Büyük Frederich
“Çok değil bir kaç yıl öncesine kadar Anadolu turnelerimize valiler, belediye başkanları, rektörler oyunlarımıza gelirdi. Günümüzde ise, biz o şehirlere gitmeyelim diye gerekçe göstermeden sahneler elimizden alınıyor”. Levent Üzümcü
Bu anı öyküsü, Abbas Güçlü’nün Kanal D de “Genç Bakış” programında Ali Poyrazoğlu ile yaptığı söyleşiden alındı. Abbas Güçlü, izleyiciden gelen bir soruyu Ali Poyrazoğlu’na yöneltiyor:
“-Bazı adamların da ne olduğunu anlamak için kaldırıp ışığa tutacaksın, içinden Atatürk geçiyor mu, geçmiyor mu, diye paraya bakacaksın, bu sözler Ali Poyrazoğlu’na mı aittir”, diyor. Ali Poyrazoğlu cevap veriyor:
“-Bana ait evet”.
“-Ne demek, ne anlamda?”.
“-Bu aslında oynadığı Asi Kuş diye bir oyunun bölümünde geçiyor. Orada Muhlis Sabahattin’i(1)anlatıyor. Bizim bestecilerimizden, opera bestelemiş, o dönemin en önemli bestecisi. Batı kalıbında müzik çok sesli müziği Türk halkına tanıtmak için çok uğraşan bir adam.
Muhlis Sabahattin İstanbul'da Opera ve Operetler oynayan bir kumpanya kurmuş, 1930'lar. Carmen'i oynuyorlar. Turneye çıkmışlar. Trenle, İzmit,
Ful çekmişler. Oradan Adapazarı. Havalar bozunca temsil iyi gitmemiş. Eskişehir tam felakettir. Kar diz boyu, temsil bile yapamamışlar. Yapamayınca da otelde rehin kalmışlar
İşler iyi gitmiyor, kar yağıyor, Eskişehir’de bir otelde rehin kalıyorlar. Mucize bekliyor, mucize yok, 1925 yılı, kar her yeri kapatmış. Kedi köpek bile yok sokakta. Kimse dışarı çıkamıyor, bunlar otelde rehinler. Muhlis Sabahattin Batılı fazla Batılı bir adam frak silindir şapka pelerin öyle dolaşıyor. Mucize bekliyor, otelde rehinler.
Anadolu’da trenler dolaşıyor. Atatürk trenden iniyor, şapkayı çıkarmış:
“-Beyler bu şapkadır” diyor. İniyor aşağıya resmi zevatın elini sıkıyor, yola devam ediyor.
Muhlis Sabahattin de duyuyor ki, “Atatürk geliyor”.
Bu olmuş bir olay. Celal Sururi anlattı bana. O kumpanyada tenor. Celal Sururi en eski yetiştiğimiz, orada olayın içinde olmuş adam.
Muhlis Sabahattin Frağı çekiyor (tören giysisi), Eskişehir tren istasyonuna gidiyor. Bütün resmi zevat dizilmiş. Böyle fraklı silindir şapkalı bir adam, karlı bir günde girince istasyona, o resmi zevat bir adım geriye çekiliyorlar. “Amerikan elçisi geldi” diyorlar.
Muhlis Sabahattin kortejin önüne geçiyor, tren geliyor, Mustafa Kemal camı indiriyor, “Beyler bu şapkadır” diyor. El sıkacak, aşağıya iniyor. Muhlis Sabahattin’le karşı karşıya kalıyor. Arkadaşlar tanıyor. Atatürk:
“-Hayrola Muhlis”, diyor ve Sarmaş dolaş oluyorlar. Muhlis Sabahattin sağa bakıyor, sola bakıyor:
“-Yolsuzum Kemal, otelde rehiniz beş lira düş” diyor. Atatürk elini cebine atıyor, beş lirası yok, iki lira çıkıyor. Atatürk:
“-İki lira var Muhlis”, diyor. Muhlis:
“-Bul” diyor.
“-Nereden bulayım” diyor. Mustafa Kemal, dönüyor yanındaki ordu komutanına:
“-Paşa sizde para var mı” diyor.
“-Bir lira var, paşa”, diyor. Atatürk:
“-Ver onu bana” diyor, alıyor:
“-Üç lira oldu” Muhlis” diyor. Sabahattin:
“-Beş lira lazım” diyor.
“-Bul”.
“_Nereden bulacağım”:
“-Koskoca Cumhurbaşkanısın, bul, iki lira daha bulamıyor musun” diyor. Bunun üzerine dönüyor Atatürk, emir subayından bir lira alıyor, validen bir lira alıyor, beş lirayı tamamlıyor. Muhlis Sabahattin’e veriyor:
“-Hayırlı turneler, arkadaşlara selamlar; beyler bu şapka” deyip yoluna devam ediyor. “Yıl 1925Orada şöyle bir saplama yapmak zorunda olduğumu hissediyorum. Sanata kültüre farklı açılardan da yaklaşıldığı için bu gün, ülkenin kendisiyle ve birbiriyle barışması, sanata yaklaşılan tavırdan dolayı her yere yansıdığı için ben de diyorum ki, yaşam biçimlerimize, Cumhuriyete yakışır, yaşam biçimlerimize laik, uygar, demokrat yaşam biçimimize sahip çıkmak zorundayız. Atatürk demiş ki: “Sanatsız kalan bir ulusun hayat damarlarından birisi kopmuş demektir” yani, “beyler bu Cumhuriyet dediğiniz çatıyı belirli temeller üzerine oturttum, onlardan en önemlisi kültürdür, sanattır, bu direklerden birisi kırılır aşağıya devrilirse, çatı tepenize çöker, haberiniz olsun” diyor. Sanat derken sadece yazmadan, çizmeden, tiyatrodan, sinemadan, baleden, operetlerden bahsetmiyor. Sanatların en zorunda çağa yakışır, modern, uygar yaşama sanatından söz ediyor. Yaşam sanatlarınız tehlikeye girerse, iş çığırından çıkar” diyor. Onun arkasından da diyor ki, kimin ne olduğunu anlamak o kadar da zor değil.
Bankaya gidiyorsun, parayı çıkarıyorsun, veriyorsun, tezgâhtakiler alıyor ışığa doğru tutuyorlar, bakıyorlar para kalp mı değil mi, diye. Para kalpsa onun içinde Atatürk yok, basamıyorlar. Bakıyorlar Atatürk var mı yok mu?
Bazı adamları da ne mal olduğunu anlamak için alıp şöyle bir ışığa tutacaksın, içinden Atatürk geçiyor mu, geçmiyor mu? Geçmiyorsa bozuk.”
İşte bu olayda olduğu gibi, ülkemizin sanatçıları Atatürk tarafından gözetip kollanıyordu ve sanatçılar devlet adamlarına bu kadar yakındı.
Ya şimdi öyle mi?
Şimdi, yukarıdaki olayın geçtiği 1925 yılından 93 sonrasına, günümüze gelelim. Acaba hangi devlet büyüğümüz gerçek sanatçılara yakın duruyor, onları koruyor, kolluyor. Maalesef değil, nasıl ki, siyasi muhalifler, iktidarı eleştirenler her alanda dışlandığı gibi, gerçek sanatçılar korunmuyor, dışlanıyorlar. “ucube” diyenler bir yana, muhalif görülen sanatçılar sanatlarını halka sunacak salon bulamıyorlar. Sanatlarını halka sunmak için salon bulamadıkları gibi bir Tv bile bulamıyorlar. İktidar partisinin belediye başkanları, üniversite rektörleri, okul müdürleri kültür hizmeti veren salonlarını, boş olsa bile, birer bahane ile asla vermiyorlar. Rahmetli Levent Kırca gösteri sunmak için salon bulamamıştı. Kablolu yayından dışlanmak için çıkarılan Halk TV deki Arena program yapmak için, salon bulamıyor, ancak CHP li belediyelerin salonlarından yararlanabiliyorlar.
İktidar durmadan tiyatro, bale gibi güzel sanatlara önem vermediği gibi, ödeneklerini de kısıyor. Hatta DTCF de olduğu gibi, bazı fakültelerde tiyatro, bale bölümlerini kapatıyorlar. Bu iktidar döneminde, dışlanan güzel sanatlarla ülkemiz adeta bir kültür erozyonuna uğramakta. Muhalif sanatçılara iş ve sunum engeli bir yana, Can Yücel’in mezar taşlarını kıranların yaptığı gibi muhalif aydınların mezarlarına bile saldırılıyor. Sabahattin Ali’den Uğur Mumcu, Necip Haplemitoğlu’na kadar sanatçılar, aydınlar katlediliyor. Ülkemizde böylesine bilim ve sanat adamlarına, karşı fikirde olanlara, muhalif medya ve gazetecilere dayanılmaz bir baskı uygulanıyor. Böylesine bir ülke çağdaş dünyadan dışlanır.
Bu konuda, Piyanist Fazıl Say’dan başlayıp (uluslararası konserlerde ayakta alkışlanan besteci ve müzisyenimiz) , Levent Üzümcü’ye, Barış Atay’a, hakkında 28 dava açılan Türkiye’nin ilk ve tek orkestra şefi İnci Özdil’e kadar pek çok nice dışlanan, itilip kakılan sanatçıları, gazetecileri, bilim insanı gibi örnekleri saymak mümkündür.
KHK ile görevinden ihraç edilen tiyatro sanatçısı Kemal Kocatürk, baskıdan, dışlanmaktan yıldığından sanatını yürütemediği için ailesi ile birlikte Almanya’ya göç etmek zorunda kalmıştır.
Bu dışlama yüzünden vatanını terk etmek zorunda kalan Tiyatro Sanatçısı Kemal Kocatürk, Almanya’da bir röportaj da neler anlatıyor:
“…Arka arkaya gelen, sadece benim değil, birçok arkadaşımın başına gelenler… Küçük tehditler de var. Açılan soruşturmalar, davalar, onun akabinde yaşamamızı kısıtlayacak birtakım işlerle karşılaşıyorsunuz. Misal, bir yere gidiyorsunuz, salon istiyorsunuz, oyun oynayacaksınız, üniversite salonu. Diyor ki o gün dolu, şu gün olsun, bugün de dolu, biz size döneriz. Dönen yok. Size sansür uygulandığını anlıyorsunuz. Açıkça söylemiyorlar, size salon vermiyorlar. Belediye de hakeza öyle. Verseler vermiyoruz demiyorlar, öyle bir fiyat istiyorlar ki sizden, salon kirası olarak, o kirayı ödemeye kalktığınızda sizin oraya sokacağınız seyirci o parayı ödeyemez. Mümkün değil. Bir süre sonra bakıyorsunuz alanınız kalmamış. Nasıl, ne yapacaksınız? Hepsi birleşince hayat bize orada dar gelmeye başladı….”
Şehir tiyatrolarının parlak oyuncularından Kemal Kocatürk artık Berlin’de ve Almanya’nın çeşitli kentlerinden tiyatro severlerle buluşuyor. Muhalif bir sanatçı olarak Türkiye’de birçok soruşturma ve davanın muhatabı olan ve KHK ile görevinden ihraç edilen Kemal Kocatürk dışlanan sanatçı olarak tek bir örnek.(2)
Günümüzde sanatın içine tükürenler, heykel sanatına
Bu konuda, CHP İzmir Milletvekili Zeynep Altıok Akatlı yaptığı açıklamada şunları söylemişti:
“AKP iktidarı da sanatı tehlike olarak görerek sanatçıları yıldırmak, baskılarla, yasaklarla, sansürle sindirmek istiyor ve OHAL KHK’ları ile görevlerine son veriyor. Kültür ve sanat dünyası çok ağır bir saldırı altındadır. OHAL KHK’ları, yerel yönetimler ve valiliklerin düşmanca tavırları, baskılar, yasaklar Türkiye’nin kültürel birikimini yok ediyor, eğitim ve sanat kurumlarını tasfiye ediyor. Cumhuriyet modernleşmesinin sembollerinden DTCF ve DTCF’nin Tiyatro bölümü ihraçlarla neredeyse fiilen kapatılmış oldu.
Toplumun tüm muhalif kesimleri üzerinde hoyratça kullanılan OHAL sopası, Türkiye’nin en yetenekli ve saygın sanatçılarını işsiz bıraktı. Orkestra şefi, piyanist İbrahim Yazıcı’nın, keman sanatçısı Filiz Özsoy’un, piyano sanatçısı Eser Öykü Dede’nin, çalgı yapım sanatçısı Zafer Güzey’in kamudaki görevlerinden ihraç edilmesi kabul edilemez. Bu yalnızca Türkiye’nin birikimine değil geleceğine de ağır darbe indirmek anlamına geliyor.
“…Türkiye’yi çöle çevirmek isteyenler en büyük kötülüğü gelecek nesillere yapıyor. Sanat aydınlıktır, sanat özgürlüktür, gelişimdir, yeniliktir. Sanatçılar ve sanat kurumları ihraçlarla, baskılarla, yasaklarla yok olmayacak, aksine AKP’nin OHAL rejiminin baskı ve sindirme politikaları tarihimize yine başta sanat aracılığıyla kalıcı bir kara leke olarak geçecektir…”(3)
Tiyatronun muhalif sanatçılarından Genco Erkal da şöyle yakınmakta:
“…Salon bulamıyoruz. Devlet Tiyatroları’nın ve AKP’li belediyelerin salonlarına giremiyoruz. Baskı var. Bizi bir yana bırakın, Şehir Tiyatrosu’ndan dünya kadar insanın performans düşüklüğü ve edilen bahanelerle işlerine son verildi. Onların çoğunu tanıyorum. Yönetmen ve oyuncu olarak İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun yükünü omzunda taşıyanları yok ettiler. Televizyonlarda iş bulmalarını da engellediler. TRT’ye ve yandaş kanallara gidemiyorlar. Kendi medyası olduğu için “Bunlara iş vermeyeceksiniz!” dediklerinde kara listedesiniz. İnsanların ekmeğiyle oynuyorlar. Bu çok acı. Böyle bir şey yoktu. Hapse atılırdın. Mahkemeye çıkardın. Bir süre sonra mahkemede kendini savunurdun. Beraat ederdin, cezanı çekerdin, af olurdu. Ama normal işlem yürürdü. Şimdi öyle değil. İnanılmaz baskı var. Bir çatlak sese, muhalefetin M’sine tahammülleri yok...”(4)
Böylece ülkemizde daralan siyaset, daralan ekonomiyle birlikte sanatçılarımız, aydınlarımız, taze beyinlerimiz yurdunu terk etmek zorunda kalıyorlar. Bu kültür ve bilim insanlarının dışlanıp horlanması ile ülkemize, sanatımıza, kültürümüze, ne ki bilim dünyamıza yazık edilmektedir.
Atatürk gibi, sanatçımıza yakın olmalıyız, onları her alanda kollamalı, korumalıyız. Yoksa Osmanlı gibi, çağın gerisinde kalırız.
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız
SONOTLAR(1)Muhlis SABAHATTİN (1889-1947)
Muhlis Sabahattin Ezgi, 1890 yılında Adana'da sürgünde doğar. Sürgünün nedeni, Abdülaziz'in başmabeyincisi olan babası Hurşit Bey'in, Abdülhamit'in tahta çıkmasıyla İstanbul'dan uzaklaştırılmasıdır. Politik, ateşli bir gazeteci, besteci, opera sanatçısı, yeni bir müziğin öncüsüydü. Muhlis Sabahattin'in "Operet Kralı" olarak da anılırdı.
Bu ateşli gazeteci, hükümete karşı yazıları yüzünden kovuşturmaya uğrayınca Avrupa'ya kaçar. Yalnızca ülke değil, meslek de değiştirerek. Müzik bilgisi ve piyanodaki ustalığı, yolunu Avrupa'ya kaçan diğer müzisyenlerle kesiştirir. Kurdukları grupla çıktıkları Avrupa turnesinin ardından Amerika'ya göçerler. Yurda dönünce çeşitli operet-operalarda oynar, beste ve müzik grupları ile beğenilen sanatçı olur.
13 Şubat 1947 günü veremden ölür. (Daha önce Melek adındaki kızı da veremden öldü 1939 da, Anadolu’yu o zamanları verem sarmıştı).
(2)https://www.artigercek.com/ben-kendi-adima-yeterince-mucadele-verdigimi-dusunuyorum-biraz-dinlenmekte-fayda-var
(3)https://www.chp.org.tr/Haberler/15/altiok-sanata-ohal-darbesi-53421.aspx4
(4)https://www.birgun.net/haber-detay/en-berbat-donemdeyiz-bunun-gibisini-gormedik-138506.html
Yorum Gönder