Nisan 2016
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Şanslı ve Güzel Şehir Eskişehir - Güner Yiğitbaşı Hep duyardık, Eskişehir ilimizi görmeden bu dünyadan göçüp gitmeyin derlerdi de, gözümüzle görmeden pek inanmak istemezdik. Acaba abartılıyor mu diye düşünürdük.

Hemen belirtelim ki;bunu diyenler, az bile söylemişler. Eskişehir'e gittik, üç gün kalıp gördük ve döndük, bayıldık Eskişehir'e.

Bu mucizeyi gerçekleştiren Eskişehir'in Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz BÜYÜKERŞEN'i gönülden kutluyor ve en başta yaşamakta olduğumuz İzmir ilimiz olmak üzere, Tanrımızdan; her ilimize böyle çalışkan ve vizyon sahibi belediye başkanı nasip etmesini diliyoruz.

Bu arada, Yılmaz BÜYÜKERŞEN'e güvenerek ve inanarak, böyle çalışkan, iş bitiren, şehirlerine eserler kazandıran, yapıcı, üretici ve vizyon sahibi bir kişiyi belediye başkanı olarak seçme becerisini ve öngörüsünü gösterdikleri için, Eskişehir halkını kutluyoruz.



Hepimizin yere göğe sığdıramadığımız İzmir ilinde yaşayan bir vatandaş olarak, Eskişehir'i gördükten sonra, Eskişehir halkını kıskandım doğrusu. Bir an içimizde Eskişehir'de yaşama duygusu belirdi.

Eskişehir'i, bunca yaşımıza rağmen, daha önceden gidip kalarak, yakından görüp tanımak imkanını bulamamıştık. İstanbul ve Ankara demiryolu güzergahında olduğu için, çok eskiden öğrencilik yıllarımızda, yaz tatillerini rahmetli dedemin yaşamakta olduğu İstanbul Pendikte geçirmek üzere, Ankara'dan İstanbul'a trenle giderken Eskişehir'in tren istayonundan çok sık geçmiş ve burayla sınırlı olarak, Eskişehir'in çok eski halini trenden görmüştük, tabi buna görme denebilirse.

Görmeden, sadece coğrafya bilgilerinize göre bir değerlendirme yaptığınızda, Anadolunun bozkırında bulunan Eskişehir'in, İzmir'den daha yeşil bir kent olduğunu, pek haklı olarak bilemeziniz, tahmin dahi edemezsiniz tabi.

Öyleyse hemen belirtelim, Eskişehir bugün itibariyle en yeşil kentlerimizden birisi. Her yer park. Kent Park, Şelale Park, Bilim Ve Kültür Park'ı en belli başlıları. Kentin değişik yerlerindeki, İrili ufaklı pek çok park da işin cabası.

Porsuk çayının, kent için önemi çok büyük.Porsuk kenarındaki yürüyüş yolları, cafeler ve lokantalar, eğlence yerleri, şehre canlılık katıyor, Porsuk üzerindeki gondollar, Venedik'i anımsatıyor, Porsuk üzerinde motorlarla gezinti yapmak ayrı bir güzellik ve zevk kaynağı, deniz kenerındaki kentlere, denizi kullanarak değer ve güzellik katamayanları gördükten sonra, Porsuk Çayından, sinekten yağ çıkartacak şekilde yararlanarak yapay plaj mucizesi yaratanları görünce şapka çıkarmamak mümkün değil.

Bu arada üniversiteyi de unutmayalım, üniversitenin varlığı ve burada okuyan, okumak için diğer illerimizden  Eskişehir'e gelen binlerce genç üniversiteli de, kente ayrı bir güzellik, sosyal, kültürel ve ekonomik alanda bir zenginlik, canlılık ve hareket getirmiş doğrusu.

Eskişehir de gecekondu göremedik. Odun Pazarı denilen ve ayrı bir belediyesi bulunan yerleşim alanı, eski ahşap Eskişehir evlerinin örneklerini sunmakta, herbiri boyalı ve bakımlı, restore edilen bazı evler otel olarak kullanılmakta. Çağdaş Cam ve Yılmaz BÜYÜKERŞEN  Balmumu Heykel Müzeleri, görülmeye değer yerler.

Hemen Odun Pazarının üst noktasında büyk bir alana kurulan Şelale Park var ki, burada yapay br şelaleden akan su sesinin eşliğinde Eskişehir ilini tepeden kuş bakışı izlemek mümkün oluyor. Park içinde bulunan şehrin manzarasına hakim restoranda yemek yemek, cafesinde kahve ve çayınızı yudumlamak, insana ayrı bir mutluluk veriyor.Bu park da yer alan minyatür Yel Değirmeni ve Donkişot heykelini de görmeniz mükün oluyor.

Büyük bir alana inşa edilmiş bulunan ve içinde çeşitli etkinliklerin yer aldığı bir diğer güzel ve yeşil park ise,Bilim ve Kültür Parkı. Bu park'ın içinde; Masal Şatosu, Bilim Deney Merkezi,Uzay Evi,Su Altı Dünyası, Hayvanat Bahçesi,Korsan Gemisi etkinlikleri yer almakta.Parkın etrafını, minyatür trenle dolaşmak, özellikle çocuklar için ayrı bir mutluluk kaynağı.

Eskişehir'e güzellik ve değer katan önemli ve büyük parklardan birisi de, Kent Park.Bu park da da; büyük havuzlar, içinde  fıskiyeler, adacıklar, pelikanlar, balıklar, havuz etrafında cafeler ve en önemlisi de, kirlenen  denizlerinde gerçek plajların kapandığı illerimize nazire yapan, yapay plaj ve güneşlenme kumları. Görsel anlamda harika bir park.

Sonuç olarak ve gördüğümüz kadarıyla Eskişehir; gerçekten yaşanılacak, içinde çeşitli etkinlikleri barındıran yeşil, büyük ve ferah parklarıyla, Porsuk Çayı ile ulaşımına büyük katkı sağlayan raylı sistemiyle, muntazam ve planlı yapılaşmasıyla, yollarıyla,üniversitesiyle, üniversiteli genç ve dinamik nüfusuyla, en önemlisi de çalışkan ve vizyon sahibi, yaratıcı Büyük Şehir Belediye Başkanı Yılmaz BÜYÜKERŞEN ve BÜYÜKERŞEN'i Belediye Başkanı seçerek bilinçli bir tercih yaptıklarını gösteren halkıyla, güzel ve bir Turizm Kenti olmuş.

Eskişehir halkını ve bu halkın çok isabetli ve yerinde bir tercihi olan, çalışkan ve yapıcı Belediye Başkanı Sayın Yılmaz BÜYÜKERŞEN'i yürekten kutluyor ve görmeyenlere diyoruz ki; ilk fırsatta sizler de  Eskişehir'i mutlaka görünüz.

30/04/2016
Güner YİĞİTBAŞI 

Kuran Tercümesi Üzerine Eski Defterler Ve Hesaplaşma - Özdemir İnce
Değerli okurlar 15 Nisan 2015 günü sitede yayınlanan “Bok Bok Olduğunu Bilmez” adlı yazıma o gün 14 bin 638  kişi girmiş ve site çökmüştü. Bu izdiham giderek azalarak bir hafta sürmüştü. Yıl içinde okunmayı normal ölçüde sürdürdü.Ne oldu bilinmez, 19 Nisan 2016 günü 1.396 ziyaretçi geldi ve bugüne kadar ziyaretçi sayısı 2 bin ile 3 bin arasında oldu. Devam edecek gibi. Neden, hiç de önemli olmayan, düşünsel düzeyi çok düşük bir yazı. Bilenler, bu işte “sosyal medya”nın parmağı olduğunu söylüyorlar. Sosyal medyanın merak ve düşünsel düzeyi bu ise, yandık ki ne yandık! Türkiye için hiçbir gelecek yok! Dünyayı ve hayatı değiştirmeyi amaçlayan okurlarım sayısı abone (660 kişi) hariç günlük  bin bile değil. Ülker İnce, “Üzülme, oltaya takılanlar olur!” diye beni teselli ediyor. Benim kendi adıma üzüleceğim her hangi bir şey yok. Beni üzen: Halkımızın düşünsel düzey ve kalitesi ile merak alanı ve öğrenme kapsamı.


Bugün (24 Nisan 2016),  22 Ocak 2008 günü Hürriyet gazetesinde yayımlanan “Muhammed Bin Hamza’nın Kuran Tercümesi” adlı yazımı 11 (on bir) kişi okumuş. Sevindim, çünkü benim aynı bağlamda  Hürriyet gazetesinde yayımladığım ve bir bölümünü bugün siteye koyduğum yazılar

sadece benim yazıp yayınladığım değil, Cunhuriyet tarihinde yayımlanan en önemli yazılar dizisinden biridir. Ülkemizin yurtsever insanlarının bu yazılarda yazılanları öğrenmeye ve bilmeye hakkı var. Önemli bir görev!

Özdemir İnce/ozdemirince.com

25 NİSAN 2016


***

NUR SURESİ, 31. AYET (24:31)

Kişisel olarak ne başörtüsü ile ne de türban ile herhangi bir sorunum var. Ama örtünmeyle ilgili yalan, safsata ve hurafe yayanlarla kavgam var. Türbancılar, bu örtünme tarzının Kur’an’ın tartışılmaz buyruğu olduğunu ileri sürüyorlar. Ama Azhâb Sûresi’nin 59. âyeti; Nûr Sûresi’nin 30, 31 ve 60. âyetleri dışında Kur’an’da bir başka hüküm yoktur ve türban şaklabanlığı Kutsal Kitap’da yer almamaktadır.

Bunu öğrendiğim için : Faiz ve kredi kartının İslam’a aykırı olmasına karşın türbancılar tarafından kullanıldığını;  türbancıların, İslâm’a ters düşmesine karşın, Cumhuriyet’in yapı ve kurumlarına, yasalarına ve özellikle Devrim Yasaları’na uymak zorunda kaldıkları halde nasıl olup da dinden çıkmadıklarını soruyorum. Bu işte bir iki yüzlülük var !

İkiyüzlülük sadece türbancılarda değil ! İkiyüzlülüğün en tepesinde Kur’an çevirmen ve yorumcuları bulunuyor. Bunun en çarpıcı kanıtını, Mustafa Sağ, “Evrensel Çağrı, Kur’an Meâli” (Final Pazarlama Yayını) çevirisine yazdığı önsöz ve açıklamalarda veriyor. Mustafa Sağ’a göre geleneksel çevirmen ve yorumcular Nûr Sûresi’nin 31. âyeti’ni geleneğe uyarak ve birbirlerini taklit ederek yanlış çeviriyorlar. Müthiş bir iddia ! Mustafa Sağ’ın açıklamasını olduğu gibi aktarıyorum.

“Kur’an ayetinde “başörtüsü” diye bir kelime geçmemektedir. Buna rağmen rağmen tüm Kur’an tefsirlerinde ve çevirilerinde Kur’an ayeti “başörtüsü” olarak çevrilmiştir. Halbuki ayette geçen “HIMAR’ kelimesi ‘Baş örtmek’ anlamında değil, sadece ‘örtmek’ anlamına gelmektedir. Eğer, herhangi bir şey örtülecek ise. O şeyin vurgulanması gerekir. Örneğin masa örtüsü derken, örtmek kelimesinin yanına masa kelimesinin gelmesi gibi, başörtüsü dendiği zaman da “örtmek” (“hımar”) kelimesinin yanına “baş” (“re’s”) kelimesinin ‘hımarü-re’s’ şeklinde gelmesi gerekir. Ayetteki ‘hımar’ (‘örtü’) kelimesinin yanında geçen ve vurgulayan kelime ‘cuyub’ kelimesidir ki, ‘yaka’ veya ‘göğüs’ anlamına gelir. Çünkü, aynı kelime ‘cuyub’ bir başka ayette (28:32) Hz.Musa’nın ‘göğsüne/koynuna elini soktuğu’ şeklinde geçer. Yani, ‘cuyub’ kelimesi, ‘hımar’ örtmek kelimesi ile kullanıldığı zaman ‘bihumûrihinne ala cuyubihinne’ başını örtmek değil, ‘göğsünün üzerini örtmek’ anlamına gelmektedir. Geleneksel tüm yorumcular, Kur’an ayetini bilimsel bakışla değil de, birbirlerini taklit edip, ‘Başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler’ diyerek ‘Felyedribne’ fiilini de ‘örtsünler’ diye tercüme etmişlerdir. Bu geleneksel yorumcular ‘DaRaBe’ kökünden gelen bu kelimeyi burada, ‘Başörtülerini…örtsünler’ derken, bir başka yerde aynı ‘DaRaBe’ kelimesini ‘Kadınları DÖVÜN’ (Bak. 4:34) diye çevirmişlerdir. Özetle, Kur’an’ın orijinal ayeti tüm açıklığı ile ortadayken, elverişli bir siyasal kullanım malzemesi olarak, sürekli gündemde tutulan başörtüsü, Kur’an’ın değil, geleneklerin, kişisel görüşlerin dinleşmesinden kaynaklanmaktadır.” (S.373)

Mustafa Sağ’ın iddialarını Arapçadan denetleyecek durumda değilim. Ancak Nûr Sûresi’nin 31. âyetinin Fransızca ve İngilizce çevirileri onun iddialarını desteklemektedir.

Ben bu çok önemli iddiayı sütunuma aktararak kamusal-toplumsal görevimi yerine getiriyorum. Gerisi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve İslâm âlimlerinin işi !..

 (HÜRRİYET, 26 ARALIK 2007, ÇARŞAMBA)

***

MUHAMMED BİN HAMZA’NIN KURAN TERCÜMESİ

Aydın Turunç adlı okurum, 26.12.2007 tarihinde yayınlanan “Nur Suresi, 31.Ayet (24:31)” adlı yazım için, Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan, (Dr.Ahmet Topaloğlu’nun yayına hazırladığı)  Muhammed bin Hamza’nın Kuran çevirisine bakmamı tavsiye etti.

Muhammed bin Hamza’nın  çevirisi 1424 yılında, yani 584 yıl önce tamamlanmış. Yorumsuz ve sözcük sözcük yapılan bir çeviri. Üstelik Türkçeye yapılan ilk kuran çevirisi. Bu bakımdan çok önemli. Aydın Turunç’a bu beklenmedik  yardımından dolayı teşekkür ederim !

26 aralık 2007 tarihli ve bazı Kuran çevirmenlerinin yanlış yorumlar yaptığını ileri sürdüğüm yazım İslamcı yazıcıların saldırısına uğradı. Söz konusu yazımda Mustafa Sağ’ın çevirisine dayanarak Kuran’da (24:31) “Baş örtmek” fiilinin bulunmadığını ileri sürmüştüm.

Şimdi Muhammed bin Hamza’nın Türkçeye yaptığı ilk çeviri imdadıma yetişti (S.283-284):

“Eyit mu’minlere : Örtsünler gözlerinin bir nicesin, dakı saklasunlar ferclerini ; ol arurakdur anlara.” (24:30)

Günümüz Türkçesi ile : “Söyle erkek inananlara : Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ve  cinsel organlarını saklasınlar ; bu onlar için daha temiz davranıştır.”

“Dakı eyit mu’mine avratlara : Örtsünler gözlerinin bir nicesin, dakı saklasınlar ferçlerini. Dakı göstermesinler bezeklerini… Dakı bıraksunlar derinceklerini göncükleri üzre…” (24:31)

Günümüz Türkçesi ile : “Ve söyle inanan kadınlara : Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ve saklasınlar cinsel organlarını. Ve göstermesinler zinetlerini (süslerini)… Ve yakaları üzerine bıraksınlar başörtülerini…”

Görüldüğü gibi Muhammed bin Hamza’nın çevirisinde “baş örtmek” diye bir şey yok.  Ama cinsel organın adını kıvırtmadan, harbî yazıyor. Çünkü Arapça Kuran’da da “Saklasınlar cinsel organlarını (furujlarını)” yazıyor. O da harbî ! Göğüslerin, memelerin gösterilmemesi isteniyor; başörtüsü bunları örtecek şekilde salınsın deniliyor. Şimdiki kadınların “ferçlerini”, göğüslerini saklamak için başörtüsüne gereksinimleri mi var ? Hem yanlış çeviriyorlar, hem yanlış yorumluyorlar, hem de okuduklarını anlamıyorlar.

Muhammed bin Hamza’nın çevirisinde geçen Arapça “Ferc” sözcüğü 15.yüzyılda kadın ve erkek cinsel organı anlamına geliyormuş. (Muhammed bin Hamza, “Kur’an Tercümesi, İkinci Cilt (Sözlük)”, Kültür Bakanlığı, 1978. S.216). Aynı sözcük günümüzde “kadın cinsel organı” anlamına geliyor. Arapçada  “farj” (tekil), “furuj” (çoğul) !

Dr.Ahmet Topaloğlu, biraz kuşkuyla da olsa, Muhammed bin Hamza’nın, Molla Fenârî lakabıyla tanınan büyük Türk bilgini, ilk şeyhülislâm Şemseddin Muhammed bin Hamza olabileceğini yazıyor. (Muhammed bin Hamza, “Kur’an Tercümesi, Birinci Cilt, Kültür Bakanlığı, 1976. S.13-16). Dikkatinizi çekmek isterim : Molla Fenârî eserlerini Arapça yazıyor. Muhammed bin Hamza’nın (Molla Fenârî) Arapçayı ve “Furuj”un anlamını  çok iyi bildiği ve çeviri eyleminde çok dürüst olduğu kesin ! Ben onun çevirisine inanıyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Başkanı ve İslâmcı hanedanlar acep ne derler  bu işe ?

 (HÜRRİYET, 22 OCAK 2008, SALI)

***

YALANLA  PAZARLIK  OLMAZ !

Kim ne yaparsa yapsın, Cumhuriyet yalanla, fesatla, kalpazanlıkla  pazarlık yapmamak ve asla uzlaşmamak zorundadır ! Türbanı dinsel açıdan meşrulaştıracak hiçbir dayanak yok !  Başbakan’ın dediği gibi “Velev ki var”, Anayasının önüne mi geçecek dinsel dayanak ? O zaman anayasayı da değiştirirler ! Değiştirirler ama siyaseten gayrı meşru olurlar. “Anayasayı tebdîl ve tagyîr etmek”le suçlanırlar. Nisyân ile ma’lûl olmayan hafıza-i beşer bunu yazmak zorundadır ! (Anayasayı değiştirmekle suçlanırlar. Unutuş illetine tutulmamış insan belleği bunu yazmak zorundadır !) Anlayacakları dilde : Kısasa kısas !

Allah’ın kelâmına ihanet edenler anayasaya da, halka da, millete de ihanet ederler !

Allah, “Söyle kadınlara : Başlarını Abdullah Gül’ün, Recep Tayip Erdoğan’ın  karıları gibi türbanla paketlesinler !” demiyor.  “Söyle inanan kadınlara : Gözleriyle harama bakmaktan sakınsınlar, ve cinsel organlarını saklasınlar !” diyor. Hem de cinsel organın Arapça adını (farj; furuj) doğrudan kullanarak. Ama Allah’ın kelâmını saptırıyorlar, kalpazanlık ediyorlar, ellerine geçirseler mapus damına tıkarlar.

Kuran’da baş örtmekle ilgili tek ayet yok. Nûr Sûresi’nin 30 ve 31. âyetlerinin tek doğru çevirisini de dünkü yazımda kanıtladığım gibi 15.yüzyılda Muhammed bin Hamza (Şeyhülislâm Molla Fenârî) yapmış: “Dakı eyit mu’mine avratlara : Örtsünler gözlerinin bir nicesin, dakı saklasınlar ferçlerini !” (Günümüz Türkçesiyle anlamını yukarda verdim.)

Nûr Sûresi’nin 30 ve 31.âyetlerine on kadar çeviride baktım. “Furuj” sözcüğünü çevirmemek için yedi dereden su getirmişler. Kimi “ırzlarını” diye çevirmiş, kimileri “iffetlerini”, ya da “mahrem yerlerini” diye… “Mahrem yerlerini” de kabul edilebilir.

Klasik Arap edebiyatı hocalığı da yapmış olan din bilgini Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk dostumun çevirisine baktım : “Mümin kadınlara da söyle : Bakışlarını yere indirsinler. Cinsel organlarını/ırzlarını korusunlar…Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.” (24:31) diye çevirmiş. Muhammed bin Hamza’ya yakın bir çeviri.

Prof.Öztürk’e, “Kuran’da cinsel organ anlamında furuj sözcüğü var mı ?” diye sordum. “Var !” dedi. Bundan başka, dürüst çevirilerin hiçbirinde saçları türbanla paketlemek de yok !

“Tell the believing women to lower their eyes, guard their private part…and cover their bosoms with their veils…” (24:31.Ahmed Ali, Princeton University Press)

Ahmed Ali İngilizceye Muhammed bin Hamza gibi çevirmiş ama “ferclerini” yerine “mahrem yerlerini” demiş. O da cinsel organ anlamına geliyor. Onun çevirisinde de saçları türban paketinin içine tıkıştırmak yok !

Türbanın yanlış çeviri ve fesatçı yorumlardan başka hiçbir dinsel dayanağı yok! Başbakan’ın itiraf ettiği gibi türban bir siyasal simge ! Malümattraşlar yazılarında, televizyon ekranlarında soruyorlar : “Hangi siyasetin simgesi !”

Cevap: “İslam devleti kurmak isteyen (az ya da çok şiddet yanlısı) her türden siyasal İslamcılığın ve suikastçı Müslüman Kardeşlerin simgesi !” Yeter mi ?

Türban üniversitelerde serbest bırakılırsa mezun türbanlılar çalışmak için nereye gidecekler ? Yalan ve fesatla uzlaşma olmaz ! Olursa, inceldiği yerden kopar !

(HÜRRİYET, 23 OCAK 2008, ÇARŞAMBA)

***

MADRABAZLIK, DOLANDIRICILIK, KALPAZANLIK

Dinayet İşleri Başkanlığı  türbanın dinsel açıdan bir gereklilik, bir zorunluluk olduğunu ileri sürmüyor muydu ? Artık, Doç.Dr.Şahin Filiz’in “Bireysel Dindarlık mı, Kamusal Dinsellik mi ? ‘Başörtüsü Söyleminin Dinsel Temelsizliği ve İslam Felsefesi Açısından Eleştirisi (Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları) adlı kitabının bilimsel meydan okumasını yanıtlamak, onu teolojik siyaset meydanda çürütmek (halletmek) zorunda !

Doç.Dr.Şahin Filiz’in kitabı benim “Muhammed bin Hamza’nın Kuran Tercümesi” başlıklı yazımın yayınlandığı gün (22.01.08) geldi. Yazar Şahin Filiz’e ve yayıncı dostum Prof.Dr.Çetin Yetkin’e çok teşekkür ederim. Kitabı heyecanla açıyorum ve okuyorum :

[“Mü’min erkeklere söyle, gözlerini çeksinler… ve ferclerini (ön ve arkalarını –ş.f.) korusunlar.” Bu ayet, başkalarının ferclerine ve avret yerlerine bakmayın emrini de içiren bir anlam taşımaktadır. Ferc, avret, sev’e (çoğulu sev’at)’den maksat, kadın ve erkeğin genital organları ve makatlarıdır.] (S.47)
Madrabazlık, dolandırıcılık, kalpazanlık sona ermeli artık !

Nûr Sûresi’nin 30.ayeti erkeklere : “Başkalarının genital organlarına ve makatlarına bakmayın, kendi genital organlarınızı ve makatlarınızı kimseye göstermeyin!” diyor.

Nûr Sûresi’nin 31.ayeti kadınlara : “Başkalarının genital organlarına ve makatlarına bakmayın, kendi genital organlarınızı ve makatlarınızı kimseye göstermeyin… ve bir örtüyle (hımar  ile) memelerinizi (jayb, juyub) gizleyin!” diyor.

İşte, 22 ve 23 ocak tarihli yazılarımda da üstüne basa basa yazdığım gibi, Nûr Sûresi’nin 30 ve 31. ayetlerinin Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ın, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, İslamcıların ve imam-hatipçilerin anlayacağı şekilde açık ve seçik anlamı bu.

Hadi benim yazılarımı ciddiye almadılar diyelim ama alsalar çok iyi olur kendileri için ! Evet benim yazılarıma inanmıyorlar diyelim, ama türbanı anayasaya sokmadan Doç.Dr.Şahin Filiz’in kitabını okumazlarsa günaha girerler:

Kitaptan öğrendiğimize göre, hadislerde 12 olarak anılan büyük günahlar (kebair) şunlardır: 1.Allah’a ortak koşmak, 2.Haksız yere adam öldürmek, 3.İffetli, temiz bir kadına zina etti diye iftirada bulunmak, 4.Zina yapmak, 5.Düşman hücumu sırasında savaştan kaçmak, 6.Sihir ve büyü yapmak, 7.Yetim malı yemek, 8.Müslüman ana-babaya asi olmak, 9. Aileye karşı istikameti terk etmek, 10. Faiz yemek, 11.Hırsızlık yapmak, 12.İçki içmek. (S.77)

Durum böyle. Ama Cumhurbaşkanı  ile Başbakan söz ve davranışlarıyla türban takmamayı 13.günah olarak ilan ediyorlar; İslam’ın beş koşuluna altıncı olarak türbanı ekliyorlar.

Örtünme, İslam öncesinde kadınlar için hürlük ya da cariyelik konumlarını belirleyen bir simge. Bu töre İslam’da da  devam ediyor. Köle ve cariye örtünürse dayak yiyor. Peki örtünemeyen köle ya da cariye Müslüman değil mi, olamaz mı ? Müslümansa ne olacak ? En iyisi Cumhurbaşkanı ve Başbakan’la birlikte siz de okuyun bu kitabı !

MHP Grup Başkan Vekili Mehmet Şandır, Erdemli’de (Mersin) yaptığı konuşmada türbanın Kuran’ın emri olduğunu söylemiş (Zaman, 27.01.08) Bu, laik Anayasa’yı ve yasaları ilgilendirmez ama o gene de kanıtlamak zorunda bu iddiayı !

(HÜRRİYET, 29 OCAK 2008, SALI)

***

NATO KAFA NATO MERMERİ

13 Ocak Pazar günü yayınlanan “Arap Dünyası, Fotoğrafın Arabı” adlı yazımı iktibas ederek yayınlayan bir müfrit ve müfsid İslamcı gazete bana şöyle sesleniyor:

“5.sınıf Marksist şair Özdemir İnce, materyalistlerin çanına ot tıkayan İmam-ı Gazali için ‘ezberci barbar’ dedi. Yazdığın birkaç şiirle, ahbap çavuş ilişkisi sonucu aldığın birkaç ödülle adam olamazsın Özdemir. Gazali’nin eserleri şimdi bile sana dersini verir.”

Al başına belâyı ! Belânın bana sesleniş tarzı, başta  Araplar olmak üzere İslâm dünyasının 900  yıldır neden adam olamadığını kanıtlıyor.

İslam tarihini iyi bilenler Gazzâli’nin (1058-1111) tutucu ve bilim düşmanı işlevini çok iyi değerlendirirler. Filozofları zındık ilan etmiş olan Gazzâli’ye göre Aristoteles küfürle doludur, onu Arapçaya çeviren Fârâbi ile İbn Sinâ’nın da bu küfürde payları bulunmak gerekir. Bundan dolayı Gazzâli, bid’at (peygamber zamanından sonra ortaya çıkmış şeyler) ehli olanların kitaplarının halk tarafından okunmasının yasaklanmasını istemiştir. Ona göre gerçek ve kesin bilgiye ilham (Tanrı’nın insan yüreğine bilgi doldurması) ve  mükâşefe (Tanrı sırlarının sezgiyle elde edilmesi) yoluyla varılabilirdi.

Bilginin yerine inancı koyan, Peygamber’den sonra üretilen bilgileri toplumsal bellekten sürgün eden Gazzâli, İslâm rönesansının sonunun başlangıcıdır. Ve, bu selefi anlayışı ile de Selefi-Wehhabi tarikatının,  El Kaide’nin ve Türbaniye Dini’nin ilham kaynağıdır.

Benim kaçıncı sınıf şair olduğuma, aldığım birkaç ödülünün hakkım olup olmadığına kuşkusuz Gazzâli’nin çömezleri karar vermeyecek. Sanat Tarihi denen bir disiplin var, benim kim olduğuma yarın bu disiplinin mensupları karar verecek; şiirim, denemelerim, eleştirel denemelerim, kuramsal çalışmalarım, çevirilerim ve son olarak gazete yazarlığım değerlendirilecek. Ancak bu adamların, din bilginlerinin, liberal malümattraşların bu “Beşinci sınıf Marksist şair” karşısında düştükleri acz durumu tam anlamıyla bir ibretlik temaşa !

“Beşinci sınıf Marksist şair” karşısında İslâmi bilgi alanında toptan aciz kaldılar.

Nûr Sûresi’nin 30 ve 31. ayetlerinin gerçek anlamını bir okurumun yardımıyla  taa 15.yüzyıldan alıp çıkardım. Kuran’ın sakınmayı ve örtmeyi zorunlu kıldığı yerlerin cinsel organlar ve makat bölgesi ile kadınların göğüsleri olduğunu “has” Türkçe, İngilizce ve Fransızca örnekleriyle gösterdim. Böylece, türban takmanın dinsel bir gereklilik ve zorunluluk olmadığını savunanlara çok önemli bir katkıda bulundum.  Tısssssssssssss !

Gazzâli’nin yasakladığı akıllarını kullanıp bari yazılarımı daha dikkatli okuyup bir şeyler öğrenseler. Örneğin  din ve kölelik, din ve demokrasi üzerine yazdıklarımı bir daha okusalar. Ufukları biraz açılır.  Biraz gayret ederlerse Muhammed bin Hamza’nın Kuran Çevirisi’ni ve sözlüğünü sahaflarda bulabilirler. Ve akılları varsa, şairliğimi işe karıştırmazlar. Çünkü bu okuduğunuz türden yazılarda kullanmadığım şair elimi kullanırsam  çarpılırlar!

(HÜRRİYET, 1 ŞUBAT 2008, CUMA)

***

YALAN RÜZGARLARI

Böyle bir yazıyı benim yazmak zorunda kalışım ilahiyatçılar, din bilginleri açısından utanç verici. Aptal yerine konulmaktan hoşlanmadığım, ayrıca meraklı biri olduğum için işin aslını araştırdım. Şansım yaver gitti, birkaç okurum gereksinim duyduğum bazı bilgileri ulaştırdılar bana.

Nûr Sûresi 31. âyet’in birçok çevirisini, Fransızca, İngilizce ve Almanca çevirilerini karşılaştırdım. Bu karşılaştırmanın sonucunda 31.âyetin Türkçe çevirisinin aslına uygun yapılmadığı sonucuna vardım. Bu sonuca varmamda, Paris üniversitelerinin birinde Arap Edebiyatı ve Kültür Tarihi öğreten bir şair ve filozof, Tunuslu arkadaşımın büyük yardımları oldu. Arkadaşım, bu âyetin çok önemli üç sözcüğünün kesin anlamlarını araştırarak bana bilgi verdi. Buna göre, Nûr Sûresi 31. âyet’te üç  önemli sözcüğün Türkçe anlamını yazıyorum :

Farj (tekil) ; Furuj (çoğul) : (Sözlük adıyla) : Erkek ve kadın cinsel organı.

Jayb (tekil) ; Juyub (çoğul) : (Sözlük adıyla) : Meme, göğüs.

Himar (tekil), Humur (Çoğul) : İslâm öncesi dönemde Arapların giydiği giysinin bir parçası (dokuma, bez parçası).  (Baş örtüsü ile kesinlikle ilişkisi yok.)

Buna göre daha önce de yazmış olduğum gibi Nûr Sûresi 31. âyeti şöyle çevirmek gerekiyor:

“Söyle inanan kadınlara : Harama bakmaktan sakınsınlar ve cinsel organlarını saklasınlar…   Örtülerini göğüsleri (memeleri) üzerine vursunlar…”

Bir okurumun yazdığına göre, söz konusu âyetin örtmekle ilgili bölümünün Arapçası şöyle :

“vel yadrıbne bihumûrihinne alâ juyubihinne” (en doğrusu ki örtülerini göğüsleri (memeleri) üzerine vursunlar).

 Tunuslu filozof ve şair arkadaşımın belirttiği gibi örtünün (himarın) başörtüsü ile herhangi bir ilişkisi yok, giysinin bir parçası. Arapların Müslüman olmadan önce giydikleri giysinin nasıl olduğunu, bu giysilerin parçası olan “hımar”ın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Bilmek zorunda da değilim. Sadece üzerime düşen sorumluluk gereği Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve bağımsız ilahiyatçıların bu giysinin ve parçası himarın çizimini bulup, yaptırıp yayınlamaları zorunlu bir görev. Bu görev ve sorumluluktan kaçamazlar.

Bu konuda yazmaya başladığımdan bu yana, her fırsatta bana şirretçe saldıranlar, suçüstü yakalandıkları için, susmaktan başka bir şey yapamıyorlar.  Türban tapıncı tek başına değil. Büyük bir organizmanın önemli parçalarından biri. Eğer imam-hatip okulları mezunları üniversitelere bir lise mezunu gibi girmek hakkını yasal olarak elde edemezlerse, türban “delirium”u epeyce zaman alsa da yavaş yavaş tavsar. Ama tersi olup imam-hatip mezunları lise mezunlarının hakkına sahip olarak üniversitelere girebilirlerse türbanın yükselişini kimse engelleyemez. İslamdan giderek daha da kopacak olan Türbaniye Dini, Türbanistan’ı kurar!

Cengiz Çandar için özel not : Kuran’da yazan “Farj, furuj, jayb, juyub, himar, humur” gibi temel sözcüklerin anlamını bir Arap arkadaşına, özellikle de bir “avrat” tanıdığına sor, sonra Nur Suresi’nin 31.ayetinin Türkçe çevirisini  oku!   Bir kez de Diyanet’e sor. Sonra, hükümetçilik, Ilık İslamcılık yapacaksan yap ama “harbî” yap !

(HÜRRİYET, 2 ŞUBAT 2008, CUMARTESİ)

***

TISSSSSSSSSSSSSSSSSS !

Eh artık şu işi (bir) sonuca bağlayalım. :  Türkiye’de düşünceyi açıklama ve tartışma özgürlüğü olanağını gerektiği zaman kullanma bilinci bilinçsizlik düzeyinde ! Kullanan yok ! Türkiye’de gerçeğin şimşekleri düşüncelerin çarpışmalarından çıkmıyor. Onun yerine elektronik çakmaklarla tutuşturulan havai fişekler kullanılıyor.

Bu yazının atış menzilinde sadece sürekli müşteriler (İslamcılar, Neoliberaller, İkinci Cumhuriyetçiler)  değil has cumhuriyetçiler ve  turfanda demokratlar da yer alıyor !

Nûr Sûresi  31. ayet hakkında yazdığım yazılar sanki yazılmamış muamelesi gördü. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyişi ile sükut konspirasyonu (fesadı, komplosu) ile karşılandı. Sürekli hedef tahtaları karşı çıkacak bir şey bulamadıkları için sustular diyelim, peki şu “Has” cumhuriyetçiler ve demokrasiciler  neden sustular ?  Ellerine somut kanıt vermedik mi ?

 Şöyle bir sonuç çıkardım :  Kuran’ın Türkçeye çevirilerinden yüzde 99’una güvenilmez. (Yüzde 1’ler kusura bakmasınlar !)  Peki bu güvenilmez çevirilerle Arapça bilmeyen Müslümanlar nasıl Müslüman olacaklar ? Sahi, aralarında ilahiyat Prof.Dr.’ları da olmak üzere kaç kişi klasik Arapçayı gerçekten bilmektedir ? İmam hatiplileri  saymıyorum. İslam onlara emanet edilmeyecek kadar ciddi bir bilgi alanı: Türkiye’de lise mezunları ne kadar İngilizce, Fransızca, Almanca bilmekteyseler onlar da o kadar Lisan-ı Arabî bilmekteler.

Yapılması gereken : Diyanet İşleri Başkanlığı başta Nûr Sûresi  31. ayet olmak üzere  kendi yayınladığı Kuran çevirisinin doğruluğunu ciddi bir denetimden geçirecek ! Ya da Muhammed bin Hamza’nın 15.yüzyılda yaptığı çeviriyi günümüz Türkçesine uyarlatacak.

Bu türban tartışmasında beni asıl şaşırtan Cumhuriyetçi demokratların tavrı. Benim 22,  23, 29  Ocak ve 2 Şubat tarihli yazılarımdan ve özellikle de Doç.Dr.Şahin Filiz’in “Bireysel Dindarlık mı, Kamusal Dinsellik mi ? ‘Başörtüsü Söyleminin Dinsel Temelsizliği ve İslam Felsefesi Açısından Eleştirisi (Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları) adlı teolojik-sosyolojik-felsefi kitabının yayımlanmasından sonra ellerinde derin araştırmalara dayalı bilimsel kanıtlar vardı. Ruhat Mengi dışında onlar da sustular. Susmalarının nedenini bilmiyorum, kuşkusuz kendileri biliyorlardır. İşte Nur Suresi, 31 Ayet’in Türkçeye yapılabilecek tek doğru çevirisini bir kez daha yazıyorum:

“Söyle inanan kadınlara : Harama bakmaktan sakınsınlar ve cinsel organlarını saklasınlar…   Örtülerini göğüsleri (memeleri) üzerine vursunlar…”

 Gazeteciliğin ve gazete yazıcılığının meslek etiği (deontolojisi) Doç.Dr.Şahin Filiz ile benim iddialarımızın doğru olup olmadığını araştırmak ve doğru ise sonuna kadar bizim iddiamıza sahip çıkmaktır.  Gerçeklere ve doğrulara sahip çıkmadan laik, demokrat, cumhuriyetçi, hukuk ve adalet sevdalısı  olmayı bir yana bırakın, herhangi bir şey de olmak da  mümkün değildir. Benden söylemesi, kimse alınmasın, kimse gücenmesin. Biz üzerimize düşeni her şeyi göze alarak onurumuzla yaptık !

İsmet Berkan’a özel not : “31.ayetin doğru ya da yanlış tercüme edilmesi beni ilgilendirmez!” (03.02.08) diyorsun. Peki, doğruyu savunmayacaksan neden yazı yazıyorsun ?

(HÜRRİYET, 8 ŞUBAT 2008, CUMA)

***

TÜRBANI SAVUNAN ASRİ BAYANLAR

Türbanı savunan asrî bayanların gözü aydın : Risalei-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi, 17 Şubat 2008 Pazar günü “İnsan ve Kainat” konulu bir seminer düzenlemiş; seminercinin adı Hasan Tanrıverdi (Eğitimci); konferans mekânı : Eğitim-Bir Sen’in Konferans Salonu.

Salonda “hanımlar için özel yer” ayrılmış. “Tıpkı bazı aşevlerinde, kebapçı dükkanlarında olduğu gibi!” diyeceğim ama onlarda özel yer aileler için. Karı-koca ayrı oturmazlar !!!!!!!!!

Eğitim-Bir Sen’in bir Risale-i Nur seminerine salon tahsis etmesi kuşkusuz bu sendikanın üyelerinin sorunu ama yöneticilerinin de siyasal tercihlerini  ifşa ediyor.

Bir “veli” nezaretinde olmayan türbancı asrî  bayanların da gözü aydın ola !  Nurcu erkeklerin  sarkıntılıklarından  böylece korunmuş oluyorlar. Bu vesile ile Nurcu cemaatin bir arada oturmamasının gerçek nedeni de anlaşılmış oluyor. (Bu kadar propaganda yeter !)

Nilüfer Göle gibi bazı asrî bayanlar ile demokratik, liberal ve “muhafaza-i kâr” erkekler, Müslüman kadınların türban takarak evden dışarı çıkabildiklerini, kamusal hayata katılabildiklerini, özgürleştiklerini ileri sürüyorlar. O zaman aklıma şu geliyor: Peki efendim Müslüman Türk kadınlarını evlere kapatan,  ancak türbanlayarak dışarıya çıkmasına izin veren kim ? Peki, bu türbanlanarak özgürleşen kadınlar, günün birinde asrî bayanlar gibi, kocalarından uzak kentlerde ve ülkelerde tek başlarına çalışabilecekler mi ?

Bir de üniversiteye kadar normal bir genç kız olarak gelen ancak üniversitede örtünen kızlar var. Bu türden özgürleşme’nin normal koşullarda, normal ruh sağlığı içinde olduğunu kim anlatabilir ? Bu türden özgürleşmelerin tarikat yurtlarında ve tarikat bursları sayesinde gerçekleştiği çok iyi biliniyor. Her kasabada, her ilçede, her kentte onlarca örneği var bu yurtların.  Öte yandan, ergin yaşta bile isteye örtünmenin sağlıklı bir eylem olduğunu kanıtlayacak bir bilgin var mı ?

Şimdi gelelim Vehbi’nin kerrakesine ! Değişik mesleklerden bazı başı açık asrî bayanlar televizyonlarda (deyim mazur görülsün) ağızları köpürerek türbanı sınırlandıranları faşistlikle, zalimlikle, demokrat olamamakla, insan haklarına saygısızlıkla suçluyorlar. Türban  takan hanımlar bunu inançları, bireysel özgürlükleri için yapıyorlarmış. Böylece türban terörünü onaylamış oluyorlar.

Demek ki türban takmak bir tür özgürleşme, rüştünü kanıtlama (emansipasyon) eylemi oluyor. Derler ya, bu da bir görüş ! Ancak bu kadınların, kendilerini ezen ailelerine, baba ve erkek kardeş sultasına; ümüklerini sıkan dindaş ve  tarikatdaş baskısına karşı boyun eğip, kendilerine insan muamelesi yapan Cumhuriyet devrimlerine babalanmalarını akıl ve mantık ile bağdaştırmak mümkün müdür ? Efendim !

O zaman aklıma geliyor : Türbanı savunan başı açık asrî bayanlar da başlarını örterek neden özgürleşmek, çağdaşlaşmak istemiyorlar? Neden türbanlı hemşireleriyle birlikte Cennet’e gitme şansından yararlanmıyorlar? Bu kadar fedakârlık da çok fazla olmuyor mu artık !?!

Türbanı savunan bütün başı açık asrî bayanlar, lâmı cimi yok efendim, birleşiniz ve türbanlanınız ! İlâveten, Risalei-i Nûr Enstitüsü’nün seminerlerini kaçırmamanız bilhâssa ve hâsseten tavsiye olunur !

(22 ŞUBAT 2008, CUMA)

********************************************************************

 Anayasa Tuzağı Terör Ve Türkiye Paneli (4) - Cevat Kulaksız

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı etkinliklerinden olarak, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) destek ve yönetiminde 24 Nisan 2016 günü Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde “Anayasa Tuzağı, Terör ve Türkiye” konulu panel düzenlendi.
Panelden önce, etkinliklere katılmak için yurdun her yanından otobüslerle gelen binlerce kişiler ile Ankara’daki çeşitli sivil dernek mensupları Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) toplanarak Tandoğan (Anadolu) Meydanından Anıtkabire yürüdüler. Sonra da binlerce Atatürkçü Nazım Hikmet Merkezine geldiler.
Binlerce kişinin doldurduğu Ankara’nın en büyük salonundaki panele, çok değerli siyasetçi, sendikacı, hukukçular konuşmacı olarak katıldılar.(Giden sayımızda adlarını ve görevlerini vermiştik).
AKP-RTE iktidarının planlı bir şekilde “yeni anayasa” adı altında anayasayı laik özünden ayrı olarak dinsel düşünceye dayanan bir anayasa yapma hazırlığı sırasında, bu konuşmaların yararlı olacağını düşünerek, tüm konuşmacıların konuşmalarının metinlerini çözerek okuyucuya sunmayı düşündük.
Metnin uzun olacağı ve okunmasının zor olacağını düşünerek her konuşmacının metnini bölümler halinde vereceğiz. Bu bölümde iki konuşmacıya yer verdik,

Gerici anayasaya karşı direnmeliyiz
Ülkemizi laik TC ni güya yöneten gerici iktidar, devletin her kademesinde ulusal bayramlarımızı yasaklayarak, ulusal değerlerimizi dinsel devlet yapılanmasına doğru sürükleyerek gerici bir anayasa yapma çabasında olan AKP-RTE iktidarına karşı okuyucumuzu, yurttaşlarımızı daha duyarlı olmasını sağlamak ve gerçekleri görmelerine yardımcı olmak için bu değerli hatiplerin uyarıcı konuşmalarına yer veriyoruz. Konuşmaları yazıya dökmek ne kadar zor olduğunu sanırım bilirsiniz, ama biz üşenmeden, yılmadan bu değerli konuşmaları size sunmayı görev bildik. Çünkü ülkemiz Cumhuriyet tarihinin en kritik dönemeçlerini yaşamakta. Hepimiz, ülkemizin yararı için iktidarın yapmaya çalıştığı kumpasla dolu gerici anayasaya karşı “hayır” diyerek direnmeliyiz.
“Dindar Anayasa”  isteyen 14 yıldır AKP-RTE iktidarında hiç siyaset yapmamış Meclis Başkanı İsmail Kahraman neden “seçmece”  Meclise başkan seçildiğini düşünebiliyor musunuz?  Gençliği demokratik parti ve kuruluşlarla mücadele etmiş, 1967 de Milli Türk Talebe Birliği Başkanı olmuş, türbana geçit vermeyen üniversite yönetimini protesto için 68 günlük işgal ve boykot eylemi yapmış, TİP’in “diriliş” mitinglerine karşı “şahlanış” mitingleri düzenlemiş (bu olaylarda iki devrimci ölmüştü) daha nice gerici eylemlerin başını çekmiş, elinde “devrimci kanı” oluşmuş kişi özellikle seçilerek Meclis Başkanı yapılmıştır. Devlet Bahçeli ve MHP de bu seçilişe çanak tutmuştu. Laiklik, devrimcilik karşıtı nice eylemlere katılmış, Merhum İmran Öktem’in cenaze namazını bile engellemeye çalışmış, mazisi karışık Kahraman, çizgisini koruyarak, “yeni anayasa dindar bir anayasa olmalı;  laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır” diyerek, aslına mayasına dönmüştür. Laikliği koruyacağına dair ant içerek başkan olan İsmail Kahraman, yürürlükteki anayasaya karşı suç oluşturan çıkışıyla pek çok kişi tarafından suç duyurusunda bulunulmuştur. Sahiden Yargıtay Başsavcısı acaba bu duruma ne der? Görevini yapmalıdır.
Yoksa bu gerici anayasa kabul edilirse, ülkemiz dinci, gerici bir Ortadoğu ülkesi olacaktır. O nedenle ülkemizin geleceği için bu konularda daha duyarlı olmalıyız.
Bu bölümde İzmir Barosu Başkanı Aydın Özcan ile ÇYDD nin Genel Başkan Yardımcısı Nihal Kızıl’ın konuşmasına yer vereceğiz. Her iki konuşmacı da büyük alkış aldılar.

 Anayasa Tuzağı Terör Ve Türkiye Paneli (4) - Cevat Kulaksız

İzmir Barosu Başkanı Aydın Özcan şu konuşmayı yaptı:
“-Öncelikle Konya Karaman ve Selanik’ten hemşerisi olduğum Mustafa Kemal Atatürk’ü bu vesile ile yâd ediyorum. 23 Nisan 1920 de Türk Milletinin iradesini temsil eden birinci Büyük Millet Meclisinin açıldığı ve Türk milletinin Türk halkının egemenliğini ilan ettiği tarihtir. Mustafa Kemal Atatürk ,”bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında başka kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır o da milli egemenliktir, yalnız bir makam vardır o da milletin kalbi vicdanı ve mevcudiyetidir” demiştir.
İşte 23 Nisan Ulusal tarihimizde büyük bir dönüm noktası olmuş ve halka dayalı, halkın temel hak ve özgürlüklerinin savunulduğu bir Cumhuriyet şekli meydana gelmiş ve halkımızın ümmet olmaktan kurtularak demokratik haklarına sahip birer birey olarak yaşama şansı bulmuşlardır. Ülkemizde endüstri devrimi olmamıştır; diğer demokrasilerde olduğu gibi büyük bir mücadele sonucu emperyalist ülkelere karşı verilen büyük mücadele sonucunda yeni kurulan TC sayesinde halkımız ümmet olmaktan kurtulmuş, temel hak ve özgürlüklerine kavuşmuştur. Kadınlarımız ilk kez dünyada 1930 larda seçme ve seçilme hakkını kazanmıştır. İşte bu bilinçle yeni kurulan TC hukukun üstünlüğüne dayalı temel hak özgürlükleri savunan bir cumhuriyettir.
Ama günümüze geldiğimizde maalesef ki ülkemizde hukukun üstünlüğüne, yargı bağımsızlığına, demokrasiye, basın özgürlüğüne, temel hak ve özgürlüklere inanç kalmamıştır. İşte bunun için mücadele etmek zorundayız. Hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığını, demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri evrensel boyutlarda hayata geçirmemiz gerekir. Bunu yapmamız lazım, bunu yapmak için de siyasilere büyük görevler düşmektedir. Ancak günümüze kadar son iktidar dâhil bunların önceki siyasi iktidarlar da her zaman hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı demişlerdir, ama gereğini yapmamışlardır. Yargı bağımsızlığı olabilmesi için öncelikle siyasi iktidarların hep söyledikleri lafları lafta değil, icraata dökmeleri gerekir. Yargı bağımsızlığı olabilmesi için HSYK nun gerisindeki adalet bakanının ve adalet bakanlığı müsteşarının oradan derhal ayrılması gerekir. HSYK bağımsız olmalıdır. HSYK hem idari yönden özerk, hem de bir bütçesi olmalıdır, bunlar neden yapılmıyor. İşte son dönemde Yargı bağımsızlığı altında birçok yasalar çıkarıldı. Ne yapıldı? HSYK luna siyasi iktidarın oyunu artıracak şekilde, yeni yasalar da eklendi. Hâkimler savcılar bağımsız mı oldu? Aksine daha bağımlı haline getirildiler. İşte HSYK una seçilen üyelerin büyük bir çoğunluğunu siyasi iktidar seçiyor. Böyle bir durumda Anayasanın 139. Maddesi ile 138. Maddesinde, 140. Maddesiyle hâkimlik ve savcılık teminatı sadece anayasada kalmıyor mu? İzmir’deki İstanbul’daki bir hâkimimiz görevini yaparken bağımsız mı? Bağımsız bir şekilde karar veriyor mu? Siyasi iktidarın istemediği bir karar verildiği takdirde hemen Kars’a başka bir yere yargıcın tayini çıkarılıyor. İşte bunu engellememiz lazım.
Eğer biz bu ülkede yargı bağımsızlığını, hukukun üstünlüğünü tam layıkıyla uygulamaya başladığımız an iddia ediyorum, hem temel hak ve özgürlükler anlamında, hem demokrasi anlamında, hem de ekonomik anlamda çağ atlayacağız. İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün göstermiş olduğu hedefe o zaman ulaşacağız. (Alkışlar)
Türkiye işte bu karmaşık düzende siyasi iktidarlar değişmesine rağmen bu evrensel boyutlarda hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığını, basın özgürlüğünü sağlamadığı için kangren halinde yaşamaya devam ediyor.
İzmir Barosu olarak göreve geldiğimizde dedik ki İzmir Barosu İzmir gibi düşünmelidir, İzmir Barosu sivil toplum örgütleriyle kol kola olmalıdır ve bunu ilk kez İzmir’deki kültür adetleriyle gerçekleştirdik ve İzmir Barosu’nda Atatürk ve Cumhuriyet devrimleri komisyonu kurduk. Atatürk’e Cumhuriyet devrimlerine kim hakaret ediyorsa, karşısında İzmir Barosu’nun Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri Komisyonu mücadele veriyor, her türlü davayı takip ediyor, müdahil oluyor. Yakın zamanda da hukuk komisyonumuzu merkez hale getirerek daha köklü hale getireceğiz. İşte İzmir Barosu ve barolar.
Bakınız, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı anlamında ülkemizde yaşanan o dönemdeki gelişmeler çerçevesinde, hatırlayınız. Herhangi bir kanun çıkarılmaya çalışıldığı zaman, torba yasalar devreye giriyor ve meslekleri ilgilendiren avukatlık mesleğini, eczacılık, tıp ve başka konuları ilgilendiren konular da o yasaların içine torba yasa usulü eklenmek suretiyle ve bir oldubittiyle karşı karşıya kalıyoruz. İşte bunun İç Güvenlik Yasa tasarısı gündemde iken, siyasi partiler TBMM inde mücadele ederken sahada sadece barolar vardı. 5 Nisan günü Bursa’da, 11 Nisan günü İzmir’de idik. Yaklaşık 20 bin kişiden 79 baro, Türkiye Barolar Birliği ile birlikte dedik ki, Türkiye adaletine ağlıyor ve İzmir’den bütün Türkiye’ye hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığını, demokrasiyi, basın özgürlüğünü savunduğumuzu ve İçgüveylik Yasa Tasarısıyla ülkemizdeki hukuksuzlukların artacağını, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanacağını ifade ettik.  Burada baroları tebrik ediyorum, 79 baro tek vücut halinde bu dillendirildi. İşte üniversiteler nerdeydi. Hâkim ve savcılar nerdeydi soruyorum. Ülkemizde iyi bir gelecek bırakabilmek için konuklarımızla çok çalışmamız lazım. Ülkemiz maalesef son dönemde terör eylemleriyle sık sık büyük üzüntü yaşamaktadır. Terör bütün yurttaşlarımızı acıya bürümüştür, ateş düştüğü yeri yakar, ama bunun için de terörü de bitirebilmemiz için 78 milyon olarak birlik beraberlik içerisinde ülkenin üniter yapısına sahip çıkarak, Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkarak mücadele edersek, bu terör eylemlerine karşı da büyük başarı kazanırız ve sonunda hep birlikte kazanırız. Ülkemizdeki geleceğimiz olan gençlerimize güzel bir gelecek bırakırız.

 Anayasa Tuzağı Terör Ve Türkiye Paneli (4) - Cevat Kulaksız

ÇYDD Genel Başkan Yardımcısı Nihal Kızıl’ın gündemle ilgili konuşması
“-Dün 23 Nisan Ulusal Egemenlik Çocuk Bayramını kutladık, halk kutladı, alanlarda, caddelerde, mahallelerde. Bu gün aslında Türkiye’yi, anayasayı ve terörü konuşacaktık. Ama hepsi de birbiriyle bağlantılı, bayramı da konuşmak istiyoruz. 23 Nisan Ulusal ve Egemenlik Çocuk Bayramı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramlarını, bu günlerin bayram olarak kutlanma nedenlerini yok sayan unutturmaya çalışan, böylece ulus devlet yerine cemaat, ümmet anlayışını getirmek isteyenlere karşı yanıtı halk verdi. Bayramına sahip çıktı, çocuklar insanlar, yörelerde alanları doldurdular, çok kuşkuyla kutladılar. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin  (ÇYDD) birçok şubesinde gençlerimiz, çocuklarımız, büyüklerimiz coşkuyla kutladılar. Bazı medya organları yine yok saydı, görmedi, göstermedi bu coşkuyu veya sadece çocuk bayramı olarak kutladı, ulusal egemenliğini yok saydı. Aslında Cumhuriyetimizin ilanını, TBMM inin açılışını resmi kurumlarla birlikte büyük caddelerde, statlarda yoğun kalabalıklarla görkemli bir şekilde kutlardık.
“Militarizmi çağrıştırıyor” diye, “modası geçti” diye işlendi yıllarca, yasaklandı, kaldırılmak istendi, çeşitli bahanelerle kutlamalar engellenmeye çalışılıyor hala. Halk kendisi kutlamak isteyince de izin verilmiyor, otobüsler İstanbul yolarında durdurulmuştu, Cumhuriyet Bayramına gelirken. Çıkamadan engellenmişti birkaç yıl önce. Bu gün de değişik bahanelerle resepsiyonlar yapılmıyor. Oysa “12 Eylül’ün baskıcı ortamıyla hesaplaşacağız” diye yola çıkmışlardı, sözde. Bu yolda aymaz aydınlarımız, numaralı cumhuriyetçilerimiz de katıldı onlara. Bu koronun söylemlerine göre, TC Devletinin sembolü olan Türk Bayrağını da taşımak, ulusal bütünlükten söz etmek neredeyse ırkçılık sayılır oldu. Ulusalcıyım demek ırkçılıkla eşdeğer sayılır oldu. Nasıl bir akıl tutulmasıydı bu. 80 darbesinin günlerinde ortaya çıkan 12 Eylülle nasıl hesaplaşacaklardı ki. Sivas Madımak katliamı gibi birçok toplu kıyımın Hrant Dink cinayeti gibi cinayetlerin çözülmesi “derin devletin” deniyordu. Meşhurlar aydınlatacaktı oysa bütün bunları AKP hükümetinden beklemek nasıl bir safdillikti, ya da nasıl bir hesaptı.
Ergenekon, Poyrazköy, Balyoz derken mahkemelere sonra da hapishanelere dolduruldu. Laik, demokrat, çağdaş, ilerici, Atatürkçü, muhalif, asker, sivil tüm insanlar, arada az da olsa gerçek suçlular. Aymazlar, işbirlikçiler yine attılar, vurdular düşündüler ve sonunda “elbette bu Ergenekoncuların suçları vardır” buyurdular. Taa ki onlardan bazılarına sıra gelinceye kadar.
Şimdi Yargıtay kararı sonucunda devlet, “pardon” mu diyecek. Neye, kime; yıllarca özgürlüğünün, yaşamanın bir parçasını, sağlığını sevdiklerini, hatta canını kaybeden insanlara ne diyecek. Ne diyecek Kuddisi Okkır’ın eşine? Yarbay Ali Tatar’ın ablasına, İlhan Selçuk’un Cumhuriyetçi okurlarına, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin eğitimine destek verdiği binlerce öğrenciye ne diyecek? Türkan Saylan’ın izinden giden binlerce insana ne anlatacaklar. “İleri demokrasi” diye diye, “askeri vesayete karşıyız, hesap soracağız” diye diye söylenilen noktada totaliter klasik bir rejimden sivil vesatten, faşizmden başka bir şey yok. Diktatörce bir uygulama var. Öyle ki, askeri darbelerin mağdurları bile 12 Eylül’ü arar olduk diyorlar. Ne acı. Şimdi “kimin hangi davanın savcısı, kimin hangi çetenin hâkimi olduğunu, kimin hangi soyguncunun bakanı olduğunu çözmekten yorulduk diyor insanlar. “Akı kara, karayı ak gösteren bir medya ordusu var. Geçekler, doğrular o kadar gizleniyor ki, kimin hırsız kimin polis, kimin paralel, kimin dikey olmakta zorlanıyoruz” diyorlar. Fareli köyün kavalcısının peşinden uçuruma doğru giden çocukları anımsıyorlar. 12 Mart 12 Eylül darbelerinin baskısını acısını yine yaşamış çok insan var aramızda, biliyorum.
Ama yeni anayasayı önerenlerin şimdiye kadar yaptıklarını hatırlayıp akıl süzgecinden geçirince önerilecek anayasanın ne getirip ne götüreceğinin muhasebesini yapmak hiç zor değil. Ne yaşadık 14 yıldır? Anti laik anti demokratik uygulamalar, baskı zulüm, cinayetler, haksızlık hukuksuzluk, dış siyasette tutarsızlık, komşu ülkelerle savaşa varan düşmanlık, toplumda kutuplaşmaya varan ayrıştırma, kendi anlayışlarını İslam’ın gereği diye yutturmaya çalışma ne yaşadık? Hırsızlık, doğal zenginliklerin talanı, yabancılara peşkeş çekilmesi, çevrenin yok edilmesi, yandaş grupların aniden zenginleşmeleri, sermayenin adeta gasp edilerek el değiştirmesi Ne yaşadık daha?
Geleceğimizi oluşturacak çocuklarımızın, gençlerimizin yazboz tahtası olup sonunda bilimsellikten tamamen uzaklaşan, çağ dışı bir eğitimin çarkları arasında ezilip yok olmalarını, sanattan koparılıp şiddete yönelmelerini çocuk gelin, çocuk işçi olmalarını.
Ne gördüm terörden başka? Göz göre göre geldik bu günlere; yıllar önce yoksulluk, baskı ve eğitimsizlik ortamında doğan gelişen terör, bir yanda yurt içindeki destekçileri, bir yandan da yurt içi egemenlerce de beslenen Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme doğrultusunda Türkiye’yi de bölme görevi biçilen ırkçı terör.
Bir yanda, içeride el altından beslenilen ihraç edilen, sonra silahını bize doğrultan dinci mezhepçi bir terör var başımızda. Feodal yapıların boyunduruğu altında kalan Kürt yurttaşlarımıza aş, iş, eğitim vererek eşit yurttaş olmalarını hissetmelerini sağlamak yerine terör örgütüne paye verip bütün yurttaşların yetkilisi ile pazarlıklar yapılarak gelinmedi mi bu günlere. Geçmişteki darbeci subayların yaptıklarını kurum olarak tüm orduya mal ederek orduya da kumpas kurulup savunma gücümüzü zayıflatılarak gelinmedi mi bu günlere. Şimdi sözde mücadele ediliyor. PKK ve ağındaki gencecik çocuklar barikatları kurarken, silah yığınağı yaparken nasıl görülmedi yetkililerce, nasıl görmezden gelindi. Gün olmuyor ki beş on şehit haberleri gelmesin. Gün olmuyor ki feryat edene ailelerin çığlıkları kaplamasın TV ekranlarını, kim çizdi bu tabloyu? Kimler mimarı bu çürük yapının.
Ne gördük? Emek kişinin yoksullaşmasından hak arayanların demokratik kitle örgütlerinin ezilmesinden başka.
Ne gördük? Kadınların şiddete maruz kalıp nihayet emeklerin heder olmasından başka.
Ne gördük; önlem alınarak en aza indirilebilecek iş kazalarının, cinayet gibi ölümlerin tuzak kabul edilmesinden başka.
Ne gördük? Okullarda kızların başını örtüp din dersi zorunlu kılarken, neredeyse tüm ortaöğretim kurumlarını dini eğitim verecek kadar şekillendirmeden sözde dini vakıflara hayır işi yasal olmayan evlerine teslim edilen çocukların istismar ve tecavüze uğramasından başka ne gördük. (Salondan müthiş bir alkış).  Daha da acısı, bu istismarların kişi üzerine yıkılarak oluştuğu ortamların geçmişini araştırılmadan soruşturulmadan örtbas edilmesine çocuk karşıtı bir anlayıştan başka ne gördük. Ne yaşadık ne gördük ki ne bekleyeceğiz, aynı kadronun yapacağını anayasadan.
Biz 12 Eylüle darbe anayasası diyenler, bu güne kadar kaç defa kaç maddesi değişerek geldi ve ne yapacaklarını, bu deminden beri konuştuğumuz yaptıklarından tahmin etmek zor değil. Yeni anayasadan ne umut edeceğiz. Başkanlık sistemi denilen, dünyada iyi uygulamaları var gibi gösterilen, ancak örneklerinden de farklı padişahlık ve halifelik özentisiyle gücün tek elde toplanmasına öykülenilen bir yapıdan nasıl bir anayasa bekleyeceğiz. Bizim söyleyecek çok sözümüz var aslında, çok sözümüz. “Yetmez ama evet”çilere sözümüz var;  gericilere Orta Çağ özlemcilerine sözümüz var” .(Alkışlar).”Aymaz ama aydınlara sözümüz var;  numaracı cumhuriyetçilere, insanları diri diri yakanlardan hala demokrasi, hala açılım bekleyenlere sözümüz var (alkışlar); bir de sitemimiz var, sitemimiz toz duman arasında gerçeği görmeye çalışan eğriyi doğruyu ayırmaya samimi dindar olup da, dinin ticaretini, siyasetini yapanlara karşı çıkıp hesap sormayanlara, çocuklarımıza tecavüzü zeval görüp de “bir kerecik” diyenlerin yakasına yapışmayanlara sitemimiz var”. (Müthiş bir alkış) “Bütün bunları seyredip “artık yeter” diyemeyenlere, en azından sitemimiz var; yıllardır ilkeli davranan laik, demokratik yollarından sapmayanlar, dönmeyenler, çağdaş, ilerici, namuslu dürüst insanlar, yaşadıklarından ders çıkaranlar yollarını çizdi. Başkanlık  Anayasasına  “hayır” diyoruz.
Bizler, barışı özgürlüğü eşitlikte kurup hakça paylaşıp insana yaraşıp çağdaş bir yaşamı sürdürebilir. Ufak akılla buluşacağını, demokratik bir çizgide kol kola yürüye biliriz. Biz ne dinci, ne ırkçı oyunlara gelmeden teröre karşı mücadele edebiliriz. Yurdumuz toprakları üzerinde yaşayan her bir ırk ve inançtan insanın eşit ve eksiz yurttaşlık haklarıyla birbirine bağlandığı bir ulus olarak emperyalizme ve dayatmalara karşı durabiliriz. Bırakın bizler üstünden hesap kitap yapanlarla yan yana durmayı, bırakın yurdumuz üzerinde emelleri olanlara maşalık etmeyi, işte o zaman biz emperyalizme karşı durabiliriz. Atatürk’ün kurduğu ve sınırları Misak-ı Milli ile çizilmiş TC hepimizin devleti, Türkiye hepimizin yurdu, yurdumuza ulusumuza sahip çıkmak geriye götürecek iç ve dış barıştan uzaklaştıracak, laiklikten uzaklaştıracak,  demokrasiden uzaklaştıracak her girişime karşı durmak kararlılığındayız. Biz halkız, biz atılız, bizim dilediğimiz olacak, Türkan Hoca bir atılım dediği zaman bunu başka yerlere çekmişlerdi. Biz halk olarak atılım diyoruz, hiç kimse başka yere çekmesin, ancak o zaman tüm ezilen uluslara örnek olan o destansı savaşın sonunda bağımsız TC bize armağan eden Mustafa Kemal Atatürk’e kurtuluş ve kuruluşta sonraki eğitim ve aydınlanma ileri gitme mücadelesinde emeğini, canını verenlere borcumuzu ödeyebiliriz. Yeni anayasaya hayır, her türlü teröre hayır, gericiliğe hayır bu irademiz var”. (Alkışlar).

Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesindeki günleri yaşamaktayız - Tünay Süer
Cumhuriyet rejimi kâğıt üzerinde kaldı ve şimdi son hamle hazırlıkları içindeler.
Nedir o?
Gayrimeşruyu meşrulaştırmak.
Bunun için de yeni anayasa, daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi ve de askeri vesayetten, darbe anayasasından kurtulmak masalları pek güzel işleniyor.
 “Benim referansım İslam’dır” diyen ve taraflı olduğunu her zaman söyleyen,
Cumhuriyet rejiminin fiilen bittiğini ilan eden bir kişi öylesine rahat hareket ediyor ki
Padişahlık provası yapıyor.
Eh haksız da değil.
Yargı, yasama, yürütme elinde.
STK’ların büyük bir kitlesini eline geçirmiş, televizyonlar, gazeteler ona mahkûm olmuşlar.
YSK desen o da emrine girmiş.
Mecliste çoğunluk elde etmiş.
Askeri bağlamış,
Polis ordusu kurmuş.

Fakir fukaraya seçimden seçime makarna, bulgur, odun kömür dağıtıyor.
Yandaşlarına devlet kapılarında, özel sektörlerde iş veriyor.
Başını örtene aylık bağlıyor…
Din, iman, Allah, kitap diyor milleti bir güzel uyutuyor.
Helal olsun…
Başka ne denilebilir?
Öte yanda garip gurebanın, yetimin hakkını götürüyor…
Kendisini eleştirene veya kendinden olmaya bedelini ödetiyor.
Ve 14 senedir tek adam olarak ülkeyi parmağında oynatıyor.
Yaşasın SEŞSİS (!)
Yırtık pabuçla siyasete atılmış ama bugün sarayda yaşıyor.
Çoluk çocuk, yedi sülalesi o biçim mal mülk makam sahibi olmuş.
Özel uçaklar, tankerler, helikopterler, kendisini koruyan yüzlerce korumalar…
Kamyonlara sığmayan deste deste dolarlar, yurolar.
Bir dediği iki edilmiyor.
Tek korkusu kendisinden hesap sorulması…
Böyle debdebeyi, ihtişamı kim bırakır?
                                              ***
Küçükken babasına sormuş,
Biz Laz mıyız, Türk müyüz?
“Sana sordukları zaman Elhamdülillah Müslümanım de geç’ demiş.
“Hangi ırktan olursan ol, hangi kavimden olursan ol, ister Türk ol, ister Kürt ol, Laz ol, Çerkez ol, Gürcü ol, Abaza ol, Boşnak ol, Roman ol, ne olursan ol ama bizi birleştiren bir şey var, İslam” diyor.
Zihniyet bu diyeceğim ama değil ki…
Sadece kullanıyor.
Ülkemizde Ermeni, Rum, Yahudi vatandaşlarımızın yanısıra ateistler, Hıristiyanlar içinde sayıları belli olmayan küçük Bulgar, Nesturi, Gürcü, Roma Katolik ve Süryaniler var.
Ona göre bir arada yaşamak için yediden yetmişe İslam mı olmalıdırlar?
Sahi şimdi anımsadım, 11 Ağustos 2004 yılında  (Gürcistan gezisinde)” Ben de Gürcü'yüm, ailemiz Batum'dan Rize'ye göç etmiş bir Gürcü ailesidir “dememiş miydi?
12 Nisan 2005yılında  (Norveç'te) “Ben, Rizeliyim, eşim Siirtli. Türk değil, Arap” demişti.
İnsanların aklına haliyle takılıyor.
Benim milletim deyip durur ama hiçbir zaman Türk Milleti demez.
Türk olduğunu söylemeyen ve konuşmalarında Türk Milleti ifadesini kullanmayan Erdoğan acaba Türk değil mi?
Okullardan Andımızı bunun için mi kaldırdı?
Atatürk ve devrimlerine neden bu kadar düşman?
Hatırlarsanız “Türk Milliyetçiliğini ayak ayaklarımız altına almış bir iktidarız” demişti.
Türk olan bir insan kendi milliyetçiliğini ayaklar altına alır mı?
                                                            ***
Anayasadan Türk kelimesini çıkartma çabaları 2004 yılında başlamıştı.
Burhan Kuzu, bu ülkede Rumlar, Yahudiler var onun için yeni anayasada Türk kelimesini kullanamayız demişti.
Bülent Arınç;
“Türk kelimesi herkesi kapsamayan bir duruma gelmişse Türklüğe devam edemeyiz.
Ben Türküm demelerini ve Türkçülük yapmalarını kabul edemeyiz ”demişti.
Bu sözler suç değilmiydi?
Neden gereğini yapamadık?
Erdoğan’a gelince
“Ya Müslüman olacaksın ya laik. İkisi bir arada olunca ters mıknatıslanma yapar. Laiklik bir inanç değildir” dediğinde halkımıza doğruları neden anlatamadık?”
Dindar ve okuyamamış kitlelere laikliği dinsizlikmiş gibi göstermesi %99 u Müslüman olan halkı bölmek, kendisine baş eğen toplum yaratmaktan başka bir şey değilken neden sustuk acaba?
                                                      ***
Kendi seçtiği hatta paraşütle indirdiği TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın yeni anayasadan laikliğin çıkarılmasını dile getirmesi bir kesimin gözünde belki kahramanlık gibi algılansa da,
AKP de Erdoğan’dan habersiz hiç kimsenin nefes bile ,alamayacağını bilmek gerek.
Bu bir senaryodur.
14 senedir yavaş yavaş alıştırarak, oynanan oyunun bir parçasıdır.
Nabız yoklamadır.
Erdoğan has adamlarını daima korur.
Kahraman’ın istifasını istemek bundan ötürü boştur.
Erdoğan ne derse o olur.
Şimdi bu adamı suçlamak neye ki?
Muhalefetiyle, halk olarak, Atatürkçüler olarak bu günlere gelene kadar neredeydik?
Bunu düşünmemiz gerek.
Büyük Önderimiz Atatürk’ün Gençliğe Hitabesindeki günleri yaşamaktaysak, önce suçu kendimizde aramalıyız…

İşte böyle gümmm diye gelir, ‘laikliği özgürleştirme operasyonu!’
Takke düştü kel göründü denir ya, görünen kelin tamı Meclis Başkanı’na ait. Yarısı da Saray’a ve iktidara!
Küçüklüğünden beri ülkeyi, giysisi, kafası, eli - ayağı her şeyiyle İslamileştirmek için çalışan birisi. Beyni sadece o noktaya çalıştı, yaşamı, faaliyeti buna adanmış. Siyasal İslamın “büyük ağabeyi”. Erbakan’ın üstelik Kültür Bakanı eskisi... Taa o zamanlar faaliyetlerini Odatv sayıp dökmüş.
Erbakan ile birlikte tabii ki o dönemler “laik cumhuriyet”te, tam bir dam üstünde saksağanlar. Güya “zulüm” görmüşler. Ne zulmü? Ülkeyi İslamileştirmelerine engel çıkartılmış! Kahrolsun Kemalist yasalar, laikler ve uygulamaları!
Tabii en büyük engel, “Kemalist laikçilerin” anayasası... (*)

 Anayasa Tuzağı, Terör Ve Türkiye Paneli  (3) - Cevat Kulaksız

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı etkinliklerinden olarak, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) destek ve yönetiminde 24 Nisan 2016 günü Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde “Anayasa Tuzağı, Terör ve Türkiye” konulu panel düzenlendi.
Panelden önce, etkinliklere katılmak için yurdun her yanından otobüslerle gelen binlerce kişiler ile Ankara’daki çeşitli sivil dernek mensupları Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) toplanarak Tandoğan (Anadolu) Meydanından Anıtkabire yürüdüler. Sonra da binlerce Atatürkçü Nazım Hikmet Merkezine geldiler.
Binlerce kişinin doldurduğu Ankara’nın en büyük salonundaki panele, çok değerli siyasetçi, sendikacı, hukukçular konuşmacı olarak katıldılar.(Giden sayımızda adlarını ve görevlerini vermiştik).
AKP-RTE iktidarının planlı bir şekilde “yeni anayasa” adı altında anayasayı laik özünden ayrı olarak dinsel düşünceye dayanan bir anayasa yapma hazırlığı sırasında, bu konuşmaların yararlı olacağını düşünerek, tüm konuşmacıların konuşmalarının metinlerini çözerek okuyucuya sunmayı düşündük.
Metnin uzun olacağı ve okunmasının zor olacağını düşünerek her konuşmacının metnini bölümler halinde vereceğiz. Bu bölümde iki konuşmacıya yer verdik.

Gerici anayasaya karşı direnmeliyiz
Ülkemizi laik TC ni güya yöneten gerici iktidar, devletin her kademesinde ulusal bayramlarımızı yasaklayarak, ulusal değerlerimizi dinsel devlet yapılanmasına doğru sürükleyerek gerici bir anayasa yapma çabasında olan AKP-RTE iktidarına karşı okuyucumuzu, yurttaşlarımızı daha duyarlı olmasını sağlamak ve gerçekleri görmelerine yardımcı olmak için bu değerli hatiplerin uyarıcı konuşmalarına yer veriyoruz. Konuşmaları yazıya dökmek ne kadar zor olduğunu sanırım bilirsiniz, ama biz üşenmeden, yılmadan bu değerli konuşmaları size sunmayı görev bildik. Çünkü ülkemiz Cumhuriyet tarihinin en kritik dönemeçlerini yaşamakta. Hepimiz, ülkemizin yararı için iktidarın yapmaya çalıştığı kumpasla dolu gerici anayasaya karşı “hayır” diyerek direnmeliyiz.
“Dindar Anayasa”  isteyen 14 yıldır AKP-RTE iktidarında hiç siyaset yapmamış Meclis Başkanı İsmail Kahraman neden “seçmece”  Meclise başkan seçildiğini düşünebiliyor musunuz?  Gençliği demokratik parti ve kuruluşlarla mücadele etmiş, 1967 de Milli Türk Talebe Birliği Başkanı olmuş, türbana geçit vermeyen Üniversite yönetimini protesto için 68 günlük işgal ve boykot eylemi yapmış, TİP’in “diriliş” mitinglerine karşı “şahlanış” mitingleri düzenlemiş (bu olaylarda iki devrimci ölmüştü) daha nice gerici eylemler başını çekmiş, elinde “devrimci kanı” oluşmuş kişi özellikle seçilerek Meclis Başkanı yapılmış, bu seçilmede Devlet Bahçeli ve MHP de buna çanak tutmuştu. Laiklik, devrimcilik karşıtı nice eylemlere katılmış, Merhum İmran ÖKtem’in cenaze namazını bile engellemeye çalışmış, mazisi karışık Kahraman, elbette çizgisini koruyarak, “yeni anayasa dindar bir anayasa olmalı;  laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır” diyerek, aslına, mayasına dönmüştür. Laikliği koruyacağına dair and içerek başkan olan İsmail Kahraman, yürürlükteki anayasaya karşı suç oluşturan çıkışıyla pek çok kişi tarafından suç duyurusunda bulunmaktadır. Sahiden Yargıtay Başsavcısı acaba bu duruma karşı görevini hatırlayacak mı? Görevini yapacak mı. 
Yoksa bu gerici anayasa kabul edilirse, ülkemiz dinci, gerici bir Ortadoğu ülkesi olacaktır. O nedenle ülkemizin geleceği için bu konularda daha duyarlı olmalıyız.
 Anayasa Tuzağı, Terör Ve Türkiye Paneli  (3) - Cevat Kulaksız

CHP Başkan yardımcısı Bülent Tezcan şunları söyledi:
“-Dün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramıydı. 96 yıl sonra Türkiye’de “egemenliğin kaynağı gökte değil yerdedir” diyen, “egemenliğin gerçek sahibi ve temsilcisi milletin kendisidir” diyen ve Türkiye’de ilk defa bir Ulusal Kurtuluş Savaşını “Meclisle birlikte bir kişinin iradesiyle değil, milletin iradesiyle birlikte vereceğim” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün geleceğin kuşakları olan çocuklara emanet ettiği büyük bayramın yıldönümüydü. Ne hazindir ki, ne acıdır ki o gün kurulan TBMM şehitlerimizi bahane ederek, terörü bahane ederek 23 Nisan resepsiyonunu(kabul töreni) iptal etti. Her gün her an beş-on şehidin verildiği acı günlerin içerisinden geçiyoruz ve 23 Nisan günü terör gerekçesiyle “şehitlerimiz var” bahanesiyle resepsiyonu iptal edenler bir önce Antalya’da EXPO nun açılışında üç tane şehidimiz varken 22 Nisan günü eğlenceli açılış yapmaya utanmadılar. (Yuh sesleri). Böyle bir tablodayız. Meselenin ne olduğunu biliyoruz. Mesele şehitlere yanan yürekler değil onlar açısından, mesele Cumhuriyetin bütün değerleri üstüne ilk fırsatta hesaplaşmak ve ilk fırsatta Cumhuriyetin bütün değerlerini yok etmek. Hani başka bahanelerle deprem oldu, başka olaylar oldu diye Van Depremini bahane edip Cumhuriyet Bayramını kutlamayanlar, kutlamaları erteleyenler arkasından düğünlerde göbek atıyorlardı.  Bu anlayış aynı anlayışın devamıdır.
Evet, Türkiye önemli bir süreçten geçiyor ve bu sürecin içerisinde en önemli sorun terör sorunu; terör sorunu Türkiye’nin basit bir sorunu değildir. Terörü sorunu 21. Yüzyılda küresel terörün uluslar arası yeni bölüşüm planlarında bir araç olarak kullanılmasını Türkiye sahnesidir. Ortadoğu’da enerji koridorlarını yeniden paylaşmanın Ortadoğu’da yeni güç dengelerini yeniden yaratmanın ve halkların alınteri sömürmenin yeni bir aracı olarak kullanılan terör Türkiye’de tam bir anlayışla yeniden, yeni bölüşüm sürecinde uluslar arası aktörlerin bölgede yeni bir dansı, yeni bir tiyatro oyundur. Bütün mesele teröre karşı mücadelede bu tiyatro oyununu boşa çıkaracağız mı? Çıkaramayacağız mı? Bütün mesele buna karşı doğru bir hatta duracağız mı? Duramayacağız mı? Sorusudur, bu sunun da bir tane cevabı vardır. Tıpkı yüz yıl 96 yıl önce hangi cevapsa, bu gün de cevap odur. Bu programın adı altı ok programıdır. Teröre karşı bunu boşa çıkarılmalıdır. Bu Ulusal Kurtuluş Savaşımızın programıdır; tam bağımsızlık anlayışımsın programıdır; mili egemenlik inancının programıdır; ekonomik bağımsızlık, siyasal bağımsızlık, kültürel bağımsızlık anlayışının programıdır. Yani Türkiye’nin en devrimci programıdır. Bu program eğitimde, eğitimi vakıf, cemaat, tarikat anlayışına sıkıştırmaya, laik Cumhuriyet milli eğitim programıdır. Milli eğitimdeki o büyük adımın programıdır.
İşte bütün bu tabloda ekonomide kendi kaynaklarını kendisi üreten kendi gençlerine, çocuklarına yeni bir anlayışla gelecek yaratan evrensel ölçülerde üniversitelerde dünya ile rekabet eden bir ülke yaratma programıdır. Bu programın patentini biliyoruz, bu programın patenti Mustafa Kemal Atatürk’teki “bir millet yok olur dedikleri zaman nasıl ayağa kalktığının” göstermenin programıdır.
Böyle bir tabloda Anayasa Türkiye’nin bu sorunlarını çözmenin bir modeli olarak Türk siyasetinin gündemine gelmiyor. Anayasa tartışmaları konjektürel olarak bir beklentinin, bir hedefin planı biçiminde Türk siyasetinin gündemine oturuyor. Bu oyunun bozmak hepimizin görevidir. Siyaset kurumunun, milletin görevi. Anayasa tartışmalarında duruşumuzu net olarak koyduk, iki şey söyledik, evet özgürlük ve demokrasi istiyoruz.  Türkiye’nin özgürlükçü demokrasiyi geliştirmeye ve yeni bir adım atmaya ihtiyacı var. Türkiye’nin mevcut şekliyle demokrasiyi daraltan, örgütlenme özgürlüğünü, düşümce ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldıran bir yapıya tahammülü yok. Bunu değiştirmek zorundayız. Ama bunu özgürlükçü bir anlayışla değiştirmek zorundayız. Bir yenilikle tarihte sol her zaman yeniliğin, aydınlanmanın, özgürlüğün temsilcisi olmuştur. Bu düşünceyi ifade etmiştir. Bu gün özgürlüğü, demokrasiyi, yeniliği hiç kimsenin keyfine teslim etmeyeceğiz, kimsenin elinde heder etmeyeceğiz bu konuyu.
Ancak bir şeyi göz ardı etmeyeceğiz; burada anayasa tartışmaları sürecinde dedik ki, iki temel mesele vardır. Bir, Türkiye anayasayı tartışırken parlamenter demokrasiyi güçlendiren bir hatta olmak zorundadır. Biz o hattayız, biz anayasada yetkilerin bir elde toplanacağı bir yapıyı değil, biz anayasada gerçekten kuvvetler ayrılığını temsil eden, gerçekten denge ve denetleme mekanizmasını oluşturacak bir yapı istiyoruz. Parlamentonun kukla olmadığı, parlamentonun meclisin, o gazi meclisin tarihi kimliğinde gazi meclis olan meclisin gerçekten bunu hak edecek yetkilerle ile donatılan bir anayasal düzen istiyoruz.
Meclisin yetkilerinin artacağı, yürütmenin denetlenebileceği gerçekten bağımsız yargının olacağı siyasetçinin iki dudağı arasındaki talimata göre hareketle görev yapmayan, yanlı hareket etmeyen bağımsız bir anlayışla hareket eden, yargının gerçekten bağımsız olacağı ve Cumhurbaşkanının yetkilerinin parlamenter sisteme uygun bir şekilde daraltılacağı bir anayasa süreci istiyoruz. Doğru olan budur. Türkiye’nin ihtiyacı olan da budur. 82 Anayasasının en temel problemlerinden birisi bireyi arka plana atıp devleti ön plana çıkaran bir anlayışında iken bir ikinci temel problem deyince, şuydu, parlamenterler sistemlerde olmadığı ölçüde Cumhurbaşkanlığı yetkilerini artıran bir anayasa idi. Niye öyleydi? Çünkü darbeci cuntacılar vardı, Kenan Evren kendine göre bir anayasa dizayn etmişti. O dönemin beşli çetesi kendine göre bir anayasa arzu ediyordu, bunu dizayn ediyordu. Aradan geçen süre içerisinde iki büyük 16 yılında Kenan Evren’in kendisi için yeterli bulduklarıyla yetkileriyle yetinmeyen bir cumhurbaşkanı ile karşı karşıyayız. Böyle bir tablo ile karşı karşıyayız. Onun için şunu kimseye bırakmayacağız, anayasa tartışmalarında cumhurbaşkanın yetkilerini daraltacak bir adıma Türkiye’nin ihtiyacı vardır. Yok öyle yağma. Bu yetkilerin dahi kendisine yetmediğini söyleyen bir cumhurbaşkanına karşı yapılacak bir hak anlayışa karşı durulacak hat muhafazakâr bir hat olamaz. Hangi anlamda kullanıyorum muhafazakâr hattı, mevcudu koruma hattı olamaz. Aksine mevcudu dahi askıya almak isteyen bir anlayışa karşı gerçek anlamda devrimci bir duruş bu yetkileri de senin elinden alacağız diyen mücadeleci bir duruş olacaktır. Asıl hattımızı orada inşa etmek zorundayız.
Bunun için birinci temel yaklaşımız Türkiye’nin 200 yılık geleneğine uygun olarak parlamenter demokrasi anlayışıyla bir anayasa düzenlemesine ihtiyacımız var.
Ancak ikinci temel nokta şudur: Bunu yaparken, hani “anayasa tuzağı ve terör” diyoruz ya, işte bunu yaparken o tuzak denilen noktaya düşmemenin en önemli en temel güvencesi kurucu iradeden ayrılmamaktır.
İkinci duracağımız temel nokta kurucu iradeyi sonuna kadar savunacağız. Neyi ifade ediyor bu, Anayasanın ilk dört maddesinde ifadesini bulan değişmez ilk üç maddesinde ifade edilen dördüncü maddeyle de güvence altına alan kurucu iradenin değişmezliği anayasanın ilk dört maddesi değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek. Bu hattan bir adım dahi geri duramayız. Bunu o görüşmelerde çok net ifade ettik.
Bir şeyi çok açıkça ve cesaretle ifade edelim. Anayasanın ilk üç maddesi ne diyor? “Türkiye Devletinin şekli cumhuriyettir. Cumhuriyetin nitelikleri, demokratik, laik, sosyal hukuk devletidir. Başkenti Ankara’dır, milli marşı İstiklal Marşıdır, bayrağı ayyıldızlı bayraktır. Dili Türkçe’dir” değişmez bu temel ilkelerin değiştirilmesi teklif dahi edilemez.
Şimdi diyorlar ki, “darbe anayasası” neymiş, kurucu ilkelerin değiştirilemeyeceği sözü “darbe anayasasını mı koruyacağız” diye karşımıza argüman olarak çıkarılmaya çalışıyorlar. Şunu net ve açık yüreklilikle söyleyeceğiz, bu ilkelerin hiç birisi 12 Eylül cuntacılarının ve generallerinin kurduğu getirdiği irade değildir. Orada ifadesini bulan kurucu irade 1919 yılında Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Atatürk’ün koyduğu kurucu iradedir. İşte bu kurucu irade o iradedir ki bunun için bunlar rahatsız oluyorlar; yoksa darbecilerin iradesi olsa rahatsız olmazlar. Nerden biliyoruz bunu, darbecilerin diğer iradesinden rahatsılar mı? Cumhurbaşkanının yetkilerinin artırılmasından rahatsılar mı? Hayır. Tam tersine yetmiyor, “daha da artıralım” diyorlar. Ama bu iradeden rahatsızlar çünkü o irade Cumhuriyetin kuruluş ilkelerini ifade eden Ulusal Kurtuluş Savaşıyla temeli atılan ve taşları tuğlaları örülen iradedir.
Bu çerçeve içerisinde son olarak şunu söylüyorum. Türkiye halkla, milletle el ele vererek bu oyunu bozacaktır. Bu oyunu bozmanın yolu, tekrar son olarak şunu söylüyorum, bu oyunu bozmanın yolu muhafazakâr bir hatta durmak değildir, koruma noktasında durmak değildir. Türkiye’de özgürlüğü ve demokrasiyi ok edenlere karşı gerçek anlamda özgürlükçü bir programla karşı çıkmaktır. Bunun için de hep beraber el ele yürüyeceğiz ve bu anlayışı Türkiye’nin başına bela olan bu anlayışı en kısa zamanda yeneceğiz, Cumhuriyetçiler yeniden hâkim olacak güçlü olacak ve kazanacaktır”.

Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com

Anayasa Tuzağı Terör Ve Türkiye Paneli  (2) - Cevat Kulaksız
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı etkinliklerinden olarak, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) destek ve yönetiminde 24 Nisan 2016 günü Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde “Anayasa Tuzağı, Terör ve Türkiye” konulu panel düzenlendi.
Panelden önce, etkinliklere katılmak için yurdun her yanından otobüslerle gelen binlerce kişiler ile Ankara’daki çeşitli sivil dernek mensupları Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) toplanarak Tandoğan (Anadolu) Meydanından Anıtkabire yürüdüler.
Binlerce kişinin doldurduğu Ankara’nın en büyük salonundaki panele konuşmacı olarak Tansel Çölaşan (ADD Genel Başkanı), Nihal Kızıl (ÇYDD Gnl Başk. Yard), Ergün Atalay (Türk-İş Genel Başkanı), Bülent Tezcan (CHP Genel Başkan Yard.), Sabih Kanadoğlu (Türk Hukuk Kurumu Bşk), Hasan Kütük (Birleşik Kamu-İş Knfd. Gnl. Bşk.) Hüseyin Özbek (İstanbul Barosu Gnl. Sekrtr.), Aydın Özcan (İzmir Barosu Başkanı), Ramiz Erinç  Sağkan (Ankara Barosu Genel Sekreteri), Faruk Bal (MHP Önceki Genel Bşk. Yard.), Uluç Gürkan
(Eski TBMM Başkan Vekl.), Utku Reyhan (VP Genel Başk. Yard), Barış Terkoğlu (Gazeteci), Ömer Tanık (Oturum Yöneticisi, ADD Genel Sekreteri) katıldılar.
AKP-RTE iktidarının planlı bir şekilde “yeni anayasa” adı altında anayasayı laik özünden ayrı olarak dinsel düşünceye dayanan bir anayasa yapma hazırlığı sırasında, bu konuşmaların yararlı olacağını düşünerek, tüm konuşmacıların konuşmalarının metinlerini çözerek okuyucuya sunmayı düşündük.
Metnin uzun olacağı ve okunmasının zor olacağını düşünerek her konuşmacının metnini bölümler halinde vereceğiz. Bu bölümde iki konuşmacıya yer verdik.
İkinci konuşmacı olarak Ergün Atalay (Türk-İş Genel Başkanı) şu konuşmayı yaptı:
“-Bu gün Çanakkale Kara Savaşının 101. Yıldönümü. Bu gün Gazi Mustafa Kemal Atatürk, onun silah arkadaşları bundan 101 yıl evvel Çanakkale’de canlarını hayatlarını hiçe sayanlar onları minnetle anıyoruz. Bu toplantıyı organize eden değerli başkan, Türkiye’nin değişik yerlerinden bu salonu dolduran dostlar, Türkiş 64 yıldır bu ülkede evvele Türkiye’den yana sonra onu temsil etmiş işçilerden oluşmuş bir kurum.
Türkiş bugün Güneydoğu’da birileri hendek kazarken Türk işçileri askerlerin, polislerin beraber hendekleri kapatmaya devam ediyorlar. Değerli katılımcılar, işçiler her ülkede olduğu gibi, kendi sorunları kendi problemleri olan kitle örgütleriyiz. Onların biz temsilcileriyiz. Haftaya 1 Mayıs, bundan bir hafta evvel, bir hafta sonra 1 Mayıs olacak. Türkiş her sene 1 Mayısı büyük çoğunluğu İstanbul’da kutladı. Son iki yıldır da geçen sene madencilerin, işçilerin yoğunlukla yaşadığı Zonguldak’ta kutladı. Bundan bir evvel Türkiş başkanlar kurulu bir karar aldı, bu sene 1 Mayıs’ı bir yerlerde kutlamamız gerekiyordu. Sıkıntımız var, problemimiz var, kıdem tazminatı var, bir yerde bunları haykırmamız gerekiyordu. Türkiş başkanlar kurulu önümüzdeki Pazar günü 1 Mayısı Çanakkale’de kutlayacak sebebi şu: her gün beş tane şehidin geldiği bir ülkede eğlenmeden davul olmadan, zurna olmadan, şarkı olmadan bir yerde kutlamamızın en önemli yerlerden bir tanesi Çanakkale. Bundan 101 yıl evvel sekiz buçuk ay süren o savaşta her gün iki bin insanımız şehit oldu. İki bin insanımız öldü. Türkiş bu ülkede Türkiye’den yana milli olan herkesin yanında, milli olmayan Türkiye’nin karşısında olanın da karşısında, benden evvel de öyleydi, bu gün de böyle, böyle olmaya devam edecek.
Sayın Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Genel başkanı ADD nin başkanı bundan 20 gün önce buraya davet ettiği zaman bu gün Antalya’da bir program vardı, arkadaşlarım buraya katılacaktı, ilk defa katılıyorum, inşallah bundan sonra da ne zaman davet ederse sizlerle beraber olurum.
Değerli katılımcılar vatan yoksa ülke yoksa ne parti var, ne sendika var, ne oda var ne de dernek var. Özellikle bunun altını çizmek istiyorum. Vatan yoksa ne hastaneye gidebilirsiz, ne pastaneye; vatan yoksa konuşamazsınız. Bu gün Güneydoğu’da askerimiz, polisimiz geçmişte zaman zaman polislerimizle ilgili Türkiş başkanı olduğum için tayin isterlerdi, inanın altı aydır bir tane tayin gelmiyor. Herkes gönüllü olarak diyor ki, Güneydoğu’ya gideceğim” diyor; ordaki askerlerin, polislerin gözlerinden öpüyorum. Onların ailelerine Allah kolaylık versin. Ülkeden yana olmak lazım, haklıdan yana olmak lazım, zalimin karşısında durmak lazım. Hepinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum”.


Türk Hukuk Kurumunun Genel Başkanı Sabih Kanadoğlu’nun konuşması
“-Konumuz anayasa tuzağı. Tuzak kişiyi veya kişileri, karşıda olanları zor ve güce sokmak için kurulan düzenin adıdır. Bu anayasa tuzağı belli bir şekilde ifade edilir ki, gerçekte büyük tuzaktır, ana tuzaktır. Çünkü bu ana tuzak, TC Devletinin niteliklerini, Atatürk milliyetçiliğini, Türk sözcüğünü, üniter yapıyı, anayasadan çıkarma işlevidir ve bu işlevin sonunda geriye kalacak olan TC iyle Atatürk Milliyetçiliğine, Atatürk Cumhuriyetine ilgisi olmayan bir yönetim olacaktır. O halde bunun hazırlıkları yapılmıştır ve tuzaklar arka arkaya gelmektedir. Dikkat çekiyorum, acaba dokunulmazlık tuzağı, kimlik bilgilerinin yedi sene sonrasında ortaya çıkışındaki tuzak. Zaten 2002 den beri devamlı olarak karşılaştığımız tuzaktır. Kuran kursları tuzağı, devam edelim Ergenekon tuzağı, balyoz tuzağı, casusluk tuzağı sadece orda mı, adrese dayalı kayıt sistemi tuzağı, sessiz sistem tuzağı; devam edelim laiklik tehlikede değildir tuzağı; devam edelim sadece devam ederek bütün konuşmayı bu tuzaklarla doldurabiliriz.

Demokrasilerde tuzak yoktur.
Demokrasilerde ancak ve ancak anlaşma vardır, hoşgörü vardır, uzlaşma vardır, demokratik kültür gerekir, demokrasi etiği gerektirir, başarısız kalanların belirli bir şekilde görevini başkalarına devretme ve başarısızlıkta alışkanlık yaratmama ilkesi vardır. Belirli bir şekilde bu görevleri yerine getirmeyenler karşılarında tuzaklı bir demokrasiyle karşılaşırlar, karşı karşıya gelirler. Böyle bir demokrasinin, gerçek ve çağdaş bir demokrasiyle ilgisi yoktur. Bu bizim sadece bir madalyonun yüzüdür; öbür yüzüne baktığımız zaman madalyonun, demokrasimizin geldiği noktayı da söylemek mümkün olacaktır. Bir kere her şeyden önce şöyle düşünelim; TC Anayasasına göre tarafsız olması gerekli bir cumhurbaşkanının çok açık bir şekilde “artık bu ülkede yönetim şekli değişmiştir, bu fiili bir durumdur o halde buna uygun bir anayasa yaratmak gerekir” sözünün yanına, “parlamenter rejim buzdolabına alınmıştır” sözünü ekleyin ve ona da “yargı ve yasama benim ayak bağım” deyin işini de katın ortaya çıkan manzara budur.
TC nin şu anda içinde bulunduğu durum anayasası askıya alınmış bir ülkenin manzarasıdır ve bunlar açıkça cesaretle ve cüretle rahatlıkla söylenmektedir.
Peki, buna karşı ne yapmak gerekir?  Evvele ilk önerim şudur: Sizler ve hepimiz sahtekârlara, ikiyüzlülere, yalancılara kesinlikle aldanmayınız. Bunun örneklerini her yerde, her zaman çeşitli kimliklerle görmeniz mümkündür. Buna aldanmayınız. O halde şu anda ne yapmak gerekir, dediğimizde herhalde öncelikle şunu söylemekte yarar vardır ki, Norveçlilerde bir deyim vardır, “Atatürk gibi düşünmek”. Atatürk düşüncesi nedir? Atatürk düşüncesi hiçbir dogmaya dayanmaz. Akla ve bilime dayanır. O halde siyasi partilerin yapacağı iş, evvela eleştirel aklı kabul edecektir; ikincisi siyaset bilimini mutlaka kullanacaktır. Yoksa sövmeye karşı daha yüksek misli sövmekle halka güven veremezsiniz; halka inanç veremezsiniz, halka umut da veremezsiniz. O halde yapılacak iş, evvela her şeyden önce akla ve siyaset bilimine saygılı bir programla güç birliği yapmaktan geçer. Güç birliği siyasi partiler için kaçınılmaz bir sonuç olmalıdır. Çünkü eğer, güçlerinizi birleştirmezseniz karşı karşıya kalacağınız iki seçenek vardır. Bir ya bu ülkenin Atatürk milliyetçiliğine dayalı, insan haklarına saygılı üniter yapısı içerisinde laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin küf yurttaşı olarak yaşayacağız, ya da dinci bir iktidarın bir ümmetinin kulu, biat etmiş kul haline geleceğiz. O halde uyanmak zamanıdır, partilerin teker teker çıkarlarının ötesinde yurdun çıkarı vardır. O yurdun çıkarına inançla bağlanmak zorundayız. Başta söyledim, başarısız olanlar önceliğiyle giderler, başaran kişilere yerlerini bırakırlar. Ben TC nin elbet ilelebet bütün nitelikleriyle yaşayacağına gönülden inanıyorum. Yalnız bütün siyasi partilerin, sivil toplum örgütlerinin ve bütün kişilerin bu amaca ulaşmak için mutlaka çalışmaları gerekir, artık kaybedecek bir tek özgürlüğümüz kaldı; bir tek Türklüğümüz kaldı; onun için uyanmanın zamanı geldi ve geçiyor”.
Konuşmalar başlamadan önce, başında Kuvaayi Milliye kalpağı, kravatında Atatürk resmi, takım elbiseli ve elinde bayrağı ile birlikte andımız ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ve bazı renkli şiirler yazılı pankartı ile dolaşan ve askeri veteriner hekim albay olduğunu öğrendiğimiz Gülcemal Karakoç adlı asker emeklisi ayrı bir ilgi odağı oluşturdu, beğeni kazandı.


Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget