 

Ey vatandaş; 

Batan iktidarın adalet ve hukuku bunlar!

Bitiyor, geç kalma,  beğen,  beğen sen de al, var mı adalet ve hukuk isteyen? 

Güner Yiğitbaşı

19/11/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

İyi Ki;  Hukuk, Adalet Ve Demokrasi Reformu Yapıyorsunuz

AKP
Genel Başkanı açıklamıştı, sözüm ona, hukuk,  adalet ve demokrasi reformu yapacaklardı. 

Biz de ERDOĞAN'a açık mektup yazarak;  asla, adalet, hukuk ve demokrasi reformu yapamayacağını,  nedenleriyle açıklamaya çalışmıştık. 

Eksik olmasınlar, her zaman olduğu gibi, yine bizi yanıltmadılar. 

Öncesinde, Meclis kürsüsünden konuşan ve mutlak dokunulmazlık kapsamında olan KILIÇDAROĞLU'nun beyanlarında suç unsuru bulunduğu iddiasıyla, iktidarın yavru ortağı tarafından yapılan suç duyurusu üzerine,  anayasaya aykırı olarak,  KILIÇDAROĞLU hakkında dokunulmazlığının kaldırılması istemiyle Ankara C. Başsavcılığı tarafından fezleke düzenlenerek Meclis Başkanlığına gönderilmiş ve bugün de, ”Ya İstanbul, Ya Kanal” diyerek,  afiş bastıran ve asan,  Kanal İstanbul'a karşı çıkan   İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı İMAMOĞLU hakkında,  İçişleri Bakanlığı Mülkiye Müfettişleri tarafından soruşturma açılmış ve İMAMOĞLU'ndan yedi gün içinde yazılı savunma istenmiştir. Buna ilaveten de İzmir Büyük Şehir Belediye Başkanına yazı gönderilerek,  depremle ilgili açıklamalarda bulunması yasaklanarak sansür getirilmiştir. 

Görüyorsunuz, mutlak dokunulmazlık kapsamındaki meclis kürsüsünden yaptığı konuşma nedeniyle hakkında anayasaya aykırı olarak fezleke düzenlenen KILIÇDAROĞLU, hakkında Kanal İstanbul'a karşı çıktığı gerekçesiyle soruşturma açılan İMAMOĞLU ve depreme ilişkin açıklamada bulunması yasaklanan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı SOYER örnekleri,  bu AKP iktidarının adalet ve demokrasiden ne kadar uzak olduğunu,  reform beyanlarının sadece bir aldatmaca olduğunu açıkça ortaya koymuştur. 

Neymiş efendim,  Kanal İstanbul projesi, sadece İstanbul'u ilgilendiren yerel bir İstanbul projesi değilmiş, bir devlet projesiymiş, uluslararası hukuku ilgilendirirmiş ve dolayısıyla, bu kanal projesine karşı çıkmak,  İstanbul Büyük şehir Belediye Başkanının boyunu, yetkisini aşarmış, bu nedenle İMAMOĞLU'nun dilini kesmek gerekiyormuş. 

Hayır efendim, Kanal İstanbul bir devlet projesi değildir. 

Kanal İstanbul, birilerinin, açık söyleyelim,  ERDOĞAN'ın,  ham bir hayalidir, hırsıdır. Kendisi açıklamıştır, bu konuda videolar vardır, ERDOĞAN; açıkça beyan etmiştir, Kanal İstanbul,  ta belediye başkanlığından bu yana gerçekleştirmek istediği,  kendisinin hayali olan şahsi bir projesidir. 

Olası bir depremde yok olma ile yüz yüze bulunan İstanbul için öncelikli bir proje olmayan, sadece ERDOĞAN'ın hayalini gerçekleştirmeyi ve rantçılara kazanç sağlamayı hedefleyen akıl dışı bir projedir. 

Devletimizin yüce menfaatleri için zorunlu olan bir devlet projesi değildir. 

Bu proje; bugün var,  yarın yok olacak olan geçici bir siyasi iktidarın ve onun başının, bir ihtiras ve hırs projesidir. 

Bir projenin stratejik öneme haiz bir devlet projesi olabilmesi için; bu projenin planlanmasının, kapalı kapılar arkasında ve sadece iktidar partisinin dar çevresi içinde değil, iktidarıyla muhalefetiyle,  tüm partilerinin aleni ve şeffaf bir şekilde mecliste görüşülüp tartışılması ve gerekirse halkoyuna sunulması gerekir. 

Kanal İstanbul için bunların hiçbirisi yapılmamış ERDOĞAN ve yakın çevresi tarafından alınan bir karara dayalı, ayranı yok içmeye, tahterevalli ile gider s. . . . maya sözünü akla getiren,  akıl dışı, şahsi hayal ve hırsların tatminine vasıta yapılan iktidar yanlılarına ve yandaş müteahhitlere haksız kazançlar sağlamaya yönelik, ahlak dışı  bir rant projesidir.  

Kanal İstanbul'un,  İstanbul Boğazının trafiğini rahatlatma gibi bir işlevi de asla olamaz. 

Kanal İstanbul ile Montrö Boğazlar Sözleşmesinin delinmesi de söz konusu olamaz. 

Siyasi iktidar; anlaşmanın tarafı olmayan ve bu sözleşmeden mağdur olan bazı devletler lehine,  Montrö Boğazlar Sözleşmesini delmeyi, bu sözleşme ile gelen bazı kısıntıları yok etmeyi düşünüyorsa, avucunu yalar. 

1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi; Bulgarlar,  Fransa,  İngiltere,  İrlanda ve Denizaşırı Britanya Ülkeleri,  Hindistan İmparatorluğu,  Elenler Krallığı,  Japonya İmparatorluğu,  Romanya Krallığı,  SSCB,  Yugoslavya Krallığı ve Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanmıştır. 

Montrö Boğazlar Sözleşmesi,  Türk Boğazlarından geçiş rejimini ve boğazlar bölgesinin güvenliğini düzenleyen bir sözleşmedir.  

Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Boğazlar üzerindeki bizim egemenlik haklarımızı koruduğu gibi,  bir iç deniz konumundaki Karadeniz’in ve kıyısındaki devletlerin güvenliğini de sağlayan ve koruyan Uluslararası bir sözleşme olup, Montrö Sözleşmesiyle getirilen tüm sınırlamaların, olası bir  Kanal İstanbul için de aynen geçerli olacağını, aksi halde, boğazlar sözleşmesinin tartışmaya açılacağını,  kimse unutmamalıdır. 

İMAMOĞLU hakkında soruşturma açılmasına neden gösterilen,  Kanal İstanbul projesinin,  sadece İstanbul'u değil,  Uluslararası hukuku ilgilendirdiğine ilişkin suçlamayı, İMAMOĞLU'na değil, bu kanalı yapmaya karar veren siyasal iktidara ve onun başına yapmak gerekir. 

Sayın ERDOĞAN; Kanal İstanbul projesine karar vermeden önce, Montrö Boğazlar sözleşmesini tartışılır hale getirecek olan bu projeyle ilgili olarak,  anlaşmanın tarafı olan devletlere danışmış ve onların olurunu almış mıdır ki; bu kanala karşı çıkan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanını suçlamaya kalkıyor?

Kanal İstanbul projesi,  uluslararası  hukuku da ilgilendiren küresel bir proje ise; ERDOĞAN,  bu kanalın yapımı için, öncelikle Montrö anlaşmasının tarafları olan ilgili ulusların onayını almak zorundadır. 

İMAMOĞLU'nu suçlama gerekçeleri, kendilerinin açığını, kendi ağızlarından itiraf etmelerine neden olmuş ve Montrö Boğazlar Sözleşmesini tartışmaya açmıştır. 

Neymiş efendim,  İMAMOĞLU; belediyenin kamu kaynaklarını kullanarak,  yetkisi olmadığı halde,  Kanal İstanbul'a karşı çıkan afişler bastırmış. 

Utanın ve utanmazsanız Allahtan korkun. İstanbul Belediyesine ait kamu kaynaklarını, arazileri, yandaş oğlancı ve sübyancı cemaatlere, vakıflara, derneklere bağışlayan ve aktaran İstanbul'un eski AKP'li Belediye Başkanları değil midir?

İMAMOĞLU geldi de, İstanbul Belediyesinin para ve arazileri,  yandaşlara peşkeş çekilmekten kurtarıldı. 

Birilerini suçlarken adil olamayan, kendilerinin, 6, 5 milyar liralık kamu kaynaklarını, bakanlık bütçelerinden,  yandaş cemaat, vakıf ve derneklere peşkeş çektikleri Sayıştay raporlarıyla belirlenen bu siyasal iktidardan adalet beklemek,  abesle iştigaldir. 

Siyasal iktidarın adalet ve demokrasi reformunu bekleyen saflar, daha çok bekleyecekler, bugünü dahi arayacaklar sanırım. 

Güner Yiğitbaşı

16/11/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


Akp Genel Başkanı Sayın Erdoğan'a Açık Mektup

Merhaba, iyi pazarlar Sayın ERDOĞAN

Açılımları çok sevdiğinizi çok iyi biliyoruz. 

Duyduk ki; şimdi,  yeni bir açılım kararı almışsınız. 

Ülkemizde,  bir damlası dahi kalmamış olsa da;  demokrasi, yargı, adalet ve ekonomi reformu yapacakmışsınız. 

Reformu kim istemez ki. Sevindirici bir haber ama, 19 yıllık ERDOĞAN deneyimimize baktığımızda, bu habere hiç sevinemiyoruz maalesef. 

Zira, 19 yıllık iktidarınızda edindiğimiz tecrübeler ve bildiğimiz ERDOĞAN;  adalette, yargıda, demokraside ve ekonomide, ülke yararına asla reform yapamaz, bu ERDOĞAN için, olsa olsa ütopik ve  zorunlu bir arzu beyanıdır diyoruz. 

Evet Sayın ERDOĞAN; sizin 19 yıllık tek başına iktidarınızı,  kesintisiz canlı olarak yaşayan ve sizi izleyen bir hukukçu Türk Vatandaşı olarak; sizin bu reformu,  gönülden istemediğinize ve asla başaramayacağınıza, yürekten inanıyoruz. 

“Ayinesi iştir kişinin,  lafa bakılmaz” lafı, size çok uyuyor. 

İnsan; bize göre,  demokrat ve adil doğar. Sonradan kazanılamaz,  demokratlık ve adalet duygusu.  

Siz söylememiş miydiniz,  hem laik ve  hem de Müslüman olunamaz diye?

Siz söylemiştiniz tabi. 

Biz de diyoruz ki; yozlaştırılmış Müslüman olup da, İmam hatip okullarında dini eğitim alarak,  dinin dogmatik ve katı kalıplarıyla ve biat kültürüyle yetişen ve bunu her alanda yaşam tarzı haline getirerek günlük yaşamına ve devlet yönetim anlayışına taşıyan anti laik bir kişi olarak; siz de,  sonradan,  demokrat, adil ve evrensel laik ekonomi ilkelerine sahip bir ekonomi anlayışına sahip olamazsınız. 

Sayın ERDOĞAN; böylesiniz diyerek,  sizi asla ayıplamıyoruz ve eleştirmiyoruz.  Sadece,  Türk Milletinin bir talihsizliği ve 19 yıllık zaman kaybı olarak değerlendirerek, şahsımız ve ülkemiz insanları adına üzülüyoruz. 

Siz, 19 yıllık tek başınıza iktidarınız döneminde; AKP'yi kurarak birlikte yola çıktığınız yakın kadrolarınızı ve çalışma arkadaşlarınızı küstürerek ve kovarak partiden uzaklaştırdığınız, partide yalnızlaştığınız, partide tek adam haline geldiğiniz, AKP'yi;  ERDOĞAN'ın,  tek adamın partisi haline getirdiğiniz, ATATÜRK'ün kurduğu,  demokratik ve laik, hukukun üstünlüğüne dayalı Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve devletin kuruluş ilkelerini, kurum ve geleneklerini yok ettiğiniz, T. C.  Devletini, dini esaslara dayalı, İhvancı bir İslam devleti konumuna getirmek için büyük mesafeler kat ettiğiniz, ülkenin yargısını ve adaletini yok ettiğiniz, en başta düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlükleri olmak üzere, bu özgürlüklere işlerlik kazandıran basın, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüklerini yok ettiğiniz. ülkenin yaklaşık 2. 5 trilyon dolarlık ekonomik varlığını, kar garantili yap işlet devret yöntemli yatırımlarla, taşa ve toprağa gömdüğünüz, döviz getiren,  üretime ve ihracata yönelik hiçbir yatırım yapmadığınız, bu nedenle dış ticaret açığı yaratarak, Merkez Bankasının döviz rezervlerini eksiye düşürdüğünüz, büyük bir işsiz kitle yarattığınız, vatandaşlarınızı açlığa mahkum ettiğiniz ve ekonomiyi iflas ettirdiğiniz, denizin bittiğini görerek, artık seçim kazanamayacağınızı anlayarak, denize düşen yılana sarılır misali, aslında hiç sevmediğiniz ve barışık olmadığınız halde,  demokrasi, yargı ve adalet alanında ve de ekonomide,  reform yapacağınızı açıklamak zorunda kaldınız. 

Sayın ERDOĞAN;  bu işler,  lafla olmuyor ne yazık ki, siz çok geç kaldınız, bir defa siz yapı ve karakter olarak demokrat değilsiniz, adalet duygunuz maalesef çok zayıf, yargı bağımsızlığına çok yabancısınız. Ekonomi bilginiz tartışılır. 

Faiz neden,  enflasyon sonuç, yani enflasyonun nedeni faizdir diyorsunuz ve kesip atıyorsunuz. 

Sayın ERDOĞAN; enflasyon muhtelifir. Enflasyon; sadece bizde olduğu gibi, talep yerinde saydığı ve hatta talep, üretime nazaran azaldığı halde, Türk parasının kıymetinin, alım gücünün sürekli düşmesi nedeniyle, mal ve hizmetlerin fiyatlarının sürekli artması değildir. 

Arzın, yani üretimin,  talebi karşılayamaması, talebin arzdan, yani üretimden fazla olması nedeniyle, ya da bizim gibi,  dış ticaret açığı fazla olan ülkelerde, dövize bağlı ithalata dayalı üretim nedeniyle,  üretilen mal ve hizmetlerin fiyatlarının sürekli artması nedeniyle oluşan fiyat artışlarından kaynaklı enflasyonlarda, faizi sabit tutsanız da fiyat artışlarının önüne geçilemeyeceğini bilmiyor musunuz?

Evet, sürekli artan dövize ve ithalata dayalı üretimlerde, üretilen mal ve hizmetlerdeki fiyat artışlarını, faiz artışına gitmeseniz de önleyemezsiniz. Bilakis, faizi artırırsanız belki insanların tüketim eğilimlerini, yani taleplerini bir oranda kısarsınız ve bu şekilde arz ve talep dengesi oluşturarak fiyatların aşırı yükselmesini, enflasyonu önleyebilirsiniz. 

Sayın ERDOĞAN; yüksek faizlerle alınan kredileri dahi, yerinde üretime ve ihracata yönelik, döviz getiren yatırımlara harcayabilir ve ülkeye döviz girdisi sağlayabilir ve Türk parasının kıymetini ve alım gücünü koruyabilirseniz, fiyat artışlarını ve enflasyonu önleyebilirsiniz. Bunu yapabilmek için, güçlü ve bilgili, liyakatli kadrolara ve Maliye Bakanlarına, Merkez Bankası Bankası Başkanlarına ihtiyaç var, ama siz liyakate değil,  itaata değer veriyorsunuz. 

Sayın ERDOĞAN sizin; faizleri düşük tutmak istemenizdeki  asıl amacınız, üretimdeki maliyetleri azaltmak değil, ülkemizde zaten üretim diye bir şey bırakmadınız ki;  faizleri düşük tutarak, tüketici kredi faizlerini de düşük tutmayı ve tüketime yönelik,  üretmeyen inşaat sektörünün elindeki stokların eritilmesini arzuluyorsunuz.  

Sayın ERDOĞAN demek ki;  faiz neden, enflasyon sonuçtur gibi,  katı bir genelleme yapamazsınız. Bu konuda Merkez Bankasına ahkam kesemezsiniz. 

Sayın ERDOĞAN; ekonomideki başarısızlığın günahını damadınıza yükleyerek,  sorumluluktan kaçamazsınız. Planlı ekonomiye, yatırımları öncelik sırası belirleyerek planlı bir şekilde gerçekleştirmeden, Merkez Bankası Başkanını ve Maliye Bakanını değiştirerek, ekonomide bir başarıya ve reforma imza atamazsınız.  

Aynı şey demokrasi ve adalet konusunda da geçerlidir. 

Özgürlüklerin kısıtlı, şeffaflığın olmadığı, yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı toplumlarda demokrasiden bahsedilemez.  Demokrasi, yargı bağımsızlığı ve adalet; birbirlerinin olmazsa olmazlarıdır. 

Demokrasi ve özgürlükler yoksa, yargı bağımsızlığı ve adalet de yoktur. Yargı bağımsızlığı ve adalet yoksa,  demokrasi ve özgürlükler de yoktur. 

Sayın ERDOĞAN; siz demokratik reformdan ne anlıyorsunuz bilemeyiz. 

Bizim bildiğimiz bir şey varsa, en başta düşünce ve düşünceyi açıklama ve basın, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlükleri olmak üzere,  insan hak ve özgürlükleri olmadan,  demokrasi ve demokrasi de reform,  asla olamaz. 

Siz, düşünce ve düşünceyi açıklama, tenkit ve eleştiri özgürlüğünü,  bu ülkede tesis edecek misiniz?

AKP Genel Başkanı sıfatıyla söyledikleriniz ve yaptıklarınız için, sizi ağır şekilde de olsa eleştirenleri, hiç hak etmedikleri halde, Cumhurbaşkanı şapkanızı giyerek,  aslında Cumhurbaşkanına hakaret kasıtları olmadığı halde, haksız bir şekilde Cumhurbaşkanına hakaret ettikleri gerekçesiyle yargıya taşımaya devam edecek misiniz?

Siz, bugüne kadar haklarında Cumhurbaşkanına hakaret ettikleri gerekçesiyle, sudan sebeplerle şikayetçi ve davacı olduğunuz 63. 000 kişi hakkındaki davalardan,  feragat edecek misiniz?

Siz, tarafsız ve partili olmayan Cumhurbaşkanlarını hakaretlerden korumak için getirilen ve TCK. nun 299 maddesinde düzenlenen Cumhurbaşkanına hakaret suçunu,  yasadan çıkaracak bir yaasal girişimde bulunacak mısınız?

Siz, silahsız ve barışçıl olarak anayasal toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüklerini kullanarak, iktidarınızın haksız bir uygulamasına, meclise sunduğunuz antidemokratik bir yasa teklifine karşı protesto haklarını kullanan insanların bu özgürlüklerine saygı duyacak mısınız, üzerlerine joplu ve biber gazlı polisleri sürerek orantısız şiddet kullanma alışkanlığınızdan vazgeçebilecek misiniz?

Siz, aralarına kışkırtıcılar karışmış olsa da, genel olarak, barışçıl ve silahsız protesto ve gösteri yürüyüşü ve toplantı haklarını kullanan gezi parkı eylemine katılanlara, yıllar geçmesine rağmen,  hala terörist gözüyle bakmaktan vazgeçebilecek misiniz?

Siz, İstanbul ve Ankara’daki bazı demokratik gösterilerle özdeşleşen parkları,  aylarca polis kordonu altına alarak, bu parklara girişe dahi yasak koyma,  yasakçı anlayışınızdan vaz geçebilecek misiniz?

Siz, anayasal ve demokratik meslek kuruluşları ve Barolar gibi sivil toplum ve demokratik kamu kuruluşlarını,  demokrasinin kılcal damarları, demokratik baskı grupları olarak hazmedip kabul edebilecek misiniz?

Siz, egemenliğin kayıtsız ve şartsız Türk Milletine ait olduğunu ve yasama, yürütme ve yargıdan oluşan bu üçlü  egemenlik hakkının tümüne, tek başınıza kendinizin sahip olduğu Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden vazgeçerek, denge ve denetim sisteminin, kuvvetler ayrılığının geçerli, parlamentonun etkin, yargının bağımsız ve tarafsız olduğu,  parlamenter sisteme geçişe,  olanak tanıyacak mısınız?

Siz; Kanal İstanbul denen,  ülkemize ve ülke insanına hiçbir yararı olmayan,  önceden pazarladığınız tamamen iç ve dış ranta dayalı ucube projeden kesin olarak vazgeçildiğini,  halkımıza açıklayabilecek misiniz?

Siz, Planlı ve ihtiyaç öncelikli, üretimi, ihracatı ve istihdamı artırıcı bir yatırım politikası izleyebilecek misiniz?

Siz, saraylarda oturma alışkanlığınızı terk edebilecek misiniz, tek sarayla yetinmesini öğrenecek misiniz?

Siz, ihtiyaç fazlası,  depolarda uçmayı bekleyen uçan saraylarınızı satarak,  gelirini hazineye devredecek misiniz?

Siz, örtülü ödenekten, hesapsız ve kitapsız, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş fazlalıkta ödemeler yapmaya,  devam edecek misiniz?

Siz, lüks harcamalarınızda,  tasarrufa gidebilecek misiniz?

Siz, Diyanet İşleri Başkanlığını arka bahçeniz olmaktan çıkararak, asıl görevini yapmak üzere, yasal görev sınırlarına çekerek, devasa ödeneklerinde kısıntıya gidebilecek misiniz?

Sayın ERDOĞAN; bu sorulara evet diyemeyeceğinizi, olumlu cevap veremeyeceğinizi, elinizde topladığınız tüm yetkilerden ve aşırı harcamalarınızdan asla vazgeçemeyeceğinizi çok iyi bilmekle birlikte, size bu soruları sormamızın nedeni;  demokrasi, adalet ve ekonomide yapacağınızı söylediğiniz reformun yolunun,  bu sorularımıza vereceğiniz olumlu yanıtlardan geçtiğini, aksi halde hiçbir reform yapamayacağınızı, size hatırlatmaktır. 

Sayın ERDOĞAN; aslında siz, AKP'li olmak, milli bir görevdir demek suretiyle Türkiye Cumhuriyetini,  bir parti devleti olarak ve kendi malınız gibi gördüğünüzü açıkladığınız için, sizden demokrasi, adalet ve ekonomi alanında bir reform beklemenin abesle iştigal ve büyük bir iyimserlik olduğunu çok iyi biliyoruz. 

Sayın ERDOĞAN; yanılıyorsunuz. Ne siz, ne de partiniz, Türkiye Cumhuriyeti için  vazgeçilemez ve milli bir değer, bulunmaz Hint Kumaşı değilsiniz. 

Bu devletin kurucusu, Ulu Önderimiz ATATÜRK dahi, bu fani Dünyadan göçüp gitti ama,  T. C. yıkılmadı ve dimdik ayakta durdu. ATATÜRK; ”Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacak, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demek suretiyle, Türkiye Cumhuriyetinin; ayakta kalmak için, kendisi dahil, hiçbir faninin gücü ve varlığına ihtiyacı olmadığını,  açıkça beyan etmiştir.  

Sayın ERDOĞAN; siz artık bu ülkeye hiçbir hizmetinizin olamayacağının çok iyi farkındasınız ama,  iktidardan gitmemek için direniyorsunuz, kendinizi ve partinizi bu ülke için vazgeçilemez olarak lanse etmeye çalışıyorsunuz, ama yanılıyorsunuz. 

Sayın ERDOĞAN; bu vakitten sonra sizin ve partinizin bu ülkeye yapabileceği en güzel hizmet,  erken bir demokratik seçimle,  milletimizle vedalaşmaktır. 

Sayın ERDOĞAN; sağlıcakla kalınız.  

Güner Yiğitbaşı

15/Kasım/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


Korona virüs Aşısının Bulunduğuna Sevinebildiniz Mi?

Bugüne kadar, Korona virüs için aşı bulunduğu haberlerini çok duyduk ama, hiçbirisi doğru çıkmadı. 

Ancak, Türk Profesör Uğur ŞAHİN'in yönettiği bir Alman Şirket ile bir ABD Şirketinin geliştirdiği aşının, koronaya karşı yüzde 90 oranında etkili olduğu ve yıl sonunda piyasaya sürülmesinin beklendiği açıklandı. 

Bu açıklama, ülkemiz ve uluslararası kamuoyunda destek buldu ve bu sefer gerçekten korona virüs aşısının bulunduğu inancı,  hepimizde ciddi olarak oluştu ve insanlık rahat bir nefes alabildi. 

En başta ABD olmak üzere,  zengin ülkelerin,  şimdiden milyonlarca doz aşı bağlantısı yaptıklarını basından izliyoruz. 

Ülke olarak,  korona virüs aşısının bulunduğuna, aşıyı bulan  ekibi yöneten profesörün Türk olması nedeniyle sevindik ve bir Türk olarak haklı bir gurur duyduk. 

Bunun dışında, aşının bulunmuş olması, bizi ve pek çoğumuzu sevindiremedi. 

Zira, bu aşının bulunmuş olması yeterli değildir. Bu aşı,  ülkemiz tarafından da ithal edilerek halkımıza uygulanmalı ki; ulusça sevinebilelim. 

Ama, bu aşının iş başındaki siyasal iktidar tarafından ülkemize ithal edilerek halkımızın istifadesine sunulacağından çok kuşkuluyuz. 

AKP iktidarı, bu sene halkına  yeterli grip ve zatürre aşısı dahi tedarik edemedi, aşı olmak için sıraya giren halkımız,  bu aşılara ulaşamadılar, çok büyük risk grubunda bulunan kişiler ancak aşılanabilecekler. Çünkü, hazine bomboş, Merkez Bankasının kasalarında döviz kalmadı, döviz stokları ekside,  sıfırın altında. Swap anlaşmalarıyla takas usulü elde edilen ve bize ait olmayan emanet dövizlerle idare ediyoruz. 

Amerikan ilaç firmaları alacaklarını talep ediyorlar ödeyemiyoruz. 

Bu ekonomik çöküntü içinde, yeterli doz korona virüs aşısını ithal edip halkımıza sunabilmek sanırız hayal. 

AKP iktidarı; 19 yılda,  ülkenin değerlerini  satarak ve vergi olarak toplayarak oluşturduğu yaklaşık 2. 5 trilyon doları;  istihdam, artı değer yaratan üretime ve ihracata  dönük yatırımlar yerine, tüketim ekonomisine, taşa, toprağa ve betona, saraylara, lüks makam  uçak ve otomobillerine, şatafata harcayarak,  ülkeyi iflasın eşiğine getirdi, bu nedenle halkın sağlığına ayıracağı, korona virüs aşısını ithal için harcayacağı döviz kalmadı, harç bitti yapı paydos. 

Bu ülkenin insanları olarak çok safız ve iyi niyetliyiz. Saraydaki tek yetkili partili Cumhurbaşkanı,  Maliye Bakanı damadını istifa ettirerek,  yerine bit pazarından denenmiş eski bir kişiyi Maliye Bakanı yaparak, Merkez Bankası Başkanını değiştirerek, ülkemizin çökmüş olan ekonomisini ayağa kaldıramaz. Bu değişiklikler oldu diye,  Merkez Bankasının kasaları hemen dövizle dolacak değildir. 

Bakmayın siz,  döviz fiyatlarının dizginlendiğine, faiz artışına yeşil ışık yakıldığı için dövizin sakinleşmesi ile hemen, her şeyi tozpembe görmeye başladık. 

Bizden söylemesi, korona virüs aşısının bulunduğuna güvenmeyiniz, sakın gevşemeyiniz,  kendi klasik tedbirlerinizi almaya devam ediniz, maske bulabildiğiniz sürece halinize şükrederek, maskenizi takıp bu virüse yakalanmamaya, postu deldirmemeye bakınız. 

Ömrümüz varsa, bir gün gelir ve biz de aşılanırız belki. 

Umut,  fakirin ekmeği ne de olsa. 

Güner Yiğitbaşı

13/Kasım/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


Bu Adalet Bakanı Uzayda Yaşıyor Olmalı
Adalet Bakanı Gül, Ceza İşleri Genel Müdürlüğünce düzenlenen Ceza Hukukunda Alternatif Çözüm Yolları Sempozyumu'nun açılışında konuşmuş.

Hukuk devleti,  yargı bağımsızlığı,  adaletin tecellisi ve tutuklama konularında; ideal ve olması gereken öyle güzel, yerinde ve doğru değerlendirmeler yapmış ki; altına imza koymamak mümkün değil. 

Adalet Bakanı demiş ki; 

“Bırakın, adalet yerini bulsun,  isterse kıyamet kopsun, bizim yargıçlardan,  yargı mensuplarından beklediğimiz budur. ”

“Arkadaş,  yargı konjonktüre bakmaz,  yargı hatıra bakmaz,  yargı birilerinin dediğine bakmaz.  Yargı dosyaya,  vicdanına,  hukuka Anayasa'ya bakar.  Bizim beklentimiz budur.  O yüzden adalet yerini bulsun ne olursa olsun yargı mensuplarının yanında HSK vardır,  bu millet vardır.  Hiç kimsenin tavsiyesine,  talimatına,  telkinine bakarak değil,  dosyaya bakarak vicdanınıza göre karar verin ve 83 milyon huzur içerisinde geleceğe daha güvenle baksın. Bu konuda bütün hakim ve savcıların, adalet sisteminin yanında güçlü şekilde durmaya devam edeceğiz. " 

“Yargı;  dosyaya,  vicdanına,  hukuka,  Anayasa'ya bakar.  Bizim beklentimiz budur"

“Hukuk devleti;  demokrasiyi,  insan onurunu,  insan hak ve özgürlüklerini,  yasa önünde eşitliği teminat altına alan,  tüm kurumsal işleyişinde,  iş ve işlemlerinde kendisini hukukla bağlı sayan devlettir”

"Hukuk devleti niteliğinin ayrılmaz parçası;  yargısının 'bağımsız ve tarafsız' olmasıdır. ”

“Hukuk devletinin temel şartı, 83 milyon vatandaşın kendisini "emin ve güvende" hissetmesini sağlamaktır”

“Haksız yere içerde tutuklu kalan kişinin o günleri geri gelmiyor,  ticari kayıpları geri gelmiyor.  Dolayısıyla 'pardon' dediğinizde,  özür dilediğinizde veremeyeceğiniz o günleri,  o özgürlüğü,  o kararı verirken çok iyi düşünmek,  haksızlık ve mağduriyete neden olmamak lazım.  Aslolan tutuksuz yargılamadır.  Tutukluluk istisnadır.  Deliler toplanmış,  kaçma şüphesi yok,  yeri yurdu belli,  seneler geçmiş,  'Hadi tutuklayalım. . . ' Bu konuda yargının kamuoyuna değil,  dosyaya bakarak adaleti ve hakkı tecelli etmesi hepimizin ortak beklentisidir. " 

Adalet Bakanının ağzından bal damlamış,  ne kadar güzel söylemiş öyle değil mi, bu beyanların altına kim imza koymaz ki. ? 

Ancak, ülkemizde;  Adalet Bakanının söyledikleri uygulanabiliyor mu, ülkemizdeki uygulamalarla, Adalet Bakanının söylemleri,  örtüşüyor mu?

Ülkemiz gerçekten bir hukuk devleti mi?

Ülkemizde, yargımız;  gerçekten bağımsız ve tarafsız mı?

Ülkemizin insanları, kendilerini emin ve güvende hissedebiliyorlar mı?

Ülkemizde adalet yerini buluyor mu?

Ülkemizde yargı;  sarayın talimatlarına ve telkinlerine bakmaksızın, dosyaya,  vicdanına,  hukuka,  Anayasa'ya bakarak karar verebiliyor mu?

Ülkemizde, hakim ve savcılar; adalet sisteminin yanında güçlü şekilde durabiliyorlar mı? 

Ülkemizde,  şüpheli ve sanıklar için; aslolan tutuksuz yargılamadır.  Tutukluluk istisnadır.  Deliler toplanmış,  kaçma şüphesi yok,  yeri yurdu belli,  tutuksuz yargılayalım deniliyor mu?

Bu soruların tümünün cevabı,  maalesef kocaman bir hayırdır. 

Ne acıdır ki; bu ülkede yaşayan,  uzaydan yeni gelmeyen bu ülkenin Adalet Bakanı;  ülkemizdeki hukuk dışı ve gayri adil uygulamaları,  bağımlı ve taraflı,  konjonktüre, emir ve talimatlara göre karar veren yargıyı, tutuksuz yargılanmanın değil,  tutuklu yargılanmanın asıl hale geldiği ülkemizin gerçeklerini görmezlikten gelerek;  aslında,  ülkemizde var olmayan hukuk devleti ve adaletin var olduğu algısını yaratmaya çalışıyor. 

Ülkemizdeki fiili gerçeklerle,  hukuk dışı uygulamalarla asla örtüşmeyen, ideal ve olması gereken hukuk devletini ve adalet anlayışını dile getiren Adalet Bakanı;  sanki,  uzayda veya başka bir devlette yaşıyor, yargı bağımsızlığının yerlerde süründüğü, hukuk devletinin “H”sinin kalmadığı, mahkemelerinin sarayın emir ve talimatlarına göre karar verdiği, herkesi ve her makamı bağlayan Anayasa Mahkemesinin kararlarına uyulmadığı, tutuksuz yargılanmanın asıl olmasına rağmen,  herkesin tutuklu yargılandığı T. C. Devletinin Adalet Bakanı değil de, Almanya'nın Adalet Bakanı veya bir muhalefet partisinin siyasetçisiymiş gibi, iktidarı ve onun Adalet Bakanını eleştiriyor ve ona ayar veriyor sanki.  

Hazret;  bu ülkenin Adalet Bakanı ve Adalet Bakanı sıfatıyla,  hakim ve savcıların bağlı oldukları Hakimler Savcılar Kurulunun Başkanı değil de, elinden Bir şey gelmeyen sade bir vatandaş sanki. 

Sayın Adalet Bakanı;  kendinize geliniz ve gerçekleri görünüz, siz Türk Milletiyle dalga mı geçiyorsunuz, kafa mı buluyorsunuz? Sempozyumda söylediğiniz,  ülkemizdeki uygulamalarla asla örtüşmeyen bu hukuki gerçekleri,  Sarayda oturan partili Cumhurbaşkanına anlatınız.  

Sayın Adalet Bakanı; sizde,  biraz hukuka ve kendinize saygı varsa, başkanlığını yaptığınız Hakimler ve Savcılar Kurulunu çalıştırarak,  sempozyumda savunduğunuz görüşlerinize uymayan ve uymamakta direnen savcı ve hakimler hakkında gereğini yapınız. 

Ayinesi iştir kişinin,  lafa bakılmaz, Sayın Adalet Bakanı, siz kimi kandırıyorsunuz?

Güner Yiğitbaşı

12/Kasım/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Bir Ağıdın Anımsattığı

Osmanlı’nın Yemen macerasını anlatan “Yemen Ah Yemen”(1)adlı kitabı okumaktayım. Bununla ilgili olarak okuduğum yere kadar çok etkilendiğim bölümleri sizinle paylaşmak istedim. O Yemen ki, Osmanlı’dan koptu kopalı, Yemen’de can veren Türk şehitlerinin ahını almış gibi başı beladan kurtulmuyor, Yemen’de kabileler, mezhepler iç savaşı günümüzde de devam edip gidiyor. Devlet geleneği olmayan, aşiretlerle, kabilelerle yönetilen ülkelerin sağlıklı yönetim geleceği olmuyor, bunu Yemen, Libya gibi Araplarda görmekteyiz. Günümüzden yüz yıl önceki zamanda Osmanlı ile Arap asileri arasında Yemen’de yaşanmış, hazin dehşet verici olaylardan sadece bir iki kesit almak istedim. Orada can veren şehitlerimizin ruhları şad olsun.

“Ben gidiyom Rüştü beyim ağlama
Köz goyup da ciğerimi dağlama
Alay gitti beni burda eyleme
Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Endi m'ola Mehrali Bey Yemen'e
Gurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Dert benim vallah kime ne

Ben gidiyom Rüştü Beyim sana bir nişan
Susuzluktan alaylarım perişan
Hiç iflah mı olur Yemen'e düşen
Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Endi m'ola Mehrali Bey Yemen'e
Gurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Dert benim vallah kime ne

Mehrali'yi sokaklarda duttular
Ağamı da bir gurşuna sattılar
Mehrali'yi Yemen'e de attılar
Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Endi m'ola Mehrali Bey Yemen'e
Gurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Dert benim vallah kime ne.       Derleyen Kemal Keskin Sivas
Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu ağıtı çok severmiş, Yemen ağıtları üzerine yazılmış türküler söylenirken gözleri dolar gelirmiş.
II. Abdülhamit zamanında Yemen’de Osmanlıya 1904 yılında isyan eden İmam Yahya’ya karşı Yedinci orduyu bastırmak için gönderirler. Bu yedinci orduda yurdun her tarafından erler ve subaylar vardır. Ordunun içinde en meşhuru da, içinde seçme gönüllü askerlerin oluşturduğu Miralay Mihralı Bey’in komutanlığını yaptığı “Hamidiye Alayı” idi. Bir ara İsmet İnönü de Yemen’de komutanlık yapar. Fakat Yedinci ordu devletçe gerekli teçhizat, yiyecek vb yönleri ile desteklenemediği için askerlerimiz açlık, hastalık, mühimmat sıkıntı içindedirler. Birliklerde bulunan doktorlar, ilaçlar kalmadığı için yaralı askerlere müdahale edemezler.   Akerlerimiz açlık ve hastalıktan kırılmaya başlar. Askerlerimiz açlık yanında İmam Yahya’nın asilerinin saldırı ve suikastlarına maruz kalırlar, böylece askerlerimiz Arap militanlarının baskın ve suikastları ile erime başlar.
Bu birliklerde, Sultan’ın “Yularsız Aslanım” dediği Mihralı Bey çok tanınan kahraman bir miralay (albay) askerimiz vardır. Bu Miralay, İmam Yahya’nın militanları tarafından bir baskın sırasında sırtından vurularak yaralanır. Yeterli tedavi ilaçları bulunamadığı için bu yaradan 10 gün sonra şehit olur ve Yemen’e defnedilir. Bu yiğit asker için arkasından böyle destanlar ağıtlar söylenir. Yukarıdaki ağıt, bu albayımız için yakılmıştır. İşte Atatürk de, Yemen’deki askerlerimizin trajik savaşlarını anımsattığı için, bu yukarıdaki ağıtı dinlerken gözyaşlarını tutamazmış. Lütfen Googleden “Mihralı Bey’in ağıtı” yazıp bir izleyin. Askerlerimiz öylesine açlık çekerler ki, açlıktan avurtları çökmüştür, her askere bazen yemek olarak bir yavan ekmek bir de kuru soğan verirler.
Şimdilerde, Yemen ellerinde kalan binlerce askerimiz ve arkasından söylenilen ağıtları duyan birçok aydınımız “Yemen’de ne işimiz vardı”  diye sitem ederler, eleştirirler. Yüzyıllardır Osmanlı toprağı olan Yemen Osmanlının bir vilayeti idi; o zaman, 1839 da “kömür deposu yapacağım” bahanesiyle Yemen’i işgal eden “İngilizlerin Yemen’de ne işi var” diye de sormak gerekir. Yemen Çin’e denizden giden İpek yolunun durak ve açılım yeri idi.
Yemen’de bir devlet geleneği yoktu, ülke Zeydi İmamları, Şafii ve Hanefi kabile reisleri tarafından yönetiliyordu. Çok eski yıllardan günümüze kadar ülke içinde bitmek bilmeyen kabileler arasında savaşlar sürüp giderdi. İşte Osmanlının Yedinci ordusu Yemen’de, İngiliz emperyalizmi ile işbirliği yapan kabile reisi İmam Yahya’ya karşı savaşıyordu. Yemen’de Aynı mezhep ve kabile grupları günümüzde bile birbirleri ile savaşıyorlar, o zamanlarda olduğu gibi bu gün de halk açlıktan kırılıyor.
Açlığı sadece askerlerimiz çekmiyordu, Yemen halkı da açlıktan kırılıyordu. Sanki Yemen ellerinde can veren askerlerimizin ahının çekilircesine şimdilerde bile Yemen halkı birbirlerini kırıyor.  Yemen nasıl bir belalı ülke ki, günümüzde de iç savaşın olduğu bu yerlerde Arap kabileleri birbirini kırıyor, Yemen’de şimdilerde bile kan revan içinde halk açlık çekiyor. Yemen halkı öylesine açlık çekiyormuş ki, küçük çocukları öldürüp etlerini yiyorlarmış.
Yemen’deki acıları anlatan, “Yemen Ah Yemen” adlı Mehmed Niyazi’nin(2) bir kitabını okuyorum. Kitabın 36 ncı sayfasına geldiğimde halkın muhalif grupların çocuklarını kaçırıp etlerini yediklerini dehşetle anlatıyordu. Ravza’da Yedinci ordunun birlikleri tarafından her yeri kana bulanmış, fesli asker, sarıklı sivil insanların cesetleri ile dolu asilerin kışlasına girerler. Kışlanın mutfak kapısının arkasında etleri tifsinmiş (soyulmuş) öbek öbek insan kemikleri kafatasları üst üste yığılmış biçimde, bir yanda da insanların kanlı giysileri yığılmış halde görürler.(sf 41-42)
Askerlerin arasında bir Arap kadın, etinin yenilmesinden korktuğu oğlunu aramaktadır. Kadın etleri yenilen insanların giysileri arasında oğlunun kavuniçi rengindeki kanlı fesini tanır, fesi feryat ederek bağrına basıp “Zeyd Zeyd” diye bağırır, yani oğlunun da eti asiler tarafından yenilmiştir. Etleri yenilen insan kemiklerini gören askerler dehşet içinde kalırlar.
Günlerdir aç kalan insanların, bu insanların etlerini yemesinden doğacak salgın hastalıklardan korkulduğu için şehrin dışında pek çok toplu mezar kazılır, cesetler, kemiler bu toplu mezarlara defnedilir.
Komutan Muhyiddin Paşa ölü ve yaralılar hakkında doktordan rapor ister. Ertesi gün birlik doktoru Dr. Fehim Bey, şu raporu verir, 23 kişinin etleri yenmiştir, bunlardan ikisinin subay çocuğu olduğu tespit edilir”. Bu dehşetli olayın şoku geçmeden Kaymakam Seyfi Bey komutanın karşısına çıkarak, “kumandanım tespitlerimize göre, 30 subayımız, 821 er ve erbaşımız şehit olmuştur, pek çok da yaralımız var, onların tedavileri ile uğraşıyoruz” der.İşte Yemen böylesine bir yerdi. Bir yanda yığın yığın şehitler, yaralılar, bir yanda açlıktan insan eti yiyenler.       
1904’den sonra İmam Yahya Osmanlıya karşı isyan başlatmış. On dört yıl sonra 1918 da Yemen tamamen İmam Yahya’ya teslim edilmişti. Ama binlerce Anadolu evladımızı da o çöllerde bırakmıştık, yollarda heder etmiştik. Bize de yürek yakan bu Yemen Türküleri kalmıştır.
Osmanlı böylece binlerce şehit vererek Yemenden çekilmiş ama sağ kalan askerini getirecek gemi dahi bulamamış. Gelebilenler yollarda dökülerek gelmiş, bir kısmı Yemen’de evlenip kalmış, çocukları Türklüğünü yitirmiş, asimle olmuş.
Anadolu’da bir töre vardır, ölen askerin dul karısını “aile bölünmesin” diye, ailenin bekâr oğlu ile evlendirirlerdi. Şimdiki gibi ulaşım ve iletişim araçları olmadığından ve oğullarından yıllarca zaman geçtiği halde, haber alamadıklarından “herhalde ölmüştür” düşüncesi ilekarısını kaynı ile yani ölen askerin kardeşi ile evlendirme âdeti vardı. Askerdeki oğulları da üç beş yıl daha fazla yıl ailesinden haber almadığından, karısının kardeşi ile evlendirilme olasılığı karşısında, “bu olaya dayanamam” diyerek evine dönmek istemediği olayını, Yemen’den dönmeyenler için de anlatırlardı.
Atatürk’ün ebediyete göçtüğünün 82 nci yılında, rahmete vesile olması için onun sevdiği Yemen Türkü ve ağıtlarına yer vermek istedik, Yemen yollarında can veren Anadolu evlatlarının da ruhlarının şad olması için, o yıllara ait bazı küçük anılara yer verdik, hepsinin ruhları şad olsun.
Yemene giden iki kardeş, birinin adı Mehmet, birinin de Memiş... Bu da analarının feryadı:
“Şu Yemen’de biter kamış,
Uzun olur vermez yemiş,
Şu Yemen’de iki kardeş
Biri Mehmet, biri Memiş ...

Kutnu kumaş soldu mola,
Yiğidimin gözlerini
Karıncalar oydu m’ola...

Bir başka ana, Şarkışla köylerinden bir ana böylediyor:
”Ahırın yanı yıkıldı
Oturacak yer kalmadı
Üç yiğidi asker ettim
Hani ya biri dönmedi...

Haniya bacım haniya.
Bunu duuanlar acıya.
Künye gelmiş okunuyor
Kardaş koysun salacaya...

Ya Erzurum’lu gelin bacının ağıtına ne demeli?

Mızıka çalındı düğün mü sandın
Al yeşil bayrağı gelin mi sandın
Yemen’e gideni gelir misandın
Tez gel ağam tez gel dayanamirem
Uyku gaflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne inanamirem

Koyun gelir kuzusunun adı yok
Sıralanmış küleklerin sütü yok
Ağamsız da bu yerlerin tadı yok
Tez gel ağam tez gel dayanamirem
Uyku gaflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne inanamirem

Ağamı yollarlar Yemen eline
Çifte tabancayı takmış beline
Ayrılmak olur mu taze geline
Tez gel ağam tez gel dayanamirem
Uyku gaflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne inanamirem

Akşam olur mumlar yanar karşımda
Bu ayrılık cümle âlem başında
Gündüz hayalimde, gece düşümde
Tez gel ağam tez gel dayanamirem
Uyku gaflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne inanamirem
Karaman’dan yola çıkan yağız Anadolu delikanlısı Yemen yollarındadır. Geri dönmeyeceğini bilmektedir. İçini kimselere açamaz da seher yeline seslenir:
“Karaman’dan çıktım yolum Yemen’e
Asker çantasını vurdum sineme
Ayrılık namesini verdim eline
Tenhalarda bul da ver seher yeli.”
http://www.istanbulgazetesi.com.tr/yemen-agitlari-makale,75027.html

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız

Sonnotlar

(1)Yemen Ah Yemen Mehmed Niyazi  Ötügen Yayınevi 2004 

(2) Mehmed Niyazi Özdemir, (d. 8. Nisan 1942, Akyazı - ö. 11 Mayıs 2018, İstanbul. Türk tarihçi, yazar ve mütefekkir. 

Sayın Erdoğan sizin ayrıcalığınız mı var?

AKP Genel Başkanı ve partili Cumhurbaşkanı Sayın ERDOĞAN; AKP Kocaeli İl Kongresinde yaptığı konuşmasında; ”Her kim ki;  milletten koparsa,  halkla arasına duvarlar örerse,  kendini ulaşılmaz erişilmez bir yere koyarsa, hele hele kibir ve fitne belasına bulaşırsa,  artık bu partide yeri kalmamış demektir.  Hiçbir meşgale,  milletin gönlünü kırmanın,  milleti hor görmenin bahanesi olamaz. ” demiş. 

Harika ve çok doğru bir beyan ve değerlendirme. Altına, aynen imzamızı koyuyoruz. 

Özellikle politikacılar, ülkeyi yöneten iktidardakiler ve de Türk Milletinin birliğini temsil eden, herkesi kucaklaması gereken Cumhurbaşkanları için de, geçerli olması gereken ve aynı zamanda Cumhurbaşkanları için,  bir anayasal görevdir de; milletten kopmamak, milletle arasına duvar örmemek ve kendisini ulaşılamaz ve erişilemez bir konuma sokmamak ve kibirlenmemek, milletin gönlünü kırmamak ve milleti hor görmemek gibi uyarı ve tavsiyeler. . 

AKP Genel Başkanı ve partili Cumhurbaşkanı; insan olmanın ilk koşulu ve gereği olan bu nasihatleri, AKP Kocaeli İl Kongresinde partililere söylüyor ve bu nasihata uygun hareket etmelerini isteyerek, bu şekilde hareket etmeyen partililerin AKP de yerlerinin olamayacağını dile getiriyor. 

Sayın ERDOĞAN'a buradan soruyoruz. 

Siz, AKP Genel Başkanı olarak;  partili değil misiniz?

Siz partili ve taraflı da olsa, bu ülkenin ve milletin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanı değil misiniz?

Sizin partililere yaptığınız ve uymalarını istediğiniz; bırakınız AKP'li olmayı,  herkesin insan olarak uyması gereken bu çok güzel ve yerinde olan uyarı,  nasihat ve tavsiyelere, aynı zamanda bir AKP üyesi ve Cumhurbaşkanı olmanız nedeniyle,  sizin de uymanız ve görevinizi, milletten kopmadan, milletle aranıza duvar örmeden,  kendinizi ulaşılamaz ve erişilemez bir yere koymadan, kibirlenmeden, milletin gönlünü kırmadan, milleti hor görmeden yapma gibi bir mecburiyetiniz yok mudur?

Siz, kendinizi, bu nasihatlerinizden ayrık ve ayrıcalıklı mı tutuyorsunuz?

Zira, sizin AKP Genel Başkanı olarak da, partili ve taraflı Cumhurbaşkanı olarak da, partililerinizden istediğiniz bu örnek davranışları yapamadığınıza, maalesef sık sık tanık oluyoruz. 

Milleti; siyaseten,  Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı olarak, başka bir deyimle,  yandaş ve muhalif olarak iki kutba ayırdınız ve size muhalif olan herkesi, zaman,  zaman terörist olarak suçladığınız dahi oluyor. Bu da milletin bir kesimiyle diğer kesimine farklı baktığınızı, farklı davrandığınızı, milletin bir bölümü ile aranıza mesafe koyduğunuzu, aranıza duvar ördüğünüzü, milletin bir bölümünün gönlünü kırdığınızı, milletin bir bölümünü hor gördüğünüzü düşündürmektedir. 

Sayın ERDOĞAN; siz AKP üyesi ve Genel Başkanı olmanın da ötesinde, partili de olsanız, seçilmiş bir Cumhurbaşkanısınız, bu statünüz nedeniyle, anayasanın da gereğiyle, siz Kocaeli İl Kongresinde Partililere yaptığınız tavsiye ve uyarılara daha titizlikle uymak zorundasınız. 

Kaldı ki; partililerinize uyarı ve tavsiyede bulunmanız yeterli değildir, aynı güzel tavsiyelere uygun eylem ve söylemlerde bulunarak, partililerinize örnek olmalısınız. 

Gelelim, Hazine ve Maliye Bakanı Berat ALBAYRAK'ın istifasına. 

Bu istifa açıklamasının sosyal medya üzerinden paylaşılan bir mesajla yapılması, devletimizin köklü geleneklerine, devlet adamlığı ciddiyetine açıkça aykırı ve bakanın işgal ettiği kendi makamına saygısızlıktır. 

İkinci bir saygısızlık da, istifanın muhatabı Sayın ERDOĞAN tarafından yapılmıştır, Türk Milletine karşı. 

Zira, Bakan Berat ALBAYRAK'ın istifa açıklamasından 24 saati aşkın bir süre geçmesine rağmen,  istifanın kabulü konusunda suskun kalınmış ve zaten oynak olan para piyasaları ve milletimiz,  merak içinde bu istifa bilmecesinin cevabını beklemek zorunda bırakılmıştır. İstifanın kabulü için, bir günü aşan bir sürenin beklenmesi gerekmemektedir. İstifanın kabulünün geciktirilmesi bize göre Türk Milletine saygısızlıktır. 

Berat ALBAYRAK, sosyal medyada yayınladığı mesajla,  sonuç olarak bakanlık görevinden istifa ettiğini beyan etmiştir. 

Berat ALBAYRAK aynen; ”Yaklaşık beş yıldır sürdürdüğüm bakanlık görevime sağlık sorunlarım nedeniyle artık devam edememe kararı aldım.  “diyerek istifa iradesini ortaya koymuştur. Görevden af dileme gibi bir beyanı yoktur. 

Bir kamu görevlisinin görevini bırakmak, görevinden ayrılmak istemesi, istifa talebidir. 

Dolayısıyla bu talebin kabul edilmesi de,  istifa talebinin kabul edilmesidir.  Yasalarımızda,  istifa dışında,  görevden af talebi diye bir talep şekli yoktur.  

Bize göre, görevden af talebi, henüz bir görev almadan, bir kişi veya kamu görevlisinin; yetkili bir üst makam tarafından, kendisine teklif edilen bir  görevi,  şu veya bu nedenle kabul etmek istememesi halinde, lütfedip bu görevi kendisine teklif eden kişi ve makama,  kendisinin göreve talip olmadığını, bu görevi üstlenmek istemediğini,  kibarca ifade etmek için,  “beni bu görevden af edin” şeklinde verdiği bir cevap ve teşekkürdür.  

Hal böyle iken; partili Cumhurbaşkanının, onca saat bekledikten sonra, Hazine ve Maliye Bakanı Berat ALBAYRAK'ın görevden af talebi kabul edilmiştir, şeklinde kamuoyuna bir duyuru yaptırması dahi, yasalarda yeri olmayan, bize göre bir kibir ve kendini üstün gördüğünü ve kendisini beğendiğini gösterme gayretkeşliğidir.  

Sayın Cumhurbaşkanı; istifa talebinin kabulüne dair bu açıklamadan, bu haliyle,  haberdar mıdır? Bilemiyoruz. Umarız,  haberdar değildir, basın açıklamasını yapan görevlilerin bir işgüzarlığıdır. 

Güner Yiğitbaşı

10/Kasım/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


Sevgili Atatürk'e Gerçekleri Söyleyemedim
Yarın (10/Kasım/2020), ülkemizin kurtarıcısı, Devletimizin ve Cumhuriyetimizin kurucusu büyük ATATÜRK'ün;  bedenen aramızdan ayrılışının, 82. yıl dönümü. 

ATATÜRK;  ilke ve devrimleriyle,  engin Dünya görüşleri ve önsezileriyle,  yüreğimizde ve belleklerimizde sonsuza kadar yaşamaya devam edeceği için, biz 10 Kasımları, ATATÜRK'ün ölüm yıl dönümü olarak değil, Türk Milletinin gönüllerinde yeniden doğduğu gün olarak kabul ediyoruz ve 10 Kasımları o düşünceyle kutluyor ve ATA'mızı her 10 Kasımda sevgi. saygı ve minnetle anıyoruz. 

Geçtiğimiz gece,  bu duygular içinde yatağımıza yattığımız için olsa gerek, rüyamda sevgili ATATÜRK'ü gördüm. 

Yatağımın başucuna kadar geldi,  alnımı ve yanaklarımı okşadı, bakışları gözlerimi kamaştırıyor, karanlık gecemi güneş gibi aydınlatıyordu. 

Sevgili ATATÜRK ile aniden  yüz yüze gelmenin heyecanı sardı tüm bedenimi,  heyecandan adeta titriyordum, beni saran heyecan ve titremeden, yatağımın sallandığını hissediyordum. 

ATATÜRK'ü,  rüyamda da olsa, baş ucumda görmek,  beni çok mutlu etmişti. 

Tek endişem; bana,  ülkenin içinde bulunduğu bugünkü durumunu sorarsa, ben ona nasıl cevap veririm, çok kötü olan doğruları anlatırsam,  onu üzer ve yeniden öldürür müyüm,  korkusuydu. 

Sevili ATATÜRK;  beklediğim gibi, bana ülkenin durumunu, milletimizin bu durumdan memnun ve mutlu olup olmadığını sordu. 

Bu soruyu yöneltirken de, olumlu ve güzel cevaplar alacağından çok emindi. 

Nasıl emin olmasın ki; her 10. Kasımlarda ve milli bayramlarda,  ülkeyi yönetenler;  huzuruna çıkarak,  çelenk bırakıyorlar, sevgi ve  bağlılıklarını bildiriyor ve kendisi için açılan özel deftere,  ülkenin durumuyla ve laik cumhuriyetle ilgili çok güzel şeyler yazıyorlardı. ATATÜRK de, haklı olarak,  bu güzel sözlere ve kendisi için yazılanlara inanıyor olmalıydı. 

Gençliğe Hitabesinde dile getirdiği;  harici ve dahili bedhahların çıkabileceğini düşünmek istemiyordu. 

Çok zor anlar yaşadım. Bir yanda,  ATATÜRK'ün baş ucumda oturarak benim yanaklarımdan okşamasının büyük sevinç ve mutluluğunu yaşarken, öbür yandan da, bana sorduğu soruya vereceğim olumsuz ve üzücü cevapların, ATATÜRK'ü üzeceği korkusu ve üzüntüsü sarmıştı içimi. 

Sevinç ve mutluluk ile üzüntü, endişe ve korku duygularını,  aynı anda yaşamaya başlamıştım. 

SEVGİLİ ATATÜRK'e; onu üzmemek için,  ister istemez,  yalan söyledim. 

-ATATÜRK devrim ve ilkelerinin yok edilmeye çalışıldığını, 

-En başta laiklik ilkesi olmak üzere;  Cumhuriyetin kurucu nitelik ve ilkelerinin,  değerlerinin neredeyse tamamen yok olma aşamasına getirildiğini, 

-Laik eğitimin asgari düzeye indirildiğini, Öğretim Birliği Yasasının ihlal edilerek,  ihtiyaç dışı imam hatip okulları açılarak, eğitimin din temelli hale getirildiğini, 

-Kaldırılan tekke ve zavilerin yerini,  cemaat ve tarikatların aldığını, cemaat ve tarikatların laik cumhuriyetin tüm kuruluşlarını ellerine geçirdiklerini, Fetö denen cemaatin, siyasal iktidar tarafından beslenerek, korunup kollanarak devlete sızdırıldığını ve sonunda 15. Temmuz. 2016 tarihinde darbe girişiminde bulunduğunu, gazi meclisi bombaladığını, 

-Teröristlerle müzakere masalarına oturulduğunu, bunun aslında çözüm amaçlı ve ülkenin yararı için değil, iktidar koltuklarının muhafazası için yapıldığının, sonra yürürlüğe konulan terörle mücadele politikalarıyla gün yüzüne çıktığını, 

-Milletin;  iktidar yandaşları  ve muhalifler olarak bölünerek kutuplaştırıldığını, 

-Bölünmenin din ve mezhep eksenli olarak da derinleştirildiğini, 

-Kimlik, din ve mezhep eksenli siyaset yapıldığını, 

-Gazi meclisin dışlanarak,  egemenliğin milletten alındığını ve tek adama emanet edildiğini, ülkenin;  yasama,  yürütme ve yargısıyla tek adam tarafından ve monarşinin sembolü saraylardan yönetildiğini, Çankaya köşküne kilit vurularak yıkama terk edildiğini, 

-Gazi Meclisin üyeleri milletvekillerinin, saraydaki tek adamın gözünün içine baktıklarını ve onun talimatı, istek ve arzularıyla parmak kaldırıp indirdiklerini, saraydaki kişiye kulluk ettiklerini, emir ve talimatla parmaklarını kaldıran ve indiren robotlar haline getirildiğini, 

-Bugüne kadar, muhalefet milletvekillerinin bir kanun tekliflerinin dahi kanunlaştırılamadığını, meclisin;  sarayın ve iktidar partisi ve küçük ortağının tahakkümü altında bırakıldığını, 

-Yargının;  bağımsızlığını kaybettiğini ve iktidar yanlısı taraflı bir yargı haline getirildiğini, bağlayıcı olan ve her kişi ve makamı, yargıyı bağlayan Anayasa Mahkemesi kararlarına,  yargını dahi uymadığını, 

-Sivil toplum kuruluşlarının yok sayıldığını, 

-Kişi hak ve özgürlüklerinin yok edildiğini, düşünce ve düşünceyi açıklama, haber alma özgürlüğünün temsilcileri görsel ve yazılı basının baskı altına alındığını, basının iktidar tarafından satın alınarak yandaşlaştırıldığını, birkaç muhalif basına da sansür uygulanarak, para ve kapatma cezalarıyla susturulmaya çalışıldığını, 

-İslam dininin gereklerini öğretmek için kendi elleriyle kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığının,  kuruluş amacının çıkarak,  siyasetin batağına sürüklendiğini, siyasal iktidarın fetvacısı ve en yakın destekçisi olduğunu, topluma siyaseten yön vermeye çalıştığını, Diyanet İşleri Başkanının;  vatan haini,  ATATÜRK düşmanı Fesli Kadir'in en yakın arkadaşı ve destekçisi olduğunu, aynı kafa yapısında olduklarını, 

-Devlet yönetiminde;  liyakatin değil,  sadakatin ön planda tutulduğunu, devlet kadrolarına,  iktidar yandaşlarının doldurulduğunu, 

-Dış politikada, devlet aklının terk edildiğini, devletin ve diplomasinin yerleşmiş kurallarının uygulanmadığını, günü birlik politikalarla devletin yönetilmeye çalışıldığını, uluslararası ilişkilerde, ülke yararına değil,  din ve mezhep odaklı politikalar üretilerek uygulandığını,  yurtta sulh ve cihanda sulh ilkesinin terkedilerek, din ve mezhep odaklı politikalar yüzünden komşu ülkelerin içişlerine müdahale edildiğini, savaşlara girildiğini, ülkemizin,  Katar dışında tüm komşu ve yakın devletlerle kavgalı hale getirildiğini, 

-Cumhuriyetin ilk yıllarında tesis edilen ve ülkenin ekonomisine ve kalkınmasına büyük katkılar sunan,  tüm iktisadi devlet teşekküllerinin ve fabrikaların,  özelleştirme adı altında yok pahasına satıldıklarını ve yerine yenilerinin konulamadığını, ülkenin üretiminin düştüğünü,  cari açıklar verdiğini, ihracatımızın,  ithalatımızı karşılamakta yetersiz kaldığını, döviz yokluğu çektiğimizi, istihdamın düştüğünü,  işsiz sayısının her geçen gün arttığını, 

-Ülkenin milli gelirinin eşit ve adil dağıtılamadığını, vasıtalı vergilerin vergi gelirlerindeki payının sürekli artırılarak,  gelir dengesinin her geçen gün yoksullar aleyhine bozulduğunu, 

-Açlık ve safaletin her geçen gün arttığını,   

-Yapılan özelleştirmeler ve fakir halktan adil olmayan şekilde toplanan vergilerden oluşan yaklaşık 2. 5 trilyon dolarlık devlet parasının, 19 yıldır iktidarda olan yönetim tarafından, üretime dönük olmayan döviz getirmeyen inşaat sektöründe yok edildiğini, yap işlet devret yoluyla ve kar garantili olarak, iktidar yandaşı iş adamlarına yaptırılan tünel, yol, köprü, havaalanı ve şehir hastaneleri yoluyla,  devletin parası,  taşa ve toprağa yatırıldığını, verilen kar garantileri nedeniyle,  yoksul halkımızın geçmedikleri köprü, tünel ve yollar, kullanmadıkları havaalanları için paralar ödediklerini, 

-İş başındaki,  iktidarı 19 yıldır tek başına elinde tutan  AKP'nin genel başkanı da olan partili Cumhurbaşkanının; orta halli mütevazi bir aileden gelmesine rağmen, lüks ve şatafatı, saraylarda yaşamayı, uçan saraylarla uçmayı, lüks makam otomobillerine binmekten çok hoşlandığını, bu aşırı lüks yaşantının ve israfın,  devletin itibarıyla bir tutulduğunu, devletin itibarının, gereksiz lüks ve şatafatta arandığını, 

-Devlet yatırımlarında,  ihtiyaç önceliğine göre bir sıralama ve planlama  yapılmadığını, üretime değil,  tüketime yönelik yatırımlara öncelik verildiğini, 

-Tarım ülkesi olan ülkemizde,  tarımın yok edildiğini, çiftçinin desteklenmediğini, tarım ürünlerinin dahi,  döviz ödeyerek dış ülkelerden ithal edilmeye başlandığını, 

-ATATÜRK Orman Çiftliğinin,  talan edilerek yok edildiğini, 

-Osmanlı'nın dış borçlarının; yoksulluk içindeki,  Cumhuriyet'in o gençlik yıllarında, kuruşu kuruşuna ödenmesine karşılık, şu anda yarım trilyon dolarlık dış borç batağında yüzen ve bu nedenle bağımsızlığı tehlikeye giren bir ülke konumuna düşürüldüğümüzü, 

-Döviz rezervlerinin;  israftan ve üretimsizlikten eritilmesi sonucunda, Türk parasının kıymetinin yok edildiğini, paramızın pul olduğunu, 

-Dün akşam saatlerinde istifa eden Maliye ve Hazine Bakanının, istifasını sosyal medyada duyurmasına ve aradan 24 saate yakın bir süre geçmesine rağmen,  bu istifanın doğruluğu ve kabul edilip edilmediği hakkında, henüz resmi bir açıklamanın yapılmadığını, 

-Gençliğe Hitabesinde yer alan,  ülkenin düşürüleceği kötü durumlara ilişkin öngörülerinin çoğunun gerçekleştiğini, ancak,  siyasal iktidarın; uyguladığı antidemokratik baskılar ve özellikle yarattığı,  gençliği dindar ve kindar gençlik ve diğerleri olarak kutuplaştırarak böldüğü için, Türk Gençliğinin;  kendi vasiyetini yerine getirmeye güçlerinin yetmediğini, 

-Türk Milletinin, millet olma niteliğinin ve milli duygularının yok edilerek,  ümmetleştirilmeye, kul edilmeye çalışıldığını, 

-Milli Bayramların etkisizleştirildiğini, kutlanmalarının asgari düzeye indirgenerek unutturulmaya çalışıldığını, 

-Yarın,  10. Kasım günü, iktidar temsilcilerinin,  yine bir formalitenin yerine getirilmesi amacıyla ve istemeden huzuruna çıkıp,  mezarına çelenk bırakacaklarını,  sahte bir saygı gösterisinde bulunarak,  özel deftere birçok yalanları, inanmadıkları şeyleri yazıp imzaladıktan sonra,  siyasal iktidarın paralı askerleri tarafından atılacak olan iktidar yanlısı sloganlar eşliğinde, kaçarcasına Anıtkabirden ayrılacaklarını,   

Bu üzücü gerçekleri ve daha nicelerini, SEVGİLİ ATATÜRK'e, utancımdan ve üzüntümden, onu da üzmemek adına,  söyleyemedim. 

Ama, umudumuzu asla yitirmedik. Ülkemizin üzerinde dolaşan kara bulutlar,  er ya da geç dağılacak, ATATÜRK devrim ve ilkelerinin güç verdiği güneş,  karabulutlardan çıkarak ülkemizi aydınlatmaya devam edecektir. 

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, yarın 10. Kasım. 2020 asla ve asla, ATATÜRK'ün ölüm yıl dönümü değil, yeniden doğduğu ve gönüllerimizde yaşamaya devam etmeye başladığı gündür. Zira,  ATATÜRK;  10. Kasım. 1938 de  sadece aramızdan bedenen ayrılmıştır, onun devrim ve ilkeleri, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti,  onun deyimiyle,  ilelebet var olacak ve yaşayacaktır. 

Bu duygular içinde, ATATÜRK'ü; bir daha çıkmamak üzere yüreklerimize ve gönüllerimize nakşettiğimiz 82. yeniden doğum yıl dönümünde, saygı, sevgi, özlem ve minnetlerimizle,  anıyoruz. 

Ruhun şad olsun, ülkemizin kurtarıcısı, Devletimizin ve Cumhuriyetimizin kurucusu, ezeli ve ebedi tek liderimiz,  sevgili ATATÜRK.  

Güner Yiğitbaşı

09/Kasım/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget