Temmuz 2013
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Koray Çalışkan “CHP gençliği bakın ne yaptı” başlıklı yazısına “Pazar akşamı Maltepe’de ‘Barış, Demokrasi ve Özgürlük Sempozyumu’na ve ‘Yeryüzü İftarına katıldım. CHP Gençlik Örgütü’nün hamiliğinde gerçekleşen etkinlikte hayatım boyunca unutmayacağım bir şey oldu.” Diye başlamış.
İnşallah ta unutmazsın ilk ve son olmaz, Koray Efendi.
Söylediği sözlerin başlıklarına bakalım;
Cumhuriyet Mitinglerinde askere göz kırpmak!
Ayyaş imasına rağmen Anıtkabir’e çıkmamak..
Gezi sırasında atılan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganının eski vesayetçiliği bırakmak istemediği.
Vesayet rejiminin bitip, siyasetten militarizmin ayrılmaya başlaması!
Bu konuşmaları yaptığı sırada alaylı ve küstah tavrı gözlerimin önünden gitmiyor. Orada yanıt vermem mümkün değildi. Keşke imkân olsaydı da yazarak değil, karşısına geçip konuşabilseydim.
                                                                     ****
Cumhuriyet Mitinglerinin askere göz kırpmak olduğunu söyleyen bu şahsa o mitinglerin hemen hemen hepsine katılan bir kişi olarak şunu sorardım.
Hangi mitingde  “Ordu Göreve” pankartı vardı?
Hangi konuşmacı askeri çağırdı? Askeri çağıran sloganlar mı atıldı?
O mitinglerin askere göz kırpmak olduğunu söylemek terbiyesizliktir bence.
Silivri Ceza Evinde tutuklu olan ve diğer suçlamalar yanı sıra Cumhuriyet mitingleri için ayrıca ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası istenen Tuncay Özkan, bu ve bunun gibi zihniyetler yüzünden mitinglerin baş sorumlusu yapıldı.
AKP’nin baskısıyla Milliyetten ayrılmak zorunda kalan Derya Sazak'a 2009 da yazdığı mektup yeniden basına düştü. İşte o mektupta daha etraflıca bilgi var. Koray Beye okumasını öneririm.
 Milyonların toplandığı Cumhuriyet mitinglerine CHP li vekillerin yanı sıra örgüt te tam destek vermişti. Darbelerden en çok zarar gören hatta kapatılan bir CHP neden darbeye göz kırpsın?
Bu konuşmacı kaş yapayım derken göz çıkartıyordu. Sözleri ile CHP ye adeta hakaret ediyordu ama orada bulunan bazı kesim sözlerin nereye gittiğinin farkında olmayarak veya bilerek alkışlıyor destek çıkıyordu kendisine.
                                                              ****
  Ayyaş imasına rağmen Anıtkabir’e çıkmamak sözlerine gelince sözün sahibine en güzel cevabı gerçek, dürüst, vatansever gazetecilerden Bekir Coşkun çok güzel vermişti.
Senin “ayyaş” dediğin insanlar at sırtında üzerinde oturduğun cumhuriyeti kurdular. Sen otuz saniye duramadın atın üzerinde.
Başbakan isim vermemişti üstüne gidilse ben onlara demedim diyebilirdi. Koray Bey neden ille de Atatürk ve İnönü’ye söylendiğini böyle bir sempozyumda deşmeyi yeğledi acaba?
Ardından Anıtkabir’e çıkılmadığını söylemesi sanki, Atatürk’ü bitmiş havasına getirme düşüncesiydi.. Ciddiye alınmayacak sözlerdir bunlar zira bu topraklarda Atatürk'e, İsmet İnönü'ye 'Ayyaş' diyecek bir babayiğidi analar henüz doğurmamışlardır.
                                                                *****
Mustafa Kemal’in askerleriyiz demek seni neden bu kadar rahatsız ediyor?
Emperyalizme karşı kurtuluş savaşını veren Kuvayı Milliyeyiz, Atatürk’ün izindeyiz, onun değerlerinin savunucusuyuz demek anlamına geldiği için mi ?
Askeri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesiyle ilgili değişiklik meclisten geçti vesayet bitti ama yerine diktatörlük oturdu..
Sahte delillerle, PKK lı gizli tanıklıklarla ordusu darmaduman edilmiş, zindanlara kapatılmış, bölünmeye giden bir Türkiye, seni ve aynı düşüncede olanları çok mu mutlu kıldı acaba beyefendi?
Demokrasinin, yargının iğdiş edildiği ülkemizde PKK bayraklarının dikilmesi, bölünmeye gidilmesi, belki de bir iç savaşa sürüklenmemiz söz konusu iken bu kadar rahat olmanız nedendir acaba? Siz kimden yanasınız?
                                                        ****
 “O sırada yaklaşık 4000 kişinin katıldığı forumun arkalarından bir iki hanımefendi Atatürklü bayraklarını sallayarak “Mustafaaaa Kemaaliin askerleriyiz!” diye slogan attı.” Diyerek nasılsa doğru bir şey yazmışsın.
O hanımların teki, hatta ilk tepkiyi koyanı bendim. “Buyurun atın ama benim fikrim bu” dedin ben de sana katılmadığımı anlatmaya çalıştım.
“ Forumun sol tarafından TGB’li olduğunu düşündüğüm başka bir küçük grup da aynı slogana katıldı. Afallamış bir İşçi Partili de masaya gelip “Bu nasıl CHP!” diye bağırdı, gitti.” Diyorsun.
Alınlarında mı yazıyordu ben şuyum buyum diye? Doğru olduğunu varsayalım. Yüzlerce CHP linin arasında bazıları susarken bu arkadaşların tepki göstermelerini takdirle karşılıyor, helal olsun diyor, teşekkür ediyorum. Ben de şaşırmıştım çünkü.
Üzüldüğüm diğer konu, Mustafa Kemal'in Askerleriyiz sloganın karşısında, Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganı atanların çoğunlukta olmasıydı. Bu da beyefendiyi çok mutlu kılmış anlaşılan.
                                                                  ****
“CHP gençliğinin Atatürkçülüklerinden bir şüphem yok. Ama kimsenin askeri, polisi olmadıklarını gösterdiler.
CHP’nin çatısındaki Birgül Ayman Güler tarzı İşçi Partisi ulusalcılığının, CHP gençliği içinde ne kadar zayıfladığını, gerçek demokratlar olarak ülkenin yönetimine bu pırıl pırıl gençlerin göz diktiklerini gördüm.” Diyorsun ya, ulusalcı olmayı da yanlış biliyorsun.
Ulusalcılık modern Türkçesi ile "ortak milli değerleri olan halk"  demektir. Siyasi anlamda tam bağımsız; milliyetçiliğe, halkçılığa, devrimciliğe ve laikliğe bağlı demokratik bir hukuk devleti anlayışı demektir. CHP ‘in altı okunda mevcuttur. Anlaşılan bunlar siz ve sizin düşüncenizde olanları çok rahatsız ediyor.
O zaman neden CHP ‘in içindesiniz diye sorarlar adama?
Gezi ruhu dediğiniz zaten bir Kuvayı Millîyle ruhudur. Tıpkı İstiklal Savaşımızdaki gibi tek yumruk olmaktır. Sizin gibi adamlar Gezi üzerinden nemalanıp, gençliğin kafasını karıştırmak için görevlendirilmişiniz anlaşılan.
‘’Onun bunun askeri olmayın’’ derken önderimiz Atatürk’ü o, bu yerine koymanı da şiddetle kınıyorum. Sen kimsin beyefendi?
CHP nin akil adamlarındanmışsın ne derece doğrudur bilemem ama ‘’CHP’nin şu anda ayağına takılan şey ideolojik Kemalizm’dir. Altı Ok’tur. Diyen bir kişinin ne CHP de nede gençliğinin sempozyumunda yeri olmamalıdır.
Ama ne var ki kabahat sende değil seni oraya konuşmacı diye çağıranlarda ve CHP içinde bu kadar değer verenlerdedir. Konuşmalarına destek çıkanlarla mutlu oldun, sonra da bilmem kaç koruma arasından çıkıp gittin. Ne gerek vardı, bizler çağdaş insanlarız sana saldıracağımızı mı sandın?
Son sözüm sen ve senin gibi düşünenler asla CHP yi istedikleri yere çekemeyeceklerdir.
Çünkü bizler Mustafa Kemal’in askerleri olmaya devam edecek, sizlere izin vermeyeceğiz.
TC.Tünay Süer

Lozan’da, Ermeniler konusuna ilk teşebbüslerdeki başarısız hamlelerden sonra, Azınlıklar Alt Komitesinin 15 Aralık toplantısında temas edilmiştir. Komisyon Başkanı İtalyan Montagna, alt komisyonun Ermeni yurdu sorununu ele alabileceğini söylemiş, fakat Türk temsilcisi Rıza Nur Bey böyle bir sorunu görüşmeyi reddettiğini bildirmiştir. Bu komitenin 22 Aralık toplantısında M.Montagna azınlıklar temsilci heyetlerinin dinlenmesi konusunu ortaya atmış, Rıza Nur böyle heyetlerin dinleneceği oturumların alt komitelerin resmi oturumları sayılmayacağını ve Türk Delegasyonunun bu toplantılara katılamayacağını söylemiştir. (8)
Bu gelişmelere rağmen alt komite 26 Aralık 1922 günü dinlemeyi gündeme aldı, Türk temsilciliği bir saat önce haberdar edildi. Rıza Nur alt komite başkanlığına bir memorandum yazarken, İsmet Paşa da komisyon başkanına bir memorandum vererek, Ermeni delegesinin Ermeni Hükümetini temsil etmediğini ve eğer bu delegeler Türkiye’deki Ermenileri temsil ediyorlarsa durumu protesto ettiklerini belirttiler. Ayrıca bu delegelerin ancak Romanya, Sırbistan ve Yunanistan’daki azınlıklar, bütün Müslüman ülkeler ve İrlanda temsilcileri ile birlikte dinlenebileceği belirtildi. (9) O gün yapılan toplantıda Ermeni temsilcileri, o güne kadar, Ermenilerin Anavatanlarına ihanetini ve düşmanla nasıl işbirliğinin adeta bir itirafı kabul edilecek bir konuşma ile Ermeni isteklerini sıraladılar. Delegeler İtilaf Devletlerinin kendilerini bağımsızlık vaad ederek nasıl kışkırttıklarını, Ermenilerin Fransız Doğu Ordusunun önemli bir bölümünü oluşturduklarını, bu askerlerin General Allenby’nin kuvvetlerinin ön saflarında Türklere karşı savaştığını beyan ederek konuşmasını kendilerine söz verildiği gibi bir Ermeni Yurdu isteğiyle tamamlamıştır. (10)
Ermenilerle ilgili Lozan’da görüşmeler yapılırken, Türkiye dışında yaşayan Ermeniler mümkün olan her şeyi kullanarak propaganda yapmaya ağırlık vermişlerdi. 10 Aralık günü Norodunkyan Efendi, yanında Ermeni ihtilalcilerinden birisi ile birlikte İsmet Paşa’yı ziyaret ederek, Türkiye’nin herhangi bir kesiminde bir Ermeni Vatanı ayrılmasını talep ettiler. (11) 8 Aralık’ta bir İsviçre temsilci ve 27 Aralık günü de “Ermeni sempatizanları” adı ile Amerikalı, Fransız ve İsviçrelilerden oluşmuş bir grubun temsilcileri gelerek bir Ermeni vatanı oluşturulması ile ilgili arzularını ilettiler. İngiliz ve Amerikan gazeteleri bir Ermeni anavatanı için kampanya başlattılar. 16 Aralık tarihinde önemli Fransız isimlerinin yer aldığı imzalı bir istek Türklerin kaldığı otel’e bırakıldı. ABD’de Ermeni isteklerini desteklemek için beş milyon’dan fazla imza toplandı. (12)
Rıza Nur anılarında Ermenilerin Türk heyetini tehdit edecek kadar ileri gittiklerini şu sözlerle anlatır:
“Hûlasa Ermenilere Kilikya’da yer vermeliymiş. Dedim ki bu olmaz bir şeydir. Türk milleti buna izin vermez deyince Amerikalı adam kızdı, terbiyeyi bir tarafa bırakarak sertçe ‘Siz eğer Ermenilere yurt vermezseniz sizi vuracaklar’ dedi. Ben sakin sakin ‘bizim kabahatimiz mi vermeyen Türk Hükümeti, biz olmasak başkasını memur ederler’ deyince de ’Hayır sizinde kabahatiniz vardır, sizi vurunca başka şahıs yurt vermemeğe cesaret edemez’ diye cevap verdi. Söylediği sözler çok vahimdi. Bizi Ermeniler namına ölümle tehdit ediyordu.” (13)
İkinci bölüm görüşmeler sırasında Ermeniler Delegasyonu başkanı A.Aharonian; Lord Curzon’a bir mektup göndererek yapılacak ikinci tur görüşmelerde Ermeni isteklerinin dikkate alınmasını talep etti. Lord Curzon, 4 Nisan tarihinde verdiği cevapta: “görüşmeler sırasında Ermeni isteklerinin görüşülme şansı olmadığını ancak fırsatlardan yararlanmaya çalışabileceklerini” belirtti. 25 Nisan tarihinde yapılan yeni teşebbüsler de olumlu sonuç vermedi. (14) Ermeniler iyice sertleşmeye başladılar. 10 Mayıs 1923 günü Rus delegesi Verevski bir suikastle öldürüldü. (15) Türk Heyeti’de tehdit altındaydı, Yunan ve Fransızlar tarafından bazı Ermeni teröristlerin yıkıcı faaliyetlerde bulunmak üzere teşvik edilerek Türkiye’ye gönderildiği bilgilerinin alınması üzerine; Lozan’daki Türk Delegasyonu Konferans Sekreterliğine, 12 Mayıs’ta bir not gönderdi. Birkaç gün sonra Almanya’da teşkilatlanmış Hınçak ve Taşnak örgütlerinin Türk Delegasyonunu öldürmek için Almanya’ya iki grup gönderdiği öğrenildi. 16 Mayıs’da İsmet Paşa Lozan’daki İngiliz, Fransız ve İtalyan Delegasyonuna durum hakkında bilgi veren ve protesto eden birer mesaj gönderdi. İstanbul’daki Ermeni Patriği de kaderlerinin Türklerle birlikte olacağı anlamına gelen bir telgraf gönderdi. (16)
Lozan’dan sonra Ermeni meselesinin ağırlık merkezi ABD’ye kaydı. Orada Ermeni Lobisi tamamen “tek kale”ye oynuyordu. Ermeni görüşleri dışında bir tek ses, bir tek yazı bulmak hemen hemen imkânsızdı. Türkiye ile ilgili olumlu gelişmeler havada buhar edilip uçuruluyor, Türkler aleyhindeki düşünceler, görüşler, yakıştırmalar, yazılar büyük teşvik ve destek görüyordu. Meselâ Lozan’da Türkiye ile ABD arasında 6 Ağustos 1923’te bir Dostluk ve Ticaret anlaşması imza edilmişti. Bu anlaşmanın Kongre’de tasdik edilmemesi için Ermeniler büyük bir Lobi faaliyetine giriştiler. Demokrat Parti bu konuyu seçim kampanyasına bile dâhil etti. Neticede anlaşma ABD Senatosunda 19 Ocak 1927’de yapılan oylamada 2/3 ekseriyetten 6 oy eksiği ile reddedildi. (17)
Barış antlaşması bütün zorluklara rağmen 24 Temmuz 1923 günü imzalandı, böylece Ermenileri son 50 yıl içinde en fazla harekete geçiren “Büyük Ermenistan” hayali tarihin sayfalarına gömülmüş oldu. Ancak Türk heyeti Lozan’da çok büyük sıkıntılarla karşılaştı, hemen hemen tüm batı dünyası ile mücadele etme mecburiyetinde kaldılar. Tarafsız bir yazar G.L. Ellison, orada da olayları yakından izlemişti. Anılarından kısa bir bölüm sunarak Lozan konusunu kapamak istiyoruz.
“Kuşkusuz ilk elden bilgi edinmenin güçlüğünden dolayı, pek çok insan Türklerin aleyhinde olmuştur. Meselâ Rıza Nur, ‘Ermenilerin ulusal yurdu’ saçmasını saatlerce sabırla dinledikten sonra, gerçeği söylemesine izin verilmeden büyük bir ruh kırıklığı içinde konferans odasını terk etmişti. Gerçek, önemli konular üzerinde bilgi veremedikleri zaman gazeteler ‘nefret alevlerini’ Türkler aleyhine körüklemek ya da suçlama parmağını onlara çevirmek için hesaplı ve birkaç gereksiz ayrıntıyı büyütmeye hazırdırlar. Gazeteler belki de hiç yapılmamış küçük hatalar için sütunlar doldururken, hayati önemdeki sorular basında hemen hemen bütünüyle ihmal edilmektedir ve atak Asyalıların içi acı bir nefretle dolmaktadır.” (18)
“Milletler Cemiyeti’nin kendi basının şerefli ve tarafsız başkanı şunu bildirmektedir. ‘Biz Yunan ve Ermeni propagandasının gerçek değerini yakaladık, sonuçta Türklere sempati duyduk’ Böyle bir pişmanlık çok geç ama belki yine de akıllı bir politika güdülmesine yol açabilir.” (19)
Bayan Ellison İsmet Paşa’nın şikâyetlerini de şu sözlerle naklediyor:
“Biz barış için elimizden geleni yapıyoruz. Fakat bir ulusun, diğer bütün devletlere karşı koyması çok zordur. İsteyerek ya da istemeyerek bizim ulusal amaçlarımızın, bizim için ne anlama geldiğini göremiyorlar. Onların Yunanlılara ve Bulgarlara teklif etmeyi akıllarından geçiremeyecekleri şartları, gururlu bir ulus olarak bize nasıl kabul ettirebilirler.” (20)

DİPNOTLAR:
(8) Ermeni Sorunu, S.56 (Hizmete Özel, Önsöz Kâmuran Gürün, 29 Nisan 1981).
(9) Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İstanbul –1968; Dr. Rıza Nur’un Lozan Hatıraları, S.115-116 (Boğaziçi Yayınları, İstanbul-1992); Ömer Turan, The Armenian Question At The Lousanne Peace Talks, s.222 (The Armenians in The Late Ottoman Period, Edited BY Türkkaya Ataöv, Ankara –2001).
(10) Ömer Turan, a.g.e., S.222.
(11) Bilâl Şimşir, Lozan Telgrafları Vol. 1.p.192 (Türk Tarih Kurumu, Ankara – 1998).
(12) Aynı Eser, Vol. 1. S.229-230.
(13) Dr. Rıza Nur’un, Lozan Hatiraları, s.102-106, İstanbul, 1991.
(14) Ömer Turan, a.g.e. S.234.
(15) A.N. Karacan a.g.e., S.285.
(16) Aynı Eser, S.234-235.
(17) Ermeni Sorunu, S.59-49.
(18) G.M. Ellison, An English Women S.302.
(19) Aynı Eser, S.322.
(20) Aynı Eser, S.315.

 Lozanda Ermeni Meselesi Nasıl Ele Alındı -1

Ülkemizde insan hak ve özgürlüklerinin yeterli güvenceye sahip olmadığı, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında sürekli eleştiri konusu yapılmaktadır.
Her gün yapılan hak ihlalleri bu eleştirilere hak verecek niteliktedir.
Bu gün yazılı medyaya yansıyan bir haberin gereği yapılırsa, uygulama bu ihlallerin tuzu biberi olacaktır.
Haber Şöyle,
“Sırdaş Polis İhbar Noktası Projesi başlatılıyor.” Başlığı altında verilen haber şöyle devam etmektedir.
“Proje ile vatandaşın polise olan ihbarlarının arttırılması ve ihbar sistemine işlerlik kazandırılması amaçlanıyor.
Bu kapsamda, uygun görülen sokak, mahallelere yazılı ve aynı zamanda sesli ihbar kutuları yerleştirilmesi düşünülüyor. Bu sistem ile ister yazılı olarak, isterse de sesli olarak bu kutulara ihbarda bulunabilecek. Bu kutulara yapılan ihbarlar ise kesinlikle gizli kalacak.
İnsanlar bir suç ile ilgili e-mail, mektup veya faks yoluyla ihbarda bulunmak istediğinde kimliğinin tespit edileceği ve bundan zarar göreceği endişesini taşıyabilmektedir.”
Bu proje gerçekleştiği takdirde, hiçbir yurttaş kendisini emniyette hissedemez.
Çünkü ihbar edenin kimliği gizli tutulduğuna göre, iftiralar çoğalacak, insanlar hiç işlemediği suçlarla karşı karşıya kalacaklardır.
Herkes ihtilaflı olduğu komşusunu, hasmını ihbar edip mağdur etmekte tereddüt etmeyecektir. Bu durum büyük bir hukuk ihlalidir.
Ceza Muhakemesi Yasasının 158. Maddesine göre İhbar veya şikâyetin yazılı veya tutanağa geçirilmek üzere sözlü yapılabileceğini zorunlu kılmaktadır. İhbarı yapanın kimliğinin gizli tutulacağına dair maddede bir kayıt bulunmamaktadır.
Diğer taraftan adını vererek asılsız ihbarlarda bulunanlara Türk Ceza Yasasının 267. Maddesine göre İftiradan dava açılmaktadır.
Buda asılsız ihbarda bulunmanın önüne geçmektedir.
Bu proje uygulamaya geçirildiği takdirde, iftira edenler hakkında dava açmak olanaksız hale gelecektir.
Haberde de belirtildiği gibi adını vererek ihbar edip zarar görmek olasılığı karşısında, her kes adını belirtmeden ihbarda bulunmayı tercih edecektir.
Ad vermeden yapılan ihbarlar faili gizli kalmış bazı suçların açığa çıkarılmasını sağlayabilirse de, uygulamanın sakıncaları bu yararından çok daha tehlikelidir.
Bu tehlikeli projeyi uygulamak yerine güvenlik güçlerinin istihbarat birimlerinin edindiği bilgilerden yararlanarak olayların açığa çıkarılması hem hukuka uygun, hem de eleştiri konusu olmamayı sağlayacaktır.
Aklın yolu birdir.
Dilerim, bu proje uygulamaya geçirilmeden rafa kaldırılacaktır.

29.07.2013
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

CHP Maltepe Gençlik Kollarının katkılarıyla CHP İstanbul Gençlik Kolları'nın  "Gezi Parkı ruhunun" devam etmesi, hayatını kaybedenlerin anılması için düzenlediği Barış, Demokrasi ve Özgürlük Sempozyumuna giderken, arkadaşlarım ve ben heyecanlı, umutlu aynı zamanda sevinçliydik.
Nihayet gençlerimizin sesi duyulacaktı.
Her nedense kafamda bir istifam vardı. Neden barış ve özgürlük başlığı altında yapılan bir sempozyumdu onu çözemiyordum.
Öküz altında buzağı aramıyordum ama bu beni düşündürüyordu.
Kimseyle küs değildik ki, bunu her zaman söylüyorum. Ayrıca bir devlet ile harp halinde değildik. Kimle barışacaktık ve kimler için özgürlük istiyorduk. Kendimiz için mi?
Silivri, Hasdal, Sincan gibi artık adlarına zulüm haneler dediğimiz yerlerde büyük oyunlarla, ispatlanamayan sahte delillerle tutsak edilen vatanseverlerimiz için miydi?
Yoksa PKK dili ile özgürlükten kasıt vatanın bölünmesini isteyenler için miydi bu istek?
Bu sempozyuma çok önem vermemizin diğer sebebi de Kadıköy Yoğurtçu Parkta yapılan toplantıların adeta PKK propagandasına dönüştüğüydü. Duyumlar öyleydi. Bizzat gidip dinlemiş ve oradaki sorumlu gençlerle konuşarak tepkimi ortaya koymuştum. Yanlış yolda olduklarını, kendilerini kınadığımı halka doğru mesaj vermediklerini tatlı bir sohbetle anlatmıştım. Bunu diğer bir yazımda sizlerle de paylaşmıştım.
                                                        *****
Saat 18 civarında adı Gezi Parkı olarak değiştirilen Maltepe sahil parka vardığımızda oldukça kalabalık olduğunu gördüğümüzde mutlu olduk.
Kendimize bir yer bulup oturduk.
Bahçenin bize göre sağ tarafında büyük bir pankartta polis tarafından katledilen beş gencimizin sanki kendi ağızlarından nasıl öldüklerini anlatan sözleri ve resimleri vardı.
İçimiz burkuldu hüzünlendik, bir kez daha kahrolduk.
Orkestra eşliğinde marşlar, şarkılar söyleniyor, çeşitli sloganlar atılıyordu bu ara. Biz de eşlik ediyorduk ara sıra.
Hüzünlüydük ama her şey güzel geçiyordu. Coşku vardı park hınca hınç dolmuş taşıyordu.
                                            ****
Podyuma ilk çıkan CHP Gençlik Kolları Genel Başkanı İrfan İnanç Yıldız’dı. Konuşmasında Atatürk’ten hiç bahsetmeyişi canımı sıktı.
Mimar Mücella Yapıcı insanı sıkmayan hoş esprili bir konuşma yaptı konuşmasının sonlarına doğru da Mısırda askerin darbe yaptığını ve küçük çocuklardan bahsetti.
Bu da bana ters geldi.
Dört dönem devlet başkanlığı yapmış olan Hüsnü Mübarek yine halk ayaklanması ile istifa etmek durumunda kalmıştı. Amerika tarafından Mursi başa getirildi. Mursi halkın büyük bir bölümünün katılmadığı sözde seçimle koltuğa oturmuştu. Demokratik bir seçim olabilir miydi bu?
Mübarek devrildiğinde devrim Mursi devrildiğinde nasıl darbe nasıl oluyor? Bunu birilerinin anlaması gerek artık.
Avukat Can Atalay (Gezi Parkı avukatı) konuşmasının sonunda;
Gezi Parkındaki Kürt kardeşlerimizin haklı taleplerine destek vermek için onları alkışlayalım dedi ve alkışlattı. Orada bulunanların bir kısmı dikkat etmemişti bu sözlere belirli kesimin çılgınca alkışlarına ortak olmuşlardı. Ben ise o sıcak havada buz gibi terler dökmeye başlamıştım.
Avukat beyin bilinçli olarak söylediği bu sözlere ona küçük bir not yazıp göndererek sessiz tepki koydum.
Notta;
Siz haklı talep derken hangi haklardan söz ettiniz lütfen açar mısınız? Haklı taleplerden kastınız Türkiye’nin bölünmesi federal devlet olması mı dır? Posta adresimi adımı soyadımı nota iliştirdim. Ve notun kendisine ulaştığını, okuyup bozulduğunu, notumu cebine koyduğunu gördüm. Şu saate kadar postama yanıt gelmedi.
Bir avukat daha söz aldı. Sözlerini Kürtçe anlayamadığım bir kelime ile bitirdi.
Gazeteci Koray Çalışkan ise konuşmasında “Ne Mustafa Kemal’in askeriyiz ne de bir başkasının” Mustafa Kemal’in askerleriyiz demek militarist bir yaklaşımdır.” Dedi ve Atatürk’ün resmi elbisesini çıkarttığını abuk sabuk bir şeyler söylemeye başlayınca artık tahammülüm kalmadı veee
Mustafa Kemalin askerleriyiz diye yırtınırcasına beni bağırmama sebep oldu.
Artık yeterdi ya! Sanki Cumhuriyet Halk Partisinin gençlik etkinliğinde değil de bir başka partinin etkinliğindeydim.
Ben yırtınınca orada olan hemen hemen kalabalığın dörtte birini oluşturan kesimden de katılım oldu. Bir müddet bağırdık ve orası bir anda karışıverdi.
Bir takım gençlik tribünlere yürüdü orada oturanlara saldıracaklardı neredeyse çoğunluğunu bayanların oluşturduğu o kesimde huzursuzluk oldu ve çok kişi oradan ayrılmak zorunda kaldılar. Bir şekilde bu kaos bastırıldı. Orada artık kalmak istemedik ve ayrıldık biraz sonra.
                                                              ****
Halkların kardeşliğine eyvallah bunu biz yıllardır bir arada yaşamakla gösteriyoruz zaten ve birbirimizden memnunuz değil mi? Bizlerin kendi aramızda sorunumuz yok ve olamaz da. Aileler olmuş çoluk çocuğa karışmışız.
Bölücülüğe, Atatürk’ü inkâr edenlere, hakaret edenlere ve bu iktidara karşıyız.
Bu memlekette sadece Kürt kökenli vatandaşlarımız mı var Allah aşkına? Bu bölücü Kürtlere karşı sempati nedendir?
Cumhuriyet Halk Partisinde gençlik ne yapmak istiyor?
Ben bir kışkırtıcı değil gerçek partiliyim, yani sonradan olma değil anadan, babadan doğma Atatürk’çüyüm.
Ben bu partiye dün girmedim, yıllarımı verdim ve her kademede aktif görev yaptım. Sanırım sorgulamaya hakkım vardır.
Örgütten sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin’e ulaşmayı denedim toplantıda olduğundan ulaşamadım. Gerçek Gündemin sahibi gazeteci yazar Barış Yarkadaş’a ulaşamadım. Daha doğrusu ilk aradığımda senin de adın vardı konuşmacı olarak neden gelmedin diye sorduğumda toplantıdaydı uzatmadım. İkinci aradığımda araba kullanıyordu biraz sonra görüşelim dedi.  Üçüncü aradığımda ise biraz sonra ara görüşelim dediği halde telefonu yanıt vermedi.
Birileri beni, Hülya’yı ve Cemile’yi işaret ederek fotoğraflarımızı çektirdiler. Cemile ve Hülya’yı çok haklı eleştirilerinden ötürü geçen yıl  (aslında büyütmeye değmeyecek) disipline verdiler. Siyasi etik bu değildir.
 Atatürk’ü katilmiş gibi göstermeye kalkanlar, aman açılım çözüm süreci zarar görmesin meclis tatile girmeden bu iş bitsin diyenler, tekkeler zaviyeler açılsın diyenlere ses çıkmıyor ama benim iki fedakâr arkadaşım disipline veriliyorlar. Olacak iş mi bu ya! .Artık yeter diyorum. 
Parkta bulunan bazı gençler bize düşman askeriymişiz gibi baktılar. Ellerinden gelse bizi oracıkta hırpalayacaklardı.
Neden? Biz kimiz ya? Çok ağrıma gitti.
                                                          *****
Bugün basında aradım bu etkinlikten henüz bir haber yoktu sadece Maltepe yerel gazetelerden teki ufak bir yer vermişti.
“Sempozyumda Gazeteci Koray Çalışkan konuşmasında “Ne Mustafa Kemal’in askeriyiz ne de bir başkasının” deyince alanda gerginlik yaşandı. Bir grup İşçi Partili Çalışkan’ın bu sözlerine tepki gösterdi. Çıkan gerginlik diğerlerinin araya girmesiyle yatıştırıldı.” Diye haber atmış. Yanlış.
Ben 25 senelik CHP liyim arkadaşlarımda CHP liler.
Bizler yani partiden dışlamaya kalktıkları ulusalcılar olarak AKPden kurtulmanın tek çaresinin diğer Atatürk düşüncesinde olan partilerle seçim anlaşması kurulması için çaba sarf edenlerdeniz. Partim zarar  görmesin diye fazla bir şey yazmıyorum.
Seçim birleşmesinden yana olarak HE_PAR ın, İŞÇİ Partisinin eylemlerini destekliyoruz. Silivri’ye kahraman askerlerimiz, gazetecilerimiz, tüm tutsaklar için gidiyoruz. Bunda anormal olan ne var? PKK yardakçılığı yapmıyoruz.
Atatürkçüyüz ve onun ilkelerine gönülden bağlıyız. Bu suçsa o zaman bu suçu seve seve kabul ediyoruz.
Kimse kusura bakmasın bu partiye iki gün önce gelip misyonunu değiştirmeye, ortalığı karıştırmaya kimsenin hakkı yoktur. Buna da izin vermeyiz.
TC.Tünay Süer

Başbakan Erdoğan’ın önünde, PKK’nın sınır dışına “çekilme”sine ilişkin bir rapor bulunduğu medyaya yansımıştı... Bu rapora göre, PKK militanlarının ancak yüzde 15’i sınır dışına çekildi!.. Yine rapora göre bunların çoğu hasta ve sorunlu militanlardı...
Aynı raporda çarpıcı başka bilgiler de vardı; örneğin çekilme işleminin başlamasıyla birlikte PKK’ya üç bin civarında “yeni milita”nın katıldığına da dikkat çekilmişti...
Dün ajansların geçtiği bir haber ise PKK’nın “çekilme”sinde, işlerin hiç de hükümetin beklediği gibi gitmediğini bir kez daha ortaya koydu!.. Bakınız, DHA’nın güvenlik birimlerine dayanarak verdiği haberde neler yazıyordu:
“Güvenlik birimlerinin tespitlerine göre, Diyarbakır kırsalında bulunan PKK’lı gruplar, şu ana kadar Türkiye dışına çekilmedi. Diyarbakır’dan çekilme sürecinde hasta ve çatışma kabiliyeti olmayan 12 PKK’lının Kuzey Irak’a gönderildiği, kırsal alanda ise 170- 180 kişilik grubun bekleyişini sürdürdüğü öne sürüldü. Diyarbakır’da Mart ayından bu yana 200 kişinin ise örgüte katıldığı belirtildi.”
Tüm bu gelişmeler AKP-PKK arasında yürütülen açılım ve çekilme planında iki tarafın yalnızca teyakkuzda olmadığını aynı zamanda bir takiye içinde çırpındığını da gösteriyor...

Ürkütücü teyakkuz gerekçeleri!..

Ülkenin açılım iddiasıyla “barış”a kilitlendiği bir dönemde acaba PKK kimin kazdığı mevzide durmakta ısrar ediyor?.. Nedir örgütün gerçek amacı?..
Öcalan, kamuoyunu rahatlatmak için mi “çekilme” iddiasını gündeme getirdi yoksa PKK içinden kimileri İmralı’da çizilen bu plana direniyor mu?.. Örgüt, beklentilerinin yerine gelmemesi nedeniyle mi çekilmeyi ağırdan alıyor?..
Peki, tüm bu düşündürücü gelişmeleri istihbarat raporlarıyla saptayan devlet acaba neyi bekliyor?.. Hükümetle PKK arasında çekilme planı sadece kağıt üstünde mi?..
Bu soruların yanıtları belli ki yalnızca iç politikaya endeksli değil, sınırımızda yaşanan olağanüstü gelişmelerin de süreci kilitlediği anlaşılıyor.
Bir gerekçe şu; Suriye’de Beşar Esad’ın güçlenmesi, aynı aşamada PKK yanlısı PYD ile rejim muhalifi El Nusra’nın çatışmasından meydana gelebilecek gelişmeler Apocular’ı sınır içinde tutuyor.
PKK’nın, açılımda istediklerinin tamamını almak için (Öcalan’ın özgürlüğü gibi) siperde durması da ikinci gerekçe olarak öne çıkıyor. Örgütün; PYD’nin yol açacağı yeni kazanımlarda hazır kıta olarak beklediği iddiası da bir başka önemli gerekçe!..
Evet, PKK’nın “açılım” planının uygulanmasının üzerinden aylar geçmesine rağmen “çekilme” işlemini ağırdan alması çok dikkat çekicidir!..
Bu köşede sıklıklı vurguladığımız gibi “birileri siyasal rant uğruna Kürt yurttaşların ağzına bir parmak bal çalıyor” saptaması giderek gerçek oluyorsa, durum gerçekten vahim demektir...
Sözün özü şudur; Ülkenin en önemli sorununda, oyun içinde oyun dönüyor ama haydi hayırlısı!..

Lozan’ı kutlayan CHP’liler...

Önceki gün Lozan Barış Antlaşması’nın 90. Yıldönümüydü... CHP lideri Kılıçdaroğlu, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Adalar Belediyesi ve Adalar Vakfı’nın, Heybeliada İnönü Evi’nde gerçekleştirildiği törene katılarak bir konuşma yaptı.
Burada ilginç olan CHP liderinin Lozan’ı anması değildi... Lozan’la ilgili basın bültenine CHP’den yalnızca 6 milletvekilinin imza atmış olması şaşırtıcıydı!.. Çoğunun metinden haberi mi olmadı yoksa duyarsız mı kaldılar bilemiyoruz ama bu durum kamuoyunun çok dikkatini çekti.
Bakınız; yalnızca Şevki Kulkuloğılu, Gürkut Acar, Dilek Akagün Yılmaz, Birgül Ayman Güler, Nur Serter ve Süheyl Batum’un imzaladığı kutlama mesajında neler yazılmıştı:
“Ulusal egemenlik ve bağımsızlığımızı Lozan’la dünyaya ilan eden hukuk savaşçılarını saygıyla anıyoruz. Yazık ki yine bugün, Türkiye Cumhuriyeti ikinci bir Sevr suikastı ile karşı karşıyadır. Ülkemizin tapu senedi Lozan anlaşması AKP ve PKK-BDP tarafından çiğnenmeye çalışılmaktadır. AK(P)KK ittifakı, emperyalizmin yönetiminde, adını barış - çözüm süreci koydukları pazarlıklarla, Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla çizdiğimiz sınırlarımız üzerinde oyun oynamaktadırlar. Biri halkımızın kutsal inançlarını istismar eden dincilik, öbürü yıllardır yoksul Kürt köylüsünün kanını emen etnikçilik, ülkemizi ve tüm orta doğu bölgesini mezhep ve etnisite savaşlarına gömerek, işbirliği içinde ikinci Sevr hevesleri peşinde koşmaktadırlar. Bizler bunun için and içtik. Tüm ulusumuzla birlikte andımızın gereklerini yerine getireceğiz.”
Bu altı vekilin dışında, mail kutumuza bir de CHP’li vekil Sakine Öz’ün Lozan kutlaması mesajı düştü.
CHP’li vekillerin tamamının Lozan’a duyarlı olması gerekmiyor muydu acaba?.. Hem de Sevrciler’in pervasızlaştığı bu vahim dönemde... Doğrusu çok ama çok düşündürücü!..

Aysever ve belge...

12 Temmuz’da bu köşede, “Ataşehir’de neler oluyor” başlıklı bir yazı vardı... Bir okurumuzun yönelttiği sorulara CHP’li Battal İlgezdi yine yanıt vermedi!
Ancak yazıda geçen “Enver Aysever’in kardeşi belediye çağrı merkezinde çalışırken, belediyenin yarışmasında birinci olup 50 bin lira ödülü kazanarak nasıl iş kurdu” sorusuna muhataptan yanıt geldi. Biz de yanıt hakkına saygı uğruna iddiasına yer veriyoruz. Bakınız, Selnur Aysever, Aydınlık’a gönderdiği mektupta ne demiş:
“ Katıldığım yarışmanın ismi Fikrim Artık İşim’dir. 60 kadın arasından, iş fikrini projelendirmiş 10 kadın çalıştaya katılmak üzere seçilmiştir. Ataşehir ve Zeytinburnu Belediyeleri’nden 3 kadın, Ümraniye Belediyesi’nden 4 kadın bağımsız jüri tarafından seçilerek çalıştayda projelerini geliştirmiştir. Ben, EKOBÜS isimli projemle 50.000 TL hibe ve 1 yıl boyunca mentorluk desteği almaya hak kazandım. Açılıştan önce Ataşehir Belediyesi’ndeki görevimden istifa ederek ayrıldım.”
Selnur Aysever belediyede çalıştığını, yarışmada 50 bin lira kazanarak iş kurduğunu kabul etmiş. Karşı çıktığı tek nokta “Belediyelerin, projenin hiçbir aşamasında temsilcileri olmadığı” iddiası...
Oysa Ataşehir Belediyesi’nin web sayfasında tam tersi yazıyor!.. Bakınız, sitede 9 Mayıs 2012’de yayımlanan haberde ne deniliyor:
“Ataşehir Belediyesi, İTO, TOBB, Kadın Girişimciler Kurulu ve Coca-Cola ortaklığıyla yürütülen ve kadın girişimciliğini destekleyen “Fikrim Artık İşim” programında ilk aşama tamamlandı.”
Ön seçimde ilk aşamayı geçen tam 40 kadın arasından seçilebilen Aysever’in takdire şayan müthiş girişimciliğini kutluyoruz!..

***

Ataşehir Belediyesi, İTO, TOBB, Kadın Girişimciler Kurulu ve Coca-Cola ortaklığıyla yürütülen ve kadın girişimciliğini destekleyen “Fikrim Artık İşim” programında ilk aşama tamamlandı. Ataşehir sınırlarından programa başvuran ve mülakata hak kazanan 40 girişimci kadının isimleri belirlendi. Ayrıntılı başvuru formları değerlendirilerek seçilen girişimci adayları mülakatlara katılarak, yeni bir elemeye tabi tutulacak.

PKK’nın Suriye kolu PYD’nin Başkanı Salih Müslim’i, “uyarmak, kulağını çekmek, kırmızı çizgilerimizi hatırlatmak”  için çağırmışız. Başbakan Erdoğan öyle söyledi.

Devr-i iktidarlarında bu millet ne kırmızı çizgiler gördü, 3 ayda esamesi kalmamış...

Devr-i iktidarlarında bu millet ne uyarılar duydu, 3 günde yalanıp, yutulmuş...

“Avrupa Sevr anlayışında. Türk’ün Türk’ten başka dostu yok... Bölücü terörü NATO ve AB teşvik ediyor”  diyenler, Irak işgâli öncesinde ABD’den, “No Kurdish state-Kürt devleti olmayacak”  sözü aldıklarında nasıl da sevinmişlerdi!
 
Barzani için “dünün postal yalayıcısı”  diyenler, gün geldi Barzani ile “gurur duyup”, postal yalayıcısının “Büyük Kürdistan”  toplantılarını himaye eder oldu.      

“Yaptıkları, yapacaklarının teminatıdır”, o yüzden Suriye PKK’sı konusunda da böbürlenmelerine değil, yaptıklarına bakalım.

Bu kumpasların piri Cengiz Çandar, “Benim çizgime geldiler” sevincini paylaşırken, gerçek yüzlerini nasıl da ortaya koydu. İşte onun kaleminden, İktidar ile Salih Müslim-PYD ilişkisinin seyri:

-Davutoğlu Temmuz 2012’de Barzani’nin Erbil’inde bazı Suriyeli Kürt şahsiyetlerle görüştüğü halde orada bulunan Salih Müslim’le görüşmeyi reddetti.

-Davutoğlu, 1 yıl sonra Müslim’i Erbil’den İstanbul’a getirten kahraman oldu.

-Ki, bu gelişten önce son 2 ay içinde 3 kez görüştüler.
 
-1 yıl önce Davutoğlu'nun “değerli”  monşerleri, bir grup gazeteciye Suriye brifingi verdi. Kapalı toplantıda Cengiz Çandar PYD’yi sorunca, “PYD, Suriye Kürtlerini temsil etmiyor. Rejimle ilişkisi var. Silahlı olmasından aldığı güç ve zorbalıkla Suriye Kürt bölgelerine yerleşti. Diğer Kürt gruplar bunlardan şikayetçi. PYD gayrı meşru (meşru terör örgütü nasıl olursa-MY’nin notu) bir terör örgütü”  şeklinde terslendi.
 
-1 yıl sonra o “gayrı meşru terör örgütünün” başı İstanbul’da MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın yanısıra, bizzat Çandar’ı tersleyen Davutoğlu'nun monşerleri tarafından ağırlandı.

-Sonuç; “gayrı meşru terör örgütünün” başı ile görüşmeler “iyi ve olumlu”  geçti, “karşılıklı bir anlayış”  oluştu, hatta Müslim’in iddiasına göre, "Türk yetkililer, bu sizin hakkınızdır”  dedi.

Unutmadan; Salih Müslim, Öcalan fotoğraflı bir cep telefonu taşıyormuş.

Tüm bunları bilince de Cengiz Çandar, “mecbur”  şunu söylüyor:

“Müslim’i Türkiye’ye davet etmiş ve onunla bölgenin geleceğini tartışmaya başlamışsanız; Abdullah Öcalan’ın mevcut tutukluluk durumunu izah etmek güçleşiyor...”

                               -PKK ve Teröristbaşı Tehdit Etti, Müslim Meşrulaştı-

Çandar’ın anlattıklarında bir eksik var; Ne oldu da böylesine paçalar tutuşup, 1 yıl önce “gayrı meşru terör örgütü” sayılan adam apar topar İstanbul’a (Allah bilir Müslim'e de PKK'lıları Kandil'den Oslo'ya taşıyan MİT jeti tahsis edilmiştir) davet edildi? Şunlar oldu:

5 gün önce KCK, "çözüm sürecinin"  devamı için AK Parti, Suriye Kürtlerinin ulusal demokratik haklarına gösterdiği düşmanca yaklaşımı hızla terk etmeli”  muhtırası verdi.

Peşinden teröristbaşı,“Hükümet, Ortadoğu’daki gelişmelerle de bağlantılı olarak kesinlikle hızlı hareket etmeli... Yoksaaa süreci keserim”  tehdidi savurdu.

Ve Müslim İstanbul’a uçuverdi!..

Görüşmelerden sonra Salih Müslim’in, “PYD’ye karşı Türkiye’nin geçmişteki tavrının değiştiğini gördüm”  demesi bundan.

Dünün postal yalayıcılarının, bugün Türkiye’ye terörist mekaplarını bir bir öptürdüğünün resmidir.

Kızaracak bir yüz arıyorum!..

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
28 Temmuz 2013

"Gaza namıyle dindaş öldüren bi çare dindaşlar"                                                

Mehmet Akif Ersoy
Peygamberimiz Hz. Muhammet ile ilgili genel değerlendirmem, daha gençlik yıllarımda başladı. Devrimci gelenekten gelen bir insan olarak; onun yaşam mücadelesi ve kurduğu yeni düzene bakarak; aramızda bir bağ olduğunu keşfettim. O; kendi çağında; bizim bu çağda yapmaya çalıştığımız devrimi başarmış bir liderdi.
Daha sonraki yıllarda yaptığım ayrıntılı çalışmalar; bu ilk tespitlerimin ne kadar doğru olduğunu gösterdi.
O insanlık tarihini düzelten bir müdahaleciydi. Bunu da Mekke'deki köleci düzene karşı çıkarak; o düzeni devirerek ortaya koymuştu.

TARİHTEN HABERSİZ MÜSLÜMANLAR


CHP Lideri Kılıçdaroğlu'nun bir iftarda yaptığı konuşmada; benim görüşlerime çok benzeyen değerlendirmeler yaptığını okuyunca memnun oldum.
Bu değerlendirme; Hz. Muhammed'i kıstırıldığı "din adamı" kalıbından kurtararak onu insanlık tarihindeki genel ve geniş yerine yerleştirecektir.
Evet; Hz. Muhammed; köleci düzenin simgesi olan putçuluğa karşı çıkmıştır. Cahiliye devri denilen köleci sistemin dünyadan habersiz toplumunu; o davranışları ve görüşleriyle aydınlatmıştır. Böylece cahiliye devrinden "bilgi devri"ne geçilmiştir.
Öyleyse; İslam öncelikle bilgidir...
İşte zaman içinde İslam dünyası; özellikle bu dünyayı yöneten egemen kesim o bilginin üstünü örtmüştür. Böylece bize o ulu Peygamber'i insanlara "savm-sala- hacc ü zekat" öneren bir din tebliğcisi gibi göstermişlerdir. Böylece Peygamber İslamının yerini zamanla saltanat İslam'ı almıştır. Bunun sonucunda da din bile gösterişe dönüştürülmüştür. Ulu Muhammet bunu daha yaşarken sezmiş; Maun Suresi de açıkça ibadeti gösterişe dönüştürenleri kâfarilikle (dini inkâr etmekle) suçlamıştır. Okuyun o Kuran bildirisini... Şu anki gösterişçi  ibadetlerin nasıl kötülendiğini anlayın.

YENİDEN KEŞFETMEK

İslam dünyası Hz. Muhammed'i yeniden keşfetmek zorundadır. Hz. Muhammed üstüne sonradan yığılan gösterişli ve riyalı tapınım modelleri ile Muhammedi sistemin ilgisinin olmadığını çağımızın Müslümanları  anlamak zorundalar.
Bunun için İslam dünyasında sosyal tarih bilincine uygun yorumlara ihtiyaç var.
İslam tarihini, "sahabe hikâyeleri, siyerler, tefsirler" gibi göstermek; tarihin akışını değiştirdi. Çöken tarih; döndü İslam dünyasını çökertti.
Tarih maddi bir güç müdür ki dönüp toplumları vursun?
Evet; tarih maddi bir güçtür. Toplumların bilincine yön vermeye başladığında dev ayaklı bir canavara dönüşerek önüne geleni ezer. Bugün Müslümanlar birbirlerini boğazlıyorsa, bunu yaptıran çarpıtılmış İslam tarihinin ta kendisidir. Mısır'da, Irak'ta, Suriye'de, Afganistan'da Müslümanlar birbirlerini boğazlıyorlarsa; bu katliamı yapanlar kendilerini işte o çarpıtılmış tarihe dayıyorlar.
Öyleyse; Hz. Muhammed üzerine kurulan yalan tarihi  artık değiştirme zamanı gelmiştir.. Onu insanlığın bir büyük evladı ve yeni düzen getiren bir devrimci olarak görmezsek; kendimizi karanlıklarda gizleyen zavallılar olarak kalırız.
Kendisini en sıkı Müslüman ve Muhammed yandaşı sanıp da Müslüman katledenler var ya... İşte en önce bunların bakış açılarını değiştirmesi şart.  Yoksa; batılılar devrimci Muhammed'i gerici Muhammed, terörist Muhammed olarak çizmeye devam ederler.
O çizgileri Batılı sömürgeci çocuklarına veren bizim El Kaidecilerimiz değil midir?

***

Hz. Muhammed'e, "En büyük devrimci" diyerek bir büyük gerçeği siyasi dünyada açıkça dillendiren Kemal Kılıçdaroğlu'nu kutluyorum.

Gezi Parkı eylemlerinden mutlaka bir ders çıkarmak gerekirse, birincisi; iktidarda bulunan muhafazakârların bu modern orta sınıfın/aydın kesimin bir sosyolojik gerçek olduğunu kabul etmesi gereğidir. İkincisi ise; doğrudur, geçmişte aydınlar muhafazakâr kesime paternalist ya da katı davranmış olsalar da bugün Gezi gençleri önemli bir hoşgörüye ulaşıldığını ve muhafazakâr kesimle bir arada özgürce yaşamak istediklerini göstermişlerdir. Sahip çıkılırsa, iyi anlaşılırsa işte bu empati siyasette Türkiye için bir çıkış olabilir!

Mayıs sonunda Taksim’deki Gezi Parkı’ndaki bazı ağaçların kesilip Topçu Kışlası inşaatına sosyal medya üzerinden karşı çıkan genç aktivistler oturma eylemine başlayınca, bu hızla ülkeye yayıldı ve iktidar karşıtı güçlü bir siyasal direnişe dönüştü. İçişleri Bakanlığı’na göre haziran ayı boyunca 2.5 milyon kişi bu eylemlerde yer aldı.

Gezi Parkı Direnişi, bu ara siyasal analistlerin temel konusu. Kamuoyunda yeni bir sosyal sınıfın ortaya çıkmasından tutun da yepyeni bir siyaset türüne ya da siyaset akımının doğduğuna ilişkin, kimisi çok abartılı, çeşitli yorumlar yapılıyor.
Gezi olaylarının temelini anlayabilmek için eşzamanlı olarak çeşitli ülkelerde çıkan direniş hareketlerine de bakmak gerek. Brezilya’da otobüs ücretleri, Endonezya’da artan benzin fiyatları ile Bulgaristan’da kayırmacı icraatlar hep benzer biçimde gelişti. Tıpkı bu ülkelerdeki gibi, Gezi Direnişi’nde de iletişim sosyal medya (yüzde 69) üzerinden sürdürüldü.
29 Haziran’da (2013) İngilizlerin ünlü The Economist dergisi “Dünyanın her tarafında protesto dalgaları: politikacılar dikkat” diye başlık attığında henüz Kahire’de Tahrir Meydanı’nda ikinci bir miting oluşmamıştı. O mitingler de eğitimli gençlerden oluşuyordu. The Economist dergisi ilginç bir veriye işaret ediyor; Türkiye’de 1995’ten bu yana üniversitelerdeki öğrenci sayısı her yıl yüzde 8 oranında artıyor. Yani eğitimli nüfus müthiş bir hızda gelişiyor. Ancak bu gençler farklı sosyo-kültürel kesimlerden gelseler de özgürlükler konusunda ortak olarak hoşgörülüler. Çünkü bu yeni kuşak daha bireyci...
Gezi olaylarında gençlerin yüzde 34’ü özgürlük istediğini, yüzde 18’i hak ihlaline karşı olduğunu, yüzde 9’u da baskılara karşı çıkmak istediğini belirtmiştir. Kısacası, hemen hepsi özgürlük talebinde bulunuyor. Bir başka araştırma, eylemcilerin son seçimde yüzde 74’ünün CHP ve yüzde 16’sının BDP’ye oy verdiğini bulmuş. Kısacası, Gezi Direnişi aslında sol aktörlerin ol+uşturduğu bir eylem.
Almanya’nın en büyük haftalık dergisi Der Spiegel’in haziran ayının son sayısında tam 10 sayfalık bir bölümü Türkçe olarak yayınlaması gözlerden kaçmadı. Derginin kapağında modern bir Türk kızının elinde “Boyun Eğme” pankartı vardı. Derginin içindeki başlık daha da çarpıcıydı: “Beyaz Türkler, siyah Türkler!” 90 yıldır Batılılaşma projesini büyük bir dirençle götüren Türkler şimdi başa dönüp şu soruları yanıtlamaya çalışıyor? Kim olmak istiyorsunuz? Türkiye’nin varmak istediği yer neresi? Dergi, siyah ve beyazın da açıklamasını yapıyor. Beyazlar ilerici, kentli ve Avrupa’ya odaklı olanlar. Diğer yanda da muhafazakâr, kırsal alanda yaşayan ve İslamiyetin derinlemesine etkilediği kesim, yani siyahiler ya da zenciler. Bu ilk kesim kendi yaşamlarına müdahale edilmesini istemiyor. İkinci kesim ise 90 yıldır kendilerine baskı uygulandığını ve hor görüldüklerini savunuyor.
Der Spiegel’e göre; Türkiye’ye ilişkin, özellikle son yıllardaki, iyimserlik artık yersiz. Yaşanan olaylar, Türkiye’de siyasal çelişkilerin, ekonomik yükselişin gölgesinde keskinleştiğini, dilsizleşmenin arttığını ve Türkiye toplumunu ayrıştıran uçurumun sanıldığından çok daha derin olduğunu gösteriyor.
Gezi olaylarının ikinci boyutu da işte Türkiye’de uzun süredir bir fay hattına binmiş yük gibi, iktidarın modern kesimler üzerinde, özellikle yaşam tarzlarını tehdit edici baskı uygulaması. Gezi Direnişi bunun bir anlamda kırılması oldu. Gençler polisin aşırı güç kullanmasına rağmen geri çekilmediler. Hatta iktidarın bir kısmına geri adım attırarak hatalı olduklarını itiraf etmelerini sağladılar.
GENAR adlı araştırma şirketi Gezi eylemcilerinin yüzde 19’unun özgürlük kısıtlarını ülkenin en önemli sorunu olarak gördüğünü, yüzde 16’sının eşitsizlik ve adaletsizliği, yüzde 6’sının da Kürt sorunu, demokrasi gibi konuları ifade ettiğini ortaya çıkarmış. İşsizliği ve ekonomik sorunları vurgulayanlar ise yüzde 21’de kalmış. Görülmekte ki, Gezi Parkı eylemlerine katılanlar aslında modern orta sınıfın ya da aydın ailelerin çocukları. Eylemciler yoksul ve muhafazakâr ailelerden gelseydi, daha çok işsizlik ve ekonomik sorunları vurgulardı.
Muhafazakâr basında Gezi olaylarını 27 Mayıs darbesi öncesi gençliğin CHP tarafından kışkırtılarak sokağa dökülmesine benzetenler oldu. Doğrudur, sokağa dökülme nedenleri benzemektedir, CHP tarafı hariç! O tarihte de tepkilerin ardında Menderes’in aydınlar, özellikle de üniversite üzerinde kurduğu inanılmaz baskıcı uygulamalar vardı. Bugün de... Gerçi o zaman da, Cumhuriyet mitinglerindeki gibi ya da Gezi Parkı Direnişi’ndeki gibi köylü, esnaf, işçi ya da işsiz yer almamış, sadece genç aydınlar ortaya çıkmıştı.
Nitekim 27 Mayıs öncesi gelişen olaylar CHP’ye yarasaydı, 1957’de yüzde 41 alan CHP 1961’de yüzde 37’nin altında oy almazdı. Yine Cumhuriyet mitinglerinde de CHP açısından bir yarar görülmedi. Aydınlar sokağa döküldü ama 2004 yerel seçimlerinde AKP’nin oy oranı yüzde 40 iken 2007 genel seçimlerinde yüzde 47’ye çıkıverdi. CHP’nin yüzde 21’lik oy oranı ise aynı düzeyde kaldı. Bir başka deyimle, Gezi Parkı olayları üzerinden hiçbir siyasal parti bir siyasal tablo değişimi beklememelidir!
Bununla beraber Gezi Direnişi’nin hiçbir etkisinin olmadığı elbette söylenemez. Kuşkusuz bu eylemlerin iki önemli etkisi oldu: birincisi, Batı’nın önemli siyasal çevreleri önceleri demokratikleşme ve sivilleşme sağladığı inancıyla AKP’ye hayranlık duyarken özellikle son yıllardaki otokratik uygulamalarından sonra kaygılı bir noktaya geldiler. İkincisi iktidarın özgüveninde ciddi bir gedik açılmış oldu.
Gezi Parkı Direnişi’nden “yeni” bir siyaset çıkar mı? Böylesi bir olayın toplumsal özelliklerini anlamaya çalışmak aslında Türkiye’de siyasal bölünmenin temellerini bilmemek anlamına gelir. Türkiye’de siyaset zaten 70 yıldır sosyo-kültürel ayrışma üzerine yapılanmıştır! Bir yanda, Batılılaşmadan ve modernleşmeden yana olan ilerici aydınlar/seçkinler, diğer tarafta da buna direnç gösteren muhafazakâr-dar gelirli geniş kitleler. Bu bilinen gerçeğin keşfedilmeye çalışılması tam bir gaflettir! Gezi Direnişi yabancı yorumcuların da yerinde tespit ettikleri gibi Türk siyasetinin tam bir güncel yansımasıdır. İlk kesimde yer alan modern orta sınıf gençler sivil itiraz haklarını kullanmışlardır!
Bununla beraber, Gezi Parkı eylemleri, küresel olarak yeni gençlerin hiç de apolitik olmadığını sadece 1970’li yılların siyaset türü ve fikirlerinden farklı bir koda sahip olduklarını, bireyci ama aynı zamanda bireysel özgürlüklere duyarlı olduklarından farklı yaşam tarzlarına saygı bekledikleri yönünde bir tavır konduğunu göstermiştir.
Gezi Parkı eylemlerinden mutlaka bir ders çıkarmak gerekirse, birincisi; iktidarda bulunan muhafazakârların bu modern orta sınıfın/aydın kesimin bir sosyolojik gerçek olduğunu kabul etmesi gereğidir. İkincisi ise; doğrudur, geçmişte aydınlar muhafazakâr kesime paternalist ya da katı davranmış olsalar da bugün Gezi gençleri önemli bir hoşgörüye ulaşıldığını ve muhafazakâr kesimle bir arada özgürce yaşamak istediklerini göstermişlerdir. Sahip çıkılırsa, iyi anlaşılırsa işte bu empati siyasette Türkiye için bir çıkış olabilir!

 Prof. Dr. Hurşit GÜNEŞ / CHP Parti Meclisi Üyesi

CHP İzmir Milletvekili ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mustafa Balbay, Anayasa Mahkemesi'ne çağrıda bulunarak uzun tutukluluk dilekçesinin karara bağlanmasını istedi.
 CHP İzmir Milletvekili ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mustafa Balbay, Ergenekon davasında 5 Ağustos’ta açıklanacak karara ilişkin, “5 Ağustos, bir anlamda Gezi eylemlerinde söylendiği gibi bir mücadelenin başlangıcı olacak. Türkiye’nin ne kadar hukuk devleti olduğunu göreceğiz” dedi.
Anayasa Mahkemesi’ni, kendisinin yaptığı uzun tutuklulukla ilgili bireysel başvurusunu 5 Ağustos öncesinde görüşmeye çağıran Balbay, “Yargının bütün kurumları siyasal hesapların dışına çıkamıyor. Endişem o ki Anayasa Mahkemesi’ni aynı çemberin içine almak istiyorlar” ifadesini kullandı. Balbay, yüksek mahkemenin 10 yıllık tutukluluk süresini iptal edip bir yıl sonra yürürlüğe girmesine hükmetmesinin ise özgürlükleri keyfi kararların kurbanı haline getirdiğini söyledi.
Mustafa Balbay, 4.5 yıldır tutuklu bulunduğu Silivri 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nde yapılan açık görüşmede, 5 Ağustos tarihinin bir anlamda Gezi eylemlerinde söylendiği gibi mücadelenin başlangıcı olduğunu söyledi.

Özgürlük mücadelesi
Türkiye’nin ne kadar hukuk devleti olduğunu kararla birlikte göreceklerini dile getiren Balbay şunları söyledi: “Türkiye’nin ne kadar hukuk devleti olduğunu göreceğiz. Mahkeme, aynı zamanda kendisiyle ilgili de bir karar erecek. Mahkeme bu hükmü verdikten sonra lağvedilecek. Artık kendisini düzeltme şansı yok. Biz ise Yargıtay’a gidebileceğiz. Bu nedenle, bu karar Türkiye’nin ne kadar hukuk devleti olduğunun kriteri olacak. Ben yıllarca hukuku halkla birlikte arayacağız dedim. O gün geldi. 5 Ağustos’ta bizim gündemimizde hukuk değil, halk olacak. Toplumun da 5 Ağustos tarihine bir gün olarak değil, özgürlük mücadelesine başladığı gün olarak bakmasını istiyorum. Bu mahkemeler, Başbakan’ın da yakındığı hukuksuzlukla beslenegeldi. Dünyanın hiçbir ülkesinde bir davaya özel mahkeme olmaz. Burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel değerleri, gazetecilik faaliyetleri, demokratik haklar yargılanıyor. 23 iddianame birleştirilerek davayı tartışılamaz hale getirdiler.”
Balbay, BM Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’nun, Balyoz davasında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin üç maddesinin ihlal edildiğine hükmettiğine vurgu yaparak “Karar Türkiye’de hukuk sisteminin neredeyse BM Barış Gücü gerektirecek kadar iç gerilim ve düşmanlık ürettiğini gösteriyor” dedi.

‘Anayasa Mahkemesi malzeme olmasın’
5 Ağustos’un yaklaşmasına karşın Anayasa Mahkemesi’nin henüz uzun tutuklulukla ilgili bireysel başvurusunu karara bağlamadığına dikkat çeken Balbay, “Yargının bütün kurumları siyasal hesapların dışına çıkamıyor. Endişem o ki Anayasa Mahkemesi’ni aynı çemberin içine almak istiyorlar. Örneğin şöyle bir gözlemim var: Anayasa Mahkemesi, 5 Ağustos’ta Sayın Haberal ve benim başvurumu gündemine almayacak. Hüküm verildikten sonra ‘Aaa hüküm verilmiş. Başvurunuzun da geçerliliği ortadan kalkmış’ diyecek. Mahkemeyi, bütün kulislerde konuşulanlara malzeme olmamaya davet ediyorum” dedi.

‘Bizim bilemediğimiz hukuk sistemi var’
Balbay, Anayasa Mahkemesi’nin 10 yıllık tutukluluk süresini iptal edip bunun bir yıl sonra yürürlüğe girmesine hükmetmesini eleştirirken “AYM’nin bir yıllık süre vermesi, özgürlük gibi en temel kavramı keyfi kararların kurbanı haline getirdi” diye konuştu. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın “Yargıçlar, kararın yürürlüğe girmesini beklemeden tahliye verebilir” sözüne karşın Ergenekon davasında mahkemenin tahliye taleplerini reddettiğini anımsatan Balbay, “ÖYM’ler, Anayasa Mahkemesi, AİHM bizi bağlamaz diyor. Sormak istiyorum: Bu mahkemeleri ne bağlar? Bizim bilemediğimiz bir hukuk sistemi var” ifadesini kullandı.

2005’te “terör örgütüyle masaya oturacak kadar devlet terbiyesinden uzak olmadığını”  söylerken, AB’nin özel davetlisi olarak Brüksel’e çağrılan Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’le görüşüyordu. Görüşmede, “Kürt sorununa demokratik çözüm önerisiyle risk aldım”  deyip, Baydemir’den destek istiyor, “Birlikte yürümeye hazırız”  karşılığını alıyordu.
   
Baydemir, Brüksel’e sunacağı raporun kopyasını da sunuyordu. 18 sayfalık raporda “Kürt muhalefeti”,  yani PKK’nın talepleriyle, teröristbaşının “ateşkes” şartları vardı. 

“Anayasa’da Kürt kimliğinin tanıması, gerillalara af ve siyasete katılma imkânı, Kürtçe eğitim, koruculuğun kaldırılması, cezaevlerindeki şartların iyileştirilmesi, seçim barajının düşürülmesi, AB fonlarının bölgeye aktarılması”  gibi. 

Baydemir’in Avrupa Parlamentosu’ndaki şu ifadesi dikkat çekiciydi:

“Türkiye’de tansiyon en üst düzeyde, ama bu doğum öncesi sancı da olabilir…”

Elbirliğiyle Türkiye’ye bir “doğum”  yaptırıp, kucağımıza birşeyler verecekleri ayan beyan ortadaydı!..

                                          -Şimdilik Üçüz-

Bu 9 ay 10 günlük değil, yaklaşık 100 yıllık bir tecavüzün ve bunun sonucu Türkleri hamile bırakmanın hayaliydi.

Türkler tarih boyunca çok devlet kurdu. Hepsi kendi devletimizdi, Türk devletiydi. İlk defa kendi evladımızı ellerimizle boğma pahasına "taşıyıcı anne”  olup, başkalarına devlet kurduruyoruz.

2005’ten bugüne, şimdilik “üçüzlere”  hamile bırakıldığımız anlaşılıyor. Tecavüzler “gönüllü”  hale geldiğinden, her an “dördüncüsü” de rahmimize düşebilir.

Başbakan Erdoğan’ın şu sözünden sonra kim tutar tecavüzcüleri?

“Çözüm sürecinden vazgeçen, bu süreci sabote eden, bu süreci sonuçsuz bırakan asla ve asla biz olmayız... Bu süreç başarıya ulaşsa da, ulaşmasa da biz çözüm için mücadelemizi sürdüreceğiz.”

Ya da Başbakan Yardımcısı ve Hükümetin Sözcüsü Bülent Arınç’ın şu itirafından sonra?

“Bir sene öncesine kadar karakollar basılıyor, onlarca canımız gidiyordu... Başka bir çaremiz kalmadığı veya denenmesi gereken bir yol olarak bu işe girdik.”

Ve şayet bu ülkenin “Milli”  Savunma Bakanı, tecavüz aleti teröristbaşının “irade”  olduğunu kabullenmişse, tecavüzlerin, gayrı meşru gebeliklerin zevkini çıkardığımızın resmidir. İşte Bakan İsmet Yılmaz’ın o kabullenmeye dair sözleri:

“İradeleri çözüm sürecinden yana olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla iradeleri bunu ifade ederken, başka birilerinin şarta bağlaması, hem o iradenin talebine, hem milletin talebine uygun değildir.”

Bir kadın, BDP Batman Milletvekili Ayla Akat Ata Suriye’deki Kürtlere destek vermek için düzenlenen havai fişekli gösteride bakın nasıl meydan okuyor: 

“Yeni bir Lozan'ın zamanı gelmiştir. Nasıl ki, Kürdistan dört parçaya bölündü, bugün yeni bir Lozan'ın inşası elzemdir, acildir. Özgür Batı, özgür Güney, özgür Kuzey ve özgür Güneybatı diyeceğiz...”

Sözde bir tasavvufçu ve avukatın, “Hamile kadınların dışarı çıkması ayıptır, terbiyesizliktir”  hezeyanı onurumuza dokundu, öfkelenip, sokağa fırladık.

Pek güzel, pek doğru da anamıza gece gündüz tecavüz ettirilmesine, hamile bırakılıp, koca karnıyla ortalarda dolaştırılmasına gösterecek hiç mi bir tepkimiz yok?

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ                     
27 Temmuz 2013

90 ncı yıldönümünde Lozan Konferansının değişik bir yönünü ele almak ve İsmet Paşa ve ekibinin ne zorluklarla karşılaştığını, bu saygın insanların uluslar arası ne büyük engelleri, nasıl aşmayı başardıklarını göstermek istedik. Okurları sıkmamak için iki bölüm halinde yayınlayacağımız bu yazıda uluslar arası politik manevralar açısından alınacak çok büyük dersler vardır.
Ermeni meselesi, konferansta öncelikli konular arasında değildi, fakat “Türkiye’deki azınlıklar” sorunu içine dâhil edilerek getirilmek istendi. Ermeni Delegasyonu dört kişiden müteşekkildi. Aharonyan ve Hadisyan Ermenistan Sosyalist Cumhuriyetini, Norodunkyan ve Leon Paşalıyan da Türk Ermenilerini temsil ediyorlardı. Hadisyan 18 Kasım 1922’de konferansa katılan ülkelere bir mektup göndererek Sevre’e sunulan taleplerinin benzerlerini sıralamıştı. Hadisyan “Ermeniler için bir toprak ayrılmasını, Ermenistan Cumhuriyeti’nin hudutlarının Ermeniler lehine genişletilmesini ve Sevr’e göre ayrılan Kilikya’nın bir bölümünün de Ermenilere verilmesini talep etmişti. Ayrıca; 2.250.000 kişilik Türkiye Ermenilerinin 1.250.000 inin soykırımla yok edildiğini, 700.000 ‘inin İran, Yunanistan, Suriye ve Balkan devletlerine göç ettiğini ve halen Türkiye’de köylerde 13.000, İstanbul’da 150.000 kadar Ermeni’nin kaldığını” belirterek soykırım iddialarını tekrarlamışlardı. (1)
Lord Curzon 12 Aralık 1922 tarihli oturum sırasında bütün ağırlığını Hıristiyanlar ve Ermeniler tarafına koyarak Ermeni sorununu gündeme getirmiş ve İsmet Paşa ile aralarında sert tartışmalar geçmiş, ancak İsmet Paşa Ermeniler için bir toprak ayrılması konusunda yine taviz vermemiştir. Lord Curzon’un konuşması şöyledir.
“Türkiye’de azınlık meselesiyle bütün dünya ilgileniyor. Onun için bütün dünya’nın gözleri bu meselede verilecek kararın merakı içinde Lozan Konferansına çevrilmiştir. Müttefikler Türkiye ile harbe giriştikleri zaman gayelerinden biri de Anadolu’daki Hıristiyan azınlıkları himaye etmek ve mümkün ise kurtarmaktı. Hele Ermeniler Berlin Antlaşmasından beri temin edilmişlerdir.” (2)
Lord Curzon bilhassa Ermenilerin korunması konusunda ısrar ediyor ve Türk gazete Muhabiri Ali Naci Karacan’a göre: “Hıristiyan azınlıklar” dediği zaman öyle bir heyecan gösteriyordu ki, İngiltere Dışişleri Bakanı mı konuşuyor, yoksa Papa’nın vekili mi vaaz veriyor anlamak oldukça zordu. (3)
Lord Curzon kimlerin himaye görmesi gerektiğini de Rumlar, Yahudiler, Asuriler, Gıldaniler ve Nasturiler olarak saydı ve üç esas’ın temin edilmesini istedi.
1. Çok geniş bir genel af
2. Askerlikten makul bir bedel karşılığı kurtulma imkânı,
3. Serbest gidip gelme.
Bunlardan daha önemlisi Milletler Cemiyeti’nin daimi bir denetiminin olması ve bunun için de bir temsilcinin devamlı Türkiye’de bulunması. (152)
İsmet Paşa yaptığı üç saatlik uzun konuşması sırasında Tarihi bilgilerle Osmanlı Devletindeki azınlıklara verilen haklardan bahseder. Ertesi günkü toplantıda İsmet Paşa yeniden söz alır ve azınlıklar konusundaki genel Türk görüşünü açıklar:
“Sekiz senedir Türkiye’de yalnız şu veya bu azınlık değil, bütün halk ızdırap çekmiştir. Son dört sene zarfında silahı elinden alınan Türkler her taraftan tecavüze uğramışlardır. Türk ahali kendi vatandaşları aleyhine ve bütün kara kuvvetler, münevverler aleyhine tahrik edilmiştir. Yunanlıların Anadolu’da 27 Şehir, 1400 köy, 98.000 ev yıktıkları sabit olmuştur. Harbin uzamasıdır ki bu ıstıraplara sebep olmuştur. Sulhu yapınız bu ızdıraplar diner.
Türk milleti azınlıklara medeni âlemin kabul ettiği hakları tanır. Fakat kendi istiklâlini kayıt altına alacak hiçbir yeni teklifi kabul edemez. Azınlıkları kurtarmanın en iyi yolu onları hariçte lekeleyecek münasebetlere tahrik etmemek, bu münasebetlerden korumaktır. Bunlar hariçten gelecek bir şefkate dayanmamalıdır! O zaman hepsi sulhtan sonra Türk vatandaşları arasında yaşarlar.
Ermeni meselesini maişet vasıtası (geçim aracı) veya silah diye alarak hariçte çalışan komiteler ortadan kalkarsa iki taraf da yaralarını sararlar. Türkiye’de kalmak isteyen Ermeniler Türk vatandaşlarıyla kardeşçe yaşayabilirler. Ancak Türk toprakları herhangi bir Ermeni yurdu için parçalanamaz. Ne şark vilayetlerinde, ne Kilikya’da anavatandan ayrılması mümkün yer yoktur. Zaten Türkiye bugün mevcut müstakil Ermeni Cumhuriyetiyle muahedeler akdetmiştir. Diğer bir Ermenistan’ın vücut bulabileceğini Türkiye hayalinden bile geçirmez.
Azınlıkların gidip gelmeleri ve malları meselesi ise Türk kanunlarının halledeceği bir iştir. Azınlıklar için kontrol ve mümessil gönderilmesi, Türkiye’nin dâhili işlerine müdahale teşkil edeceği için asla kabul edilemez. Azınlıkların himayesini Türk bütünlüğüne ve istiklâline halel verici bir bahane diye kullandırtamayız.” (5)
İsmet Paşa’dan sonra söz alan Lord Curzon sert bir konuşma yaptı ve Ermenilerle ilgili şu sözleri söyledi:
“....İsmet Paşa Ermenilerin eskiden Türk idaresinden memnun olduklarını, iki millet arasında daima kardeşlik duygularının mevcut olduğunu, Ermenilerin son zamanlarda uğradıkları felaketlerin sebeplerinin yine kendileri, kendi delice hareketleri ve dışarının tahrikleri olduğunu söylüyorlar. Sanırım bu iddia doğru mudur? Üç milyon Ermeni’den 130.000 kişi kaldı. Ötekiler nerede? Kilikya boşaltıldığı zaman 300.000 Ermeni niçin kaçtı? Niçin yüz binlerce Ermeni dünyanın her tarafına yayıldı? Niçin Ermeni meselesi dünya için bir skandal oldu? Türklerin Ermeniler hakkında dostluk hisleri göstermelerinden memnunum. Bütün dünyanın gözleri Türklere ve Ermenilere çevrilmiştir. Zannetmem ki efkârı umumiye, bu zavallı insanlara, Türk hükümetinin istediği şekilde muamele edilmesine razı olsun...
Bu koca memlekette Ermeniler için bir parça yer yok mu? Türkler Cemiyet-i Akvam’ın kendi dâhili işlerine müdahalesinden korkuyorlar. Mösyö Barere ve ben burada iki milleti temsil ediyoruz ki bu milletlerin tabası arasında milyonlarca azınlıklar vardır. Biz Cemiyet-i Akvam’ın müdahalesinden korkmuyoruz. Çünkü ellerimiz temizdir!” (6)
Curzon’un ithamlarına ertesi gün İsmet Paşa’nın verdiği cevap, konferansın o zamana kadar dinlediği nutukların en kuvvetlisi oldu. Özellikle Curzon’un “Biz Cemiyet-i Akvam’a girmekten korkmuyoruz. Çünkü ellerimiz temizdir” sözüne “Bizim ellerimiz bilhassa temizdir” şeklindeki karşılığı büyük etki yarattı. “Cemiyeti Akvam’a girmeyi hiç bir zaman reddetmedik, barış yapıldıktan sonra gireriz” diyordu. Ermenilere gelince İsmet Paşa şu sözleri söylüyordu.:
“Lord Cenapları Türkiye gibi büyük bir memlekette Ermeniler için bir parça yer yok mu? Diye sordular. Memleketleri Türkiye’den çok büyük olan devletler vardır. Hem de bizden yeni ayrılan bölgelerde çok geniş yerler vardır. Türk olarak geriye kalan ülke hiçbir parçalanma kabul edemez. Şark vilayetlerinde ahali toprakları kimseye veremezler. Lord Curzon mühim azınlıkların yaşadığı birçok memleketleri bulunduğundan, Milletler Cemiyetinden korkmadığından ve ellerinin temiz olduğundan bahsetti. Burada bir yanlış anlama olduğunu kaydetmek isterim. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’nden korkusu olduğu ileri sürülemez. Ecnebi istilası yüzünden yakılıp yıkılan memleketlerinde çalışan Türk elleri bilhassa temizdir. Bu eller hiçbir memlekete ne tecavüz, ne onu istila, ne de tahrip etmemişlerdir. Korkmaksınız, diğer herhangi ellerle mukayese olunmaya layıktırlar ve bu iddiada bulunmaya da haklıdırlar!” (7)

DİPNOTLAR:
(1) Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, S.298-299.
(2) A.N. Karacan, a.g.e., S.127.
(3) Aynı Eser, S.127.
(4) M. Cemil Bilsel, Lozan, İkinci Cilt, S.272-273 (Sosyal Yayınlar, İstanbul)
(5) Aynı Eser, S.276; A.N. Karacan, a.g.e., S.130.
(6) A.N.  Karacan, a.g.e, S. 131; M.C. Bilsel a.g.e., S.277; Harold Nicolson, Curzon; The Last Phase, 1919-1925 P. 315 Constable & Co Ltd. London –1934).
(7) A.N.Karacan a.g.e., S.131-134; M.C.Bilsel a.g.e., S.277-280


Dr. M. Galip Baysan

CHP'nin Kırklareli il ve ilçe örgütlerine 23 Nisan ile 19 Mayıs'ta Atatürk anıtına çelenk koydukları gerekçesiyle Kabahatler Yasası kapsamında kesilen 182 TL tutarındaki cezayı yargı iptal etti.
 CHP’nin Kırklareli merkez, Lüleburgaz, Babaeski, Vize ve Kofçaz ilçe örgütlerine 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı dolayısıyla Atatürk anıtına çelenk koydukları gerekçesiyle kesilen ceza yargıdan döndü. CHP örgütlerine Kabahatler Yasası’nın emre aykırı davranış maddesini düzenleyen hükmü kapsamında 182 TL tutarında idari para cezaları kesilmişti.

‘Çelenk, Kabahatler Yasası kapsamında değil’
CHP’nin yaptığı itirazı karara bağlayan Kırklareli 2. Sulh Ceza Mahkemesi, Kabahatler Yasası’nın 32. maddesinin Ulusal ve Resmi Bayramlar ile Mahalli Kurtuluş Günleri, Atatürk Günleri ve Tarihi Günlerde Yapılacak Tören ve Kutlamalar Yönetmeliği’ne aykırı hareket edenlerle ilgili bir düzenleme içermediğine işaret etti. Mahkeme kararında Atatürk anıtına çelenk konulması konusunda yasal bir düzenleme bulunmadığı, bu kapsamda uygulanan idari para cezası kararının hukuka aykırı olduğu belirtildi. Mahkemenin verdiği karar, Kırklareli’nin diğer ilçelerinde Kabahatler Yasası kapsamında kesilen çelenk cezalarının da iptali için emsal bir nitelik taşıyor. Mahkeme kararını değerlendiren CHP Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek, 23 Nisan ve 19 Mayıs’ı kutlamak isteyen halkı sindirmeye çalışan AKP’ye en güzel yanıtın yargı tarafından verildiğini ifade etti.

 Mahmut Lıcalı/Cumhuriyet

Mısır'da ordu yönetime el koyunca, Türkiye'ye “İleri Demokrasi” denilen “Geriliği” getirenlerin, “Sandık Demokrasinin Namusudur” çığlıkları ortalığı inletmeye başladı.   
Sandık gerçekten Demokrasinin Namusu mudur? Yoksa kendini İleri zanneden “Gerilerin” sığındığı bahane midir? İleri Demokrasi yalanlarının doldurulduğu kutu mudur?
Muhalifleri, sahteliği kanıtlanmış delillerle zindanlarda çürütenler, anayasal hak olan gösteri hakkını kullanan 86 yaşındaki ninelere bile çapulcu diyenler, korku duvarını aşıp sokaklara dökülenleri, “Yüzde elliyi evinde zor tutuyorum” diyerek tehdit edenler, liderlerinin “Kanlı mı olacak kansız mı” sözlerini unutup, kendi gibi düşünmeyenleri darbeci ilan edenler, “Daha ne istiyorsunuz, seçilme yaşını da 18'e indireceğiz, bursları da arttırdık” diyerek gençlerin tek derdinin milletvekili seçilmek ya da burs olduğunu zannedenler, “Kininin davacısı” yani Kindar Gençlik isteyenler Sandık Demokrasinin Namusudur diyemez.
İnsanların çocuk sayısından, yaşam biçimine kadar her şeyine karışanlar, milletin başına kimi zaman çevre mühendisi kimi zaman da jinekolog kesilenler, “Rejimin güvencesi polistir” diyenler, yüzde 10 barajının arkasına 3 yasama döneminde de gizlenip, diğer partilere verilen milyonlarca oyu ceplerine indirenler, hile iddiaları nedeniyle hiçbir ülkede artık kullanılmayan programı seçim sonuçlarını belirlemek için uygulamada tutanlar, demokrasiyi, inilecek istasyona gelinceye kadar binilecek Tramvay olarak görenler, Sandık Demokrasinin Namusudur diyemez.
Aslında Halkın ve Devletin olan polise, valiye, kaymakama, bakana “Benim” diyenler, polise diploma verilen törende Türkiye seninle gurur duyuyor sloganları atılmasına ses çıkarmayanlar, doğruluğu kanıtlanmamış olayları, durmaksızın tekrarlayarak taraftarlarını radikalleştirenler, hoşuna gitmeyen konuşmalar için “Yargı gerekeni yapmalıdır, yapacaktır” söylemi ile savcıya, hâkime mesaj verenler, Afrika ülkelerinde bile olmayan 10 senelik tutukluluk süresini adaletin kalbine saplayanlar, parasız eğitim pankartı açan gençleri terörist ilan edip zindanlarda çürütenler, içkinin insan sağlığına zararını anlatarak kamuoyunu ikna etmek yerine, “Dinimiz yasaklıyor” diyerek laiklik ilkesini katledenler Sandık Demokrasinin Namusudur diyemez.
Toplumda kamplaşmayı sağlamaya yönelik konuşmalarında ısrar edenler, vatandaşı ve yöneticisi oldukları ülkenin kurucusuna “Ayyaş” diyerek hakaret edenler, toplumun hassasiyetini bile bile İslam dinini siyasette kullananlar, mezheplere eşit mesafedeyiz deyip Alevilerin taleplerine kulak kapatanlar, PKK'lı katillerin yaptığı Erzincan-Başbağlar katliamının kurbanlarını anıp, vahşetlerini İslam dininin arkasına gizleyerek insanları diri diri yakan katillerin eseri Sivas Madımak'ı yok sayanlar, bir yandan Millet İradesine Saygı adlı mitingler düzenleyip, diğer yandan da milletin oylarıyla seçilmiş milletvekillerini zindanlarda çürütenler Sandık Demokrasinin Namusudur diyemez.
Yaşadığı sıkıntıları anlatan çiftçiye, “Ananı da al git lan” yanıtını verenler, her protesto, tepki ve talebin karşısına “Dış Mihraklar” söylemiyle çıkanlar, medyaya bin türlü baskıyı uygulayıp, yandaşlaştıranlar, beğenmediği gazetecilerin işten atılmasını açıkça emredenler, en temel özgürlük olan iletişim özgürlüğünü katlederek telefonları dinleyenler, kardeşim dediklerini bir süre sonra diktatör ilan edenler, Mısır'da ordu yönetime el koyarken sadece AB'yi, BM'yi eleştirip, ABD'nin, Suudi Arabistan'ın adını ağızlarına almaktan çekinenler, Mısır'da öldürülen 53 kişi için kardeşlerimizin hesabını soracağız deyip, Türkiye'deki polis şiddetinin kurbanı olanları yok sayanlar, ailelerle bir başsağlığı dileğini çok görenler, “Yaratılanı yaratandan ötürü severiz” deyip kendi partilerine oy vermeyenleri muhalif sayarak her türlü baskıyı uygulayanlar Sandık Demokrasinin Namusudur diyemez.
Vurmadan, kırmadan, şiddete başvuramadan sadece tencere tava çalarak protestolarını gösterenleri hedef haline getirip, taraftarlarına, bunları yargıya şikâyet edin diyerek tansiyonu artıranlar, adına Torba Yasa dedikleri uygulamanın içine, içeriğini milletvekillerinin bile bilmediği, uzmanların katkısının olmadığı onlarca değişikliği koyup, bir gecede Meclis'te onaylatanlar, “Bizim gençlerimiz laptoplu” diye övünüp, önüne gelene saldıran palalıları cesaretlendirenler, “Yargıda biraz da onlar çeksin” diyerek, sırf muhalif oldukları için zindanlara atılanların yaşadığı acılara sırtlarını dönenler, mübarek Ramazan ayının sevgi, barış, huzur gibi özelliklerini bir kenara atıp her iftarı bir mitinge dönüştürenler, nefsin temizlenmesi amacıyla tutulan orucu açar açmaz kıran, döken, kutuplaştıran konuşmalar yapanlar Sandık Demokrasinin Namusudur diyemez.
Demokrasinin namusu tek başına sandık değildir. Demokrasinin namusu, insan haklarıdır, ifade özgürlüğüdür. Medya bağımsızlığı ve özgürlüğüdür. Laikliktir, farklı görüşlere tahammül etmektir. Gösteri ve protesto özgürlüğüdür. Toplumu bölmek değil bütünleştirmektir. Kutuplaşmayı önlemektir, İnsanların yaşam alanlarına müdahale etmemektir. Sevgiyi, barışı, huzuru egemen kılmaktır.
Kısacası Sandık İleri Demokrasi denilen ilkelliğin namusudur, ama Gerçek Demokrasinin tek başına namusu değildir.

BDP Batman Milletvekili Ayla Akat Ata, yeni bir Lozan'ın zamanı geldiğini ileri sürerek, "Adım at zamanıdır. Dilimizi, kimliğimizi, kültürümüzü tanıma, önderimizi özgür bırakma zamanıdır" derken;
KCK üst düzey yöneticilerinden (miş ,pöh!) Sabri Ok dış kaynaklı bir mülakatında; çözüm sürecinin (Bölünme) ikinci aşamasında “elde tutulur” bir şey yapılmadığını,
Ankara’nın “Kürt topraklarında! Askeri varlığını arttırdığını ve barajları inşa etmesini sürdürdüğünü ”söylüyor.
(Ülen biz size hibe mi ettik o toprakları, kimin toprağından bahsediyorsun sen? Getirmeyin bizleri oralara.)
Oslo’da üzerinde mutabık kalınan her adımı attıklarını ama sürecin uzadığını, sabırlarının taştığını, böyle giderse olacaklardan sorumlu olmadıklarını söyleyerek Türkiye Cumhuriyetini tehdit ediyor.
Yeni bir LOZAN, sabırlarının taşması, kırk bin kişinin katili İmralı’daki elebaşlarının halen özgür bırakılmadığından elbette.
Meydanı boş buldular.
Güneydoğuda istedikleri gibi at koşturuyorlar değil mi? Kaymakam atamalar, polis kuvvetleri, yol kesmeler, adam kaçırmalar, haraç istemeler ne isteseniz var. Tek dertleri o kaldı.
Hükümetin yaptığı anlaşmalar nedeniyle bu kadar taviz vermesi, Ana muhalefet CHP ‘in böylesine suskunluğu hatta bazı milletvekillerinin destek vermeleri, Bahçeli’nin ara sıra atıp tutması ama gerçekte AKP nin her sıkıştığında yanında olması, bunları iyice, şaşırttı ve kudurttu. (Eceli gelen köpek cami duvarına işler diye bir deyim var ya bunu hatırladım şimdi)
Nasıl kudurmasınlar ki? Kürdistan’ı ilan etmişler yani fiilen bölünmeyi yapmışlar, iş bebek katilinin özgürlüğüne kalmış.             
Demek istiyorlar ki, ya güzellikle çıkartın ya da biz çıkartacağız.
Kuş uçmaz, kervan geçmez ama bu hainlerin çok iyi bildiği o kerbela dağlarda, eski sistem teknolojiden uzak derme çatma, adına karakol denilen barakaları CIA ve MOSSAD ajanlarının katkılarıyla basmaya, askerlerimizi şehit etmeye alışkınlar. Yalnız dağlarda mı? Şehir merkezlerine yakın yerleri aynı usulle basmadılar mı?  
Bence Erdoğan’a elini çabuk tut, yoksa İmralı’ya da bir baskın yapıp onu oradan çıkartırız ihtarıdır bunlar.
                                                                 ****
Şimdi Gezi direnişiyle başlayan tüm ülkeye yayılan olaylarda polisin halka orantısız güç kullanmasını bahane ederek güya Erdoğan’ı eleştiri yağmuruna tutan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, 2010 raporunda ''Lozan'ı aşın'' dememiş miydi?
Lozan’ı aşmaktan kasıtları ortadadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası meşruiyetinin tanındığı 24 Temmuz 1923 te Türk Milletinin hayatta kalma, bağımsızlığını koruma adına, İstiklal Savaşı’nda kazandıklarını söke söke alması, Sevr’i çöpe atması ikinci bir zaferdi.
Yokluklar içerisinde ama vatan sevgisi ile yürekleri çelikleşmiş, cesur bir halkın büyük zaferi kazanıp onları kıçlarına bakaraktan geri püskürtmesini halen hazmedemiyorlar. Haçlılar şimdi yine Sevr’i hortlatmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bunun içindir ki Kurtuluş Savaşımızı hazmedemeyen içteki düşmanlarla işbirliği içerisindeler.
                                                               ****
Ahhh! Ah! Sen ne yaptın Sayın Gül?
Colin Powell ile yaptığı gizli antlaşmada 2 sayfa 9 maddelik mutabakattan bazı maddeleri kısaltılmış olarak şöyle;
 PKK/KADEK elemanlarına geniş kapsamlı af: Abdullah Öcalan ve diğer dört lideri dışında bütün PKK/KADEK yönetici ve elemanlarına geniş kapsamlı af çıkarılacak.
Türk ordusunun asker ve silah gücünde indirim yapılacak. Türkiye’de bulunan ABD ve NATO irtibat subaylarının görev alanları ve yetkileri genişletilecektir.
Ege’de Yunanistan’ın taleplerine esnek tutum:
Dört yılda aşamalı olarak federasyona geçiş: Türkiye, dört yıl içinde uygulanacak bir planla, üniter devlet yapısını terk ederek, federasyona geçecek.
PKK’ya askerî harekât için ABD’den izin: PKK/KADEK’E karşı Türkiye devletinin egemenlik alanı içinde yapılacak askerî harekâtlar için, ABD askerî makamlarına haber ve bilgi verilecek, izin alınacak.
Türkiye’ye ambargo ve askerî yaptırım tehdidi: Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK/KADEK’e karşı ABD askeri makamlarına bilgi vermeden ve izin almadan harekât yapacak olursa, ABD hükümeti, “Kürt halkına karşı şiddet kullanıldığı ve soykırım uygulandığı” çerçevesi içinde uyarıda bulunma hakkını kullanabilecek. Bu durumda ABD gerekli gördüğü ambargo ve silahlı müdahale gibi siyasal ve askerî yaptırımları saklı tutacak.
AKP bu mutabakattaki bazı maddeleri yerine getirdi ve gerisini getirmeye çalışıyor.
Affı yeni anayasa yutturmacaları ile çıkartmaya çalışıyor.
Türk Ordusunda silah indirimi yapıldı mı bilemem ama asker indirimi derken en değerli komutanlarımızı tutsak ettiler hem de bir türlü ispatlayamadıkları sahte suç delilleri işle.
Ege’de 12 adamız şu anda Yunanlıların kullanımında zaten.
Bu 2 sayfalık mutabakatta en büyük tehlike ve PKK nın bu kadar kudurmasındaki etken Allah korusun bir iç savaş çıksa “Kürt halkına karşı şiddet kullanıldığı ve soykırım uygulandığı ”gerekçesi ile ABD gerekli gördüğü ambargo ve silahlı müdahale gibi siyasal ve askerî yaptırımları saklı tutacak.
Yani Arap Ülkelerinde yaptığını biz uygulayacak.
Böyle bir anlaşmayı (ki buna anlaşma denmez teslimiyet denir) Sn Gül hangi gerekçe ile imzalar ve daha doğrusu nasıl imzalar hayretler içindeyim. İşte AB nin yalakalığı,Amerikalı Oskar ödüllü sanatçıların ilanları filan bizi sevdiklerinden değil ortamı daha çok germek için. Bize karışmasınlar biz kendi içimizde sıkıntılarımızı demokratik şekilde sandıkta çözeriz.
Bu arada iç savaşta zararlı çıkan Kürtçüler ve PKK olur. Yerler tokadı otururlar yerlerine. Çünkü onlar benim birlikte yaşadığım Kürt kökenli vatandaşlarımı asla temsil etmiyorlar.
                                                                       ****
Hilmi Özkök Paşa, senin öldüğünde yatacak yerin var mıdır cenabı hak bilir ama ben dilerim ki olmasın inşallah. Haksızsam benim de olmasın tamam mı?
Askerlik emir komuta zinciridir. Şimdi bakıyorum da senin zamanında emrin altında olan çoğu komutanların hepsi terörist, Ergenekoncu, hükümeti yıkmakla, darbe yapmakla suçlanırlarken sen onların komutanı olarak neredeydin acaba?
Yıllarca ABD ve İsrail ajanlarının lojistik destek sağladıkları, savaş taktikleri verdikleri PKK belasına karşı canlarını hiçe sayan, savaşan onlarca değerli subayımızın zindanlara kapatılmalarından sen sorumlusun.
Onlar teröristlerse sen komutanları olarak neden dışardasın? Baş suçlu sen olmalısın bence. Neden gidip te savcılara ifade vermiyorsun uzaktan seyrediyorsun?
Seni tutan nedir? Kime bağlısın? Bir zamanlar cumhurbaşkanı yapılacağın konuşuluyordu e, olamadın da neden susuyorsun halen? Yüzlerce ailenin bedduasını alıyorsun hiç mi Allah korkun yoktur hayret!
                          AKP’nin içinden aklı başında insanlar konuşmaya başladılar, şükür.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç AHM kararları uygulanmalı diyor. Anayasa Mahkemesinin kararının doğru ve olumlu olduğunu, Ergenekon davasındaki tutukluların tanınmış kişiler olarak kaçmalarının söz konusu olamayacağını söyleyerek tahliye kararlarının iyi değerlendirilmesini söylüyor. Takiye yaptığını sanmıyorum.
Başbakan da bazen bir bakıyorsunuz davaların uzun sürdüğünü, tutuksuz yargılanmalarını söylüyor ama ertesi gün intikam hisleriyle bambaşka bir adam görünümüne giriyor. Ben onda bu son aylardaki hırçınlığı hastalığına bağlıyor bazen de çift ruh taşıdığına inanıyorum.
Başbakan zorda. Ne yapsın ki bir sultanlık sevdasına başına ne işler geldi ve Arapsaçına döndü. Cumhur Başkanı Sn Gül yapacağını yapmış zamanında, ceremesini çekmek te Erdoğan’a kalmış. Üstüne üstlük şimdi bir de, başına Direnen Gençler çıktı. PKK ya verilen sözlerle mi, özgürlük isteyen gençlerle mi uğraşsın değil mi? Hele başında bir dışişleri bakanı var ki Allah düşmanıma vermesin. Başbakanı yönlendiriyor ortalığı karıştırıp duruyor. Sınırlarımız ateş topuna döndü. Dışişleri bakanımız Davutoğlu çok biliyor ya!
                                                       
TC.Tünay Süer

Öncelikle böyle bir başlık kullandığım için tüm okurlarımdan özür diliyorum.
Fakat, Anayasada yazılı olan “Gösteri ve Yürüyüş Haklarını” kullanmak isteyen, bu uğurda ölen-gözlerini kaybeden-yaralanan ve tutuklanan gençlere utanmadan “KEMİRGEN” diyebilen ve Lâik Cumhuriyet’in damarlarını her gün “KEMİREN” Kürtçü-Bölücü Devlet düşmanları ile kol kola girmekte bir sakınca görmeyen, üstelik bu Kürtçü-Bölücülerden birinin adını bir havalına verip,
PKK’nın Siyasi kanadı BDP’liler tarafından 20 bin kişi ile karşılanacağı açıklanan bir Başbakan’a, anladığı dilden seslenmek gerekmektedir.

Abin Bülent Arınç, senin için “Civanım Delikanlı” yakıştırmasını yapmıştı.
Sen sen ol da, gel abini yalancı çıkartma. Hiç olmazsa şu soracağım sorular için iki dakikalığına delikanlı ol, içinden geçenleri eğmeden-bükmeden delikanlı gibi mertçe söyle. Ayrıca hazır delikanlı olmuşken, bu yazı sebebiyle dava aç ve seninle mahkemede hesaplaşıp, tarihe beraberce not bırakalım.
Sorularıma, açıkça-mertçe delikanlı gibi yanıt isterim. Kıvırtmak yok;
1) ABD’nin 28. Başkanı Thomas W. Wilson, 1920 Paris Barış Konferansına sunulmak üzere “Büyük Kürdistan” senaryosu hazırlayıp, açıklamıştı.
Bu belgeye göre Türkiye’nin Kuzeydoğusu Ermenilere, Güneydoğusu Kürtlere, Kuzeyi Lazlara verilerek, Ermenistan-Lazistan-Kürdistan kuruluyordu.
Büyük Kürdistan’ın kurulması için, çalışmaya önce Irak’tan başlanacak, ikinci olarak Türkiye’den parça koparılacaktı. Bunun için senin “Onur Konuğu” yaptığın Barzani’nin babası “Molla Mustafa Barzani” görevlendirilmişti.
Baba Barzani 1966 Yılının 26 Eylülünde, Yeni İstanbul adlı gazeteye verdiği demeçte “İkinci hedefimiz Türkiye” demişti.
Baba Barzani ölürken, oğul Barzani’ye bu planın gerçekleşmesi için çalışmasını, gerekirse bu yolda ölmesini vasiyet etmiştir.
Oğul Barzani, ABD desteğiyle önce Irak’ın Kuzeyini, sonrada Suriye’nin Kuzeyini “Büyük Kürdistan” için kopartmıştır.
Sizce Barzani, babasının vasiyetini çiğneyip, sizin hatırınıza “Büyük Kürdistan” hayalinden vazgeçip ve ABD’ye de karşı çıkıp, Türkiye’yi bölmekten
vaz geçer mi?
2)Kürtçü-Bölücü Narko-Terör örgütü PKK, herhangi bir gün, herhangi bir yerde;
“Tamam artık. Bundan böyle silah yok. Öldürmekten- uyuşturucu-organ kaçakçılığından ve profesyonel tetikçilikten vazgeçiyoruz” diye bir açıklama
yaptı mı?
3) Türk Milleti ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde “Beraberce” yaşamak isteyenler, niçin “Ayrı Dil- Ayrı Kimlik-Ayrı Asayiş Gücü- Ayrı Silahlı Güç-Ayrı Maliye-Ayrı Bayrak” isterler?
Sen bu ülkenin Başbakanı olarak bu ayrılıkçı kalkışmalara nasıl izin verirsin?
4)Sana bu bölünmeyi dayatan ABD, komşusu Meksika’dan PKK gibi silahlı bir güç tarafından saldırıya uğrasa, askerleri-polisleri-vatandaşları ölse ne yapardı?
-“Aaa, özgürlük bunların da hakkı, hem vatan dediğin de ne ki? Bunlar da ayrı bir devlet kursunlar canım” mı derdi?
-Yoksa Amerika, kıtanın gerçek sahibi “Yerlilere” yaptığı gibi “Kimyasal Silah” dahi kullanarak, bunları yeryüzünden siler miydi?
5)Sen, partin AKP’nin Büyük Kongresine dostun Barzani’yi davet ettin ve onu “AKP’nin Onur Konuğu” ilan edip, “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye tüm salona alkışlattın.
Barzani; “Allahtan temennim odur ki, Talabani bir an önce sağlığına kavuşur, Öcalan da özgürleşir ve hepimiz birlikte ulusumuzun çıkarları için mücadeleye devam ederiz. Şehitler ölümsüzdür. Yaşasın Kürtler. Yaşasın Büyük Kürdistan” dediği kongresine sizi niçin davet etmedi?
En azından davet edip, “Kürdistan seninle gurur duyuyor” diye alkışlatması gerekmez miydi?
6) Çözüm Süreci denen belayı organize etmeleri için, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay başkanlığında, İçişleri Bakanı Muammer Güler- Adalet Bakanı Sadullah Ergin- Yardımcınız Hüseyin Çelik- Müsteşarlarınız Efgan Ala ve Hakan Fidan’ı görevlendirdiniz. Şüphesiz ki bu kişilerin hepsi saygın kişilerdir, ama bu beylerin içinde bir tane olsun “Ben Türküm” diyebilecek Kürt-Arap olmayan biri
var mıdır?
Hadi şimdi çık o adını anmadığın Türk Milletinin huzuruna, bu basit sorulara cevap ver. Hem de hiç kıvırtmadan. Çıkar içinden Türk Milletine karşı duyduğun
kini-nefreti. Sen de rahatla, biz de rahatlayalım. Tamam mı delikanlı?…
Not; Sayın AKP Milletvekilleri;
Eğer bu ülkenin ekmeğini yiyip, suyunu içtiyseniz, kendinizi bir parça olsun
Türk Milletinin bir ferdi olarak görüyor ve ay-yıldızlı bayrağımızı bayrak kabul ediyorsanız, bu sorulara sizler de cevap verebilirsiniz. Vereceğiniz yanıtları aynen yayınlayacağıma söz veriyorum.
Sağlık ve başarı dileklerimle 25 Temmuz 2013
Rifat Serdaroğlu

Bazen anılarınla baş başa kalırsın bir kıyı kasabasında, bir kentte...
Kendi kendine sorarsın:“Hayat nedir?”Sahi nedir hayat!
Devrimle darbeyi karıştıranların ülkesinde yaşıyoruz. Sapla samanı ayırt edemeyenlerin içindeyiz.
Birbirimizden farkımız yok!
O tepeden bakanların, caka satanların, demokrasiyi salt sandık sananların arasındayız.
Azgelişmiş demokrasilerde tüm iktidarlar böyledir...
Hele 10 yılını doldurmuş ve gücüne güç katıyorsa!
Çünkü baskı araçları elinde, ordu elinde, polis gücü elinde...En masum eylemde polis acımasız!Öldürüyor, yaralıyor, gözünü çıkarıyor!Kibirli iktidar bildiğini okuyor!
Medyayı eline geçirmiş ve geçirmeyi sürdürüyor.Muhalif yazarları işinden attırıyor.
Üstelik işinden atılanların çoğunluğu liberal!
Neler yazmışlar kibirli iktidara destek vermek için...

***

Şu anda onlara gereksinimi yok!Orduyu düzene sokmuş!İçi rahat!
Hele şu Gezi Direnişi dalga dalga yayılmasaydı, Türkiye’den dünya televizyonları yayın yapmasaydı, keyifler daha iyi olacaktı!
Olmadı işte!O çapulcular ve ayyaşlar havasını indiriverdi!Bundan sonra toparlanması zor mu kolay mı birlikte göreceğiz.
Demek istediğim zaman zaman hayatın sayfalarını karıştırmak, iktidar olduktan sonra baskıcı bir sivil rejimi sürdürmek için ileri geri konuşmamak gerekir...
Darbe darbedir, devrim ise devrim...
Tepeden tırnağa değişimi yeğler...Bu ülkenin sıkıntısı darbeyle devrimi birbirine karıştırmaktır...1923 Türk Devrimi’dir...1789 Fransız, 1917 Rus Devrimi...Küba ve Çin devrimleri...
Darbelerden demokrasi umudu çıkmaz...
Öyle demeyeyim ara sıra çıkar...Portekiz!
Mursi
’yi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtan sürece “Arap Baharı” dedik, ama ordu tarafından devrildi.Mısır’da olan darbedir devrim değil!
Bizim Mısır’dan ders çıkarmamız gerekir!
Unutmayın en kötü sivil rejim en iyi askeri rejimden iyidir...Türkiye bunları yaşadı...Ölümleri, acıları, hüzünleri yaşam biçimi yaptı.
Derin devleti tanıdı mı tanımadı mı hâlâ kuşkularım var!

***

Hayat, insan sevgisiyle yaşanır hale gelir...
Doğayı seveceksin, çiçekleri, böcekleri...Dağların soğuk gölgesinde yaşayan çocukları düşüneceksin; korkuyu, yoksulluğu...Unutmayacaksın katliamları!
Ne Sivas’ı ne Başbağlar’ı ne de Uludere’yi...
Binlerce yıllık bir tarihin ve kültürün izlerini taşıyan coğrafyamızda barış içinde demokrasiyi ve özgürlükleri yaşam biçimine dönüştürmek o denli zor değil.
Kardeşi kardeşe kırdırmayacaksın!Irk, din, dil, mezhep ayrımcılığı yapmayacaksın!
Ne darbecilere, ne diktatörlere boyun eğmeyeceksin!Emeğin örgütlü gücünü savunup vahşi kapitalizme karşı çıkacaksın!
Bileceksin bu kurulu düzende vahşi kapitalizmden yararlanıp kur ve faizden milyarlarca lira havadan para kazanan para babalarını!
Kimseye teslim etmeyeceksin 1923 Devrimi’nin kazanımlarını.

***

Askeri darbe devrim değildir...
Devrim görüntüsünde darbelere tanık olduk...
Ben bunların hiçbirine inanmadım!
Çünkü devrim; bir siyasal iktidarın yıkılması değil, toplumsal, sosyal, ekonomik yeni bir düzenin kurulmasıdır.
Devrimler gerici değil ilericidir!Laik demokratik Cumhuriyet bir darbe sonucu değil bağımsızlık savaşı sonucu kurulmuştur.
Kurtuluş ve kuruluş!
Bu iki önemli kelime...
Bugün geldiğimiz çizgi ise kaygı vericidir...
Evet sandık demokrasiye giden yolda ilk adımdır ama unutmayın Hitler de sandıktan çıkmıştır.

Gelin, sevgili Orhan Bursalı’nın “Yoksa İktidardaki Muktedir bir “Ulu’l emr” mi ki kendisine karşı muhalefetleri bir ‘itaatsizlik’ olarak görüp, ezilmesini mi emrediyor” sorusuna yanıt arayalım.

***

Kısa bir süre öne malum televizyonlardan birinde konuşmacı olan genç bir köşe yazarı, Başbakan’dan yana olmasını şöyle açıkladı: “Biz Başbakan’ı icmaı ümmet nedeniyle destekliyoruz.”
“İcmaı ümmet” dinsel bir terim. Kuran ve hadislerde yer almamış bir konuyu değerlendirmek için İslam topluluğu üyelerinin ortaklaşa vardıkları yargıyı ifade ediyor.
İslam toplumu üyelerinin ezici çoğunluğu bu görüşteler mi doğrusu bilmiyoruz.
Ama bu açıklama, Türkiye’deki kimi grupların Başbakan’a böyle baktıklarını anlatıyor.
Bu nedenle de eksikleri, yanlışları yok sayılarak kutsanıyor. Bu yaklaşım İslamiyet açısından bir zorunluluğu da geçerli kılıyor.

***

Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895) tarihimizde yazar, hukukçu, tarihçi ve devlet adamı nitelikleri ile yer alan önemli bir kişidir.
En önemli başarılarından biri de İslam hukukunun kurallarını bir araya toplayan Mecelle-i Ahkâmı Adliyye’yi, kısaca Mecelle’yi kaleme alan kurulun başkanlığını yapması ve 1851 maddenin büyük bölümünü yazmış olmasıdır.
Mecelle’nin ilk bölümünü, padişahın olur vermesi için sadrazamlığa sunarken (29 Mart 1863) yazdığı gerekçenin son paragrafında, sorunun yanıtına da açık seçik şöyle yer verilmiştir:“Uygulanacak kuralın belirlenmesini gerektiren meselelerde Müslümanların reisi herhangi bir sözle işlerin görülmesi için emrederse gerektirdiği şekilde uygulamak vacip olduğundan...” Geliyoruz yine dinsel bir terim olan “vacip”e.
Vacip, İslam hukukunda mutlak uyulması gereken farzdan sonra gelen ama farza yakın bir uyulma kuralıdır.
Kısaca, Müslümanların reisinin koyduğu kurallar, söylediği sözler dinsel anlayış gereği bağlayıcıdır. Bu sözler sadece idareyi değil, yargıyı, dolayısıyla yargıçları da bağlar.

***

Başbakan, daha İstanbul Belediye Başkanı iken “İstanbul’un imamı” olduğunu açıklamıştı. Başbakan olunca da doğal olarak “Türkiye’nin imamı” oldu.
Dindeki konum sıralaması ile devletteki konum sıralamasının aynı olmadığını ve şimdiki Türkiye’de dinsel yaklaşımın ağır bastığını da unutmayalım.

***

Başbakan’ın söylediklerinin dışına çıkan yasama, yürütme ve yargı uygulaması olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz.
Zaten savcılık yaptığını da kendileri söylemişti.
Ama son söylediği “Tencere tava kullanmak, mutfakta değil ha, komşuyu rahatsız etmek suçtur.
Ben bunu ceza olarak söylüyorum. Suçtur, ben söylemiyorum, yasalar söylüyor. Onun için bu tencere tavacıları da çekinmeden sizler yargıya taşıyacaksınız” sözleri vacip sayılsa da uygulanamayacak. Çünkü tanımladığı eylem suç değil kabahat.
Suç sayılması için eylemin doğrudan komşulara karşı yapılması gerekiyor (TCK Madde 123). Eğer öyleyse eylemlerin kendisine karşı olduğu iddiası da çürümüş oluyor.

***

Bilmem anlatabildim mi?
Onca yazı ve kitap yazan Orhan Bursalı neyin ne olduğunu bilmez mi?
Bilip de bilmezden gelmesinden yararlanıp eski futbolcu alışkanlığı ile pasını alıp biraz da ben sürmüş oldum.

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget