Nisan 2020
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Demokrasilerde Diyanet işleri başkanı dahil herkes haddini bilecektir!...
Demokrasi, cinsiyeti, sıfatı, mevkii ve makamı ne olursa olsun, en basit vatandaşından, en üst makamlardaki kişilere kadar herkesin haddini bilmesi, işine geldiği gibi hareket etmemesi gereken, bir rejimdir.  Demokrasinin güzelliği de bundandır.
Diyanet İşleri Başkanının,  eşcinsellik ve eşcinsellerle ilgili, toplumda tartışma yaratan sözleri, Ankara Barosu ve İnsan Hakları Derneğinin,  o sözler için suç duyurusunda bulunmaları üzerine, bu soruşturmanın tersine döndürülerek,  Ankara Barosu Başkanlığı hakkında soruşturma açılması, bu tartışmaya AKP Genel Başkanının da katılarak, "Diyanet İşleri Başkanımız o açıklamasıyla sadece inancının,  ilminin,  yürüttüğü görevin gereğini yerine getirmiştir.   Söyledikleri de sonuna kadar doğrudur.  " demek suretiyle, Diyanet İşleri Başkanına arka çıkmasının da ötesinde, "Diyanet İşleri Başkanımıza yapılan saldırı devlete yapılan saldırıdır.  " demesi, sağlık ve ekonomik sorunlarla boğuşan ülkemizi, kısır ve gereksiz bir çekişmenin içine sokmuş ve insanları daha da ayrıştırmaya yol açmıştır.
Ramazan ayının ilk Cuma hutbesini internet üzerinden veren Diyanet İşleri Başkanı; zina ve  eşcinsellikle ilgili olarak; ”Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor.   Lutiliği eşcinselliği lanetliyor.   Nedir bunun hikmeti.   Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir bunun hikmeti.   Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikahsız hayatın İslami literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu HIV virüsüne maruz kalıyor.   Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim.  ”demiştir.  Tartışma yaratan sözleri budur.
633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 1.  maddesine göre; İslam Dininin inançları,  ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek,  din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere;  Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.
Bu görev tanımına göre, Diyanet İşleri Başkanlığı ve onu temsilen başkanı; sadece İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ve din konusunda toplumu aydınlatmak, bu konuda dini bilgiler vermekle görevlidir.
Zina ve eşcinsellik,  dinen hoş karşılanmıyorsa ve haramsa; Diyanet İşleri Başkanı, sadece bunu ifade etmekle ve insanları aydınlatıp bilgilendirmekle yetinmek zorundadır.
İlgili yasanın 5.  maddesine göre de;  Diyanetin, Din İşleri Yüksek Kurulu;  İslam dininin temel bilgi kaynaklarını ve metodolojisini,  tarihî tecrübesini ve güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak,  dinî konularda karar vermek,  görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmakla görevlidir.
Diyanet İşleri Başkanı ve Din İşleri Yüksek Kurulu, anayasal bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığının birimleridir.
Diyanet İşleri Başkanlığı; evet anayasal bir kurumdur ama, görevlerini yaparken, kendisine yetki ve meşruiyet veren aynı anayasanın,  Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerine uygun davranmakla yükümlüdür.  Cumhuriyetimizin en önemli niteliği de, demokratik ve laik olmasıdır.
Diyanet İşleri Başkanı, Cuma hutbesinde; gayri meşru ve nikahsız hayatın İslami literatürdeki ismi olan  zina  ve eşcinselliğin,  İslam dini tarafından yasaklandığını ve haram görüldüğünü, bazı hastalıkların bu yolla bulaştığını söyleyerek insanları aydınlatabilir, bilgilendirebilir,  ama sadece o kadar.  Burada nokta koymak ve durmak,  haddini bilmek zorundadır.  Bu ülke laik ve demokratik bir ülkedir.
Diyanet İşleri Başkanının ve Diyanetin Din İşleri Yüksek Kurulu'nun hadlerini aşarak, ”Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim.  ”demeye hakkı ve yetkisi yoktur.
Ne demektir,  zina ve eşcinsellikle birlikte mücadele etmek, bu konuda insanlara çağrı yapmak?
Mücadele bir zorlamayı, dayatmayı ifade eder.  Zira,  mücadelenin tanımı;  Bir şeye karşı veya bir şey için uğraşmak,  savaşmak,  çatışmaktır.  Bu nedenle, Diyanet İşleri Başkanının birlikte mücadele edelim çağrısı yanlış anlamaya müsait ve çok tehlikeli bir çağrıdır.
Diyanet İşleri Başkanı olarak; laik ve demokratik bir Cumhuriyette, insanlara sadece dinin gereklerini hatırlatabilir ve tavsiyede bulunabilirsiniz, onları bilgilendirebilirsiniz.  Zina yapan ve eşcinsel ilişkide bulunan insanların cinsel tercihlerini kınayamazsınız, onları eleştiremezsiniz ve dayatmada bulunamazsınız,  onları İslam adına doğruyu bulmaları için zorlayıcı tedbirlere baş vuramazsınız, diğer insanlara, onlarla mücadele etmeye çağrıda bulunarak, onları hedef gösteremezsiniz.
Güzel bir söz vardır, günah da gizlidir sevap da.
Eşcinselliğin dini yönü kadar tıbbi bir yönünün bulunduğunu, bunun iradi bir cinsel tercihten öteye,  bir tıbbı sorun olduğunu siz biliyor musunuz?
Bugün Dünyada ve ülkemizde, işi müptezelliğe ve fahişeliğe kadar taşıyan azınlık eşcinselleri bir yana bırakırsanız, okumuş, üst düzey makam ve mevki sahibi olmuş ve hatta karşı cinsle evlenerek çocuk sahibi olmuş, toplumun çok değer verdiği ama eşcinsel olan, bu tercihini topluma zarar vermeden gizli yaşayan o kadar çok insan var ki; peki, bunlara ne diyeceksiniz, bunlarla da mücadele edebilecek misiniz?
Yine özellikle sanat çevresinden nikahsız,  gayrimeşru hayat süren aynı evi paylaşan ve çocuk dahi yapan, buna rağmen,  ünleri sebebiyle,  toplumda büyük itibar gören ve el üstünde tutulan insanlara ne diyeceksiniz?
Nikahsız,  gayrimeşru ilişki yaşayarak çocuk sahibi olan bakanları ne çabuk unuttunuz?
Çocuk gelinleri de unuttunuz herhalde.
Yasalarımıza göre, resmi nikah yaptırma yaşında olmayan kırsal kesimlerdeki, çocuk yaştaki kız çocuklarını, dini nikahla evlenerek koyunlarına alan onlarla cinsel ilişkiye giren milyonlarca kişi,  size göre zina yapmış olmuyorlar mı?
Size göre, dini nikah yaptıkları için bu çocuk gelinlerle cinsel ilişkiye giren utanmazların yaptıkları zina sayılmıyor demek ki.
Siz ne yapmak istiyorsunuz, sözde zinaya karşı çıkarak, dini nikahı meşru kılıp, demokratik ve laik cumhuriyetin laiklik ilkesinin içini mi boşaltmak istiyorsunuz?
Zina da, eşcinsel ilişki de alenen herkesin gözü önünde yapılmadığı sürece yasalarımıza göre suç değildir.  Zinayı suç olmaktan, iş başındaki bu iktidar çıkarmıştır.  Diyanetin görevi,  insanları zorlayarak, dayatmalarda bulunarak, diğer insanları yardıma çağırıp onlarla mücadele ederek zorla terbiye etmek değildir.
Biz de güzel bir söz vardır, ”Bana arkadaşını söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim ”şeklinde.
Bu ülkenin kurtarıcısı, devletimizin ve Cumhuriyetimizin ve de Diyanet İşleri Başkanlığının kurucusu büyük ATATÜRK'e ağıza alınmayacak küfürler eden, keşke Yunan galip gelseydi diyen  fesli Kadir denilen vatan hainine, resmi kıyafeti ve resmi makam aracıyla, ayağına kadar giderek VİP ziyarette bulunan ve hediyeler sunan, kan bağı olmadığı halde,  bu derece yakınlık göstererek bağ kuran ve o şahısla fikir ve zihniyet bağı olduğunu dolaylı olarak topluma ifşa etmekte mahzur görmeyen bir Diyanet İşleri Başkanının; haddini ve görev hudutlarını aşarak,  hutbede bulunması nedeniyle onu haklı olarak eleştirenleri,  hem de laik ve demokratik olması gereken devletimize yapılan bir saldırı olarak nitelendirmek, eşcinsel de olsalar, tüm vatandaşlarını kucaklamak zorunda olan, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanına asla yakışmamıştır.  Bize göre, Cumhurbaşkanı'nın bu suçlaması,  çok yersiz ve haksız bir suçlamadır.
Diyanet İşleri Başkanı; bir zamanlar ERDOĞAN'ın dediği gibi, İslam adına; ”hem laik hem de Müslüman olunamaz” diye bir görüş bildirir ve fetvada bulunursa, bu ülkenin vatandaşlarının %90'ının Müslüman olduğu gerekçesiyle, Cumhuriyetin anayasada öngörülen  laik niteliğini mi değiştireceğiz.  Bunu mu demek istiyorsunuz sizler?
Diyanet İşleri Başkanı,  insanlara doğruları göstermek ve terbiye etmek istiyorsa;
Kul hakkı yemenin, yalan söylemenin, ona buna iftiralar atmanın, kibirin, her şeyi ben bilirim demenin, insanlara tepeden bakarak hakir ve  hor görmenin, eşit koşullarda olmadan, kontrolsüz ve denetlenemeyen gücünü kullanarak ve o güce güvenerek insanlara hakaretler etmenin, lüksün, israfın, hortumculuğun,  usulsüz ihalelerle birilerini zengin etmenin, ülkenin kaynaklarını kendi hırsı ve yararı için heder etmenin, anayasa ve yasalara aykırı davranmanın, İslam dinine göre haram ve günah olduğunu, bu ülkeye hizmet eden ve halkını düşmanların elinden kurtararak bu devleti kuran, İslam’ın bu ülkede yaşamasını, ezan sesinin bu  gök kubbede çınlamasını sağlayan ATATÜRK'e saygının,  ibadetle eş değer olduğunu öğütleyen hutbe konuşmaları yapmalı, Fesli Kadir gibi vatan hainleriyle arkadaşlık yapmamalı onun gibilerden uzak durmalıdır. 
Var mıdır bir itirazı olan?

Güner Yiğitbaşı

28/04/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Suç Duyurusudur C. Savcılarını Göreve Davet Ediyoruz
Bu ülkede mecburi tutuklama yoktur. Tutuklama nedenleri olsa dahi, tutuklama kararı verip vermemekte,  hakim taktir yetkisine sahiptir. Yasal nedenleri olsa dahi,  isterse tutuklama kararı vermeyebilir. Yani, bu tutuklama yetkisi,  bağlı yetki değildir. Hakimi bağlayan bir yönü yoktur. Hiçbir hakim, ne yapayım nedenleri vardı tutuklama kararı vermek zorunda kaldım diyemez.
Tutuklamanın yasal koşulları çok açıktır.
Tutuklama,  ileride hükmedilmesi muhtemel bir cezanın peşinen infazı değil, bir tedbirdir ve asıl olan tutuksuz yargılanmaktır.
Bugün tutuklama nedenleri olsa dahi, tutuklamadan beklenen amacı hasıl edecek adli kontrol tedbirlerinden birine karar verilebilir. Bu imkana rağmen; bugün,  ülkemizde tutuklama bir sopa olarak kullanılmakta ve özellikle siyasi ve düşünce suçlarında, nedenleri olmasa dahi,  birilerini memnun etmek ve sorumluluktan kaçmak adına, acımasızca ve otomatikman gözü kapalı tutuklama kararları verilebilmektedir.
Tutuklama, kişinin hürriyetinden yoksun kılınmasıdır.
Kişinin hürriyetinden yoksun kılınması,  kural olarak suçtur. Ancak, bir yasa hükmü gereği, yasada öngörülen koşulların varlığı halinde verilen bir tutuklama kararı ile kişinin hürriyetinden yoksun kılınması suç değildir.
Ancak, tutuklamanın yasal koşulları eğilip bükülerek, yasanın öngördüğü tutuklama nedenlerinin içini dolduran haklı gerekçeler olmadan,  görevini kötüye kullanarak tutuklama talep eden ve tutuklama kararı veren hakimler, hürriyeti sınırlama suçunu işlemiş olacaklardır.
Örneğin, bir yazısından veya yaptığı bir haberden dolayı tutuklanan bir gazetecinin; kaçacağına ilişkin somut olgular ve vakıalar olmadığı halde, delilleri karartma ihtimaline binaen tutuklanması,  asla yasal değildir.
Zira, gazetecinin yaptığı haber ve yazdığı yazı,  gazetede yer almaktadır, şüpheli yapılan gazeteci de,  zaten yazdığı yazıyı veya yaptığı haberi, inkar etmemekte ve açıkça yazdığını veya haber yaptığını kabul etmektedir.
Artık toplanacak delil yoktur. O yazı veya haber içeriği, sadece savcı ve hakimler tarafından suç içerip içermedikleri konusunda değerlendirmeye alınacaktır.  Gazeteci şüphelinin veya sanığın nüfus ve sabıka kayıtları henüz gelmemiş olsa dahi,  bunlar davanın esasına ve kanıtlanmasına yönelik deliller değildir.
Bazen, delil olarak, resmi bir devlet kuruluşundan bazı bilgiler istenmiş ve onlar bekleniyor olabilir.  Örneğin; ek delil elde edilebileceği düşüncesiyle,  o gazetecinin veya başka bir şüphelinin bilgisayarına ve cep telefonuna el konulmuş ve incelemeye alınmış olabilir. Bu elektronik unsurların içinde suç unsuru olabilecek bir veri bulunup bulunmadığını inceleyecek ve bunu bir rapora bağlayacak olan emniyetin siber suçlar birimi, resmi bir merci olup,  şüphelinin tutuklanmaması veya tutuklu iken serbest bırakılması, bu delilin karartılmasına asla neden olamaz. Zira, şüpheli ve sanıkların, resmi kurumlara etki yaparak delil karartması mümkün değildir.
Tatbikatta, sıkça rastlanır, yukarıda açıkladığımız gibi, örneğin emniyetten bilgisayar ve cep telefonlarına ilişkin inceleme raporu henüz gelmemiştir, delillerin henüz tam olarak toplanmadığı gerekçe yapılarak,  tutukluluğa yapılan itirazın veya tahliye talebinin reddine karar verilir. Bu karar açıkça yasaya aykırıdır ve suçtur. Yasada delillerin henüz tam olarak toplanmamış olması, salt tutuklama nedeni olarak gösterilmemiştir. Tutuklama nedeni olan; henüz toplanmayan delillerin,  karartılması ihtimalidir. Resmi kurumlardan beklenen inceleme raporu delilinin karartılması da,  imkânsızdır.
Fetö'nün iktidar ile aynı yatağa yattıkları, emniyetin ve yargının Fetö'nün eline verildiği dönemlerde,  yargı ve emniyet işbirliğiyle kurgulanan ve kumpas oldukları sonradan açığa çıkan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk ve benzeri soruşturma ve davalar sebebiyle,  asker ve sivil yüzlerce kişi,  haksız olarak tutuklandılar ve yıllarca hüriyetlerinden mahrum bırakıldılar.
Bu soruşturma ve davalarda şüpheli ve sanık yapılan ve haksız tutuklandıkları anlaşılan ve her biri sonradan beraat eden bu kumpas davalarının şüpheli ve sanıklarının tutuklanmalarını talep eden ve bu talepleri kabul ederek tutuklama kararları veren ve Fetö'cü oldukları saptanan savcı ve hakimlerin; sadece yasa dışı Fetö örgütüne üye olmaktan yargılanmaları yeterli değildir. Bunlar ayrıca 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 77. maddesinde düzenlenen, zamanaşımı bulunmayan İnsanlık suçunu işlemişlerdir. Bu suçtan da ayrıca yargılanmaları gerekir.
TCK. 77. maddesinin birinci fıkrası der ki;(1) Aşağıdaki fiillerin,  siyasal,  felsefi,  ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmesi,  insanlığa karşı suç oluşturur:
a) Kasten öldürme.
b) Kasten yaralama.
c) İşkence,  eziyet veya köleleştirme.
d) Kişi hürriyetinden yoksun kılma.
e) Bilimsel deneylere tabi kılma.
f) Cinsel saldırıda bulunma,  çocukların cinsel istismarı.
g) Zorla hamile bırakma.
h) Zorla fuhşa sevketme.
(2)Birinci fıkranın (a) bendindeki fiilin işlenmesi halinde,  fail hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına; diğer bentlerde tanımlanan fiillerin işlenmesi halinde ise,  sekiz yıldan az olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur.
Fetö ve mensupları tarafından Türk Silahlı Kuvvetlerinin Atatürkçü ve laik kesimi, siyasal ve dini saiklerle,  bir plan doğrultusunda ve sistemli olarak hedef alınmış, haklarında kumpas suçlamalar oluşturularak,  yüzlerce asker ve sivil tutuklanmak suretiyle, bilerek ve isteyerek hürriyetlerinden yoksun kılınmışlardır.
Fetö Örgütünün üyesi olan ve bu tutuklamaları yaparak, yüzlerce kişiyi hürriyetlerinden yoksun kılan savcı ve hakimler,  aynı zamanda TCK. nun 77. maddesinde düzenlenen insanlığa karşı suçun da açık failleridir.
Yok öyle yağma, herkes işlediği suçların cezasını mutlaka çekmelidir.
Önüne gelen düşün insanlarını ve gazetecileri yasalara aykırı olarak kolayca tutuklatan ve tutuklayan savcı ve hakimlerimizin,  tarihten dersler çıkaracaklarını umarak, haksız ve yasa dışı tutuklama kararlarıyla insanlığa karşı suç işlemiş olan Fetöcü savcı ve hakimler hakkında,  TCK. nun 77. maddesi uyarınca,  soruşturma açmaya davet ediyoruz Cumhuriyetin savcılarını.
Yok eğer insanlık suçu olmaz diyorsanız, TCK. nun 109. maddesine göre, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçundan soruşturma açabilirsiniz, hem de mağdur ettikleri tutuklu sayısınca.
Haydin buyurun bakalım, kolay gelsin.

Güner Yiğitbaşı

26/04/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Özel Bankalara Kredi Baskısı
Özel Bankalar, kar amaçlı ticari kuruluşlardır.
Topladıkları mevduatlar karşılığında mevduat sahiplerine verdikleri faiz ile topladıkları mevduatları ihtiyaç sahibi kişilere kredi olarak vermelerinin karşılığında aldıkları faizler arasındaki fark,  bankaların en önemli kazançlarından biridir.
Özel bankalar da, mevduat sahiplerinin; paralarını,  güvenerek mevduat olarak kendilerine emanet etmeleri nedeniyle,  bir yerde kamusal niteliğe sahip kurumlar olup, bu nedenle Bankacılık Kanunu ile faaliyetleri düzenlenmiş ve devletin denetimine tabi tutulmuşlardır.
Bu itibarla,  özel bankalar;  Bankacılık Kanunu hükümlerine tabi olarak, devletin denetiminde faaliyet gösteren ve kamunun güvenine sahip,  kar amaçlı ticari kuruluşlardır.
Bankalar, ihtiyaç sahibi gerçek veya tüzel kişilere kredi verirlerken kredi verecekleri kişi veya kuruluşların ekonomik durumlarını, kısaca ifade etmek gerekirse,  verdikleri kredilerin geri dönüşünü riske atacak bir konumda olup olmadıklarını araştırırlar ve gerekli teminatları alırlar.
Banka yetkilileri;  Bankacılık Kanununun 160.maddesine göre, görevi nedeniyle zilyetliği kendisine devredilmiş olan veya koruma ve gözetimiyle yükümlü olduğu para veya para yerine geçen evrak veya senetleri veya diğer malları kendisinin ya da başkasının zimmetine geçirirlerse,  altı yıldan on iki yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılacakları gibi,  bankanın uğradığı zararı tazmine mahkûm edilirler.
Yani,  banka yetkililerinin zimmet suçları,  ağır bir cezai yaptırıma bağlanmıştır.
Burada tanımlanan zimmet suçu;  sadece,  banka yetkilileri tarafından bankanın paralarının doğrudan kendisinin veya başkasının cebine atılmasından, mal edilmesinden ibaret değildir.
Yargıtay’ın da kabulüne göre; kredi kullandırmaya yetkili bir bankacı tarafından, bankanın parasının doğrudan kendisinin veya bir başkasının yararına mal edinilmesi, zimmete geçirilmesinin yanısıra, gerekli mali istihbaratı yapmadan, gerekli teminatları almadan veya gerekli araştırmayı yapmasına rağmen, kredi vereceği kişi veya ticari kuruluşun mali yapısı itibariyle, vereceği kredinin geri dönmeyeceğini bile bile, göz göre göre kredi verilmesi ve o kredinin zamanında bankaya geri dönmemesi halinde de, bu koşullarda kredi kullandıran bankacı açısından,  zimmet suçu işlenmiş sayılmaktadır.
Şimdi okurlar diyeceklerdir ki; biz bankacı veya hukukçu değiliz bu bilgileri bizimle niçin paylaşıyorsunuz?
Şunun için değerli okurlar.
Hepiniz medyadan izliyorsunuzdur, devletin hazinesini plansız programsız, öncelikli ihtiyaç sırasına tabi tutmadan, taşa, toprağa, inşaata, gereksiz,  artı değer yaratmayan, üretmeyen, yeni iş alanları açmayan ölü yatırımlara, lükse harcayarak ülkemizi milyarlarca dolar iç ve dış borca sokarak iflasın eşiğine getiren siyasal iktidar, şimdi Koron virüsün de üzerine tüy diktiği,  içinde bulunduğumuz ekonomik krizde,   parasızlıktan kendilerine sahip çıkamadığı, destek olamadığı, özellikle orta boy işletmelere krediler vermesi için,  özel bankalara baskılar uygulamakta ve adeta banka yetkililerini, geri dönmeyeceklerini bile bile krediler vermeye zorlayan bir tutum sergilemektedir.
Yukarıda yaptığımız,  bankacıların  zimmet suçu tanımına göre; siyasal iktidar,  bankacıları geri dönmeyeceklerini bile bile,  kendilerine emanet edilen bankanın paralarını kredi yoluyla ziyan etmek suretiyle,  zimmet suçunu işlemeye azmettirmektedir.
Bankacılık Kanununun zimmet suçunu düzenleyen 160. maddesine ilave edilen; ”Bankacılık mevzuatı ile bankacılık usul ve prensiplerine uygun kredi kullandırma,  bu kredileri temdit etme veya ek kredi kullandırma,  taksitlendirme,  teminata bağlama yahut sair yöntemlerle yeniden yapılandırma işlemleri zimmet suçunu oluşturmaz” hükmü dahi,  bize göre;  geri dönmeyeceğini bilmesine rağmen,  göz göre göre kredi kullandıran,  bankanın parasını kredi adı altında başkasına vererek batıran banka yetkilisinin zimmet suçunu ortadan kaldıramaz.
Zira, bu hüküme göre, zimmet suçunun oluşmaması için; banka yetkililerinin,  bankacılık mevzuatı ile bankacılık usul ve prensiplerine uygun kredi kullandırması zorunludur.

Güner Yiğitbaşı

25/04/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

İstiklal Marşını Okuyan Erdoğan'ın Mesajı
Bugün,  23.Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının Ankara’daki Anıtkabir ve Meclis etkinlik ve törenlerine katılmayan AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; önceden ilan edildiği gibi, saat 21.00 de, önce Millete(Türk Milleti demediği için biz de millete yazdık)hitap etmiş ve arkasından da çocuklarla birlikte İstiklal Marşımızı okumuştur.
ERDOĞAN'ın;  her zaman olduğu gibi,  Türk Milleti diyemediği, milletim demekle yetindiği konuşmasında, bugün ‘ün yıldızı ve kahramanı önderimiz ATATÜRK'ün ismini,  konuşmasının başında bir kez telaffuz etmiş, konuşmanın içinde ve sonunda ATATÜRK'ü adeta görmezden gelmiştir.
ATATÜRK derken de; her zaman yaptığı gibi,  sadece Gazi Mustafa Kemal demekle yetinmeyerek, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK demek zorunda kalmıştır.
Yine, Türk Milleti diyememiş ve milletten bahsetmesi gerektiğinde, her seferinde yaptığı gibi, milletim demekle yetinmiş, hangi milletten bahsettiği yine anlaşılamamıştır.
İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif ERSOY vurgusu,  daha ihtişamlı olmuş ve ondan “Merhum  Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşımızı kalemiyle değil,  yüreğinin her zerresinden kopup gelen vecd ile yazmıştır. ”diyerek;  ona, ATATÜRK'den daha ziyade verdiği önemi göstermiştir.
Peki, Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşımızı kalemiyle değil,  yüreğinin her zerresinden kopup gelen vecd ile yazmış da, ATATÜRK ne yapmıştır, Türkiye Büyük Millet Meclisini,  hangi zorluklarla kurmuş ve vatanımızı,  hangi zorluklarla düşman işgalinden kurtarıp bağımsızlığına kavuşturarak bu devleti kurmuştur?
Bu konuda ses yok tabi.
Konuşmasında, 23.Nisan'ı adeta bir çocuk bayramına indirgemiş, bayramın asıl esprisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşu ve orada tecelli eden ulusal egemenlik kavramı üzerinde fazla durmamıştır.
İlk Meclisin kurulduğu 23.Nisan,  ATATÜRK'ün çocuklara hediye ettiği bir bayram günüdür ama, burada asıl amaç,  egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu olgusu ve vurgusudur.
Sayın ERDOĞAN,  konuşmasının son bölümünde; ”Bize bu vatanı armağan eden şehit ve gazilerimizi rahmetle şükranla anıyor,  çocuklarımızın ve tüm dünya çocuklarının bayramını tebrik ediyorum. Milletimizin ve tüm İslam aleminin bu gece ilk teravih namazını kılıp ilk sahurunu yapacağımız Ramazan-ı Şerifini tebrik ediyorum. “ demekle yetinmiş, günün kahramanı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurucusu, bu günü çocuklara bayram olarak hediye eden ATATÜRK'ü yok sayarak adını anmamıştır.
Ama, sanki gerekliymiş ve yeriymiş gibi, ”milletimizin ve tüm İslam aleminin bu gece ilk teravih namazını kılıp ilk sahurunu yapacağımız Ramazan-ı Şerifini tebrik ediyorum. ”diyerek dini politikaya alet etmekten geri kalmamıştır.
Bize göre, bu gece, ulusal egemenlik; ekmek arası köfte gibi, çocuk bayramı kutlamasıyla,  Ramazan kutlaması arasında tost edilmiştir.

Güner Yiğitbaşı

24/04/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

“Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir.”  Atatürk (1923)
Ulusal Egemenlik Bayramı sadece “Çocuk Bayramı’na dönüşmüştür
TBMM nin duvarında Atatürk’ün demokratik düşüncesini yansıtan “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” özdeyişi yazılıdır.
TBMM nin kuruluşunun 100 ncü yıldönümünde, şimdilerde,  2017 referandumundan sonra padişah sarayından daha geri ve lüks saray yönetimi ile ülkemiz yönetilmeye başlamıştır.
Ülkemiz demokrasinin özünü teşkil eden yukarıdaki özdeyiş düşüncesi Meclisimize yansıyor mu? Maalesef, sarayı ile KHK ile keyfi tek kişilik yönetimi ile Meclis kurucu iradesinden saptırılmış adeta 1920 den önceki saray yönetimine dönülmüştür. Çağdaş bir devletin temelini oluşturan üç erk yasama, yürütme, yargı tamamen tek kişinin komuta emri altına girmiştir. Halk tabiri ile “evliyaullahı da başa getirseniz, mutlaka yanılır”. Yasamada mecliste her konu tartışa tartışa gerçeğe doğruya ulaşmak varken, tek adam yönetimini istemek çok yanlıştır ve tek adam yönetiminin kararları yanlışlığa götürür. Bunu yaşayarak görmekteyiz, daha da sıkıntı çekerek göreceğiz. Tek adam yönetimi ile başarılı olmuş bir ülke de yoktur.
AKP-RTE yanlış da olsa kendi kafasına göre ülkeyi keyfi yönetmek için, ülkenin ekonomik danışma meclisi olan Yüksek Planlama Teşkilatını kapatarak tek adam yönetimine doğru yönelmiştir; bu çok büyük hata idi. Çünkü tüm yatırımlar, ülkenin bütün bilimsel verileri ülke çıkarlarına göre analiz edilip yatırım için sonunda karar verilir. Bu şans yok edildi.
“Ülkeyi uçuracağız” allaması pullaması ve seçim hilesi ile ülkemizi “tek adam yönetimine”  sürükleyen irade,  Cumhuriyetin ve TBMM nin 100 ncü kuruluş yıldönümü gibi en şerefli gününde TBMM ine gelmiyor bile. Gelse idi, orada belki “milli iradenin Meclisin önemi ve erdeminden” bahsedilecek, tek adamın kimyası bozulacaktı. Biraz da corona virüs salgını bahane edilerek Meclise gelmedi.  Parti liderlerinin Meclise gelmemesi” için kendi seçtiği Meclis başkanı tarafından telkin edilmişti.
Ulusal Egemenlik Bayramı sadece “Çocuk Bayramı’na dönüşmüştür

600 yıllık Osmanlı tarihinde tek adam yönetiminin, padişahlığın halkı “kul” uşak haline getirdiğini,  saray safahatı ile toplumu nasıl geriye bıraktığını Türk toplumu yaşayarak görmüştü. 23 Nisan 1920 de TC Devletinin temeli oluştururken, ulusal iradenin erdemini bilen Atatürk ve arkadaşları yasma-meclisin değerini bildikleri için Meclisi kurmuşlardı. Ama aradan 97 yıl geçtikten sonra 2017 de tek partinin istem ve iradesi ile anayasayı aniden değiştirip padişahlık gibi tek adam yönetimine geçmek Cumhuriyete, ulusal iradeye bir ihanettir. 
Lafı uzatmadan soralım, Batı’nın hangi çağdaş ülkesi böylesine tek adamla yönetiliyor.  Ülkede Müslüman dinini “dinci nesil yetiştireceğiz” diyerek dinciliği ön plana çıkaran bu tek adam yönetimine soralım: Hangi Müslüman ülke çağın ilerisindedir?  Hangi Müslüman ülke demokrasi ile yönetiliyor, hepsi de tek adamla yönetiliyor; hepsi de çağın en gerisindeki ülkeler. Bir ülkenin onuru şerefi, itibarı oraya buraya saray yaparak artmaz, ancak bilime, kültüre, sanata, teknolojiye yaptığı katkılarla artar. Yoksa oraya buraya lüks din külliyeleri, camiler yaparak ülkeler asla kalkınamaz.
Ama bizde bilim okulları (fen liseleri) azaltılarak, din okulları ( İmam Hatipler) artırılmıştır. Bu bilimden sapmaktan başka bir şey değildir. Örneğin 2002 yılında 450 İmam Hatip Lisesi sayısı bugün 1452 ye çıkarılarak Fen Lisesi sayısını dörde katlamıştır. Halen de İmam Hatip sayısı hemen her yıl artırılmakta. Oysa İmam hatip Liselerinin kuruluş amacı camilere aydın din adamı yetiştirmekti. Böylece katbekat İmam hatip mezunlarının artması ne demektir. Sadece “dinci toplum”, dinci eleman yetiştirmek, ülkeyi dinselleştirmekten başka bir şey değildir. Oysa dinle aydınlanmış, dinle kalkınmış dünyada hiçbir devlet yoktur. Atatürk’ün “yaşamda en iyi yol gösterici bilimdir”  dediği gibi ülkeler ancak bilimle kalkınır. Ülkemiz böylece bilim rotasından saptırılmaktadır.
Dini, Müslümanlığı sürekli devlet yönetimine sokan, ön plana çıkaran tek adam yönetimimize karşı, bakınız bilim dalında ancak bir Nobel alabilen bilim adamımız Prof. Dr. Aziz Sancar aynen şöyle diyor: “Müslüman ülkelerin 500 yıldır bilime hiç katkıları yoktur”. Yine 500 yıldır, günümüzde 60 civarında olan Müslüman ülkelerin hiç birinde demokrasi olmadı, kaldı ki şimdilerde bile hiçbir Müslüman ülkesinde demokrasi yoktur. Hepsi de tek adam iradesi ile yönetiliyor ve hapsi de çağın en gerisinde ve Batı’ya muhtaç durumda.
Ulusal egemenliğin, Meclisin erdemini çok iyi bilen Atatürk, 23 Nisan 1920 de açılan TBMM nin açılış yıldönümünü her yıl bayram olarak kutlanmasını istemişti. Türk çocuklarının geleceklerinin teminatı olan Ulusal Egemenlik Bayramını da çocuklara armağan edilerek “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” şeklinde kutlana gelmiştir.
Böylece günümüzde ulusal egemenliğin değeri ötelenerek bu bayram salt “Çocuk Bayramı” şekline dönüştürülmüştür. Zaten son 2017 referandumu ile milli irade ötelenip tek adam rejimine dönüştürülerek, bu “çocuk bayramı”  ile ulusal irade adeta dışlanmıştır. Çünkü ulusal irade tek adam iradesi haline getirilmiştir. Elbette tüm çocuklar bir ülkenin en önemli varlıklarıdır. Bu bayramlarda aslolan çocuklardan ziyade meclis ve ulusal irade ulusal egemenliktir.
Sonuç olarak, nerede bir tek adam rejimi varsa orada gerilik vardır; onun için yeni bir çağdaş anayasa ile tek adam yönetiminden vaz geçilerek çağdaş parlamenter sistemine geçilmelidir.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Akp Genel Başkanı O Kadar da Uzun Boylu Değil
Sayın AKP Genel Başkanı ERDOĞAN;  söylediklerinizi kulaklarınız duyuyor mu sizin?
Halkın,  canıyla ve geçim derdiyle uğraştığı, burnundan soluduğu bu korona virüs salgınına rağmen;  her geçen gün,  gerçek ve hukuk dışı konuşmalarınızla iyice batıyorsunuz ve halkı kutuplaştırıp ayrıştırıyorsunuz.
Sizin;   anayasa, yasa ve hukuk dışı,  gerçek olmayan konuşmalarınızı duydukça, bir hukukçu ve aydın olarak kafayı sıyırmak üzereyiz.
Yeter artık. Halkı enayi yerine koymaktan vaz geçiniz lütfen.
Konuştuklarınızı artık kulaklarınız duymalı, konuştukça battığınızın farkında değilsiniz.
Siz, bu ülkenin Cumhurbaşkanı olduğunuzu zannediyorsunuz ama, sürekli AKP Genel Başkanı gibi davranıyor ve konuşuyorsunuz.
Cumhurbaşkanı olduğunuzu, sizi haklı olarak eleştiren, size hak ettiğiniz ama suç teşkil etmeyen, eleştirel cevapları verebilme ve yazabilme cesaretini gösteren,  ülkesini seven insanlar hakkında haksız suç ihbarlarında bulunurken, hukuku ve savcıları sopa olarak kullanırken  hatırlıyorsunuz. Cumhurbaşkanlığı yüce makamını, AKP Genel Başkanlığına alet ediyorsunuz.
Cumhurbaşkanı olmanın ve yemininizin gereklerini yerine getirmediğiniz halde, cumhurbaşkanlığını,  size yönelik haklı eleştirilere paratoner olarak kullanıyorsunuz. Bu davranışınız;  hukuka,  mertliğe ve Kasımpaşalılığa asla sığmaz sanırım.
Sizin, hakarete varan haksız suçlamalarınıza,  haklı olarak cevap veren muhaliflerinize,  Cumhurbaşkanına hakaret ettikleri suçlamasında bulunmaya hakkınız yoktur.
Cumhurbaşkanına hakaret suçu;  gerçekten Cumhurbaşkanı gibi,  halkını tümüyle kucaklayan, halkını kutuplaştırmayan, milletin birliğini temsil eden, göreve başlarken namusu ve vicdanı üzerine yemin eden, Cumhurbaşkanı olmanın ve yemininin tüm gereklerini yerine getiren;   sözde değil, özde Cumhurbaşkanı olan kişileri koruma altına almak için yapılan bir düzenlemedir.
Siz ne yapıyorsunuz?
AKP Genel Başkanı gibi, sürekli siyaset yapıyor, muhalefete ve muhalefet belediye başkanlarına hakaretler yağdırıyor, onları haksız olarak paralel devlet yapısı oluşturmakla, PKK ve FETÖ gibi davranmakla ve eş değer olmakla suçluyorsunuz, bu suçlamalarınızın doğru olmadığını, vaktiyle Kürt açılımları ve FETÖ beraberliğinizle,  gerçek PKK ve FETÖ yandaşlığı yaptığınızı unutmuş gözükerek, muhalefeti suçlamakta haksız olduğunuzu,  aslında siz de çok iyi biliyorsunuz ama, yapacak ve bu millete verecek bir şeyiniz kalmadığı için, milletin gözünün içine  baka baka,   haksız ithamlarla çırpınıyorsunuz ve size doğrular söylenince, haksız suçlamalarınıza cevaplar verilip eleştirilince, Cumhurbaşkanı olduğunuzu hatırlayarak,  millete cumhurbaşkanına hakaret suçlaması sopasını gösteriyorsunuz.
Sayın ERDOĞAN;  siz sandıktan Cumhurbaşkanı seçilerek çıkmış olabilirsiniz, bu hiç önemli değil,  önemli olan Cumhurbaşkanlığı koltuğunu hak edebilmek, Cumhurbaşkanı gibi davranabilmektir.
Aslında, AKP Genel Başkanı olarak dahi söylememeniz gereken,  gerçek ve hukuk dışı söylemlerinizi sürekli yineliyor ve bu ülkeye hizmet eden CHP'li belediye başkanlarının halk yararına yaptıkları hizmetleri içinize sindiremediğinizi açıkça gösteriyorsunuz.
Belediyelerin;  anayasanın 126 ve 127. maddelerine göre,  idarenin yapısını oluşturan merkezi idare yanında,  mahalli idareler olduğu gerçeğini, eski İstanbul Belediye Başkanı olarak çok iyi bilmenize rağmen, işinize gelmediği için,  konuyu saptırıyorsunuz, belediye başkanlarının yetki ve imtiyazları arasında,  özel yasalarında açıkça belirtildiği gibi,  bağış toplama yetkileri vardır. Yardım Toplama Yasasında düzenlenen yardım toplama ile Belediye Başkanlarına özel yasaları ile tanınan bağış kabul etme eylemlerini birbirine karıştırmayınız.
Belediyeler;   anayasaya göre,  mahalli yönetim birimi olan kamu kuruluşlarıdır.  Belediyeleri,  Kanarya Sevenler Derneği ile bir tutarak,  yardım toplamak için Valinin iznini gerekli göremezsiniz.
Sayın ERDOĞAN;  duyduk ki, yalanlamadınız da, 23. Nisan günü Türkiye Büyük Millet Meclisinin 100 kuruluş yıl dönümü nedeniyle Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılacak olan özel oturuma katılmayacakmışsınız. Sanırım korona virüs salgını nedeniyle.
Biz, bunu çok yadırgadık ve hem kendi ve hem de sizin adınıza çok üzüldük. ATATÜRK olmak kolay değil biliyoruz, ATATÜRK'ün kısa hayatı,  koron virüslerden çok daha riskli ve tehlikeli, kelle koltukta savaş meydanlarında,  cephelerde geçti, hayatını hiçe saydı, bu ülke için geceli ve gündüzlü,  azgın emperyalist devletlerin üstün güçleriyle sürekli savaştı, Türkiye Büyük Millet Meclisini kurdu ve kurtuluş mücadelesini bu gazi meclis eliyle yürüttü, savaş meydanlarından kaçmadı, hayatını bu ülkeye adadı ve genç yaşta hayatını yitirdi. O da bilirdi canın tadını, ama bilmedi, hayatını bu ülkenin kurtuluşuna ve bağımsızlığına adadı. Cepheden cepheye koştu, ordularının başında yer aldı. Meclisi,  kendinden üstün gördü ve meclisten hiç kaçmadı.
Siz, yeri geldiğinde, bu ülkenin ikinci ATATÜRK'ü olduğunuzu ima eden tavırlar alıyorsunuz. Politikaya kefeninizi giyerek atıldığınızı söyleyerek,  mangalda kül bırakmıyorsunuz, çok kolay askeri harekat kararları vererek, insan evlatlarını gözünüzü kırpmadan Suriye bataklığına gönderiyorsunuz ve ölen askerler için de, görevlerini yaptılar, tabi ölüp şehit olacaklar, şehit olmak şereftir,  her kula nasip olmaz diyorsunuz ama, korona virüs salgını nedeniyle, en üst düzeyde korunma tedbirlerinize rağmen, meclisin açılışının 100. Yıl dönümü gibi çok özel ve önemli bir günde Mecliste hazır bulunmak istemiyorsunuz.
Umarız;   yanılıyoruzdur, bize yanlış bilgiler verilmiştir.
Meclisteki 100. Yıl kutlama oturumunda hazır bulunmayacaksanız, politikaya atılırken giydiğinizi söylediğiniz kefeninizi,  daha fazla üzerinizde tutmayınız.
Olmadı Sayın ERDOĞAN, hem de hiç olmadı.
Sayın ERDOĞAN size hak vermiyor da değiliz.
Belki de, ortada 100 kuruluş yıl dönümü kutlanacak bir Türkiye Büyük Millet Meclisi mi bıraktım, nerede o eski meclisler, meclisin içini boşalttım,  artık meclisin işlevi kalmadı,  meclis de benim diye düşünmüş olabilirsiniz. Böyle düşünüyorsanız,  yerden göğe kadar haklısınız. Zira, biz de aynı görüşteyiz.

Güner Yiğitbaşı

21/04/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Hasan Ali Yücel ve Neyzen Tevfik
17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümünü andığımız şu günlerde, Atatürk Devrimlerinin seçkin Türk aydını,  Köy Enstitülerinin kurucusu Milli Eğitim Bakanlarımızdan Hasan Ali Yücel’in gençlik yıllarında, Türk mizahının seçkin kişisi Neyzen Tevfik’in yaşamlarında kesişen bir anekdotu (hikâyecik) okuyunca sizinle paylaşmak istedim.(1)
“Neyzen Tevfik, Erenköy’de oturduğu dönemde, askerlerin talimgâh olarak kullandığı geniş bir araziye gidiyor, orada bir sıraya oturup neyini üflüyordu. Sefil bir kılıktaydı. Üzerinde yırtık pırtık bir ceket, yakası ve kol ağızları akmış bir gömlek, ayağında patlak ayakkabılar ve düğmeleri iliklenmemiş bir pantolon… Neyzen neyini üflerken, oralardan geçen 19-20 yaşlarında bir genç karşısına dikilip sürekli Neyzen’i dinlemeye başladı.
Bu delikanlı bir gün Neyzen’e acıdı ve yanına yaklaşarak bir para vermeye kalktı. Neyzen bu teşebbüsten hiç hoşlanmadı.
Haydı oğlu git işine” dedi. “Bak benim mataram rakı dolu. Bana vereceğin parayla git de sen kendine bir şişe rakı al”.
Delikanlı parayı uzattığına pişman olmuştu. Neyzen:
Utanma oğlum, utanma!” dedi. “Utandıkça rahat yaşayamazsın. Bak ben bu halimden utanıyor muyum? Başkaları utansın.”
Neyzen’in seslendiği bu kimdi acaba? Otuz üç yıl sonra İsmet İnönü’nün Milli Eğitim Bakanlığı’na atayacağı Hasan Ali Yücel…
1897 de doğan Hasan Ali, demek ki Neyzen’den 18 yaş küçüktü. 14 yaşında Mektebi Osmaniye’yi bitirdikten sonra Vefa İdadisi’ne girmiş ve orayı da bitirmişti. Savaş çıkınca askere çağırıldı. Neyzen’le arasında bu konuşmanın geçtiği günlerde Pendik’te askerliğini yapıyor ve zaman zaman talimgâha gidiyordu. Hasan Ali bu ilk karşılaşmayı hiç unutmadı.
Daha sonra Hasan Ali, Hukuk Fakültesinde okurken hocası Celalettin Arif Bey’le tartıştığı için okuldan atılacak, Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’ne yazılacaktır. İşte Neyzen’le ikinci karşılaşması o günlere rastlayacaktır. Hasan Ali Neyzen’e bir şiir yazacak ve onu Neyzen’e iletecektir. Neyzen bu şiiri okuyunca dudaklarını sağa sola çekerek karşısında ayakta bekleyen Yücel’e sonsuz dualar edecektir.
Ya daha sonraları? Hasan Ali Bey bakan olduktan sonra Neyzen’i zaman zaman toplantılara çağıracaktır. O öldüğü zaman da Hasan Ali şöyle diyecektir:
“-Ferdin ve toplumun üzerine çöken istibdadın baskısından kurtulmak için o dönemde iki yol vardı: İnsan ya işi deliliğe vurup sorumlu olmaktan kurtulurdu, ya da kendini içkiye verirdi. Neyzen bazen bu yollardan birine, bazen de ötekine saptı, ama hiç teslim olmadı.”
Neyzen, ülkenin işgal ve cehalet içinde kıvrandığı günlerde, ülkenin kurtuluşunu akıl ve bilim yoluyla ilerlemede görüyordu. Batıl düşüncelerle ilkel inançlarla, Ortaçağ kafasıyla uygarlığa ulaşılamayacağını biliyor ve şöyle diyordu:
Bilgisizliği yok edecek bilime tap
Gitme geçmişin karanlık yollarından, Batı’ya sap”.
Neyzen, padişahlar devrinden o güne kadar ülkenin iyi yönetilemediğini görüyordu, ülkedeki bu durumun düzelmesinden ümidini kesmiş olmalı ki Peygambere şikâyet eder, peygambere seslenen uzun bir şiir yazar, şiirde bu günkü dille şöyle yakınır:
…………………..
Cehalet her dönemde Türk’ün boğazını sıktı. Milli Eğitim adı altında okullarda ve medreselerdeki rezaletler gökyüzüne yükseldi ya Resulullah!
Milleti cehalete alıştırdılar. Cahiller yalanlar uyduruyor. Milletin burnuna kanca taktılar ya Resulullah!”
Neyzen, dini sömürenlere, yobazlara, koyu softalara saldırmaktan hiç çekinmez, şiir ve mısralarıyla onları taşlardır:
Bi’namaz (namaz kılmaz) deyip beni haktan uzak gören
Sığmaz senin hayaline mihrab-ü mübrem (umut kaynağı)
Sen sade beş vakitte ararsın Allahını
Ben her zaman emin ol, onunla beraberim.
Kabe’den maksat varmaktır yara
Kör gibi tapınma kara duvara”.
Neyzen Tevfik, ülkedeki idari sorunlar, yönetimdeki aksaklıklar konusunda eleştirmekten çekinmezdi:
Kim demiş bizde demokratik idare yoktur diye
Ne demek, olmazsa elbet dışarıdan alırız
Sır edip karne usulü ile o gümrük malını
Karaborsaya verir, biz bize benzer kalırız”.
Neyzen Tevfik ülkedeki her kimseyi korkusuzca eleştirir, rütbesi ne olursa olsun, sözünü dudaktan esirgemezdi:
Kime sordumsa seni, doğru cevap vermediler
Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler
Künyeni almak için partiye ettim telefon
Bizdeki kayda göre şimdi o mebus dediler”.

Cevat  Kulaksız

Cevat Kulaksız 
Son notlar


Hasan Âli Yücel, (d. 17. Aralık 1897, İstanbul - ö. 26.Şubat 1961, İstanbul) öğretmen, eski millî eğitim bakanı, Köy Enstitüleri'nin kurucusu.
Hasan Âli Yücel, 17 Aralık 1897'de İstanbul'da doğdu. Baba tarafından posta nazırı Göreleli Hasan Ali Efendi'nin, anne tarafından ise Japon sularında batan Ertuğrul firkateyni süvarisi deniz Albay Ali Bey'in torunudur. Babası Ali Rıza Bey, annesi Neyyire Hanım' dır.
Eğitim yaşamını sırasıyla Mekteb-i Osmânî, Vefâ İdâdîsi, Cağaloğlu Darülmuallimin-i Âli'ye (yüksek öğretmen okulu) okullarında sürdürdü. İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi felsefe bölümünü bitirdi ve 19 Aralık 1922'de öğretmenliğe başladı. 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin (Türk Dil Kurumu) kurulmasıyla Hasan Âli Yücel etimoloji kolu başkanlığına getirildi. 1935 yılında Cumhuriyet Halk Partisi'nden, İzmir milletvekili olarak meclise girdi ve art arda dört dönem milletvekilliği yaptı.          https://tr.wikipedia.org/wiki/Hasan_%C3%82li_Y%C3%BCcel

Tevfik Kolaylı  (24 Mart 1879 (Hicrî 1296; 1879 Bodrum, Muğla - 28 Ocak 1953; İstanbul), ya da yaygın bilinen adıyla Neyzen Tevfik, taşlamalarıyla tanınan Türk neyzen ve şairdir. Taşlama kitaplarının yanı sıra, çeşitli taksimler ve saz semailerinin bestecisi olarak da bilinir.
Osmanlı döneminde istibdada karşı, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere karşı gelenlere karşı hicvini kullanmış; haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır. Birçok defa tutuklanmış, ama kısa süre sonra serbest bırakılmıştır.
Bektaşi tekkesine mensup olmuş, hayatının büyük bölümünü İstanbul'da çeşitli hanlarda geçirmiştir. Son dönemlerinde Bakırköy Akıl Hastanesi'nde kendine ayrılan 21. koğuşta kalmıştır. 1930'larda kısa süreyle kendine bağlanan aylık haricinde düzenli bir geliri olmamıştır ve hayatı boyunca epilepsi nöbetleri ile uğraşmıştır. Aynı zamanda rakı başta olmak üzere fazla içki içtiği bilinmektedir ("Ancak bir alkolik onun gönlünü çalabilmişti: Neyzen Tevfik!").
https://tr.wikipedia.org/wiki/Neyzen_Tevfik      

(1)Kaynak: Çılgın ve Özgün Hıfzı Topuz Remzi Kitabevi sf 98-99

100.yılı görkemli olarak kutlamayı hak ettik mi?
Dört gün sonra, 23.Nisan.2020
23.Nisan.2020;
23.Nisan.1920 de Atatürk'ün önderliğinde kurulan,  Türk Milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini temsil eden, Bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşuyla taçlanacak olan, güçlü emperyalist devletlere karşı, kıt imkanlarla,  canla başla verdiğimiz milli mücadelemizin, bağımsızlık ve kurtuluş savaşımızın yönetildiği, buna dair önemli kararların alınarak uygulandığı, bünyesinden çıkan meclis hükümet sistemiyle ülkemizin yönetildiği, Türk Milletinin egemenlik hakkını,  onun verdiği yetkiyle kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşunun 100.yıl dönümüdür.
23.Nisanlar; aynı zamanda, ATATÜRK tarafından çocuklara armağan edilen Dünya'nın ilk ve tek çocuk bayramıdır.
Bu nedenle; bu çok güzel ve özel günü, Ulusal Egemenlik  Ve Çocuk Bayramı olarak kutluyoruz her yıl.
Bu yıl ise, tüm Dünya'yı ve ülkemizi de saran Korona virüs salgını nedeniyle, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşunun ve açılışının 100.yılını, zorunlu sağlık nedenleriyle,  100.yılın şanına uygun görkemli bir şekilde kutlayamayacak olmanın üzüntüsünü yaşıyoruz Milletçe.
Salgın nedeniyle, belli yaş gruplarına ve hafta sonları da herkese,  sokağa çıkma yasakları uygulanıyor, halkımız kaygılı,  100.yılı sokaklarda kalabalıklar halinde coşkulu bir şekilde kutlayamayacağımıza göre, hiç değilse evlerimizden, evlerimizin pencere ve balkonlarından balonlar uçurarak, marşlar söyleyerek kutlayalım diye, aramızda bir ittifak oluştu sanki.
Ancak; halkımız,  Türkiye Büyük Millet Meclisinin 23.Nisan.1920 de  kurulup açılışının 100 yılını coşkuyla sokaklarda kutlayamamaktan dolayı hiç üzülmemelidir.
Bize göre; herkes, başını iki elinin arasına alarak düşünmeli ve kendi kendine sormalıdır.
Bizler;
Bugün, 100.Yılda,  meclisin işlevsiz bırakılarak, yetkileri elinden alınarak,  adeta içinin boşaltıldığı,  çocuklarımızın; laik eğitimden ve bilimden uzaklaştırılarak, dini dogmalarla eğitildiği, yoksulluktan ve işsizlikten dolayı birçok çocuğumuzun gece yatağa aç olarak girmek zorunda bırakıldığı bu koşullarda, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanan Türkiye Büyük Millet Meclisinin 100.açılış yılını, görkemli bir şekilde kutlamayı hak ettik mi acaba?
Evet, bir düşünün bakalım;
Parlamenter sistemin,  güçler ayrılığının yok edilerek,
Tek adama dayalı, yasama, yürütme ve yargıyı tek adamın iki dudağının arasına terk eden şimdi yürüklükte olan bu ucube otoriter sistemin getirilmesinden,
Kuruluşunun 100.Yılını idrak ettiğimiz, duvarında “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir ”yazan Türkiye Büyük Millet Meclisinin; yetkilerinin yok edilerek içinin boşaltılmasından,
Bakanların,  artık seçilmiş milletvekillerinden oluşan Meclisin içinden seçilerek atanmasından vaz geçilerek, milletvekili olmayan kişilerden ve dışarıdan atanıyor olmasından,
Bu düzenin bakanlarının ve eskinin başbakanı ve bakanlar kurulu başkanı konumundaki yürütmenin başı olan Saraydaki tek yetkili kişinin,  Türkiye Büyük Millet Meclisini muhatap almayarak, Meclise dahi gelmemelerinden,
Meclisin, yürütmeyi denetleme yetkilerinin çoğunun elinden alınmasından,
Meclisin; en temel yetkisi ve varlık nedeni olan yasama yetkisinin sınırlandırılmasından, bu sınırlı yasama yetkisini dahi,  saraydaki tek adamın talimatıyla ve onun müsaade ettiği ve onay verdiği ölçü ve şekilde,  parmak kaldırıp indirmekle mekanik olarak yerine getirebilmesinden,
Meclisteki azınlık muhalefet milletvekillerinin seslerinin,  iktidardaki çoğunluk milletvekilleri tarafından kısıldığı, muhalefetin tüm yasa tekliflerinin gündeme dahi alınmadığı, önergelerinin iktidar çoğunluğunca peşinen reddedildiği, içeriğini dahi henüz bilmedikleri ileriye dönük muhalefet önergelerinin dahi reddedileceğinin peşinen ilan edildiği, bütçenin yapımında söz sahibi olmadığı gibi, bütçe harcamalarını dahi denetleyemediği bir meclisin oluşmasından,
Meclisin kurucusu ATATÜRK'ün; iktidar desteğiyle hakaretlere maruz bırakılmasından, ATATÜRK'e hakaret eden vatan hainlerinin,  iktidar tarafından korunup kollandığı,  onlara VİP insan muamelesinin yapıldığı bir düzenin oluşmasından,
Susarak, sesimizi yükseltmeyerek, demokratik direnme ve eleştiri haklarımızı kullanmayarak, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek, tüm yapılanlara gözümüzü kapatarak, korkarak, bu yetersiz ve demokrasiden nasibini almamış AKP iktidarına, göz göre göre oylarımızla destek vererek, 18 yıl boyunca kötü yönetimine boyun eğerek,   hepimiz sorumlu değil miyiz?
Alın işte size, layık olduğumuz yönetim, hapis evlerimizden balon uçurmak suretiyle 23.Nisanı kutlamamamızı dahi yasaklamış.
Bu şartlarda,  bizim neyimize,  23.Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının 100.yılını kutlamak.
Bu kutlamayı hak ettik mi?
Hangi yüzle kutlayacağız 100.Yılı?
Oturalım oturduğumuz yerde.
Biz nerede hata yaptık diyerek,  özeleştiri yapalım hepimiz.

Güner Yiğitbaşı

19/04/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Güven Tazeleyen İçişleri Bakanı'ndan  Beklenen Hamle
İçişleri Bakanı SOYLU'dan beklenen ve bizi hiç şaşırtmayan bir hamleye tanık olduk, biz ve halkımız.
Sayın SOYLU; salgın hastalıktan dolayı işlerini kaybeden ve sokağa çıkamayan ihtiyaç sahibi insanlarımıza nakit ve mali yardım götürebilmek için gönüllü bağış kampanyaları açan CHP'li Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanları hakkında soruşturma başlatmış.
Daha önce yazıp yayınladığımız makalemizle,  bu yardım kampanyalarının yasal ve belediye başkanlarının yetkilerinde olan bir işlem olduğunu, yasal dayanaklarıyla,  hukuken açıklamış ve sizleri bilgilendirmiştik.
Elli yıllık,  yargının; işi, savunma ve karar makamlarından oluşan üç ayağında da görev yapmış olan bir hukukçu olarak, bağış kampanyalarının,  anayasal ve yasal olduğunu, bu eylemleriyle belediye başkanlarının yasal haklarını ve yetkilerini kullandıklarını, iktidarın iddia ettiği gibi, devlet içinde devlet gibi davranmadıklarını, anayasanın 126 ve 127.nci maddelerine göre, idarenin; anayasaya göre,  çift başlı olduğunu, bu çift başlı idarenin birinci ayağının merkezi idare, ikinci ayağının ise,  mahalli yönetimler, yani belediyeler olduğunu,  buradan yinelemek istiyoruz.
Haklarında soruşturma açılan İstanbul ve Ankara Belediye Başkanları; suçlu değil, bilakis,  kendileri ve temsil ettikleri,  oylarıyla seçildikleri İstanbul ve Ankara'nın yardıma muhtaç yoksul halkı,  mağdurdurlar.
Burada bir suçlu varsa; o da, anayasaya ve yasaların açık hükümlerine rağmen belediyeleri yok sayan, onların yasal yetkilerini kullanamaz hale getiren, bağış toplamalarına yasak getiren ve toplanan bankadaki bağış paraları üzerine anayasaya ve yasalara aykırı olarak bloke koyduran İçişleri Bakanının ta kendisidir.
İçişleri bakanı, başkanlar hakkında soruşturma açtırma hamlesiyle,  hem suçlu ve hem de güçlü bir pozisyonun içine girmiş bulunmaktadır.
İçişleri Bakanı, geçtiğimiz hafta sonu ilan edilen ve yasağın başlamasından iki saat önce çok geç açıklanan iki günlük sokağa çıkma yasağından kaynaklanan,  halkın sokaklara çıkarak virüsü birbirlerine yayma riskinin tüm sorumluluğunu üzerine alarak,  geçtiğimiz pazar akşamı sosyal medya üzerinden,  samimi olmayan,  parti içindeki ve Saray nezdindeki gücünü test etmek ve güven oyu almak amaçlı, saray tarafından da kabul edilmeyen,  sözde istifa girişiminden muzaffer çıkmış, Saray ve parti nezdindeki gücünü ve güvenini tazeleyerek,  tekrar bakanlık koltuğuna daha da güçlü olarak oturmuştur.
Bu sözde istifa girişimini analiz ettiğimiz;  “BİR İSTİFA GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ” başlıklı makalemizi; ”Güvenoyu alan ve gücünü ispatlayan İçişleri Bakanını kim tutabilir bundan sonra?” diye sorarak bitirmiştik.
Evet, istifa girişiminden,  parti içinde ve Saray nezdinde güçlenerek çıkan ve adeta güven oyu tazeleyerek daha güçlü bir şekilde bakanlık koltuğunda oturmaya devan eden SOYLU'yu kim tutabilir bundan sonra?
Nitekim; bağış kampanyası açılalı yirmi gün olmuş, şayet ortada gerçekten işlenmiş bir suç varsa,  bugüne kadar niçin durulmuştur, soruşturma açtırmak için niçin beklenmiştir bugüne kadar? anlamak mümkün değil.
Bakan, bu gecikmiş soruşturma ile Saray'a olan diyet borcunu ödemek istiyor olmalı.
Zaten Saray ve AKP iktidarı, 25 yıldır ellerinde tuttukları Ankara ve İstanbul'u kaybetmelerini asla unutamıyorlar. Bu nedenle,  CHP'ye kaptırdıkları ve sonuçları genel seçimlere de yansıyacak olan Ankara ve İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlarının, bu salgın nedeniyle halk yararına gösterdikleri olumlu çalışmaları engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama korkunun ecele faydası yok, farkında olmadan bindikleri dalı kesmeye çalışıyor ve kendi sonların elleriyle hazırlıyorlar.
Umarız, bu soruşturmayı; devlet içinde devlet kurmaya çalışıyorlar, hükümeti devirmeye teşebbüs girişiminde bulunuyorlar diyerek, sanal ve kumpas bir terör suçuna dönüştürmezsiniz ve bunu neden göstererek, halkın oylarıyla seçilmiş olan ve halk yararına faydalı işler yapan ve bu nedenle halkın çok sevdiği İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlarını, görevden almaya kalkışmazsınız ve ülkenin başına bir çorap örmeye kalkışmazsınız.
Halk, virüs salgınından sonra uyandı artık. Kimlerin daha yararlı işler yaptıklarını,  kimlerin yapamadıklarını ve yapanları da engellemeye çalıştıklarını, bizzat yaşayarak, sıkıntı çekerek, somut bir şekilde,  çok iyi görüyorlar.
Bu nedenle, yasaları zorlayarak, oraya buraya şirin gözükmek, diyet ödemek için kontrolsüz gücünüzü kullanmaya kalkışmayınız, kontrolsüz güç güç değildir, keskin sirke kabına zararlıdır.
Yapmayın lütfen. Gücünüzü kontrol ediniz ve  halka yararlı işlerde kullanınız,  söylemesi ayıp, maskesiz çıkma yasağı getirdiğiniz halkımıza,  daha maske dağıtma becerisini gösteremediniz.
Allahtan korkmuyorsunuz, bari halkımızdan utanınız.

Güner Yiğitbaşı

18/04/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

“Memleketler kılıçla alınır, lâkin adaletle muhafaza edilir”-Timur
Timur’un imparatorluk mührü üzerinde Kuran’dan şu söz yazılı idi: “Adalet insanlığın tek kurtuluşudur”.
Osmanlı Tarihi Alphonse de Lamartine Kapı Yayınları 2011 sf 97

Yavuz Selim’den, r.t. Erdoğan’dan çok önce başka bir Türk Timur Şam’ı işgal etmişti

Timur, Yavuz Sultan Selim’in Şam’ı işgalinden (1521) 121 yıl önce, R.T.Erdoğan’dan da (2012-1521=491 yıl önce Şam’ı işgal etmiş Emeviye camisinde namaz kılmıştı. Namaz kılmıştı diyoruz çünkü R.T. Erdoğan 2012 yılında bir fütuhat tavrı ile Emeviye Camisinde namaz kılacaklarını söylemişti.  Ama aradan 8 yıl geçmesine karşın, RTE Şam’a doğru yaklaşmışsa da henüz orada namaz kılma arzusuna ulaşamadı. Ama Şam lideri Beşar Esat, Rus lider Viladimir Putin ile birkaç ay önce, RTE ye nazire yaparcasına Emeviye camisinden poz vermişlerdi.
R.T.  Erdoğan 5 Eylül 2012 yılında biliyoruz ki, Şam için şöyle demişti:
“Ama inşallah bize en kısa zamanda Şama gidecek,  Selahhadin Eyübbü’nün kabri başında Fatiha okuyacak,  Emeviye Camiisinde namazımızı da kılacağız” demişti.
https://tele1.com.tr/8-yil-once-erdogan-emevi-camiinde-namaz-kilacagiz-bugun-esad-ve-putin-emevi-camiinde-117499/ ( tıklanırsa kendi sesinden de duyabilirsiniz)
Durup dururken, komşu bir devletin başkentini işkâlla,  başkentin en büyük camisinde ibadet yapmak isteği bir saldırganlık istemi olsa gerek. Öte yandan, İzmir’den İstanbul’a kadar Yunanlıların arzu ve hayali olan lideri, “Ayasofya’da topluca namaz kılacağız” dese kızmaz mıyız?
Bu iki Türk liderden (Yavuz ve Erdoğan’dan) yüzyıllar önce, yine bir Türk olan Timur’un Şam’ı işgaline ilişkin garip ve ilginç olayları, şu coronalı sıkıntılı günlerde, tarihi kaynaklardan yararlanarak okuyucuya sunmak istedik. Ayrıca Şam-Suriye iç savaşla gündemde iken, Osmanlı’nın 390 yıl vilayeti olan Şam’da olmuş bazı ilginç olaylara yer vermek istedik.
Timur, Yavuz Sultan Selim’den, RTE den önce Şam’ı işgal etmiş, Emeviye Camisinde namaz kılmış ama hemen sonra, Yezid taraftarlarına öylesine bir mezalim yapmış ki, dilere destan.
Timur denildi mi,  ilk akla gelen Timur ve Yıldırım Bayazıt arasında geçen, iki Türk’’ün Türk’le yaptığı Ankara Savaşı ve öteki olaylar gelirse de, biz Şam konusu olduğu için,  Şam’ın işgaline ilişkin bu konuya değineceğiz
Timur Şam’ı öylesine bir işgal etmiş ki, tarihçileri, bütün Müslümanları şaşırtan, hazin vahşi olaylar yaratmıştır.
Yavuz Selim’den, r.t. Erdoğan’dan çok önce başka bir Türk Timur Şam’ı işgal etmişti

Evliya Çelebi seyahatnamesinde ve öteki tarihçilerin anlattığına göre, Timur Şam’a girdiği zaman, şehirde tellallar çağırtmış ki, “ben de Yezidiyim” diye meydanlarda ünletmiş.  Hz. Hüseyin ile Ehli Beyt sülalesine katliam yapan Muaviye-Yezid taraftarlarını  Emeviye camisine doldurmuş; bu arada Yezid’in kabrini de taraftarlardan öğrenir.  Gerçek durumunu Yezid-Muaviye karşıtı olduğunu açıklayan Timur, Camiye topladığı tüm Yezidileri, cami ile birlikte askerlerine yaktırır.  Yezidin kabrini açtırır, Yezidin kemiklerini yakar. Tüm askerlerini Yezid’in kabrine kakalarını yaptırır. Ayrıntıları Evliya Çelebi ve öteki tarihçiler aşağıda anlatmaktalar.
Bazılarımızın Timur için “Türk mü, Türk değil mi” tartışmaları bir yana, Timur, yine ata yurdumuz Orta Asya-Semarkat’tan doğmuş, kendisinin de “Türkümdediği gibi, özbeöz Türkoğlu’dur.
Timur kimdir?
Timur, bir eli ile bir ayağının sakat olması nedeni ile Timurlenk (Aksak Timur) olarak alınırdı. H.736-M.1335–1336 de Türkistan’ın Semerkant Keş şehrinde doğdu. Babası, Barlas oymağının beyi Turagay (Turgay), anası Tekine Hatun idi. Geçmişi Cengiz Han’a dayanan bir sülaleden olan Timur, atası Cengiz Han’ın geliştirdiği hile ve taktikleri yaptığı bütün savaşlarda daha da geliştirerek büyük ün kazandı.
Hz. Ali’nin “savaş bir hiledir” sözünü adeta kendine şiar edindiği için, her savaşta ayrı kurnazlık ve hileye, yendiği düşmanlarına da en zalimce gaddarlığa başvururdu. Timur, savaşta kendine direnen ülkeyi, düşmanlarını yendikten sonra öylesine bir katliam yapardı ki, yakar yıkardı.  Ayrıca esir aldığı düşmanlarının kafalarını kestirip kafalardan kuleler yaptırırdı. Bu kelle kule yapma olayı Timur’la Osmanlılara da geçmiştir. Direnmeyenleri affederdi. Böylece işgal edecekleri yerlere ilginç bir sinyal vermiş olurdu.
Gençliğinde bir baskında bir ayağını sakatladığı için, aksak topal anlamına gelen Farsça “lenkeklemesi ile “Timurlenk” adını taşırdı. Timur, hepsi zaferle sonuçlanan 17 sefer düzenlemiş, 27 ülkenin hakanına baş eğdirmiş, Doğu Türk Hakanlığı’nın tahtına çıkacak, imparatorluğun sınırlarını İtil (Volga)’dan Ganj Nehrine, Tanrı Dağlarından İzmir ve Şam’a kadar uzanan bir imparatorluğa hükmetmiş bir hükümdardır.
Timur, at binen, kılıç kuşanan, attığı oku yüzük deliğinden geçirecek kadar atıcı, bahadır; savaşlarda az bir kuvvetle uyguladığı çok değişik taktik ve hilelerle kendinden kat kat sayıca büyük orduları yenecek kudrette bir hükümdardır.
Timur Türkçe’de “demir” demektir. Yani dünyaya hükmeden ve felaket götüren araç demektir, dünyaya hükmeden ve felaket götüren araç. (sf 95)
Timur dünyayı aydınlatmaya çalışan düşünürlere hayrandı. Şairler için, “Tanrı’nın yeryüzündeki sesleri ve doğanın aynası” diyordu. Timur Türkçe, Arapça ve Fransızcayı çok iyi biliyordu. Semerkant’ın saygıdeğer bilginleriyle din, tıp, tarih, hukuk ve astronomi konularında tartışırdı. Çok okurdu, Cengiz Han’ın milli-tarihi yazılarına hayrandı. (sf 96)
Timur, İsfahan’da bıraktığı memurlarını ve beş bin kişilik askerini, isyan edip kırdıkları için, İsfahan’da yetmiş bin kişiyi kılıçtan geçirip kellelerinden kule yapmıştır. Bu olaydan sonra, Osmanlıda da düşman kellelerinden kule yapma olayı yapılmaya başlanmıştır.
Timur, İran seferinde, Şehname’nin yazarı ünlü şair Firdevsî’nin mezarına giderek, “kalk, kalk da, her satırında kötülediğin mağlup Türk’ü şimdi gör!” demiştir. Timur, şunları da söylemiştir:
“Biz ki Mülük-i Turan, Emir-i Türkistan’ız:
Biz ki Türkoğlu Türk’üz;
Biz de milletlerin en kadimi ve en ulusu
Türk’ün başbuğuyuz!..”

Firdevsî (d. 940, Tus - ö. 1020 ay.), Samanîler ve Gazneliler dönemleri İran edebiyatının önde gelen Farsi şair.

Selçuklu Devleti yıkılınca Anadolu’da Türkler parça parça gruplara, beyliklere ayrılmıştı. Bağdad Padişahı olan Sultan Ahmet Celayir ve Tebriz Hükümdarı bulunan Kara Yusuf, Timur'un yıkıcı gücünden korkarak sultan Bayezid'e sığındılar. Öte yandan Yıldırım'ın memleketlerini ele geçirdiği Anadolu Beyleri de Timur'a sığınıp Osmanlı Sultanlarından şikâyette bulundular. Timur’a sığınan bu iki Türk Beyinin abartılı şikâyetleri, iki Türk Hükümdarı olan Yıldırım Bayezit ile Timur’un birbirine düşman olmalarına neden oldular. Timur’un adamlarından olup Azerbaycan bölgelerinde hüküm süren Taharten üzerine Yıldırım Beyazıt Han saldırarak kadınlarını ve çoluk çocuğunu tutsak etmekle bu yüzden ve iki tarafta bulunan sığıntı beylerin kışkırtmaları ile ortaya çıkan olaylar, haberleşmeler   ve  sinirli mektuplaşmalar,   azarlamalar,   mağrur  Timur'un Osmanlı ülkesine girişi ile sonuçlandı.
Timur, 200 bin kişilik ordusu ve yanında Anadolu halkının hiç görmediği, devrin tankı olan binlerce filleri ile Anadolu içerlerine doğru harekete başladı.
Daha sonra, Bağdat ve Şam’a yönelerek yol boyu yakıp yıkma ve katliamlarına devam etti. Hoca Saadettin Efendinin tarihinde yazdığı gibi, “Bağdatlılar topu birden öldürülerek, ölüm tellalları seksenlik ihtiyarlarla sekiz yaşındaki çocukları bir fiyat üstünden sattılar. Kesik başlardan nice kuleler, ölülerden geniş tarlalar peyda oldu. Dicle Suyu Müslümanların kanlarıyla, ayrı düşen âşıkların kanlı gözyaşları gibi ala döndü. Bağdat sokakları öldürülmüş insan cesetlerinin kokuşmasıyla durulamaz halde idi.”
Yavuz Selim’den, r.t. Erdoğan’dan çok önce başka bir Türk Timur Şam’ı işgal etmişti
 
Timur ve askerleri Şam’a yöneldiler. Şam da, Kerbelâ olayını yaratan Peygamber sülâlesini Kerbela’da Hz. Hüseyin, Hz. Hasan ve öteki ehlibeyti katledip İslâm a büyük nifak sokan Emevi Halifesi Yezidin mezarını buldurdu. Timur Han,ben Yezit taraftarıyım diye Şam sokaklarında hile ile tellallar bağırttı. Ne kadar Yezidi varsa Timur’un sözüne inanıp geldiler. Hepsini Emeviye Camisine doldurup kimisin kılıçla, kimisini de yakarak katletti. Yezit’in kabrini açtırdı, kemiklerini yaktırdı, mezarının içini askerlerini teker teker pisleterek pisliği ile doldurdu. Ne acıdır ki, bunu bir Müslüman bir Müslüman’a yapıyordu.
Timur ülkeleri, beldeleri fethetmeye devam ederken, direnen halklara öylesine zulüm yaparmış ki, ahaliyi kılıçtan geçirir, kellelerini üst üste yığarak kesilen başlardan kule yaparmış. Bunu gören Gürcistan gibi ülke ve beldeler, Timur bize zulüm yapmasın diye topluca dinlerini değiştirmişler, Müslüman olmuşlar.
TİMUR SURİYE-ŞAM’DA
Timur 200 bin kişilik ordusuyla Sivas’tan Halebe kadar nice şehirleri yakıp yıkarak, talan ederek, nice kelle kuleler kurarak Halep Şam’a doğru hareket etti. Timur ve askerleri Şam’a yöneldiler. Şam da, Kerbelâ olayını yaratan Peygamber sülalesini katledip İslâm’a büyük nifak sokan Emevi Halifesi Yezid’in mezarını buldurdu. Timur Han, ben Yezit taraftarıyımdiye Şam sokaklarında tellallar bağırttı. Ne kadar Yezidi varsa Timur’un sözüne inanıp geldiler. Hepsini Ümeyye camisine doldurup kimisin kılıçla, kimisini de camide yakarak katletti, insanlık tarihinde ender görülen bir vahşet uyguladı. Yezit’in kabrini açtırdı, kemiklerini yaktırdı, mezarının içini askerlerin pisliği ile doldurdu. (Tac’ut tevarih Hoca Sadeddin Efendi)
TİMUR’UN YAPTIĞI VAHŞETİ EVLİYA ÇELEBİ ANLATIYOR
Timur 1400. Yılın sonbaharında Halep ve Humus’u sonra da Şamı’ı işgal etti. Şam’daki yaptıklarına değinmeden önce, Şam’ın en muhteşem camilerinden Ümeyye Camisine Evliya Çelebi’nin kaleminden anlatalım. Ümeyye Camisi Nuh Tufanından sonra Sam bin Nuh’un yaptırdığı binadır. 84 tarihinde Velid ibn Abdülmelik genişletip öylesine güzel tamir ettirdi ki, bu camide ibadet ederken, “ya Rabbi, beni bu cennetten çıkarma” diye dua ederdi. Gerçekten yine yeryüzünde benzeri yoktur. Tarihçiler bu cami için “400 sandık altın sarf olunmuştur” derler.
Timur Şam’a gelince halkın çoğunluğunun Yezidî Mezhebinden olduklarını öğrenince aklına şeytani bir fikir geldi. Etrafa tellallar salıp, Hazret-i Yezid benim gizlice Rabbim” deyipsecde etti, bunu etrafa ünlendirdi. Ayrıca Şam Eyaleti, Haleb’de, Tarabulus’da, Beyrut, Sayda, Kudüs’te dellallar bağırtarak, her kim Hazret-i Yezid’i severse nezeratından ve zekât sadakasından malını getirip hâşâ gizlice Tanrı yoluna harcasın” diye etrafa bu haber yayılınca en azametli lillah bütün Yezîdîler, Dürûzî, Teymani, Mervânîler taze canlandılar. Kendisine ne kadar padişah itaat ederse onların hediye olarak verdikleri kıymetli eşyaları avizeler edip mücevher çerağ ve kandiller ile tezyin eyleyip iki bin kese hazinesini orada koyup bir kerpici altın ve bir kerpici gümüş edip Yezîd’in asitanesini İrem bağına benzer bir bağ bina etmeye mühendisler getirtip başladı.
Yezîdî görülen, öyle tanıtılan Timur’a karşı altın, gümüş yardımlar verilmeye başladı. Yezîdîler, “bre meded! Timur Sultan bizim Hazret’i Yezîd’î severmiş. Şam içinde bir cennet dahi yaparmış ve bizim Hazret’i Yezîd’i orada secdegah edermiş”
diye bütün Yezîdîler aşıkar olup bir senede o kadar mal geldiki hesabını Cenab-ı Barî bilir.
Tuhfe’de yazıldığına göre, altı kerre yüz bin altın kerpiç ve altı kerre yüz bin gümüş kerpiç kesildi. Her kerpici onar vukıyye ki sekizi bir at yükü on altısı bir deve yükü olmak üzere kerpiç kesmiş. Büyük kubbesi ve mihrab ve minberi saf murassa ve mücevher ederim” deyince Şam eyaletinde cevahir kalmayıp Yezid’in binasına fertute-i zal-i zamanlar dahi malik olduğu cevahirini getirirlerdi. Böyle o kadar cevahir neviden dahi toplandı ki haddi yoktu. Badehu Timur Yezid’in imareti mahalinde Ümeyye camisine gelip bütün Yezidî ayanını topladı ve Timur onlara şöyle dedi:
“Ey Yezid âlimleri, sizlerden muradım odur ki beni evlendirin, zira ben bu Şam’ı tahtgâh edinirim. Bana öyle güzel bir kız bulun ki felekte benzeri olmasın” dediğinde bir Yezid Şeyhi şöyle dedi:
“-Padişahım! Eğer cariyeliğe kabul edersen benim kızımı size vereyim” dedi. Timur da, kabul” deyip kırk gün kırk gece düğün oldu. O kadar hediyeler, mal toplandı ki gök meydanında çadır kuracak yer kalmadı. Tabi halen tüm Yezidîler, Timur’un Yezidî mezhebinden yani kendilerinden olduğunu sanıyorlardı. Timur’un bu şeytani tuzağına, hilesine kanan Yezidîler, sonunda acı gerçeği feci bir şekilde öğrendiler.
Yine kırk birinci gün bütün âlimler Ümeyye Camisi içinde toplanıp “kırk sekiz bin âdem (insan) toplandı” derler.
Timur, Ümeyye camisine toplanan Yezidi ileri gelenlerinin huzurunda, nikâhladığı Yezidî kızının ud yerlerini açarak cinsi münasebette bulunmak ister. Buna Yezidî uleması razı olmaz, şöyle derler:
-Yezidî Şeyhimzin ırzına halel gelip, bu kadar halk içinde o güzel kızın avret yerini niye açarsınız”.
TİMUR NİKÂHLADIĞI YEZİDÎ KIZI İLE CAMİDE CİNSİ MÜNASEBETTE BULUNMAK İSTER.
Timur o anda gerçek tavrını, gerçek yüzünü ortaya çıkarıp, hemen nurlu Timur şöylece kükredi:
-Ya bire melunlar! Hz. Peygamberin evladı ayalini, siz Yezidiler, Kerbela çölünde İmam Hüseyin’i şehid edip mübarek başlarını sopaüzerine dikip vilayet vilayet gezdirip zev’l ihtiramın evladını susuzluktan helak edip nice bin Sahab-i kiramı ehl-i beytleri ile katledip İmam Hüseyin’in ehl-i beytini soyarak avret yerlerini açarak deve üzerine bindirip âleme teşhir edrek Cenab-ı İzzet develerinin karnını yarıp avret yerlerini örterken yine develerden o ehl-i beytleri indirip yaya yürütüp çırıl çıplak bu kadar Yezid askeri içinde gezdirip malamat ettiniz. Hazret-i Risalet-penah’ın ve bütün imamların ırzlarına halel gelmez miydi ki şimdi bir sizcileyin Yezidî melunun bir kızını nikâh ile alıp şurada bir köşede gizlice çiftleşeyim demem ile Yezidî şehinizin ırzına halel gelir” dersiniz. Bire melunlar, sizin ırzınız nedir?
TİMUR, CAMİDEKİ TÜM YEZİDİLERİ YAKTI
Sizi katledeyim mi? Deyip Ümeyye Camisi’nden dışarı çıkıp dört bir tarafındaki kapılarını kapatıp Tatar askerlerine emredip Ümeyye Camisinin dört bir tarafında dağlar gibi odunları yığıp taraf taraf ateş edip bütün Yezidîler Nemrud ateşi içinde kaldılar.
Oradan Yezid’in kabrine gidip kabrini açtırdı. Yezid’in naaşını taptaze buldu, Yezid’in cesedini yaktı. Oraya toplanan bazı Yezidîler, “sahabe-i kiramdandır, sultanım affeyle”
diyenleri dahi ateşe attı, yakıp küllerini havaya savurdu. Ordusunun bütün askerlerine emrederek def-i hacet etmelerini (çişlerini yapmalarını) istedi. Hala o Yezid’in kabrinin olduğu mahal Koyunkapusu’nun iç yüzünde gelen ve gidenlerin geçtiklerinde “inatçı Yezid’in mezarıdır” diye def-i hacet ederler.(Ev. Çe. Se. sf 506)
Hala bazı Yezidîler o mahalden geçerken ya hürmetle öper yahut taşlanmış mezar taşının yahut üzerindeki pislikleri temizlerler, yani kendilerince Yezid’in azabını hafifletirler.
Timur Şah, kısaca Şam’da köşe bucak Yezidî aradı, onları kıra kıra, mallarına el koya koya o kadar fazla mal birikti ki hesabını Allah bilir.
“Bu felaketten sonra Timur ordusunu dünyanın dört cennetinden biri diye anılan Şam Ovası’nda dinlendirdi”. (Osmanlı Tarihi sf 107)
TİMUR ÜMEYYE CAMİSİNİ TAMİR ETTİRDİ
Timur’un yanında bulunan ulemadan bazıları “padişahım bu melun Yezidîler’in sebebiyle Ümeyye Camisi içinde bulunan Hazreti Yahya bile yandı, aman padişahım şu ateşi söndürelim”  deyince Timur pişmanlık duydu. Yanan Yezidîler’in cesetlerini camiden temizlediler, nice bin şişe gül suları döküp, tütsüler yaparak camiyi temizlediler. Nice servet harcayarak, camiyi eskisinden çok daha iyi restore ettiler, Hz Yahya’nın kabrini de yeraltına on yedi taş basamakla inilen mezar türbesini yeniden yaptılar. (Evl Çel. Sf 507)
Timur Şah, “bu kadar bin katar develer yükü ile mücevher gümüş ve halis altınla Hind’e gitti, orada vefat etti. (1405)
Anadolu’yu baştanbaşa talan eden Timur Han, Yıldırım Beyazıt’ın ölümünden iki yıl sonra Otrar’da 1405 de ölünce, cesedi mumyalanarak Semerkant’a gömüldü.
Kaynak:
Tacu’t Tevarih Hoca Sadeddin Efendi Kültür Turizm Bakanlığı Yay. 1974- c:1, sf:241–242
Eviya Çelebi Seyahatnamesi Hac Kitabı Yeditepe Yayınevi 2011 sf  -354-357-375-475-505-506-507-517-561
Osmanlı Tarihi Alphonse de Lamartine Kapı Yyaınları 2011 sf sf
Osmanlı Tarihi Ord. Prof.Dr İ.Hakkı Uzunçarşılı.Cilt: 1, Sf:303
Ana Brtnka. Cilt: 21 Sf: 20

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Huzurlarınızda Yeni İnfaz Yasasından Manzaralar
Ceza Ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair,  7242 sayılı torba kanun,  15/04/2020 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiş bulunmaktadır.
Bu kanun da,  AKP iktidarının çıkardığı diğer kanunlar gibi, anlaşılması zor ve kanun yapma tekniğine aykırı olarak yapıldığından,  bir hukukçu olarak biz dahi anlamakta zorlandık,  bunu peşinen belirtmeden geçemeyeceğiz.
Bu kanuna kısaca infaz kanunu diyeceğiz makalemizin sonraki bölümlerinde.
Bu kanunla,  Ceza Muhakemesi Kanununda yapılan bazı değişikliklerle, adli kontrol tedbirinin sınırları genişletilmiş olup, bunu lehe bir değişiklik olarak görebilirsek de, bunun aynı zamanda zararlı sonuçlar da doğurabileceğini kabul etmek gerekecek.  Zira, bizim hakimlerimiz yasal tutuklama nedenleri olmadığı halde,  yasaları çiğneyerek çok kolay tutuklama kararları verebildikleri için, tutuklamanın yasal koşulları olmadığı halde, şüpheli veya sanığı salıverme yerine,  kolaya kaçıp,  adli kontrol tedbiri uygulayabileceklerdir.
Ceza Muhakemesi Kanununun 112.   maddesinde yapılan değişiklikle getirilen “ Hakkında mahkûmiyet hükmü verilmiş ve bu hükümle ilgili olarak istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurulmuş olması hâlinde,  UYAP kayıtlarını incelemek suretiyle,  hükmü veren ilk derece mahkemesi de tutuklama kararı verebilir.   “düzenlemesi,  uygulamada çok sakıncalı sonuçlara neden olabilecektir.
Zira, bir sanık hakkında mahkumiyet kararı veren yerel ilk derece mahkemesinin, mahkumiyet kararıyla birlikte sanığın tutuklanmasına karar vermemesi veya tutuklu sanığı, tutuklama nedenleri kalmadığı gerekçesiyle,  hükümle birlikte tahliye etmesi halinde, bu kararı beğenmeyen merci ve makamlar, örneğin Adalet Bakanı veya Saray, sanığın tutuklanması için girişimde bulunabilecek ve sanığın, elini işten çekmiş bulunan ve evrensel hukuk kurallarına göre,  artık bir karar yetkisi kalmayan hükmü veren ilk derece mahkemesini sanığın tutuklanması için baskı altına alabilecektir.  Bunun yasal prosedürü yasada yer almamakla birlikte, yerel savcılık vasıtasıyla, itiraz yolu kullanılarak bu sağlanacaktır.
Bu uygulamanın örneği, hem de beraatine karar verilerek tahliye edilen bir darbeye teşebbüs sanığında yaşanmış, istinaf kanun yolundaki sanık, itiraz yoluyla ilk derece mahkemesi tarafından tutuklanmıştır.  Neyse ki, yeni düzenleme ile beraat eden sanık için bu yol tıkanmış ve sadece mahkumiyet kararı verilen sanıkların, hükmü veren ik derece mahkemesi tarafından tutuklanabilmesiyle sınırlı tutulmuştur.
Eskiden şartla salıverilme için cezanın üçte ikisinin iyi halle çekilmiş olması koşulu gerekli iken,  çekilmesi gereken sürede indirime gidilerek,  cezalarının yarısını infaz kurumunda geçirenler koşullu  salıverilmeden yararlanacaklardır.
Bu kurala bazı istisnalar getirilmiş olup, buna göre;
 Türk Ceza Kanununun;
a) Kasten öldürme suçlarından (madde 81,  82 ve 83) süreli hapis cezasına mahkûm olanlar,
b) Neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama suçundan (madde 87,  fıkra iki,  bent d) süreli hapis cezasına mahkûm olanlar,
c) İşkence suçundan (madde 94 ve 95) ve eziyet suçundan (madde 96) süreli hapis cezasına mahkûm olanlar,
d) Cinsel saldırı (madde 102,  ikinci fıkra hariç),  reşit olmayanla cinsel ilişki (madde 104,  ikinci ve üçüncü fıkra hariç) ve cinsel taciz (madde 105) suçlarından süreli hapis cezasına mahkûm olanlar,
e) Cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlardan (madde 102,  103,  104 ve 105) hapis cezasına mahkûm olan çocuklar,
f) Özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçlardan (madde 132,  133,  134,  135,  136,  137 ve 138) süreli hapis cezasına mahkûm olanlar,
g) Uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçundan (madde 188) hapis cezasına mahkûm olan çocuklar,
h) Devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk suçlarından (madde 326 ilâ 339) süreli hapis cezasına mahkûm olanlar,
cezalarının üçte ikisini infaz kurumunda çektikleri takdirde,  koşullu salıverilmeden yararlanabileceklerdir.
Ayrıca,  suç işlemek için örgüt kurmak veya yönetmek ya da örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlar ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlardan mahkûm olan çocuklar ile 1/1/1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu kapsamına giren suçlardan mahkûm olanlar hakkında koşullu salıverilme oranı üçte iki olarak uygulanacaktır.
Bu suretle; suç işlemek için örgüt kurmak veya yönetmek ya da örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlar (örneğin Çakıcı)  dan hükümlü olanlar ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlardan mahkûm olan çocuklar için iyileştirme yapılarak, koşullu salıverilme için gerekli olan dörtte üçlük infaz süresi,  üçte ikiye indirilmiş, buna mukabil,  iktidarın medya virüsleri olarak nitelendirdiği, özellikle gazetecilerin ve medya mensuplarının aleyhlerine olarak,   Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu kapsamına giren suçlardan mahkûm olanlar hakkında koşullu salıverilme oranı, bir bölü iki (yarı) olarak değil,  üçte iki olarak uygulanmaya devam edecektir.  Bu yasayı çıkaran AKP iktidarı ve onun mecliste çoğunluğu elinde bulunduran grubu, bu düzenlemeyle, medya virüsleriyle mücadelenin ilk startını vermiş bulunmaktadır.
Yeni düzenlemeyle,  suç işlemek için örgüt kurmak veya yönetmek,  ya da örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlar ve çocuk terör suçluları dışında,  koşullu salıverilme oranı üçte ikiden fazla olan suçlar bakımından,  tabi oldukları eski yüksek koşullu salıverilme oranı uygulanmaya devam edecektir.
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunun kapsamına giren suçlardan mahkûm olanlar hakkında,  koşullu salıverilme ve denetimli serbestlik tedbirinin uygulanması bakımından  5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 107 nci maddesinin dördüncü fıkrası ile 108 inci maddesi hükümleri uygulanır, hükmü mevcuttu, yeni düzenleme ile 107.  maddenin dördüncü fıkrasındaki örgütlü suçların infaz süresi dörtte üçten üçte ikiye indirildiği için, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası kapsamına giren suçlardan mahkum olanların,  üçte iki infazdan yararlanmalarının önüne geçmek amacıyla, yeni yasayla, Terörle Mücadele Yasasının 17.   maddesinin birinci fıkrasına, ”Ancak süreli hapis cezaları bakımından düzenlenen koşullu salıverilme oranı, dörtte üç olarak uygulanır” cümlesi eklenerek, terör suçlularının şartla salıverilmelerinde dörtte üç oranı muhafaza edilmiştir.
30/3/2020 tarihine kadar işlenen suçlar bakımından;
Türk Ceza Kanununun; kasten öldürme suçları (madde 81,  82 ve 83),  üstsoya,  altsoya,  eşe veya kardeşe ya da beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı işlenen kasten yaralama ve neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama suçları,  neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama suçu (madde 87,  fıkra iki,  bent d),  işkence suçu (madde 94 ve 95),  eziyet suçu (madde 96),  cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar (madde 102,  103,  104 ve 105),  özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçlar (madde 132,  133,  134,  135,  136,  137 ve 138),  uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçu (madde 188) ve İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü,  Beşinci,  Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ile 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar hariç olmak üzere,  5275 sayılı kanunun 105/A maddesinin birinci fıkrasında yer alan “bir yıl” lık denetimli serbestlik süresi,  üç yıla çıkarılmıştır.
Yani,  şartla salıverme açısından getirilen bir bölü iki oranındaki  iyileştirmeden yararlanamayanlar,  üç yıllık denetimli serbestlikten de yararlandırılmamışlardır.
Sizlere itiraf etmeliyim ki; böyle bir yasal düzenleme hiç görmedim, dört bilinmeyenli denklem gibi bir yasa, kafayı yemeden sonlandırayım istedim, yazacak daha çok şey var ama, bizden bu kadar. 

Güner Yiğitbaşı

15/04/2020
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget