Dernek salonundaki etkinlikte konuşmacı olarak Emekli Öğretmen Erdal Çalı, çalışan öğretmen Aydın Karataş olarak iki öğretmen; Sakine Yılmaz ve Furkan Ersoy ile iki öğretmen adayı öğrenci katıldılar.
Oturumdaki açılış konuşmasını yapan Dernek Başkanı Nazım Mutlu konuşmacıları kısaca tanıttıktan sonra, öğretmen okullarının ilk kuruluşu ve değişim süreçleri hakkında kısa bilgi verdi: “Konuşmacılardan Erdal Çalı, öğretmenliğin dünü konusuna yer verecek. Kendisi emekli Öğretmen Balıkesir’li, Öğretmen olduğu gibi, öğretmen örgütlenmesinin bütün aşamalarında bulunmuş deneyimleri olan bir ağabeyimiz, TÖS, TÖB-DER, Eğitim-İş gibi örgütleri söyleyebiliriz. İkinci Aydın Karataş Dernek yönetimi yanında bizim yayın kurulunda v çalışmakta olan meslektaşlarımızın bu günkü durumuna ilişkin bildiklerini, eleştirilerini yapacak. Adana-Ceyhan Fen Bilgisi Öğretmeni.
Öğretmen adaylarından Sakine Yalnız, Gazi Üniversitesi Sınıf öğretmenliği üçüncü sınıf öğrencisidir. Yine Furkan Ersoy da Gazi Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği üçüncü sınıf öğrencisidir. Onlar da öğretmenliğin geleceği üzerinde bilgi verecek.
“16 Mart 1848 Öğretmen Okullarının “Darul Muallim’in Rüşti” karşılığıyla erkek öğretmen okulu. Hemen 20 yıl sonra 1868 de Erkek İlköğretmen Okulu (Darul Muallimin), 1878 de Kız Öğretmen Okulu (Darul Muallimat, 1891 de Erkek Muallimi Ali Yüksek Öğretmen Okulu, 1913 te Ana Muallime Mektebi (Ana Öğretmen Okulu) 1914 de İnas Darulfünun Darülfünun içinde Kız Öğretmen Okulu açılıyor, Cumhuriyete gelinceye kadar böyle bu okulların açılışı. Ondan sonra Cumhuriyet döneminde, öğretmen yetiştirme daha planlı programlı yürütülüyor. Onların da 1926 da Gazi Eğitim Enstitüsü ve aynı yıl Köy Öğretmen Okulları sonra 1934 Kız teknik Öğretmen Okulu, 1936 Köy Öğretmeni Yetiştirme Kursları, Erkek Teknik Öğretmen Okulu 1937, Ticaret ve Turizm Öğretmen Okulu 1955, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu 1959 açılıyor. Bu Öğretmen Okulları Eğitim Enstitüsü biçiminde, Yüksek Öğretmen Okulları biçiminde, Eğitim Enstitüleri Eğitim Fakültelerine dönüştürüldü, bu gün Eğitim Fakültelerine dönüştürmek üzere eğitimimiz sürüyor. Yanılmıyorsam yüze yakın Eğitim Fakültemiz var”.
İlk konuşmayı yapan Emekli Öğretmen Erdal Çalı şunları söyledi:
“-Ben Breth in bir sözünü hatırlatmak istiyorum yine, “bu gün dünle beslenerek yarınlara ulaşılır” der. Bu gün yine gördüğünüz gibi, aslında aydını da ben bu günden sayıyorum. Aydın dün olursa benim fi tarihim falan olmam lazım o zaman, çok eskilere gitmemiz lazım. Aydın hala mevcut durumda görevde devam ediyor.
Bu toplantı şu nedenle oldu, gerçekleşti. Arkadaşlarla görüştüğümüz zaman şunu gördük. Mevcut Eğitim Fakültelerinde öğretmen adayları nasıl yetişiyor” diye, hepimizin merak ettiği bir sorudan kaynaklanıyor. Bizlerin nasıl yetiştiğimize ilişkin anılarımız hala taze duruyor. Ama bir de eğitimin durumuna ilişkin son derece olumsuz gözlemlere sahibiz. Eğitimin dinselleştiği, piyasalaştığı, bilimsel eğitimden uzaklaşıldığına ilişkin genel olarak eğitim yönetiminin çürüme haline geldiği, ta en tepeden başlayarak okullara varıncaya kadar, böyle olumsuz gözlemlere sahibiz. O zaman eğitim fakültelerinde yetişen gençler, bizim baktığımız gibi bakarak mı geliyorlar, eğitim ordusuna katılıyorlar. Onlar da bizim baktığımız gibi, ya da öğrendiğimiz gibi irfan ordusunun bir ferdi olarak mı, katılıyorlar bu mesleğe, yoksa bin türlü sınavın yarışmanın sonucunda güç bela, karın doyurulacak kadar bir işi yakaladım mı diye bakıyorlar, bu işe. Okullara giderken taşımak istedikleri yeni bir şey var mı, hedefleri var mı yok mu? Geleceğimize bir ayna tutmak gibi biz gençlerle beraber olmayı istedik.
İkinci neden de şu, bu tür “toplantılarda hani gençler nerede” diye söz ederiz. Gençlerle bir arada olmanın yolu da gençlerin fiilen içinde bulunacağı katılabileceği ve gençlerin ilgisini çekebilecek toplantılar düzenlemekten geçiyor. Bunun bir başlangıcı olsun dedik, bundan sonra daha çok gençlerle haşır neşir olmak gibi bir derdimiz olacak herhalde. Gençlerle beraber olmanın ne kadar keyifli olduğunu herkesin yüzünden okuyorum şu anda ben de. En azından yaş ortalaması önemli ölçüde düştü. Burada daha çok 70 ler civarında iken, sizin sayenizde o zaman 50 lere mi düştü. Ama sakın buraya katılan yaşlı arkadaşlara da “ihtiyar” dediğimi de düşünmeyin. Çünkü hala daha havlu atmayan insanlar buraya geliyor. Havlu atmayan insanlar her zaman gençtir. Şimdi sözü hatırlayamıyorum, önemli bir adamın sözü bu: “Öğrenmeden vaz geçmiş, öğrenmeyi unutmuş ya da öğrenmeden uzaklaşmış bir insanın yaşamdan bağı kopmuş demektir”. Buradaki insanların hepsi de bir şeyler öğrenmek gibi bir amaçları için burada olduklarından onların da geç sayılması gerekir.
Ben şöyle düşünmüştüm başlangıçta, gençlerle başlarız, sonra mevcut görevini sürdüren aydınla devam ederiz. Ama galiba kıdem nedeni ile sözü bana verdiler. O zaman şöyle düşündüm moderatör denilen kolaylaştırıcı olarak kendimce eksik kalanları tamamlamaya çalışırım ama, öncelikle öğretmen adayı arkadaşlarımızın konuşmasını istiyorum ve şunları söyleyerek, söze başlamak istiyorum. Furkan’la daha önce konuşurken, “günümüzde öğretmen nasıl yetişiyor, biz uzaklaştık çünkü kendi anılarımızın dışında çok fazla bilgimiz yok. Nasıl yaşıyorlar? Nasıl okullara girdiler, yurtlarda mı yaşıyorlar, evler de mi yaşıyorlar. Birbirleriyle ilişkileri nasıl, okuldaki eğitim iklimi nasıl, hocalarıyla olan ilişkileri nasıl? Neleri izliyorlar, neleri seyrediyorlar, sanatla bağlantıları ne? Sanatla, operayla, baleyle bağlantıları ne sanatla bağlantıları ne? Müzelerle bağlantıları ne? Bütün bunları çok merak ettik, çünkü benim hatırladığım kadarıyla herkesin farklılıkları olabilir ama kesinlikle müzelere gidilecek, diyelim ki, şöyle bir örnek vereyim, ben Gazi de okurken, beş tane tiyatro vardı. Bir de özel tiyatro vardı, devlet tiyatrosu beş tane, bir de özel tiyatro. Bunların hepsine mutlaka gidilmeli, diye bir kanaat vardı hepimizde. Yüksek okul öğrencisi olmak demek, büyük kentlerde öğrenci olmak demek, bunların hepsine gitmek görmek demekti. Onun dışında, açık oturum” diye bilirdik biz, o tür toplantılar olduğu zaman, hadi bakalım, ya dernek temsilcisi olarak ya da grup olarak kalkar giderdik. Bütün bunları merak ediyoruz, daha başka merak ettiğimiz şey var. Kabaca siyasal kültür nasıl oluşuyor bir öğretmenler arsında. Nelerden daha çok etkileniyorlar gibi soruları sorduk. Temel endişeleri ne? İlk başta akla geliyor tayin falan gibi, mesleğe giriş gibi endişelerinin olmasını anlayabiliyoruz ama onun dışında endişeleri ne? Bunları çözmek için neleri düşünüyorlar tasarlıyorlar gibi. Öğretmen yeterlilik diye kıyametler kopuyor, stratejik şeyler hazırlanıyor, bunlar hakkında hocaları bilgi veriyor mu, vermiyor mu? Yani öğretmenden beklenen nedir, staj uygulamaları nasıl, ne oluyor, nasıl hazırlanıyorlar filan gibi. Akıllarına gelenden başlayarak üç yıl boyunca, üçüncü yıldalar arkadaşlar, ikisi de öğrenci olarak, ne gördüler, hocaları ne anlattı. Okuldaki iklim ne, bize bunları anlatmaya çalışacaklar.
Aslında öğretmenlik sınıf öğretmenliği ile başlar, öğretmenlik mesleğinde sınıf öğretmenliği önemli bir daldır. Öğretmenlerin çok yönlü yetişmeleri gerekiyor. Onun için ilk konuşmaya Sakine ile başlayalım”.
Öğretmen Adaylarından Sakine Yılmaz şunları söyledi:
“-Ben birinci yılımı İstanbul’da okudum Yıldız Teknik Üniversitesinde; teknik bir üniversite olduğu için orada gördüğüm şuydu, eğitim fakültesindeki öğretmenler de dahil, burası zaten teknik bir okul diyerek, aslında oradaki öğrencileri önemsemediklerini gördüm.
Şu anda Gazi’d de öğretmenlerimizin çoğu, gerçekten bizim birer öğretmen olacağımızın farkında olarak, bize bu şekilde davranarak bizi eğitmeye çalışıyorlar. Ama çok fazla bizi önemsemeyen öğretmenlerimiz de var. Yani tek amaçları derse girip çıkmak olan, bizim bir şey almamızdan daha çok, “geçemezsin bu dersten” gibi davranan hocalarımız var, bunun yanında çok değerli hocalarımız var, gerçekten onlardan çok şey öğrendim.
Benim bir sınıf öğretmeni adayı olarak girdiğim derslerde öğrenmek istediğim en çok şey şu, ben nasıl bir öğretmen olmalıyım, bizi neler bekliyor, ne yapacağım. Çünkü gerçekten benim öğretmen adayı arkadaşlarım hep şu ruh var, biz nelerle karşılaşacağız, ne olacağız, şu an staja gidiyoruz. Staja gittiğimiz okul kolejde, Ankara’nın göbeğinde bir okul. Yaklaşık dört haftadır stajımıza devam ediyoruz ve benim gerçekten gözlemlediğim, sınıfına girdiğimiz hocadan bir şeyler almaktan çok, hep eksiklerini görüyorum. Bu beni gerçekten çok üzüyor, çünkü bizim staj yapmamızın amacı şu, eksik yönlerimizi tamamlamak istiyoruz, okulu tamamlamamıza bir buçuk yıl kaldı ve biz bu süreyi tamamladığımızda iyi bir öğretmen ve Gazi Eğitim Fakültesinden mezun olmuş bir öğretmen olarak, gerçekten yerimizin çok ayrı olması gerektiğini anlıyorum. Tüm Eğitim fakültelerinin böyle olması gerekiyor ama, diyoruz ya, “Gazi Eğitim Fakültesi çok başka” diye.
Dediğim gibi stajda öğretmenlerin öğrencilere davranışlarını gözlemliyoruz. Çoğu öğretmen, bunu gözlemlemek maalesef gerçekten beni çok üzüyor. Tek amacı o ders saatini doldurmak; öğle arası geldiğinde öğretmenin amacı bir an önce yemeğe gidip çocukları kendi haline bırakmak beni çok üzüyor. Kendimi ileride böyle bir öğretmen olarak görmek istemiyorum. İleride öğretmen olunca inşallah, öğretmenlik mesleğine başlayınca geriye döndüğümde çok güzel öğrenciler yetiştirmek istiyorum. Bunu sadece bilgi anlamında değil, kişilik olarak değerlerine saygı olarak gerçekten geldiği yeri, geleceği yeri ya da ülkesine nasıl bir insan olacağı bilinçli bir insanlar olarak kendimi yetiştirmek istiyorum.
Şu anda değimiz gibi evet korkularımız var, benim gibi bütün arkadaşlarımızın korkuları var. En büyük korkumuz atanacak mıyız, atanamazsak ne olacak, mülakatlarda torpil işler mi? Torpil işlerse ne olur, biz nereye geliriz. Bunlar çok büyük sorular ve hepimizin soruları aslında, hepimizin aklında soru işareti işaretleri var. Ama diyorum ya, benim en büyük korkum hakkıyla yetiştirebilecek miyim, çünkü öğrenciler, şu an stajda da gözlemlediğim, gözünüzün içine bakıyorlar. Ve her hareketinizi o kadar dikkatle inceliyorlar ki, sizi gözlemliyorlar, sizi gözlemlemeniz bile onları çok farklı noktaya getirebilir.
Stajda bir tane öğrenci var, çok dikkatimi çekti, hani bizim hocalarımızın da öğrettiği bireysel farklılıklar, çocukların bireysel farklılıkları çok önemli. Bunların üzerine gidin, çocukların bireysel farklılıklarını bulmaya çalışın”, gibi.
Bir tane çocuğu gözlemledik, ben ve stajyer diğer arkadaşlarım, çocuk dersle alakasız, öğretmen tahtaya problem yazıyor, ya bir paragraf okuyor, çocuğun bunlarla alakası yok, çocuk bir müzik parçası çaldığı zaman inanılmaz enerjiye sahip kendine geliyor başlıyor hareketler yapmaya. Öğretmen bunu kötü bir şey olarak görüyor. Öğretmenin dediği şu, “bu çocukta bir problem var, bu çocuk problemli bir çocuk”. Çocuk problemli değil aslında, çocuğun ilgisini çekemiyor öğretmen bunu aslında bunun farkında değil.
Dört haftadır staj yapıyorum, hep gözlemlediğim şey, sınıfta belli başlı çocuklar var, öğretmenin dikkati hep o çocukta. O sorulara bütün çocuklar parmak kaldırıyor, bütün sorulara doğru cevap veriyor. Ama “Ahmet geride bir çocuk, öğretmen soru sorduğunda tamamen alakasız bir cevap veriyor. Öğretmeni dinlemiyor evet, ama bir derste çocuk parmak kaldırdı, bayağı ısrarla parmak kaldırdı, fark ettim öğretmen çocuğu kaldırmadı, gördüğü halde kaldırmadı ve buna çok üzüldüm. Çünkü o öğretmenin o çocuğu orada dinleyip ona değer verdiğini göstermesi belki çocuğu çok farklı bir noktaya getirebilir. Çünkü ben kendim de biliyorum, ilkokul dördüncü sınıfa kadar matematiği sevmeyen, matematikten nefret eden bir insandım. İlkokul dördüncü sınıfta bir tane öğretmenim geldi Hülya Altınmakas, çok severim, hala de görüşürüm öğretmenimle. Bana bir tane matematik test kitabı hediye etti. Ama şey dedi, “Sakine bunu sana hediye ediyorum, belki incelemek istersin, al bunu yap, bunu çözeceksin, bunu bitireceksin”, diyerek değil, ben inanıyorum, sen başarabilirsin, yapabilirsin” dedi. Ben o dönemden sonra son sınıfa kadar, yapabilirim, yapamayabilirim, ne kadarını yapabilirim orasını bilmiyorum, matematik aşığı biri olarak devam ettim.
O yüzden öğretmenliğin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şu anki sınıf öğretmenlerimizin, öğretmen adaylarımızın çoğu çocuk, çocuk ne anlar, aslında çocuklar her şeyi anlıyorlar. Her şeyin farkındalar. Benim de kendi kardeşim var beş yaşında, o da anaokuluna gidiyor, kendim evde de gözlemliyorum, gerçekten her şeyin o kadar fakındalar ki.
Arkadaşlarımızın çoğu yurtta, evde kalanlar da var tabi ki, ama İstanbul’da yurtta da kalmıştım, yurtta da kalmış biri olarak bilirim şöyle söyleyeyim, evet yurtta kalan çok fazla öğrenci var. Evde kalan öğrenciler de var. Bizim okulda şu an üç tane sınıf var sınıf öğretmenliğinde, üç sınıfta da benim ders alma şansım oldu. İstanbul’dan gelince alttan derslerim kaldı, alt şubelerden de ders alabildim, gözlemim şu, hani bir öğrencileri, insanları birbirine kaynaştırmayı öğreteceğiz ya gerçekten yaşı 20- 22 gibi yetişkin insanlar olarak kendimiz ile bile iletişim kuramıyoruz. İletişim sorunları problemlerimiz var; ben İstanbul’dan gelince sınıfa girdiğimde bunu o kadar fark ettim ki, bana bir hafta sonra bile “sen sınıfımıza yeni gelen öğrenci misin” diye bana bunu soran oldu. Gen gelir gelmez arkaya oturdum, sınıfı gözlemledim, gelir gelmez, herkesin bir yeri var, herkes oraya geçiyor, herkes kendi arkadaş grubuna selam veriyor. Bunu bana kendi arkadaşlarım da söyledi. Ben olabildiğince herkesle iletişim kurmaya çalışırım, iyi ya da kötü. Ama şuna çok inanıyorum, herkes birbirlerine bir şeyler katıyor. Sen kötü gördüğün bir davranışı yapmayacağına dair yeni bir yere çekebiliyorsun.
Bu şekilde öğretmenlerimizin önerdiği kitaplar oluyor tabi ki. Ama ne kadar okunuyor, onu bilemiyorum, çünkü gerçekten de okulda da şöyle dediğim gibi, bazı derslerimizde çok konuşma fırsatı buluyoruz, öğretmenlerimiz ve bizim fırsatımız oluyor. Çoğu arkadaşımdan şunu duydum, yaklaşık yüzde 60 lık yüzde 65 lik kısmı, “öğretmen olup da ne olacak doğunun bir köyüne atanacağız” şimdi Şırnak’a gidip atanacaksın ne yapabilirsin ki, Türkçeyi bile bilmiyorlar. İşte bizim amacımız da o zaten, gerekiyorsa gidip Türkçe öğretmek, yoksa konuşmayı baştan öğretmek”.
Bu beni çok üzüyor, çok arkadaşımda var, bazıları şey diyor, bölümü bitireceğim ama yapmayacağım”. Bu beni mutlu ediyor, bence böyle insanların mesleğe devam etmemesi gerekiyor”.
Öğretmen Adaylarından Furkan Ersoy Da Şunları Söyledi:
“-Ben biraz Sakine’den farklı olarak, Öğretmen ne olmalıdır dan başlamak istiyorum. Benim öncelikle hedefim bu.
Şimdi geçmişten itibaren Platon’dan başlayarak günümüze kadar gelen filozoflardan, y da eğitimle ilgili kişilerden baktığımızda, incelediğimizde gördüğümüz şey şu, birçok arkadaşım var öğretmen eğitimine, en çok normatif eğitim dediğimiz eğitim tarzı. Yani normatif eğitimden şunu kastediyoruz, belirli kurallar düzenler var ve büzenler öğrencilere direk olarak aktarılır ve bu desteklenmemesi gereken bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü normatif eğitimde tıpkı belli bir mekanizmaya giren kapitalist sistemde belli bir mekanizmaya giren, ürünlerin aynı olarak çıktığı gibi bizim bu mekanizmamızdan da aynı şekilde benzer ürünler çıkıyor ve bu ürünler genelde defolu oluyor. Ben bu görüşteyim. Bu yüzden ben idealist bir yaklaşım taraftarı değilim.
Benim taraftar olduğum yaklaşım tarzı eleştirel eğitim yaklaşımıdır. Üç tane günümüzde eğitim tarzı var.
1- Eleştirel eğitim
2- Analitik eğitim
3- İdealist eğitim (Normatif).
Yani normatif eğitim diyeceğimiz eğitim anlayışı ve şöyle söylüyorum ben.
Eleştirel eğitimden kastım nedir, önce onu söyleyeyim. Bizim okullarımızda olmayan şey kısacası. Yani biz üniversiteye girerken lisedeki ya da ilkokuldaki öğretmenlerimizi incelediğimizde gördüğümüz şey bize tamamen işte matematik öğretme, Türkçe öğretime, sosyal öğretme ama bunlar da öğretmen değil aslında Bize Paulo Firerein dediği gibi, bizi bankacı eğitim sistemine tabi tutuyorlar. Yani bize bilgi yüklüyorlar ve bu bilgilerden de ezberci eğitim sistemiyle bizden ülkeyi değiştirecek insanların çıkmasını bekliyorlar. Bu beklenti hiç gerçekçi değil. Türkiye’de 90 küsur tane eğitim fakültesi var. Ben bunun en baştan hata olduğunu düşünüyorum. Örneğin Kore’de 11 tane eğitim fakültesi var sadece ve bu 11 eğitim fakültesinden öğretmen ihtiyacına göre öğretmen alımı yapıyorlar. Yani fazlada, açıkta öğretmen kalmasını engellemek ve aldıkları öğretmenleri de kaliteli bir şekilde yetiştirmek amacıyla. Fakat ülkemizde öğretmenlik en son çare olarak görülüyor. Benim lisedeki en fazla gürültü çıkartan, öğretmene en fazla saygısızlık yapan arkadaşım şu anda öğretmenlik okuyor. Bu çocuğun bu arkadaşımızın öğrencilerinden ileride ne bekleyeceğiz, pek ümitli değilim. Bu şekilde giden bir tablo var. Ben birazdan karanlık taraftayım, pek ümitli düşünmüyorum. Ama bu ümitsizliği de ümide çevirecek olan biziz. Bunun farkındayım, özellikle buna baktığımda yaşları 70 in üzerinde insanların hala bu tutkuya sahip olması beni heyecanlandırıyor. Çünkü sınıfımda kendi öğretmen arkadaşlarıma baktığımda benim gördüğüm telaş bu değil, “ben şu diplomayı alayım da bir atanayım”. Ama “atanayım” daki kastı, “gideyim de insanları düzgünce eğitmeye çalışayım onları öğretmeye, onları özgürleştirmeye çalışayım” deyip, “gideyim ben kazanç sağlayayım, belli bir miktar para toplayım evleneyim, çoluk çocuk sahibi olayım, emekli olayım, sonra öleyim”. Yani düzenin bize dayatmaya çalıştığı “doğ, büyü, iş sahibi ol, evlen, çocuk sahibi ol, emekli ol, buradan seni şutlayalım” görüşüne uygun insanlar yetiştiriyoruz. Aslında bu baktığımız zaman sistem hatası. Çünkü sistem düzeldiğinde geriye kalan dişlideki insanlar da öğretmen adayları da nerede düzelecek diye ümit ediyorum.
Fireye den bahsettim, Paulo Firere (1)kendisi eleştiren eğitime sahip bir insan, eleştirel pedagoji. Temelde savunduğu görüş şu: “Biz insanları özgürleştirmeliyiz”. Eğitim bir insanlaşma sürecidir”. Aristo der ya, “insan düşünen bir hayvandır” diye. İşte Firere in demeye çalıştığı, insanın gerçekten düşünen bir hayvan olmasını sağlamak. Ben şahsen Aristo’ya düşüncesi tarzına katılıyorum. Sonuçlarına baktığımda maalesef katılamıyorum, çünkü biz düşünmeyen hayvanlarız. Hatta ben buna şöyle bir tanım getiriyorum, “biz takım elbiseli hayvanlarız”, bu da kapitalist sistemin bize dayattığı bir şey. Resmiyete sanki sadece kıyafetle girilecekmiş gibi, insanları kıyafetle değiştirecekmiş gibi. İnsanların hayallerini ideallerini tekleştirip orada bırakacakmış gibi, bunların çok önemli olduğunu bize dayatıyor ve her gün de dayatmaya devam ediyor.
İşte bizlerin hedefi bu sistemden kendimizce, (tabi bir sistem değişikliği yapmak çok zor biliyoruz bunu) fakat en temelde yapılması gereken şey “insanlara bilinç kazandırma, onları uyandırma”.
Hasan Nihat Bilge Hocamızın da çok güzel bir tanımı var öğretmenler için, “toplumsal önder” diyor, öğretmenler için. Peki, kaçımız toplumsal önderiz? Bu ortamdaki insanlar için bunu söylemiyorum, fakat Türkiye’deki öğretmen sayısını düşündüğümüzde gerçekten kaçımız toplumsal önderiz? Veya kaçımız değişim ajanıyız? Değişim ajanı, öğrenciyi özgürleştirme çabasına götüren insan demektir. Frere’nin temelde yapmak istediği bu. Ama biz özgürleşmekten çok, köleleştiriyoruz.
Sınıftaki arkadaşlarımdan size bir örnek vereceğim, daha doğrusu sınıfta değil, eğitim fakültesinde okuyan bir insan kendisi. Ben Platon’un Şölen kitabını okuyordum, yanıma gelip bana şu soruyu sordu: “Platon Müslüman’mış” dedi. {Platon -Eflatun (d. M.Ö. 427 - ö. M.Ö. 347)} Ben önce anlamadım, acaba ne demek istiyor, diye. “Onun adı Platon değil, Eflatun”’dur, dedi. “O Muhammed’den sonra yaşamıştır”dedi. “Ve Müslüman olmuştur” dedi.
Bunu dedikten sonra ben büyük bir bunalıma girdim. Dedim, nasıl öğretmenler yetiştiriyoruz, nasıl insanlar yetiştiriyoruz. Hani 124 bin peygamber gelmiştir, ya da 250 bin diye, başka bir rivayete göre denir. Onlardan biri de aslında Platon’muş ta o yüzdenmiş diye düşündük ama o da değil. 571 yılından sonra yaşadığını düşünüyor Platon’un. Ve bu insan öğretmen olacak, yani bun gördükten sonra gerçekten ümitlerim azalmaya devam ediyor.
Aynı şekilde size Edvırd Seyit’ten(2)örnek vermek istiyorum. (Edward Said (1935 - 2003) Dur Seyit entelektüel bir kişi, çok önemli bir kitabı var kendisinin. Edvırd Seyit kitabında “entelektüelin karakteristik özelliklerinden bahsediyor. Onlardan en önemlisi de şu: “sürgün hayatı yaşamak”. İçimizde sürgün hayatı yaşayanlar var ben biliyorum. “Sürgün” dediği şey sadece başka ülkeye gidip orada yaşamak değil, “zihinsel bir sürgün”. Onu şu anda ben de yaşıyorum. O zihinsel sürgünü her gün yaşamaya devam ediyorum, çünkü bunu yaşamayan bir insanın entelektüel olması çok uzak. Ve Edvır Seyit öğretmenlerin de entelektüel insanlar olduğunu söylüyor. Ama gel görün ki, kendi sınıfıma da baktığım zaman, başka öğretmen yetiştiren kurumlara da baktığım zaman ne yazık ki ben bunu göremiyorum.
İlhan Arsel’in Aydın ve Aydın kitabı aklıma geliyor birdenbire. Acaba aydın mı-aydın mı? Hangi aydın. Biz hangisini yetiştiriyoruz, öğretmen olarak. Daha sonra düşünüyorum, acaba diyorum, bende mi hata var, problemler bende mi?
Daha sonra birdenbire tokat gibi bir cevap geliyor, ben Nice nin(3)Alaca Karanlığında kitabını okurken, yanıma bir arkadaşım gelip sınıftan, “sen Niçe mi okuyorsun, bırak bu işleri oğlum bunlar kaderdir, sen felsefeyi niye okuyorsun” diye öğretmen adayı arkadaşım bana bunu söylüyor ve arkasından da insanlar onu destekliyorlar. (Friedrich Nietzsche (1844-1900)
Bu tablo içerisinde benim ümitli olduğum, dediğim gibi, sadece ve sadece çok kısıtlı bir grubun diğer bir gruba karşı bir özgürleştirme hareketi başlatması. Ezilen ve ezen durumundan çıkıp tamamen insanlaşma sürecimizi tamamlamamız. Niçe’nin (Nietzsche) üst insanına erişmemiz. Tasavvuf ehlinde kamil insan derler, kamil insana erişmek. Bunun gibi temel şeyler vardır, fakat kültür sosyal alana geldiğinde, ben genelde etkinliklere katılan bir insanım. Tiyatro olsun, normal sempozyumlar olsun, genelde katılmaya çalışıyorum, elimden geldiğince; müzeler olsun, resim, sanat galerileri merkezler olsun. Fakat sınıfıma baktığımda, “arkadaşlar pikniğe gidelim, mangal yapalım, çekirdek çitleyelim, gıybet yapalım, şunların dedikodusunu yapalım, işte Acun’un eşi şöyleymiş, böyleymiş, bu böyle olmuş, efendim onları boş verin işte, nasıl abdest almalıyız gibi tartışmalar dönüyor. Bunların döndüğü bir yerde de, TV larda çıkıp “Nuh Aleyhisselam cep telefonuyla konuştu, Abdulhamit Googulu buldu, çocuklarınızı okula göndermeyin, evde onları dövün onlar evde hizmetçilik yapsınlar” gibi meşguliyetler oluyor; bu tablodan çıkacak şey de budur. Peki ne yapmamıza gelelim, bu tablo karşısında.
Ama biz özgürlükleştirmekten çok köleleştiriyoruz. Öncelikle diyalog, en önemli şey iletişim ve diyalog. Karşımızdakine insan gibi bakmayı öğrenmemiz gerekiyor. İstediği dinden olsun, istediği milliyetten olsun, istediği görüşten olsun, bunu sağladığımızda ve karşımızdaki insana cidden insan gibi baktığımız zaman, onunla iletişime geçtiğinde işlerin değişeceğini göreceğiz.
Mesela bunun için Frere nin kitabından bir örnek vermek istiyorum. “Ezilenlerin Pedagojisi” kitabından, Frere orada diyor ki, “ben bir gün Brezilya’dayım, bir tane köye gittim, köydeki bir köylüyle konuşuyorum ve köylü bana şöyle söyledi, ben daha doğrusu köylüye şunu sordum: “Bu dünyadayız şu anda, bu dünyayı nasıl görüyorsun?”.
Köylü de diyor ki: “Bu dünyayı insandan ibaret görüyorum, insan olmazsa dünya olmaz” diyor, köylü. Daha sonra köylü de şu cevabı veriyor, “dünyada insan olmasaydı o zaman dünyanın hiçbir önemi kalmazdı. Çünkü bunu dile getirecek kimse kalmamıştı.” Bunu Brezilya’nın bir köyündeki insan söylüyor. Yani bu açıdan baktığımızda bizim gerektiğimizin dışında düşünüyorum. Fakat sistemimizi değiştirmemiz lazım. Öğretmen yetiştirme sistemimiz değiştirilmeli. Öğretmen okulları sayımız minimize edilmeli. O minimize edildikten sonra da, belirli nitelikte kaliteli eğitimci yetiştirmeliyiz. Bunu yaptıktan sonra, eleştirel bir ortam sunmalıyız insanlara. İnsanlar sadece tek bir şekilde düşünmemeli, görüşlerini açıkça dile getirmeli. Öğretmen kolaylaştırıcı görevi görmelidir. Sınıfta diktatör olmamalı, öğretmenler diktatör olmaya eğilimlidir. “İşte ben bu sınıftayım, ben bu sınıfın ağasıyım. Değilsin, sen bu sınıfta bir öğrenme ortağısın.
Yine Karl Rocirsin’in dediği gibi, öğrenci odaklı eğitim. Eğitim öğrenci odaklı eğitim olmak zorunda. Öğrenci odaklı eğitime eriştiğimizde ve onları cidden eleştirel eğitime yönlendirdiğimizde, onlara düzgün kitaplar önerdiğimizde onların gelişimini göreceğiz zaten, bu bu çok basit aslında. Başımızda hükümet belası var başımızda, o yüzden büyük bir problem var. Bunun yapılmasını zaten bilerek istemiyorlar, yaptıklarında tavrın nereye gideceğinin farkındalar. Bizden sizden çok daha iyi biliyorlar bunu. O yüzden de insanları köleleştirmeye çalışıyorlar. Liselerde biyoloji dersini iki saate düşürüp din kültürü derslerini üç saate çıkartıyorlar. Evrimi müfredattan çıkartıyorlar. Bunları yapıyorlar, bizden de çok mükemmel öğretmen olmamızı bekliyorlar. Bence beklememeleri lazım, bence performas ölçeğini kendilerine uygulamalarılar, diye düşünüyorum. Çünkü performans ölçeği yapıyorsanız, bir şeyi değerlendiriyorsunuz demektir. Fakat bir şeyi değerlendirmek için öncelikle kendi kurumlarınızı düzgün yetiştirmeniz, düzgün oluşturmanız gerekir. Bunu yapmadan siz insanları hiçbir şekilde değerlendiremezsiniz. Çünkü aslında farkında olmadan kendinizi kötülemiş oluyorsunuz. Ama bunu düşünemiyorlar. Düşünemeyecek kadar problemli görüşleri var.
Bu şekilde bir tablo çizdim, yani sizi ümitsizliğe düşürmek istemiyorum ama bence önemli olan gerçekçi olmak ve o gerçek üzerinden tartışmalar yapmak. Nasıl çözülebileceğini düşünmek, yoksa ben burada Polyanlacılık yapsam, desem ki, mükemmel bir sistemimiz var, mükemmel öğretmen yetiştiriyoruz, yoksa herkes tiyatro, opera, baleye gidiyor. Günde üç tane kitap bitiriyorlar, diğeri bir tablo çizsem burada bir problem olmaz zaten çözüme gidemeyeceğiz biz. Bizim hayatımıza tez, antitez, test eklememiz lazım. Diyalektik anlayışı eklememiz lazım. Etkileştirmemizi geliştirmemiz lazım. Sevme sanatındaki sevmenin kıymetini bilmemiz lazım. Bunu yaparsak biz cidden başarıya ulaşırız.
Günümüzün okulları, öğretmenleri konusuna çalışan öğretmenlerden Aydın Karataş konuşmasında şunları söyledi:
“-Üç değerli kişilerin konuşmalarından sonra benim işim zorsa da, bardağın dolu ve boş tarafını göstermeye çalışacağım, 36 yılını bitirmiş bir arkadaşınız olarak.
Ben 36 yıllık öğretmenlik yaşamımdaki tecrübe ve gözlemlerimin ışında hazırladığım bir yansı ile bir sunum hazırladım.
Önce Öğretmen Okullarının 170. Yılı nedeni ile öğretmen yetiştirmedeki bir tıkanmaya değinmek istiyorum. Öğretmen yetiştirme belirleyici bir etkendir. Eğitim bileşenleri içerisinde belki de en belirleyici olan öğretmenin kendisidir. Biraz önce Sakine arkadaşımız, bir sınıf öğretmeninin matematiği nasıl sevdirdiğini, bir kitap vererek bunu nasıl etkilediğini ve öğretmen olmasında belki de başat bir etken olduğunu söyledi doğrudur.
KIRK GÜNDE ÖĞRETMEN YETİŞTİRDİK.
Ben şansız bir dönemde geçtim, zamanın başbakanı şey demişti, 40 günde salatalık bile yetiştirilmiyordu. Bülent Ecevit Başbakandı o zaman, ama 40 günde öğretmen yetiştiriliyordu, 40 günde salatalık yetiştirilmezken. Biraz kayıp kuşağıyım, 1978 kuşağıyım. 1980 de Adana Eğitimi bitirdik. O iki yıl içerisinde zaten 1972 de lise mezunuyum. Bana Alpaslan Türkeş’in anasının adını sormuşlardı, 1977 sınavında. Eğitim Enstitüsüne girerken. Ben de bilememiştim veya bilmek istememiştim. O zaman sağ sol çatışmalarının yoğun olduğu bir bölgeydi. İki yıl içerisinde 17 arkadaşımızı kaybettik. O Adana Eğitim Enstitüsünde okurken. Tesadüfen yaşıyorum yani. Otobüs durağında otobüs beklerken tarandık, yanımdaki arkadaşımı kaybettim, böyle acı dolu anılarımız var. Bu acıların ayrıntısına girmek istemiyorum. Türkiye yine böyle sahneler yaşamaz.
Eğitim Enstitülerinin kapanması 1983 -84 e kadar denk geldi. Ondan sonra eğitim yüksek okulları kısa dönem bir iki yıllık geçiş döneminden sonra YÖK kurulunca YÖK e bağlı eğitim fakülteleri bu işi devraldı. 105 Eğitim Fakültesi var şu anda, 90 ları falan çoktan aştı, Vakıf Üniversiteleri buna dâhil. Yani 70 i bunun devlet üniversitelerinde, 35 i de vakıf üniversitelerinde eğitim fakültelerinde şu anda çıkıyor arkadaşlarımız ve dört yıllık eğitim. Bizim dönemimizde iki yıllık eğitim enstitüsü sınıf öğretmeni mezun veriyordu. Üç yıllık eğitim ise enstitüsü de ortaokul ve lise branş öğretmeni olarak mezun veriyordu. Eğitim Enstitüleri öğretmen okullarının devamı niteliğinde idi. Birçok kadromuz da öğretmen okulu kadrolarından gelme idi ve onların etkileri hala devam ediyordu ama okullar açık olmadığı için bir gün açık beş gün kapalı olduğu için biz o dönemi sıkıntılı yaşadık. Gerçek anlamda bir yüksek okul eğitimi yapamadım, öyle bir kuşağım. İlk beş yıllık öğretmenliğe atandıktan sonra 92 bir Şubatında, Yozgat’da görevliydim, ilk beş yıl her iki haftada Ankara’ya gelerek hem kültür sanat etkinlikleri izleme hem de kendimi yetiştirmek için kaynaklar arama ve kaynaklar arama o beş yılı kendi kendimi yetiştirme süresi olarak koymuştum ve yetiştirmeye çalıştım. Şimdi eğitim fakülteleri sınıflara arkadaşlar değindiler.
ÖZEL OKULCULUK EN CAN YAKICI BİR SORUN
Damgayı vuran konu son 35-36 yılı özel okulculuk, geçen dönem Naciye Öğretmenim de anlattı, sağ olsun eğitimin piyasalaşması. En can yakıcı sorun bu ve gerçekten şu anda, öğretmen arkadaşlarımdan da biliyorum, iki maaşlıysa çocuğunu özel okula veriyor ve kıt kanaat geçiniyor. Daha anasınıfında bir maaşını özel okula veriyor, bir maaşını da geçimine veriyor. Bu çocuğu nasıl yetiştirecek nasıl edecek büyük bir handikap(engel), özel okulun piyasalaşması piyasaya sürülmesini en güzel örneklerinden birisi, devlet sosyal hukuk devleti görevini yapmak yerine, onun asli sorumluluğu olan Anayasanın 42. Maddesinde yazılı olan parasız nitelikli eğitimi özel sektöre devretmek istiyor ve gerçekten kendi yükünü ticarileştirmek istiyor. Bu çıkmaz bir sokaktır günün birinde tıkanacaktır. Halk çocuklarının okumasını elinden alan, gasp eden bir şeydir. Cem Karaca’nın dediği gibi, sen işçisin, işçi kal” diye bir türküsünü anımsıyorum, yani sen garibanın çocuğuysan, memurun çocuğuysan en fazla memur olursun, yükselemezsin, mühendis olamazsın demektir bu.
İtimatsızlaştırma da günümüzde ve geçmişte çok olumsuz bir etki günümüzde.
ALO 147 ÖĞRETMENLERİN BAŞINDA BİR HAFİYE GİBİ
Şu Alo 147 yi bir kapattıramadık, yani mücadele ettik sendikalar olarak, fert olarak mücadele ettik. Gerçekten böyle bir şey olamaz. 24 saat bu sistem (Alo 147) açık ve öğretmen küçük bir hareket yapsa veya öğrenci dese ki annesine, babasına ,”anne baba bu gün şu haksızlığı gördüm, öğretmen şöyle böyle”. Kendi başımdan geçtiği için örnek vereyim, “sıpa” sözüm bu şikâyet konusu oldu. Ben o anda haylazlık yapan bir öğrenciye sıpa demişim, ertesi gün annesi geldi, şikâyet konusu oldu. Oradaki sıpa sözcüğü sevimli anlamındadır. Bunda bir şey yok, bir insana “aslan” dersiniz, “kaplan” dersiniz, şişer kubarır ama “bu sıpa sözcüğü de o anda doğaçlama yapılan bir sözdür” dedim, yatıştırmaya çalıştım. Bu konuda öğretmenlerin Demoklesin kılıcı gibi bu Alo 147 hattı, öğretmenleri sallanıyor, öğretmenleri korkunç bir şekilde ürpertiyor. Öğretmen kendini rahat hissedemiyor ki sınıfta. Yani o anda öğrenci doğaçlama olarak anlattığı her şeyi veli Milli Eğitim Bakanlığına şikâyet konusu yapabiliyor. Hiçbir ön araştırma yapılmadan müfettiş gönderiliyor veya soruşturma açılıyor. Bir ön görüşme bile yapılmadan bu yapılabilir ve ne yazık ki, öğretmeni denetleme sistemi olarak kullanılıyor, alınıyor bu 146. Bu itibarla bizim itibarımızı zedeliyor. Gerçekten son derece bu sistem Alo 147 hattı kapatılmalı.
GERİCİLİK TAM GAZ: 1982 de göreve başladığımda Yozgat’ta eksi 20 derecede sabahın ayazında saat yedi, yedi buçukta askeri disiplin adı altında öğretmenler de dâhil olmak üzere tüm okul öğrencileri lisede çalışıyorum, koşu yapıyorduk. Koşu yapmak zorundasınız, neymiş sabah sporu, eksi yirmi derecede sabah sporu yaptırırdık Yozgat’daki öğrencilere. Çünkü o zaman cunta yönetimi var, okulun sınıflarında plaka uygulaması vardı. Okulun hangi sınıfına hangi öğretmen giriyorsa plakasını alırdı her sınıfta, hangi branş öğretmeni yazıyor.
Bizzat okul müdürü dinleme sistemi ile müdahale ediyordu, dersin ortasında ders öğretiminin anlatımına müdahale ediyordu. “Bunu veremezsin hoca” diyordu, dersin ortasında, yani sistem o kadar sıkı bir dönemdi. Yanılmıyorsam 205 sözcük TRT de yasaklanmıştı. Olanak, olası, örneğin, yanıt, ivedi gibi sözcükler bu okula da yansımıştı. Sözcükleri bile seçerek kullandırmak zorundalardı. Günlük plan o arada baskı aracı olarak kullanılıyordu.
Şu örneği vereyim, 2002 de bu hükümet, göreve geldiğinde 65 bin imam hatipli öğrenci vardı. Şu anda bir milyonu aştı. Yani gericilik tırmanışta şu anda, her yer imam hatipleştirildi. Ben Batıkent’de çalışıyorum. Orada velilerin de biraz bilinçli olmasından dolayı seçmeli derslerde dini bilgiler İslami bilgiler dersi çok seçilmiyor ama birçok kırsal kesimde ve diğer bölgelerde iki saat zorunlu Din Kültürü ve ahlak bilgisi dersi var. Altı saat de diğer dini bilgiler Hz. Muhammed’in hayatı vs korunuyor toplam haftada sekiz saat haftada dini içerikli bilgiler veriliyor şu anda. Aslında birçok okul imam hatip sistemine geçmiş durumda. İsmi İmam hatip olmayabilir, tabelada ima hatip yazmayabilir ama çok hızlı bir şekilde geçti ve şu anda mescitler de açıldı. Oradaki durumda tek tük öğrencileri kapmaya çalışıyorlar. On yaşındaki çocuk bile “dinimi öğreniyorum” adı altında mescitlerde ne yazık ki uygulamalar görüyoruz.
“KİNDAR VE DİNDAR NESİL” evet şu bembe olan gelinciklerimiz diyelim ama diyemiyoruz başlarına tek tip kıyafet, erkekler bu tarafta kızlar bu tarafta (perdede resim gösteriyor), kızlar ve erkekler ayrılmış, bilmiyorum ama iki grup arasında 75 cm mesafe vardır herhalde (slayttaki resim). Ne olacak bu şekildeki düzen, kız erkek ayırımcılığı ve de günümüzde kadın cinayetlerinin, tacizlerin bu kadar arttığı medyadan duyduğumuz bir konu. Bu konuda sistemde büyük tıkanma var. Yani böyle bir uygulamayı yaparsanız kız çocuğu kendisini nasıl rahat hissedecek. Kız erkek eşit olmadığını bu sahne bile gösteriyor. Aşırı disiplin, 12 Eylül’ün aşırı disiplini, soğuk kış günlerinde bile kadın öğretmen arkadaşlarımız bile pantolon giyemezlerdi, etek- bluzla gelmek zorunda idiler. Kadınların pantolon giymesi sendikaların mücadelesi ile oldu, 90 lı yıllarda mücadele ile kazanıldı bu hak. Daha sonra da, şimdi de aşırı bir disiplinsizlik var; giyim konusunda da öyle. Okul müdürleri, veliler öğretmenler üzerinde büyük bir disiplin kurdular, bu aşırı disiplin aşırı disiplinsizliği getirdi. Öğretmenlerin çoğu, eğer deneyimsizse öğretmen, sınıf yönetimi konusunda zorluk çekiyorlar. Çünkü gelen öğrencilerde sıkıntılı bir öğrenci kuşağı var. Okula 30-35 yıl önce her sınıftan bir veya iki boşanmış aile çocuğu vardı 25 kişilik sınıfta. Şimdi 7-8 kişi, yani her üç öğrenciden birisi anne baba boşanmış ve dede yanında, dede yanında kalıyor, büyükanne-büyükbaba yanında kalıyor, bu korkunç bir şey. Boşanmış aile çocukları bizde, şu anki uygulamada büyük sıkıntı olarak karşımıza çıkıyor. B unlar genç olduklarında da ayrı sıkıntılar yaşayacaklardır, diye düşünüyorum. Günlük hayatta yaşıyoruz da.
YÖNETİCİ ATAMALARINDA KESİNLİKLE LİYAKAT YAPILMIYOR: Önceleri Turgut Özallar dönemini yaşadık, diğer kısımları yaşadık ama bu dönemde ilk defa liyakat sıfıra indirildi. Yandaş sendikalıysa, kendi görüşünde ise, kesinlikle ataması yapılıyor ve çoğu insan da kendi dünya görüşünde olmadığı halde sendika değiştirmek zorunda kalıyor, sırf yönetici olabilmek için. Yani gerçekten mülakat esasıyla yapılıyor, yazılı yapılıyor, ama mülakat sözlü olarak yapılıyor hiçbir bilimsel ölçüleri de yok.
Güvenlik soruşturmasında şu anda atanamayan öğretmen, her evde bir iki arkadaşımız öğretmen olmayı bekliyor, bekleyenler yanında en az şu anda 500 bin kişi öğretmen fakültelerinde öğretmen adayıdır. Bir milyon, şu anda zaten biz bir milyonuz. Yani bir bu kadar okul açacaksınız, bir milyonluk iş açacaksınız bunlara öğretmenlik vermek için. Çok korkunç bir tablo ile karşı karşıyayız. 40 kadar arkadaşımız bu süreç içinde hayatına son verdi, büyük bir kanayan yara bu konu.
SOSYAL MEDYA ÇILGINLIĞI. 1980 lerde bizim zamanımızda evlere bile telefon yoktu. 15-20 yıl beklerdiniz, PTT ye müracaat ederdiniz, normal ev telefonu yoktu ama şu anda teknoloji had safhada. Şu son günlerde (resim göstererek) şu gördüğünüz telefon dolabı, telefon kutusu. Telefonları her ders alıyoruz, son derste vermek üzere, bunun kilitleri sürekli kırılıyor, haftada bir tamir görürü gençler o kadar meraklı ki, mümkün değil, bir saat bile dayanamıyorlar, telefonları yanında olacak, “öğretmenim, ben kendimi güvensiz hissediyorum telefonsuz, telefonum cebimde olmazsa” diyor. On yaşındaki çocuk aşırı telefon bağımlılığı var, internet bağımlılığı var.
Karatahtadan etkileşimli tahtaya, bu biraz da olumlu oldu. Gerçekten internete bağlı olarak üç boyutlu deneyler yapma şansımız var, bu olumlu bir şey. Biraz tebeşir tozu yutmuyoruz doğal olarak. Siyah önlükten okul formasına, şu anda uygulama okul aile birliği yüzde 60 oranında okul aile birliğinde veliler eğer forma derse forma, yoksa serbest kıyafet vs. forma deniliyor ama şu forma çoğu kez uygulanmıyor (slâyttan gösteriyor). Okul açıldığında ilk bir ay çocuklarımız bu formayı giyiyorlar, sonra modayı takip ediyorlar. Bunu şekli bir forma bize sunuluyor.
Demin kadınların pantolon mücadelesine değinmiştim, ama şimdi cılkı çıktı. Ha sokaktaki arkadaşı getirmişsin okula uzun saç, sakal, karışmış kişisel bakımı yok. Tabi saygı da duyarım, bu tür giyimli öğretmene bir şey demiyorum arkadaşıma, önlüğüyle, düzenli giyimiyle öğretmenin bir ağırlığı olur. Öğretmenlik özel bir meslek, rol model yapıyorsunuz. Yedi yaşında sekiz yaşında çocuk sizi örnek alıyor, her hareketinizi taklit ediyor. Yani elbette kravat takın anlamında demiyorum veya kesinlikle etek falan anlamında demiyorum ama biraz sulandırıldı bu konu diye düşünüyorum.
ÖRGÜTLENMEDE DE SULANMA VAR, şu anda 2017 verilerine göre 28 öğretmen sendikası var, her üç öğretmenden ikisi sendikalı ama 2001 yılında, o kadar verdiğimiz mücadele 1990 lı yılların başından beri verdiğimiz mücadeleye 2001 yılında nokta konuldu. 4688 sayılı yasa diyor ki, “devlet eliyle sendikaların aidatı verilecek” deniliyor. O zaman devlet eliyle sendika bu kadar olur. Keşke biz eski sistemde kalsaydık da sendikalıyla sendikasız ayırt edilebilseydi. Şu anda sulandırıldı bu konu, örgütlenme de sulandırılmış durumda.
Benim kişisel görüşüm, Öğretmenler Günü her ne kadar 12 Eylül Cuntası tarafından konsa da, bence olumlu bulundu, daha sonra 1966 yılında Birleşmiş Milletlerin öğretmenlerin iyileştirilmesi ile ilgili gün olan 5 Ekim de Dünya Öğretmenler günü olarak kabul edildi. Bunlar olumlu gelişmeler diye görüyorum. Hemen her yerde öğretmenevleri ve lokaller açıldı. Birçok sıkıntılar var ya olumludur diye görüyorum.
Öğrencilere bedava ders kitabı dağıtılmasını olumlu buluyorum. İlkokullarda ünite dergilerinin zorunlu bir şekilde sınıf öğretmenleri tarafından satılması, yardımcı ders kitaplarının ticarileştirilmesi, bazı öğretmenlerin de katıldığı, ne yazık ki pazarlama işlerinin sona ermesi de olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Son olarak çocuğunu ölesiye seven onun için her türlü fedakârlık yapan kişiye ebeveyn anne baba diyoruz, ama bunu başkasının çocuğu için yapan kişi ise öğretmen diyoruz”.
İlgi ile izlenilen bu konuşmalardan sonra, karşılıklı sorular, cevaplar, tamamlayıcı bilgiler verilerek panel sona erdi.
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız
SONNOTLAR
(1) Paulo Freire (1921-1997)
Paulo Freire, Recife’de (Brezilya) orta sınıftan bir ailenin çocuğu olarak 1921’de doğmuş, 1997’de yine Brezilya’da ölmüştür. 1929’da ABD’de baş gösteren ekonomik bunalımın Brezilya’yı etkilemesiyle ailesi yoksullaşır. Yoksulların hayatı hakkında ilk deneyleri bu dönemde olur. Eğitim felsefesi konusunda “çarpıcı” çalışmalarıyla tanınır.
Eğitim ve öğrenme sorunlarıyla gençlik yıllarında ilgilenmeye başlar. 1959’da Recife Üniversitesi’nde doktorasını verir. Daha sonra aynı üniversitede Eğitim Tarihi ve Felsefesi profesörü olarak görev yapar.
1947’de halkı özgürleştirmeyi amaçlayan bir okuma yazma yöntemi önerir. Yöntem, piskoposluğun da desteğiyle, Goulart hükümeti tarafından 1963-64’te resmileştirilir. İlk uygulamada, 300 işçiye, 45 günde okuma yazma öğretilir. 1964 darbesinden sonra iki kez tutuklanır, önerdiği yöntem iktidara karşı tehlikeli bulunur ve ülkesini terk etmek zorunda kalır. Ancak öğretisi pek çok Latin Amerika özgürleşme hareketine kaynak olur. 16 yıllık sürgün hayatının ilk beş yılını Şili’de UNESCO ve Şili Tarım Reformu Enstitüsü’nde çalışarak geçirir. Yetişkin eğitimi programlarında görev alır. Sonra, Harvard Üniversitesi Eğitim Okulu’nda misafir hoca olarak dersler verir. Daha sonra, Cenevre’deki Dünya Kiliseler Birliği’nin Eğitim Bürosu’nda özel danışman olur.
En ünlü eseri olan Ezilenlerin Pedagojisi’ni, Harward yıllarında yazmıştır. Amerika’nın Vietnam’a müdahalesi, 1965’te alevlenip sokaklara dökülen ırk kökenli toplumsal çalkantılar, özellikle öğrenci olayları bu kitaba kaynak olmuştur. Ezilenlerin ve dışlananların sadece üçüncü dünyada var olmadığını anlayarak, üçüncü dünya kavramını coğrafi sınırlarından çıkarıp siyasi alana taşıması da bu kitabıyla gerçekleşir. 1986 senesinde UNESCO’nun “Barış ve Eğitim” ödülüne layık görüldü.
https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/kitap/ezilenlerin-pedagojisi/267
(2) Edward Said aslen Filistinli. 1935 yılında varlıklı bir Hristiyan ailenin çocuğu olarak Kudüs'te dünyaya geldi. 1948 yılında ailesi göçmen olarak Mısır'a yerleşti ve İngilizce dışında başka bir dilin konuşulmasının yasak olduğu seçkin koloni okullarında eğitim aldı.
Said, 1951'de Mısır'daki okuldan haylazlık nedeniyle uzaklaştırılınca babası tarafından eğitimini sürdürmek üzere Amerika'ya gönderildi. O yıllar Ortadoğu'nun giderek karıştığı yıllardır. Üniversite eğitimini Princeton ve Harvard'da tamamlar. 1963 yılında New York'da Columbia Üniversitesinde ders vermeye başlar.. Filistin milliyetçiliği hareketine katılır. 70'lerin sonlarında Enver Sedat ve Yaser Arafat tarafından barış görüşmelerine Filistin temsilcisi olarak atanır. Sürgünde Filistin Parlamentosunda 14 yıl görev yapar. 1980'lerin sonunda FKÖ lideri sonunda FKÖ lideri Yaser Arafat'la görüş ayrılığına düşerek barış görüşmelerinde görev almaz ve barış karşıtı olmakla suçlanır. 1985'de İsrail Savunma Gücü tarfından Nazi olmakla suçlanan Said çeşitli tehditler alır. 1999'da "Out of Place" adını verdiği anılarını yayınlamıştır. İngilizce ve Arapça dışında Fransızcayı da iyi bilen Said, Londra'da yayınlanan The Guardian, Fransa'da yayınlanan Le Monde Diplomatique ve Arapça yayınlanan günlük Al-Hayat gazetelerine düzenli olarak yazılar yazmaktadır.
1978 yılında yayınlanan "Oryantalizm" (Şarkiyatçılık) üzerinde çok konuşulan ve tartışılan bir kitap olmuş. Bunu "Kültür ve Emperyalizm", Filistin ve İslam'a dair diğer kitapları izlemiş ve yayınladığı toplam 10 kitabı 14 dile çevrilmiş. Üç ayrı yayınevi tarafından Türkçe'ye de çevrilmiş ve basılmış olan "Orientalizm"dışında Türkçe'de basılmış diğer kitapları; "Filistin Sorunu", seçme yazılarının yer aldığı "Kış Ruhu", "Haberlerin Ağında İslam", "Kültür ve Emperyalizm", "Entelektüel; Sürgün, Marjinal, Yabancı", ve F. Jameson T. Eagleton ve E. Said'in yazılarından oluşan "Milliyetçilik, Sömürgecilik ve Yazım".
1990'lı yılların başından bu yana lösemi hastası olan Said, 25 Eylül 2003'te New York'taki bir hastanede 67 yaşında hayata veda etti. https://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=1032
(3) Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844-1900) Alman filozoftur. Nietzsche, 15 Ekim 1844’te, Prusya Devleti’nde, Lützen’de doğdu. Prusya kralı IV. Friedrich Wilhelm’in yaş gününde doğduğu için bu isimle vaftiz edildi. Babası ve dedesi rahipti. Mütevazı, Lüteran bir aileydiler. Babası Friedrich Ludwig 1849’da o zamanlar “beyin yumuşaması” dedikleri bir nedenle ölmüştü. Ailesinde mental rahatsızlıklar vardı.
Nietzsche’nin çocukluğu annesi, kız kardeşi, anneannesi ve iki teyzesi ile geçti. 13 yaşında Pforta eyalet okuluna başladı. Dindar, şımartılmış iyi aile çocuğu olan Nietzsche okulda “küçük Protestan papazı” diye çağrılıyordu. Derslerinde başarılıydı. On dokuz yaşına geldiğinde, papaz olabilmek için Bonn Üniversitesinde ilâhiyat ve klasik filoloji öğrenimine başladı Hayatı evdekiler tarafından planlanmıştı. Nietzsche bundan hoşnut değildi. İlk zamanlardan beri bir isyan duygusu edindi.
Yirmi bir yaşına bastığı Ekim 1865’’te Leipzig’e vardı. Buradaki genelev ziyaretlerinde frengi mikrobu kaptı. Bu yüzden kadınlara karşı muhalif bir tutum edindi. Daha sonra Schopenhauer‘in “İstem ve Tasarım olarak Dünya” adlı eserini okudu. Schopenhauer’in istemin temel rolü ile ilgili tasarımından etkilendi. “Burada her satır vazgeçiş, yadsıma ve kabulleniş çığlığıydı; burada, dünyayı, yani yaşamı ve insan doğasını ürkünç bir muhteşemlikle gördüğüm bir aynaya baktım… “
1867’de bir yıllığına Prusya ordusuna katıldı. Burada geçirdiği kaza sonucu hastaneye kaldırıldı, terfi ve terhis ettirildi. Leipzig’te üniversiteye devam etti. İlkokuldan beri en çalışkan öğrencilerdendi. Profesörlerin beğenisini kazanmıştı. Ancak filologları sevmezdi. Nietzsche’ye göre filoloji, “bir budala tarafından döllendirilen felsefe tanrıçasının bir hilkat garibesi” idi. Kararsızlık ve çaresizlik içersinde kaldı. Bu sırada besteci Richard Wagner ile tanıştı. Wagner, Nietzsche’nin babasıyla aynı yaştaydı ve fiziksel olarak da benziyordu. Eksik olan rol modeline uygundu. Onun Schonpenhauer’e olan derin sevgisini de öğrenince, hayranlığı daha da arttı. Wagner de karşılıksız kalmadı ve kendisine yakın buldu.
https://www.dmy.info/nietzsche-kimdir/
Yorum Gönder