Aralık 2013
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Balbay esareti anlatıyor: Davayı sorgulamayanların hiç mi suçu yok?
Balbay’la bugüne kadar cezaevine nasıl girdiğini, orada nasıl yaşadığını, çıktıktan sonra neler hissettiğini konuştuk. Şimdi sıra geldi Ergenekon davasıyla ilgili süreç ve siyasi değerlendirmelerine...
4 yıl 278 gün sonra özgürlüğüne kavuşan bir insana bunu sormak kolay değil ama üç kritik soruyu arka arkaya sıraladık Balbay’a “1Balbay’ın hiç mi suçu yok?” “2Pişmanlık duyduğu hiç mi bir şey yok?”, “3 Sizin açınızdan yaşanan hukuksuzluklar temel olarak nelerdi?” Anlatıyor:
‘Balbay’ın hiç mi suçu yok’ diyenlerin öncelikle bu davayı sorgulamalarını dilerdim. Bu ana kadar benimle söyleşi yapan birçok gazete, televizyon oldu. Kimseyi özellikle hedef almıyorum, ama ‘Süreçteki hukuksuzlukları sıralar mısınız?’ diye soran olmadı. ‘Onu biliyoruz, geç’ diyorlar... Herkes yargılamadaki hukuksuzluğu kanıksamış, ‘Ya bu kadar suçlama var, biri bile doğru değil mi?’ demeye başlamış. Bu, Nasreddin Hoca’nın ‘Hırsızın hiç mi kabahati yok’ demesine benziyor. Bana bu soruyu soranların, en azından ‘Balbay’ı yargılayanların hiç mi kabahati yok’ diye sormaları gerekirdi diye düşünüyorum. Ben şimdi, dört gözle gerekçeli kararı bekliyorum. Bu satırları okuyanlar, ‘3 bin saat hâkim karşısında kaldın’ demesinler. Gerekçeli karar çıktıktan sonra asıl hukuk mücadelesi ortaya çıkacak. Ben ilk günden beri, kendimden adım kadar eminim. O kadar vicdanım rahat ki, beni sevenlerin, bana inananların ‘Acaba gerekçeden sonra söyleyecek sözümüz kalmaz mı?’ diye düşünmemelerini dilerim. Çünkü ben gerekçeli karardan sonra çok daha net konuşacağım. Neyi suç olarak görmüşler, neyi görmemişler anlayacağız.”

Yakın diyalog diye bir suç var mı?

“Ankara’da belgeden suç üretmeye başladığınız zaman, dışarıda gazeteci kalmaz” diyen Balbay, benzer haberlerden bir dönem “devleti çökertme suçu”, başka bir dönem ise “demokrasiyi yüceltme” anlamı çıkarıldığını belirtirken devam ediyor:
“Bence bu dönem henüz tartışılmaya başlanmadı bile. Çünkü daha dönemin içinden geçiyoruz. Benim durumum şu; tıpkı 2003-2006 arasında Türkiye’nin nasıl gerilimlerin içinden geçtiğini cesaretle yazdımsa, şimdi de bu yargılamaların yargılama olmadığını aynı cesaretle haykıran
benim. Ben mesleğime inandım ve geldiğim bir ekol var, Uğur Mumcu ekolü. Belgecilikte ve yurtseverlikte Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı ekolünden geldim. Onlarla birlikte büyüdüm. Mumcu’nun mesai arkadaşı, Kışlalı’nın oda komşusu oldum. Hatırlarsanız, Güldal Mumcu, ilk tutuklanmamda ‘Bu tabloda Uğur Mumcu da Ergenekon’dan tutuklanabilirdi’ dedi. Benim gazetemde çıkan manşetlerimden, kitaplarımdan birini çıkarsınlar ve desinler ki, ‘Balbay senin şu faaliyetin hükümeti devirmeye yönelikti.’ Ama eğer ‘sen şu manşetle falanca kişinin ekmeğine yağ sürdün’ diyorlarsa, bilmeliler ki her manşetin sevindirdiği, kızdırdığı insanlar vardır. Mesela askerle samimi olmak... Sormak isterim. ‘askerle samimi olmak’ diye bir suç mu var? Yakın diyalog diye bir suç mu var? Ben, karşılaştığım herkesle selamlaşırım, insani ilişki kurmaya çalışırım. Günter Wallraff’ın bir kitabı var ‘En Alttakiler’ diye. Wallraff, o kitap için Türklerle madene girdi, garsonluk yaptı, çöpçülük, dönercilik yaptı. Yani bir şeyi iyi tanımanız için onunla temasınız olması lazım. Ben bütün siyasilerle, bürokratlarla, askerlerle haber alma kaygısı dışında hiçbir şey gütmeden temas kurdum.”


Asıl AKP bana darbe yaptı

 Balbay, katıldığı toplantıların, etkinliklerin de sorguda karşısına çıktığını anlatırken şöyle devam ediyor:
“Savcı tutukluluk kararının açıklanacağı zaman aynen şunu söyledi; ‘Ankara’nın bütün protokollerinde varsın, nasıl oluyor bu?’ Ben katılabildiğim kadar çok toplantıya, sofraya katılmaya çalışırdım. Mesela bir sofra... Müsteşar, yüksek yargı mensubu ağırlıklı ya da belediye başkanı, eski bakan, emekli asker ağırlıklı bir sofra. Orada diyelim ki AB ile ilgili bir konu gündemdeyse, o konuya yakın bir bürokratın yanına sandalye çeker otururdum. Herkes şunu derdi; ‘Bu haftaki haber onda.’
Konuşmanın seyrinden biz anlıyoruz ama yine de anımsatmakta yarar var Balbay’a “Pişmanlık duyduğun bir haber var mı?” Hemen araya giriyor:
 “Ben, haberlerle ilgili zaman zaman açıklama geldiğinde hemen ertesi gün belgesini yayımlardım. Arşivler ortada. Ben şimdi pür gazetecilik düşündüm diye mi pişmanlık duyacağım? Bence bütün bunlar açığa çıktığında, yani bugünkü asker-iktidar-Çankaya-devlet bürokrasisi arasındaki ilişkiler ortaya çıktığında, ilk ‘keşke...’ diyenler, bugün bana saldıranlar olacak.”

Deliller tartışılmadı

Ergenekon davasıyla ilgili o kadar yoğun bir bilgi kirliliği oluştu ki, biz gazeteciler bile sanıkların temel itiraz noktalarını zaman zaman karıştırıyoruz. Peki Balbay’a göre kendi açısından “Ergenekon’daki hukuksuzluklar” nelerdi? Yine kendisinden dinleyelim:
“Bir kere yasalara uymama vardı. Biz mevcut yasalara uyulmasını istiyorduk. Delil hukukuna uyulmadı, deliller tartışılmadı. Tanıklar dinlenmedi. Sanıklar bütün savunmalarını yaptıktan sonra onlar için yeni suçlar üretildi. ‘Bu suçlara ilişkin savunma yapmak istiyorum’ denildiğinde ise ‘Savunmanızı bitirdiniz’ yanıtı verildi. Yasalara uyulmadı derken; her şey bir yana CMK’nin 134. maddesine uyulsaydı, bilgisayar verileri nasıl delil olur, bakılsa bile bu davalar çökerdi. Bu dava öyle bir kurgu haline geldi ki, dışarıdan bakan ürker, içine giren ise kaybolur. Ben kamuoyundan ‘Balbay’ın hiç mi suçu yok, yaptıkları suça girmez mi’sorusundan önce bu davaları gündemlerine almalarını, sorgulamalarını istiyorum.” Türkiye’de son yıllarda birçok kişi “darbeci” olmakla
suçlandı. Hatta Gezi Parkı’ndan bile darbe teşebbüsü çıkartıldı. Bir yandan da sivil bir darbeyle karşı karşıya olup olmadığımız tartışma konusu... Bunları anımsattığımız Balbay, “Bizler AKP döneminde ağır darbe almış kişileriz” diyor ve ekliyor:
“Bizler darbe sözcüğüyle ancak böyle yan yana geliriz. Bu darbeden güçlenerek çıkmış biri olarak değerlendirmek isterim kendimi. Ben darbe davalarını inceledim; İspanya, İtalya, Arjantin, Şili ve hatta Yunanistan somut yapılmış darbelerle ilgili yargılananların sayısı üç beş generali geçmez. Çünkü, bunu herkese yaydığınız an o kişilerin temas kurduğu herkesi darbeci ilan ettiğiniz zaman bunun sonu gelmez. O zaman sizin yaptığınız yargılama darbe diye nitelenmeye başlar, toplumda büyük bir güvensizlik oluşur. Siz kötü bir gelenek başlatmış olursunuz. Size yönelik eleştirileri, darbe olarak algılamaya başlarsınız.”
Balbay TBMM Genel Kurulu’nda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu eleştirirken, bakana “Avutoğlu” diye takılmış, Bakan Davutoğlu’nun yanıtı ise “Balbay’ın da ‘b’sini düşürdüğünüzde sizin sivil olduğunuz halde ‘albay’lık yaparak bir darbe teşebbüsünde bulunduğunuz suçlamasını teyit etmiş olursunuz mu demem beklenirdi” demişti. Bu sözleri anımsatıyoruz Balbay’a... Davutoğlu’nun tahammülsüzlük örneği gösterdiğini belirten Balbay, devam ediyor:
“Avutmak, Türkçede anlamı olan, kullanılan bir sözdür. Kendisinin Dışişleri Bakanı olarak bu küçük eleştiriyi göğüsleyebilecek bir durumda olması gerekirdi. Ama anlaşılan sıfır tolerans ve sıfır diyalog... Ama ben her şeye rağmen özgürlükte Davutoğlu’nu konuşabileceğim, tartışabileceğim biri olarak görüyorum.”
Balbay aynı Genel Kurul’da biraz eleştirel konuşunca, “AKP’nin yaptığı anayasa değişikliği ile çıktı, teşekkür etmesi gerekirdi” tepkileri yükselmişti. Biraz da takılarak “Neden teşekkür etmediniz” diye soruyoruz kendisine ve anlatıyor:“Anayasa Mahkemesi, milletvekili seçildiği gün bırakılmalıydı diyor. Baştaki yıllarım bir yana, son 2.5 yılıma kim ne diyecek? Bu yolla hukukun önünün açıldığını, adaletin geldiğini düşünenlerin bana batırmak istedikleri topluiğneyi kabul ediyorum, ama şu şartla; bu adalet yolunun genişlemesi, haksız yargılamaların tümünün kalkması koşuluyla.”


Yasalar değişmeli

 “Bir genel affı mı kastediyorsunuz?” diye soruyoruz. Daha kapsamlı bir çözüme işaret ediyor Balbay: “Benim gördüğüm, çözüm için yasalarda değişiklik yapmak gerekiyor. Terör yasaları ve devlete yönelik suçlarla ilgili yasalarda daha daraltıcı ve netleştirici çalışmalar yapılırsa bugünkü KCK, Balyoz, Ergenekon... Pek çoğunun konusunun çok daralacağını ve beraberinde özgürlüklerin geleceğini düşünüyorum. Bu şekilde bir çözüm aranmazsa ya kişisel çözümler ortaya çıkıyor ya da dönemsel çözümler ortaya çıkıyor. Bunların da hukuk güvenliği yok. Ben bundan sonraki mücadele yaşamımın önemli bir parçasını bu konulara ayırmak istiyorum.” Peki kendisi cezaevindeyken KCK davalarını izleyebildi mi, bunlarla ilgili ne düşünüyor? “En az Ergenekon kadar vahim” diyor ve ekliyor: “İki KCK iddianamesini okudum. Gerçekten çok vahim... Örneğin kimi derneklerle ilgili davada önce ‘her türlü örgütlenmeyi yapabilirsiniz’ demişler, sonra da ‘bu şehir örgütlenmesi’ deyip terör örgütüne katmışlar. Bu herkesi doğrudan terörist olarak suçlamaktan daha kötü bir durum.” Peki, Balbay, Ergenekon davasının Yargıtay aşamasından ne bekliyor? “Önce gerekçeli kararın çıkmasını bekliyorum. Gerekçeli karar iyi bir zemin olacak. Bu suçlamaların hangi gerekçelere dayandığını göreceğiz. Yargıtay aşamasında da her ne olursa olsun hukuk arayacağız.” Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla Balbay tahliye edildi. Ancak hakkındaki yurtdışı çıkış yasağı kaldırılmadı. Balbay, bu konuda da “Anayasa Mahkemesi, ‘Balbay’ın hak mağduriyetini giderin’ dedi. Yerel mahkeme de ‘Tamam gideriyorum, ama bu mağduriyeti kısıtlıyorum’ dedi. Yerel mahkeme, yurtdışı yasağıyla Anayasa Mahkemesi’ne karşı bir karar almış oldu. Bu bağlamda karara itiraz ettik” diyor.

BİTTİ

Balbay esareti anlatıyor: Sekiz saniyede seni seviyorum 

Balbay esareti anlatıyor: Toprağa basmak reçeteyle 

Balbay esareti anlatıyor: Paran yoksa nakil de olamazsın 

Balbay esareti anlatıyor: Hastalık tanısı: Ergenekon

Balbay esareti anlatıyor: Duygularıma özgürlük tanıdım


Siyasal rejimi ve ideolojik yönelişi ne olursa olsun yargının bağımsızlığı günümüzün vazgeçilmez ilkesi olup anayasal güvence altında bulunmaktadır. Anayasayla güvence altına alınmış bir yetki, erkler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ilkelerine aykırı bir şekilde yönetmelikle düzenlenemez.

Türkiye Cumhuriyeti Yönetmelik Devleti Değil Hukuk Devletidir
Ceza yargılama yasamıza göre soruşturma yapma yetkisi cumhuriyet savcısına aittir. Cumhuriyet savcısı, soruşturma işlemlerini emrindeki adli kolluk görevlilerince yerine getirecektir. Ceza yargılamasında amaç maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Maddi gerçek ancak adil bir yargılama sonucunda ortaya çıkarılabilecektir.

Adil bir yargılama için de etkin bir soruşturma yapılması gereklidir. Bu sebeple yasa koyucu adil bir yargılamanın yapılabilmesi için soruşturma yapma yetki ve görevini cumhuriyet savcılarına vermiştir. Adli Kolluk Yönetmeliği’nde 21 Aralık 2013 tarihinde yapılan değişiklik ile adli kolluk sorumlularının atanması yetkisi mahallin en büyük mülki idare amirine verilmiştir. Yönetmeliğe, daha önceden olmayan “en üst dereceli kolluk amiri” kavramı eklenerek adli kolluk görevlilerinin kendilerine yapılan bir suça ilişkin ihbar ve şikâyetleri, el koydukları olayları, yakalanan kişilerle uygulanan tedbirleri, en üst dereceli kolluk amirine bildirme, en üst dereceli kolluk amirinin de bu bilgiyi görevlendirilmiş olan mülki idare amirine bildirme zorunluluğu getirilmiştir. Ayrıca en üst dereceli kolluk amirine adli kolluk görevlilerini denetleme, gözetleme, planlama, gerektiğinde diğer idari tedbirleri alma ve iş bölümü yapma yetkisi verilmiştir.

Adil yargılanma hakkı temel bir haktır.
Bu da ancak bağımsız bir yargıyla mümkün dür. Yargı bağımsızlığını olumsuz etkileye cek konularda yargı yetkisi olmayan idareye adli olaylara müdahale yetkisi tanınması, demokratik toplumun temel ilkelerinden ya  biri olan hukukun üstünlüğü ilkesine ve anayasamızdaki erkler ayrılığı ve yargı yetkisi belirlemesine aykırıdır. Yönetmelik değişikliğiyle en üst dereceli kolluk amirine adli kolluk üzerinde mutlak hâkimiyet tanın güvence altında bulunmaktadır. Anayasayla maktadır. Şekli ve amacı bakımından idare ye adli soruşturmaları yönlendirme ve müdahale yolunu açarak, soruşturmanın gizliliğinin ihlal edilmesi, masumiyet ilkesinin kolayca ihlal edilip sorumlularının bulun maması yolunu açmıştır. Ayrıca yargının etkin soruşturma yapmasını ve bağımsızlığını yürütme erkine ve siyasi iktidara karşı zayıflatmıştır. Yönetmelik değişikliği, Ceza Yargılama Yasamızdaki “adli kolluk görevlileri ancak adli kolluk görevleri dışında üstlerinin emrinde olacaklardır” hükmüne aykırı olduğu gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kabul ettiği etkin soruşturma standartlarına da uymamaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kararlarında etkin soruşturmanın ölçütü olarak soruşturmanın bağımsız ve tarafsız kurumlarca yapılmış olmasını kabul etmiştir.

Siyasal rejimi ve ideolojik yönelişi ne olursa olsun yargının bağımsızlığı günümüzün vazgeçilmez ilkesi olup anayasal güvence altına alınmış bir yetki, erkler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ilkelerine aykı rı bir şekilde yönetmelikle düzenlenemez. Hiçbir yargı mensubu da anayasa ve yasaları yok sayarak yönetmelik hükümlerini uygulayamaz. Hukuk devletinde temel normlar olan anayasa, yasa, tüzük ve yönetmelik arasında bir altlık üstlük hiyerarşisi bulunmaktadır. Normlar hiyerarşisi denilen bu sistemde anayasa ve yasa hükümleri varken yönetmelik hükümleri uygulanamaz.
Aksi uygulama hukuk düzeni ve toplumsal barışı olumsuz etkileyecektir. Türkiye Cumhuriyeti yönetmelik devleti değil, hukuk devletidir. Anayasamızın 2. maddesinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Hukuk devleti, tüm işlem ve eylemleri hukuka uygun olan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, yönetmelik, tüzük ve yasaların üstünde anayasa ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk devletinde öncelikle hukukun temel ilkeleri, anayasa ve yasa hükümleri uygulanır. Hukuk devleti ilkesinin gerçek anlamda sağlanması, bu ilkelerin yargı mensuplarınca uygulanmasıyla ortaya çıkacaktır. Yargı mensupları hukuk devletinin varlığı açısından güven verici ve bu ilkeden taviz vermeyen davranışlar ortaya koymalıdır. Tüm yasal düzenlemelere rağmen hukukun üstünlüğünü ve adil yargılamayı sağlamak, bu ilkeleri özümsemiş yargı mensuplarınca gerçekleşecektir. Türkiye Barolar Birliği’nin başvurusu üzerine Danıştay’ın Adli Kolluk Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik hakkında yürütmenin durdurulması kararı vermesi, yargının hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesinin güvencesi olduğunun güzel bir örneğidir.

OKTAY KUBAN Yargıç/Cumhuriyet

İslam Peygamberi iyi bir Müslüman olmak için kendisine ne yapması gerektiğini soran birine sadece "Allaha inandım de, sonra dosdoğru ol." Diyerek İslam'ın doğruluk dini olduğunu belirtmiştir. Bu güne kadar anladığım kadarı ile iyi bir Müslüman olmanın ilk ve en önemli şartlarından biri dürüst olmaktır. Dürüstlük bir Müslüman'da bulunması gereken ana vasıfların başında gelir. İyi bir Müslüman olduğuna inandığım emekli bir asker ve İmam olan rahmetli babam: İyi bir Müslüman dümdüz olmalıdır derdi. Tıpkı pürüzsüz bir tahta gibi diye ilave ederdi. 

Bu nedenle bir Müslüman yalandan, hileli hurdalı işlerden, haksızlık yapmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Satarken, alırken ve yönetirken de dürüst olmalıdır. Doğru düşünüp, doğruyu konuşmalı, hareketleri görüşleri ile uyum içinde olmalıdır. Yani ya olduğu gibi görünmeli, ya da göründüğü gibi olmalıdır. Peki, bu gerçeklere uyan insan varmıdır? Sorusu akla gelebilir. Ben sadece kamuoyunun çok iyi tanıdığı iki isim üzerinde durmak istiyorum.

1959-1960 yılının Kore Tugayında bütün genç subaylarının hayranlığı bir subay üzerine yoğunlaşmıştı. Bu subay Türk milli onurunun temsilcisi gibi idi. Özellikle Amerikalılara karşı dik ve taviz vermez duruşu bizleri çok etkiliyordu. Bunun yanında ne PX malları, ne de Amerika’nın o dayanılmaz viski ve sigarasına iltifat etmemesi, hatta rakı ve Türk tütününden bile taviz vermeye istekli görünmemesi hepimizi hem şaşırtıyor, hem de ona karşı olan sevgi ve saygımızı kat be kat arttırıyordu. Ben bilmediğim bir nedenle ona karşı pek yakın durmazdım ama onun bizi sevdiğini çok iyi biliyordum. Kore’deki o kritik dönemde bu subay, benim için dahi bir dürüstlük ve namus timsali gibiydi. Hemen hemen bütün Türklerin sevgi ve saygısını kazanmış olan Kurmay Albay Talat Aydemir, Türkiye'ye dönüşte önemli görevler üstlendi ve iki sene kadar Ankara’nın en güçlü ismi oldu. Hatırlayacağımız gibi ülkesini, kendi inanışına göre ulusunu daha iyi ve ileriye götürme amacıyla başlattığı bir darbe girişimi sonunda başarısız oldu ve Menderes ve arkadaşlarının idamına karşı bir bedel olarak yardımcısı Fethi Gürcan la birlikte asılarak idam edildi.
       

Yine 1960 yılının Ağustos ayında, yani ihtilalden hemen sonra Türkiye'ye dönmüştük. Askeri yönetim olmasına rağmen, İzmir gümrüğünde kelimenin tam anlamıyla didik didik arandık. O hengâme içinde birisinin adeta imdat ister gibi bağıra bağıra şikâyet ettiğini duyduk. Şikâyetçi şöyle bağırıyordu: "Babam Devlet Başkanı diye bana neden iş vermiyorsunuz? Evime ekmek götüremeyecek miyim?" Kendisine iş verilmeyen kişinin bir gümrük komisyoncusu Özdemir Gürsel olduğunu ve Devlet Başkanı olan Babası Cemal Gürsel'in talimatıyla kendisine hiçbir ayrıcalık tanınmadığı gibi, çalışmasının da engellendiğini öğrendik. Onu ilk tanıdığımız lakabı ile Cemal Ağa dürüst bir insandı ve birkaç sene sonra o da rahmetli oldu. 

Bir de günümüz İleri Demokrasi sahibi ülkemizin lider kadrosuna bakın. Söylendiğine göre Başbakanımız siyasete girdiği günlerde o kadar fakirmiş ki ev kirasını bile partisi veriyor, çocuklarını dostlarının yardımı ile okutuyormuş. Siyaset yaşamı içinde geçen 10-15 sene içinde bir yabancı ekonomi dergisinin yazdığına göre dünyanın en zengin liderlerinden biri olmuş. Partisinin elemanları milyon dolarlarla saklambaç oynuyorlar. Hemen hepsi İmam Hatip mezunu ve İlahiyatçıdırlar.

Devlet hizmetinde görev yaptığımız 30 yıllık süre içinde en korktuğumuz suç: Makam ve memuriyet nüfuzunu suiistimal etmekti. Yani bizi yetiştirenler bu fakir milletin milyonlarında tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı olduğunu, bulunduğumuz makam ve mevkilerden yararlanarak yakınlarımıza, aile fertlerimize hatta kendimize çıkar sağlamanın büyük suç olduğunu öğrettiler. AKP Eğitim sistemimiz ve askerlerlerle çok uğraştı. Ama bu günlerin siyasi tablosu içinde kafası çalışan herkes neyin doğru, neyin yanlış olduğunu görebiliyor. Son sözümüz eğitim sistemi içindir. İktidar dürüst ve imanlı gençler yetiştirme iddiasıyla minnacık çocuklarla bile uğraşıyor ve ülkeyi İlahiyatçılarla donatmak istiyor.

Yukarıda sözünü ettiğim iki insan da ilahiyatçı değildi, onlar Atatürkçü düşünce sistemi ile öğrencilerini yetiştiren 200 yıllık bir okul olan Harpokulu mezunları idiler. Yani orta direk ama sağlam, dürüst ve güvenilir insanlar.

Sözlerimi yine bir Harbiye mezununun anısı ile noktalamak istiyorum.

Mustafa Kemalin Ankara’daki zorlu günlerinden birinde İstanbul’daki annesinden bir telgraf gelir. Zübeyde Hanım “ Paramız bitti oğlum Mustafa” diye sıkıntısını belirtir. Yaveri ve çocukluk arkadaşı Salih Bozok” Elimizdeki paradan biraz gönderelim mi?” diye sorar. Mustafa Kemal “ Hayır der. O para Milli Mücadeleye aittir.” Dokunamayız. Zübeyde Hanıma telgraf çekilir ve “Evdeki halı ve kilimleri satın.” tavsiyesinde bulunulur. Bu ülke böyle kuruldu ama gördüklerimize göre ne yazık ki böyle yönetilmiyor.

Dr. M. Galip Baysan


Kapitalist sistemin, işçi ve emekçiler için her geçen gün daha katlanılmaz hale geldiği, İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü, açlığın, yoksulluğun milyonlarca emekçinin canına yapıştığı 12 yıl geçirdik.
Bir yanda açlık diğer yanda akıl almaz haksız para kazançları ile ülkeyi soyan,  rüşvetçiler, çıkar amaçlı suç örgütü kapsamında ihaleye fesat karıştıranlar.
Rüşvet, nüfus ticareti, sahtecilik ile köşeyi dönen sonradan olma zenginler.
Gözleri bir türlü  doymayan zenginler...
Oysa bu lanet olası sömürü düzeninde çocuklarını doyuramadıkları, ısıtamadıkları için intihar eden gencecik anneler,
 Çöp tenekelerini karıştırıp kendisine yiyecek bir şeyler arayan insanlarımız, pazarlardaki atıklar içinden sebze, meyve toplayan emeklilerimiz,
Açlıktan ölen, ödeyemediği faturalar için elektriği, suyu kesilen, mayınlarla uzuvlarını yitiren sakat kalan gazilerimiz,
Vatan uğruna Doğu ve Güneydoğuda şimdilerde ne uğruna can verdiklerinin değeri bilinmeyen şehit olan fidanlarımız,
Gözlerinin yaşı dinmeyen analarımız ve babalarımız, sanki onlara nispet yaparcasına PKK’ya verilen tavizler...
İktidar tarafından kumpas olduğu itiraf edilen düzmece Ergenekon ve ona bağlanan diğer davalar.
Davalarla zindanlara kapatılan aydınlarımız, askerlerimiz, gazetecilerimiz, seçilen milletvekilleri
Akademisyenler ve İşçi Partisinin Genel başkanı.
Dünyanın 5. Büyük olan Türk Ordusunun tasfiyesi.
İftira ve komplo, kumpas ile tutuklanan veya haklarında tutuklanmaları için soruşturma açılan subayların intiharları.
Hep bu düzen yüzünden! Sebep olanları Allah kahretsin, bildiği gibi yapsın inşallah:
DENİZ Kuvvetleri Komutanlığı'nda görev yapan biri emekli, iki amirale yönelik suikast iddialarına ilişkin soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Süleyman Pehlivan’ın talebi üzerine Deniz Yarbay Ali Tatar hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Kendisini gözaltına almaya gelen görevlileri gören Ali Tatar bu suçlamayı onuruna yediremediği için tabancayla canına kıydı.
İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz'ün talimatı ile Ergenekon kapsamında emniyet güçleri tarafından gözaltına alınan Kuddusi Okkır, 20 Haziran 2007 günü mahkeme kararıyla tutuklandı.
Neyle suçlandığını bilmeden 1 yıl hapis yattı.
Sağlıklı bir biçimde tutuklanan Kuddusi Okkır'ın, cezaevinde kaldığı dönemde sağlığı bozuldu.
 Okkır’ı devlet öldürdü.
TTB raporu, Bakırköy dışında hiçbir hastanenin, refakatçisi olmayan, konuşamayan, ayakta duramayan Okkır'ın ciddi bulgularını yansıtan belgeleri yeterli düzeyde düzenlemediğini, ileri tetkiklerin zamanında yapılmadığını, bunun da hastalığın erken teşhisini ve tedavi şansını engellemiş olduğunu saptamıştı.
Komaya girene kadar delilleri karartmasın diye tahliye edilmemişti. Sonradan hapis yatmasına kılıf uyduruldu ve Ergenekon örgütünün finansörü denildi. Oysa kanserden öldüğü zaman cenazesini kaldıracak parası yoktu.
Rapora göre, cezaevinden hastanelere neredeyse her aşamada ihmal vardı. Cezaevinden her sevkte Okkır'la ilgili "Ergenekon terör örgütü üyesi", "dikkat, kaçar, kaçırılır" ibareleri düşülmüş, sevkler gecikmiş ve mesai saatleri dışında yapılmış, tıbbi kayıtlar düzenli tutulmamış, sevk sırasında da Okkır'ın yanında bulundurulmamıştı.
Evet, Okkırı bu düzen bu devlet öldürdü veya ölümüne sebep oldu.
İNÖNÜ Üniversitesi eski Rektörü Prof.DR. Fatih Hilmioğlu’nun dramına gelelim.
17 Nisan 2009’da “silahlı terör örgütü üyesi” olduğu gerekçesiyle Ergenekon dan  tutuklandı.
Hilmioğlu‘nun rektörlük döneminde Turgut Özal Tıp Merkezi, karaciğer naklinde, Türkiye’de değil dünyada ikinci sıraya yükselmişti.
Tutuklanıp zindana kapatılmasının esas sebebi 2003 yılında AKP iktidarının YÖK yasasında yapmayı düşündüğü değişikliğe karşı çıkması ve Atatürkçü olmasıydı.
21 yaşındaki oğlu Emir Hilmioğlu'nun Ankara Çubuk'ta geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybettiğini hasta halinde Silivri’de duyurdular ona. Oğlunun cenazesine katılmak için yol hariç verilen iki günlük izinde akşam kendi evinde eşiyle birlikte kalmasına izin verilmedi ve jandarmalar eşliğinde Sincan Cezaevine götürüldü.
2009 dan buyana Silivri Cezaevi’nde tutulan Hilmioğlu kanser hastası olmasına rağmen Adli Tıp raporuyla tutukluluk halinin devamına karar veriliyor ve  kaçacak veya delil karartacak diye tedavisine izin verilmiyor. Yani devlet eliyle ikinci bir cinayete hazırlık yapılıyor.
Ergenekon davasının diğer bir tutuklu sanığı Yarbay Mustafa Dönmez de, oğlunun ölüm haberini duruşma salonunda öğrenmişti. Oğlu için izin verilen Dönmez, cenazeye yetişememiş, bunun üzerine iznin geç verildiği iddiaları gündeme gelmişti.
Bunları yazarken bile insan kahroluyor.
Bu iktidarın adı Adalet ve Kalkınma partisidir ha?
Böylesine vicdansızlık, bu kadar kin ve intikam duyguları ile beslenen bir partide nasıl Adalet olabilir?
Kalkınmaya gelince son olaylarda kimlerin kalkındığı ortaya çıktı.
Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da aralarında olduğu birçok kritik isme suç örgütü operasyonu yapmak isteyen savcı Savcı Muammer Akkaş görevden alındı. Bununla kalınmadı adeta savcı linç edilmek isteniyor. Başbakan tehditler savurup duruyor. Seninle işimiz bitmedi diyor. Daha ne yapacaksa!
Yolsuzluğun üzerine gideceğine örtmek için elinden geleni yapan bir başbakan var.
Bu arada Ana muhalefete ve MHP ye de sataşıyor.
“Gerek ana muhalefet, gerek yavru muhalefet vatana ihanet içindedir. Zira 642 milyar bu ülkede devletin kasasında kaldı ama 17 Aralık'tan bu yana 120 milyar dolar zarar var. Yazık değil mi bunu nasıl yaparsınız, böyle bir kampanyayı başlatırsınız? Bu bir örgüt, çete olayıdır ama ana-yavru muhalefet el ele bunları yapıyorlar.”
Bu kadarına pes derken gülüyoruz artık. Çünkü başbakan iyice saçmalamaya başladı.
Sanki asrın soygununu CHP ile MHP yaptılar.
Mademki Bilal Erdoğan böyle bir şeye karışmadı o zaman neden mahkemeye çıkıp aklanmıyor acaba?
Suçsuz insan korkmadan çıkar mahkemeye ama bunların şöyle korkuları var.
Ergenekon savcılarından korkuyorlar. Zira bu davada olan yurtseverlerimizin hiç birisinin suçu olmadığı halde yıllardır zindanlara kapatıldılar. Eee! Şimdi ortada hem gerçek suçlar var hem de hoca efendinin elinde yargı.
Korku bacayı sardı demek ki.
Parmaklarda bilmem kaç milyon dolarlık yüzükler, gemicikler, villalar, hastaneler, pırlantalar hanlar, hamamlar... İsviçre’de zulada paralar...
Nereden çıktı bunlar ey başbakan?
Kendinize gelince Müslüman vatandaşa gelince haram ha?
Başbakanı karşılarken metrolar, otobüsler bedava ama  parası olmadığı için ücretsiz binmeye çalışan 20 yaşındaki gencin kafasına metal detektörle vurup hastanelik etmek! benim kitabımda yok ama AKP nin kitabında var demek ki.
Son olarak şunu demek istiyorum. Bu memlekette bu kadar yoksul ve dürüst, işsiz insan varken onların verdiği vergilerden zıkkımlayan,  kim olursa olsun haramı zehir zıkkım olsun inşallah.
Birileri zengin olurken bizler neden bu kadar yoksullaştık, elbet bunun hesabı sorulacaktır ve sorulmalıdır. Türkiye’de gerçek adalet ne zaman var olacaktır işte o zaman ülkemiz kalkınacaktır.

Not: 2014 yılının ülkemize ve tüm insanlığa aydınlık, savaşsız, sevgi, sağlıklı mutlu yıllar getirmesi dileklerimle yeni yılınızı kutlarım.
Ben bu yazımı yazarken sabahın 4dü oldu. Niyetim bu yeni yılı Silivride’ki canların orada geçirmek tabi sağlığım elverirse. Gidemezsem ki gitmeyi çok istiyorum Silivri Hasdal, Maltepe, Sincan ve şu ada aklıma gelmeyen diğer tutuk evlerinde esir tutulan tüm canlara selam ve sevgilerimi gönderiyorum.
TC.Tünay Süer

Cezaevinde alınan ölüm haberleri, annenin elini öpememek...
Bir de ölüm haberi almak var cezaevinde! Kimler gitmedi ki? Cumhuriyet’te yıllarını paylaştığı İlhan Selçuk, Deniz Som, Mehmet Sucu, Abdülkadir Yücelman... Daha? Son söyleşisini Balbay ile yapan Halit Çelenk, Server Tanilli, Neşet Ertaş... Liste uzayıp gidiyor düşünsenize. “Bu günleri nasıl yaşadınız” diye sorunca hüzünleniyor Balbay:

“Cezaevinde insana en çok koyan şey bayram günleri ve özel günlerdir dedim ya... Bir de ölüm haberleri. Bir şey yapamama, acıyı paylaşamama duygusu. Hele hele onlarla çok şeyler yaşadıysanız! Paylaşma sözcüğünün ne demek olduğunu çok iyi anlıyorsunuz içeride. Cezaevi zaman zaman bir araf da olabiliyor ölümle yaşam arasında. Ben cezaevinde hiçbir duygumdan çekinmedim. Ağlayacaksam ağladım, haykıracaksam haykırdım! Duygularıma özgürlük tanıdım.”

Annem elimi öptü 

Silivri duruşmalarını bilenler bilir ama bilmeyenler için anımsatmakta yarar var. Duruşmayı izleyenler, yakınlarına en fazla 10 metre yaklaşabilirler. Bunu “Çok susadığınız bir anda bir kişinin sizin 10 metre uzağınızda suyu yere dökmesi kadar acı bir durum” diye niteleyen Balbay, duruşma günlerinden birinde annesiyle yaşadığı bir anıyı şöyle anlatıyor: “Bazen duruşma arasında, bakanlıktan izin alan kişiler geldiğinde cezaevi minibüsü ile duruşma salonundan hemen bitişiğindeki cezaevine gidiyorduk. Bu tür günlerde tam cezaevinin dış virajında minibüs yavaşlıyor ve yakınlarımız oradaysa sadece ellerini tutabiliyorduk. Aslında bu da yasaktı, ancak geniş alanda kamera olmadığı için elimizi başımızı uzatabiliyorduk. Böyle bir günde Annem ve kardeşlerim Silivri’ye gelmişlerdi. Minibüs yavaşlar yavaşlamaz elimi uzatınca görevli ‘Başınızı uzatırsanız biz zor durumda kalırız’ dedi. Ben eğilip annemin elini öpmek isterken eğilemeyince annem benim elimi öpmüştü. Bu anı hiç unutamıyorum.”

Çiçekle sarhoşluk

Öyle ya da böyle tam 4 yıl 278 gün geçti cezaevinde. Peki bu kadar süre tecritte kalan bir insan çıkınca neler yaşadı, kendisinde ve Türkiye’de ne gibi değişiklikler izledi? Balbay’dan dinleyelim:

“Bir defa ben, cezaevinde bir yanım Türkiye ile yaşadım. Olabildiğince değişime tanıklık etmeye çalıştım. Tabii o değişim sizi de kavuruyor, içine alıyor. Hiçbir şey yapamazken aynı anda yeni şeyler üretme dürtüsü. O zaman ‘Ben burada bir şey yapabilir miyim?’ diyorsunuz. Dışarı çıktığımda Ankara’nın çirkinleştiğini gördüm. Betonlar, binalar... Pek çok binayı cezaevi yapısından farksız gördüm. O yabancılaşmayı hissettim. Ankara bağlamında bir hayal kırıklığı oldu tam anlamıyla... Çıktıktan sonra ilk çiçeği kokladığımda sarhoş oldum, resmen başım döndü. S Bedenen tanış olmadığım bir duygu... Arada bir çiçek geliyordu ama eve gelen çiçeklerle karşılaşınca bir ilki yaşadım.”

Peki 5 yıl sonra ilk kez bir halıya çorapla basmak nasıl bir duygu olabilir? Gülümseyerek devam ediyor Balbay:
“Alışmak zor oldu. İlk gün ayakkabıyla daldım içeri, sonra dönüp çıkardım. Bir an ayaklarım çıplakmış gibi hissettim. Düşünün, ilk kez 5 yıldır ayakkabısız halıya basıyorsunuz. Cezaevindeyken özellikle kış koşullarında en azından kaldığımız yerlerin altındaki belirli yerlere halı koymak istemiştik ancak kabul edilmemişti. Daha sonra battaniyeyi halı olarak kullandık ama bunu da yapmamamız için uyardılar."

Hadi oyuncak almaya gidelim

Balbay’ın tahliye edildiği gün eve girişi sırasındaki fotoğraf karesi, hafızalarda yer etmiştir; oğlu Deniz ile kucaklaşma anı... O an Balbay’ın elinde kocaman bir de çikolata vardı oğlu için. O çikolata Balbay’ın oğluna elden teslim ettiği ilk armağandı. Öyküsünü merak edenler için anlatıyor:

“O gün o çikolatayı nasıl aldığımı şimdi anlatmayayım. Cezaevindeyken oğluma hediyeleri hep dolaylı yollardan alırdım. Karım aracılığıyla onun neleri sevdiğini öğrenmeye çalışıyordum. Deniz okuldayken, eşim Gülşah bir hediye alıp getiriyor ve ona ‘Baban gönderdi’ diye veriyordu. Tahliyenin ikinci gününde bana ‘Baba hadi oyuncak almaya gidelim’ dedi. Kalkıp bir oyuncakçıya gittik, gece 21.30 falandı. Onun çok sevdiği bir oyuncağı beraber aldık.”

Peki bundan sonra ne yapacak çocuklarıyla ve daha da önemlisi, yaşadığı süreci nasıl anlatacak onlara? Kendisinden dinleyelim:
“Çocuklarla açık görüşlerde bir saat görüşüyorduk. Çıktıktan sonra Deniz baktı 3-4 saattir evdeyim; soran gözlerle baktı ve ‘Daha kalacaksın değil mi baba?’ dedi. Yağmur da dersini yaparken bile bizim yanımızda oturuyor. Onlarla birlikte sinemaya gideceğiz, birkaç film önerisi geldi. Birisi de Çağan Irmak’ın ‘Tamam mıyız’ filmi. Ben de ‘Hangisini Çağan Irmak yönetiyorsa ona gidelim’ dedim. En son Gani Müjde’nin Osmanlı Cumhuriyeti filmine gitmiştik. Çocuklara süreci nasıl anlatacağıma gelince... Yağmur’a başlangıçta hep onun izlediği çizgi filmler aracılığıyla anlatıyordum. İşte ‘İyi insanlar önce kaleye kapatılıyor, sonra kurtuluyorlar’, biraz daha büyüyünce Voltaire ile anlatmaya başladım. ‘O da ülkesini çok seviyordu, 4 kez tutuklandı, Paris’ten sürüldü’ diyerek aktarıyordum. Bundan sonra da tüm çıplaklığıyla anlatacağım yaşadığımız dönemi. Ama her seferinde ‘bir daha olmaması için’ diye vurgulayacağım.”

Maraton koşarken geriye bakılmaz, aslolan hızdır

Balbay üniversiteyi İzmir’de okudu. Birlikte mesai paylaşırken sık sık anlatırdı İzmir’i, haber arasında bir koşu tatlıcıya gidip dönmelerini, İzmir ruhunu. Tahliyeden sonraki ilk hafta sonu önce anne ve babasına, ardından İzmir’e koştu. Soruyoruz, “Üzerinize gelen yalnızlığın ardından, bu kez üzerinize gelen insanlar ne hissettirdi İzmir’de?” Soruya elindeki çizikleri göstererek yanıt veriyor Balbay:
“İzmir’de sadece ‘Balbay siz değerli İzmirlileri selamlıyor’ diye anons yapıldı. Bunun üzerine balkonlara çıkanlar, ağlayanlar, beni kucaklayanlar; tarifsiz bir duygu. Bakın bu elimdeki çizikler o gün oluştu. Mesela bir kadın terliğiyle, ev haliyle çıktı sarıldı, bir gelin damat arabalarından inip sarıldı. Hepsine binlerce kez teşekkür ediyorum.”

İzmir’e değinmişken... Milletvekili seçildikten sonra kendisinin ağzından sık sık duyduğumuz bir cümledir; “Siyaseti sevdim”. Bu çerçevede “Yeni CHP”ye ilişkin söyleyecekleri de vardı elbette. “Ben, kuruluş yıllarında olduğu gibi ‘yeniden CHP’ diyorum” diyerek sürdürüyor konuşmasını: “Ben Sayın Kılıçdaroğlu ile de 17 Aralık’ta görüştüm, kendisine çok açık bir şekilde ‘Benden ne istersiniz?’ diye sordum. O da  ‘Çalışmanızı isterim’  dedi. Şu anda başlıca hedefim, daha çok çalışmak... Bunun devamında samimiyetle söylüyorum; hiçbir noktasal hedefim yok. Ben maraton koşan biriyim. Maraton koşarken geriye bakılmaz. İkide bir kaç kilometre kaldığı da sorgulanmaz. Yalnızca dakikada kaç metre koşulduğuna bakılır. Aslolan mesafenin uzaklığı değil, sizin hızınızdır. Ben iyi bir siyaset koşucusu olacağım. Kalemimi de hem siyasal mücadelenin bir parçası hem de edebiyat akımlarının bir hizmetçisi olarak kullanacağım. Hapishane beni aynı zamanda oyun yazarı yaptı. İlk oyunum Yargıtatör illerde dolaşıyor. Kafamda
ikinci bir oyun var, 2014’te onu da yazacağım.” Demek ki haber değilmiş Balbay’ı tanıyanlar ya da dinleyenler bilir. Daha önce de birçok kez milletvekilliği teklifi almıştır. “Ben habercilik yaptım” derken merhum Ecevit’le anısını anlatıyor:
“1995’te Sayın Ecevit haber gönderdi, ‘Bir çay içelim’ dedi. Seçimlere az kalmıştı ve yine tartışmalı bir dönemdi. ‘Ya bana bir konuda demeç verecek ya da bir kararını açıklayacak’ diyerek gittim. Oturduk, ‘Yaş otuz beş, Sayın Balbay’ dedi. ‘Ankara temsilcisisiniz. Yeter artık biz sizi bu tarafta görmek istiyoruz’ dediğinde, ilk aklımdan geçen ‘Demek ki haber değilmiş’ oldu. Üzüldüğüm konu bu...

Örneğin ben bir askerden ya da diplomattan bilgi aldım; ‘iyi bir yazı konusu olur’ der, bir bölümünü çıkarırdım. ‘Diplomasi muhabirine veririm’ der, bir parça ayırırdım. Emin Çölaşan’la yaptığımız televizyon programında kullanmak için bir bölüm alırdım. Üstüne, konunun geçmişiyle ilgili bir kısım varsa onu da kitaba ayırırdım. Yani bir malzemeden dört-beş post çıkarırdım.”



Balbay esareti anlatıyor: Sekiz saniyede seni seviyorum 

Balbay esareti anlatıyor: Toprağa basmak reçeteyle 

 Balbay esareti anlatıyor: Paran yoksa nakil de olamazsın 

 Balbay esareti anlatıyor: Hastalık tanısı: Ergenekon

Balbay esareti anlatıyor: Duygularıma özgürlük tanıdım

Türkiye bir büyük kavgaya tanıklık ediyor. Bu bir “kişiler kavgası” değil. Ortada -bu-radakinin adı konmamış olsa da devrimlerin bilinen bir kuralının uygulaması var:
“Her devrim önce kendi evlatlarını yer!”

Gerçekten Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 3 Kasım 2002 seçiminde iktidara gelmesiyle Türkiye’de bir “kara devrim”in kapısı açıldı. Ama bunu çok az sayıda aydın hariç kimse fark etmedi. Çünkü Türkiye’nin demokratik rejim geçmişi bu kapının “hukuku çiğnemeden” açılmasına imkân veriyordu. O yüzden “seçim” aracı kullanıldı.

Zaten ilk yıllarda asıl çehresini göstermedi. Çünkü geride kalan Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi deneyimleri çok temkinli olmak gerektiğini öğretmişti.

Kaldı ki öncü kadrodakilerin kültürü “riyakârlığı” yani “ikiyüzlü” olmayı meşru sayıyordu. O nedenle sadece yurtiçindeki kamuoyu değil, yurtdışındaki dost-düşman da Türkiye’deki “kara devrim”e gidişin farkına varamadı.

Hatta yaşananlar ve yeni gelenler içeride ve dışarıda övgülerle karşılandı.

Örneğin içeride “demokratikleşme” görüntülü adımlar pek çok aydını olumlu yönde etkiledi. Bunlar Türkiye’nin “Avrupa Birliği”yle ve “Batılı değer sistemleriyle” bütünleşmeyi istediği izlenimlerini güçlendirdi.

Ancak “enerjisi ve çalışkanlığıyla” takdir toplayan AKP iktidarı 22 Temmuz 2007 seçiminden güçlenerek çıkınca, AKP lideri Tayyip Erdoğan aynen Adnan Menderes’in 1954 seçiminden güçlenerek çıkması üzerine yaptığı gibi daha önce sadece hayal ettiklerini artık gerçekleştirebileceğine karar verdi.

Ve kara devrimin yaşama geçirilmesi süreci başladı.

Önce Tayyip Erdoğan’ın her zaman nefretle baktığı ve “bertaraf edilecek ilk düşman” olarak gördüğü “medya”dan başlandı.

Doğru metot, “önce en büyüğü sindirmek” ti. Yasa, hukuk dinlemeden Doğan Medya Grubu’na dünya medya tarihinde görülmemiş düzeyde (3 milyar 800 milyon TL. tutarında) vergi cezası verildi.

Sonra kalan medya organları tek tek sindirilerek, el değiştirtilerek iktidarın uydusu yapıldı. Medyadaki “özgür ses” oranı yazılı basında sırf tiraj bazında yüzde 810’a, elektronik medyada yüzde 35’e, internet medyasında (tahminen) yüzde 15’e kadar geriletildi. Kamuoyunu uyarabilecek sesler kısılınca sıra bir karşıdevrime (kara devrime) izin vermeyeceği bilinen “askeri” tasfiye etmeye geldi.

Gerçekten çeteleşmiş olduğu bilinen bir küçük kliği cezalandırmak isteniyormuş gibi göstererek aslı olsun olmasın birçok “suç” dosyası açılarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi büyük çapta hapse atıldı. Bu çok sorunlu operasyon “kara devrim” ortağı iki gücün işbirliği olmadan gerçekleştirilemezdi.

Nitekim 2008’in başında başlayan operasyon tam beş yıl sürdü. Bu sırada pek çok insanın başı uydurma kanıtlarla yandı. “Tasfiye” mahkemeleri, “suç” veya “suçlu” aramadı. Zaten kanıt diye dosyaya konanların gerçekten kanıt olup olmadığını sanıklarla avukatların feryadına rağmen sorgulayan da olmadı. Mahkum edilip 30 sene yahut ömür boyu hapis yatmak için “iyi bir Atatürkçü olmak” nerdeyse yeter sayıldı.

Karşıdevrim veya “kara devrim”, “başı ezilmesi gerekenlerin” hüküm giyip bertaraf edilmeleriyle amacına ulaşmış sayıldı. Çünkü Atatürk Cumhuriyetini tarihe gömüp kara devrimin özlediği İslam Cumhuriyetini kurmanın altyapısı hazırlanmıştı.

Lakin o aşamada bir sorun çıktı:
Tasfiye Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile Fethullah Gülen cemaatinin aktif işbirliğiyle gerçekleşmişti ama iki taraf da birbirinden memnun değildi. Çünkü AKP iktidarı (daha doğrusu Tayyip Erdoğan) Gülen cemaatinin baskılarından, taleplerinden hatta “iktidar ortağı” görünmesinden şikâyetçiydi. Bir şekilde onlara da haddini bildirmek istiyordu. Elinde “cemaatin militan deposu” gibi gördüğü, akıllı ve çalışkan öğrencileri seçip koruyarak önce “Fethullahçı” yaptığı, sonra da devlet kadrolarına yerleştirmek için kullandığı “dershaneler” kozu vardı. Bunları kapatırsa cemaatin “insan kaynağını” kurutabilirdi.

Tayyip Erdoğan “dershaneleri kapatma” projesini açıklayınca kıyamet koptu. Ortaklık bitti. Ve taraflar göze göz, dişe diş kavgaya girişti.

Bu sırada ortaya çıktı ki “sevgi”den, “terbiye”den, “edep”ten, “dürüstlük”ten, “hoşgörü”den, “adalet”ten, “hak”tan, “özgürlük”ten, “insan onuruna saygı”dan, “fitne” dedikleri her neyse ona, “yalan”a, “iftira”ya, ”hakaret”e karşı olduklarından söz edenler (iki taraf da bu iddiadadır) meğer sokaktaki kâğıt hamallarından farklı bir lisan kullanmıyormuş. O yüzden “firavun”dan “harami”ye, “müfteri”den “in”e (in bilindiği gibi ayıların sığındığı kaya kovuklarına denir) kadar kullanılmadık kötü söz kalmadı. Şimdi sıra, “kara devrim”in kendi çocuklarını yemesine geldi. Ama hangisinin ötekini yiyeceği henüz belli değil.

Kavganın dışında kalanlar bu aşamada olayları dikkatle değerlendirmeli:
Yaşananlara “duygusal” açıdan bakarsak, “Bu kavga Tayyip Erdoğan’ı bitirecekse, sorun yok, bundan memnun oluruz ” diyebiliriz. Ama böyle bir bitişin Türkiye için iyi mi, kötü mü olacağını da hesap etmeliyiz. Unutmayalım ki Tayyip Erdoğan seçimle gelen ve “seçimle gitmesi mümkün olan” biridir. Kavganın öteki ortağı iktidar olursa, onun gitmesi diye bir ihtimal söz konusu bile değildir.

Hukuk açısından bakarsak, önce aynen dün olduğu gibi, bu süreç içinde de her türlü “sahte kanıt”a, “gizli tanık” ifadesine ve hatta “gizli olması gereken soruşturma bilgilerinin medyaya servis edilmesi” dahil her türlü hukuksuzluğa karşı çıkmalıyız. Dahası “hukuku çiğneyen savcı, yargıç dahil kim varsa cezalandırılmasını” istemeliyiz.

Siyasi boyutuna gelince… Hükümetin dört bakanı hakkındaki suçlamaların hiç değilse (aslında TBMM Genel Kurulu’nda olması lazım) AKP Meclis Grubu’nda tartışılmasını ve bu hükümete güven duyulup duyulmadığının oylanmasını talep etmeliyiz. Ama hepsinden önemlisi, bu “kara devrim” sürecini tersine çevirip Türkiye’mizi tekrar Büyük Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyete kavuşturmalıyız.

Oktay Ekşi CHP İstanbul Milletvekili

Üç gün geçti. Başta Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye gazeteciliğinin ahlakı adına sormalıydı. Sormadı.
Hadi o sormadı diyelim.
Star Gazetesi sormalıydı.
Sormadı.
Başyazar Fehmi Koru sormalıydı.
Koru da dilsiz olmayı seçti.
Sabah Gazetesi sormalıydı.
Sabah Başyazarı Mehmet Barlas da dilsiz, kulaksız, gözsüz olmayı seçti, duymadı, görmedi, sormadı. Akit Gazetesi, Zaman Gazetesi, Türkiye Gazetesi, Bugün Gazetesi, Yeni Şafak Gazetesi, Akşam Gazetesi, Vatan Gazetesi, Hürriyet Gazetesi, Haber Türk Gazetesi, Radikal Gazetesi, Taraf Gazetesi ve bunlar gibi bir yığın iktidar sözcülüğüne vidalanmış gazetelerin başyazarları ya da hem başyazarlık ve hem genel yayın müdürü yapılmış kalemleri de sormadı.
Bunlar pişti gazeteler.
Pişti gazete patronları.
Pişti başyazarlar.
Pişti köşe sahibi kalemler.
10 yıldır iktidarla pişti oldular.
Şimdi bunların bir bölümü Hoca Efendi Fethullah ile pişti pozisyonu aldı. Diğer bölümü de Tayyip Beyefendi ile pişti olmaya devam.
* * *
Biliyorsunuz.
Pişti basit kağıt oyunudur.
Dokuzlu atıyorsun.
Dokuzlu ile çakıyor.
Pişti oluyor.
Kız atıyorsun.
Kız ile çakıyor.
Pişti oluyor.
Papaz atıyorsun.
Papaz ile çakıyor.
Pişti oluyor.
Hükümet ne diyorsa, Başbakan neyi savunuyorsa, bakanlar hangi iddiayı yükseltiyorsa son 11 yıldır bu gazeteler, başyazarları hükümetin, başbakanın, bakanların dediğini gerçek diye savundular. Başbakanın, bakanların, Hükümet sözcülerinin, devletin elindeki rant gücünden beslenen rüşvet dağıtıcı işadamlarının dile getirdiği çarık-çürük-yalan-dolan lafları bire bir tekrarladılar.
Karşılığını aldılar.
İktidardan beslendiler.
* * *
İktidar beslemesi pişti gazetecilerin; “2 milyon yolla Süleyman” diyen gazete genel yayın müdürünün kim olduğunu sorması gerekirdi.
Polis kayıtlarında var.
İsmi açıklanmayan bir gazetenin yayın müdürü; evinde ayakkabı kutusunda kirli çorap niyetine kirli 4.5 milyon dolar çıkan Halk Bank Genel Müdürü Süleyman Aslan’a telefonda; “Gazetede maaşları ödeyemiyorum, 2 milyon lira gönder, ben reklam faturası keserim…” diyor.
Yani sen devlet bankasısın.
Başbakan senin patronun.
Ben Başbakan’la piştiyim.
Reklamla besle beni.
* * *
Kim bu genel yayın müdürü? Gazetenin adı ne? Devlet bankaları son 11 yılda en çok ilanları hangi gazetelere akıttı? Açıklanması için Türk medyasından toplu bir istek niçin yükselmiyor? Örgütlü ve 1 numarası belli olan rüşvet ve yolsuzluk çürümüşlüğünün içinde 11 yıldır iktidarla pişti olan gazetecilik de var. Bu pislik pişti gazetecilik olmasaydı; iktidar yiyicilikte bu kadar gözü dönmüş davranamazdı. Bizim gazete SÖZCÜ, iktidar yandaşı gazetelerin devlet bankalarından beslendiğini; örneğin Star Gazetesi’nin çok az satışı olmasına rağmen; devlet bankaları ile devlet bağlantılı şirketlerden en yüksek ilanı aldığını belgeleriyle yazmıştı. İnternette SÖZCÜ arşivine girin; 23 kasım 2014 tarihli “Pis Mucize” başlıklı yazdığım yazıya bakın.
Ruhani’yi dinle Halk Bank’a ne yapıldığını anla!
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, “İran’a yönelik ekonomik ambargonun etkisini azaltmak üzere sağlanan ekonomik imtiyazlardan haksız kazanç elde edenlerin cezalandırılmasını” istedi. Yani İran’ın alacağını tahsil etmek için görevlendirilenlerin (Türkiye’de Rıza Sarraf ve İran’daki iş ortağı Babek Zencani) ve onlara yardımcı olan banka genel müdürü, Halk Bank’ı sadece İran’ın doğal gaz alacağını ödeme aracı olarak değil kendilerine ve çevrelerine haksız kazanç sağlamak için de kullandılar.

San­ki di­nin men et­ti­ği ne var­sa ya­pıp hal­kı di­nin­den so­ğut­mak için
gel­miş­ler.
Tüm ana­ya­sal ku­rum ve or­gan­lar yer­le bir edi­li­yor.
Gü­nün bi­rin­de bu me­l’­un gi­di­şe en­gel olur di­ye as­ke­rin def­te­ri dü­rü­lü­yor.
Türk yok Tür­ki­ye­li­lik var di­yor. T.C. yok edi­li­yor. Gü­ney­do­ğu, Kür­dis­tan ola­rak ilan edi­li­yor. Pis­lik­le­ri or­ta­ya çık­ma­sın di­ye med­ya
pen­gu­en­leş­ti­ri­li­yor. Tür­ki­ye­’de ço­cuk­lar se­fa­let ve so­ğuk­tan ölür­ken
, mil­yar­lar­ca do­lar Su­ri­ye ba­ta­ğı­na gö­mü­lü­yor. Cum­hu­ri­yet ta­ri­hin­de
eşi gö­rül­me­miş bir şe­kil­de dev­let so­yu­lu­yor.
Hiç­bir in­sa­nın ül­ke­si­ne bu den­li kö­tü­lük et­ti­ği­ni ta­rih yaz­mı­yor.
Pe­ki, bu ka­dar kö­tü­lük­le­ri ne­den, ni­çin ya­pı­yor­lar? Amaç­la­rı ne­dir?
Baş­ba­kan sü­rek­li ya­vuz hır­sı­za oy­nu­yor. “Hır­sız­la­rı if­şa et­mek, ge­nel mü­dür evin­de ayak­ka­bı ku­tu­sun­da
4,5 mil­yon do­la­rı açık­la­mak va­tan ha­in­li­ği­di­r” di­yor. Ar­tık bun­dan böy­le va­tan ha­in­li­ği di­ye kim­se hır­sız­la­rı,
 uğur­suz­la­rı ya­ka­la­ya­maz.
Ya­lan do­lan­la hal­kı kan­dır­mak­ta üzer­le­ri­ne yok. Din­dar­lı­ğıy­la mü­sel­lem bir dos­tum “bun­lar bir alüf­tey­le
ya­tak­ta zi­na mu­hab­be­ti ya­par­ken ya­ka­lan­sa­”, “ya­hu bu ka­dı­nı koy­nu­ma kim koy­du­” der­ler.
“Hır­sız­lık­la­rın açık­lan­ma­sı se­çim­ler­de AK­P’­yi yıp­rat­mak için­di­r” di­yor­lar. Pe­ki, kar­de­şim, hır­sız­lık­la­rı şim­di açık­lan­ma­sın­lar da se­çim­ler­den son­ra da yi­ne hır­sız­lık­la­ra de­vam di­ye ruh­sat mı ver­sin­ler?
Dev­le­tin, “AKP ile Gü­len ce­ma­ati ara­sın­da par­sel­len­di­ği ar­tık su yü­zü­ne çı­kı­yor.” La­ik Cum­hu­ri­yet­çi­ler ise azın­lık­ta ka­lı­yor.
Bun­lar, ik­ti­dar­dan düş­tük­le­ri gün hak­la­rın­da­ki yol­suz­luk dos­ya­la­rı
TI­R’­la­ra sığ­ma­ya­cak.
Vak­tiy­le oy di­len­ci­li­ğiy­le Fet­hul­lah ho­ca­nın eli­ni öpen ya da ne is­te­di­niz­se ver­dim di­yen­ler, şim­di
yol­suz­luk­la­rın ucu ken­di­le­ri­ne do­ku­nun­ca “hep­si­ni in­le­rin­de yok ede­ce­ği­ni­” fer­man bu­yu­ru­yor.
Baş­ba­ka­n’­ın, “e­niş­te­siy­le ma­ruf özel mü­şa­vi­ri­” “Gü­len ce­ma­ati, Türk Or­du­su­’na kum­pas kur­du­” di­yor.
Ak­do­ğan bu be­ya­nıy­la “Er­ge­ne­kon da­va­sı­nın baş­sav­cı­sı ol­du­ğu­nu açık­la­yan, Si­liv­ri­’de tah­li­ye ka­rar­la­rı
ve­ren yar­gıç­la­rı sür­dü­re­n” Baş­ba­ka­n’­ı da bu kum­pa­sın fai­li ya­pı­yor.
Or­du­nun çö­ker­til­me­sin­de Fet­hul­lah ho­ca su­çu Tay­yip Er­do­ğa­n’­a, Er­do­ğa­n’­da ho­ca­ya atı­yor.
Bun­la­rı gö­rün­ce Türk Or­du­su­’na ne den­li iha­net, komp­lo ve dü­zen­baz­lık ya­pıl­dı­ğı da­ha iyi an­la­şı­lı­yor.
Ge­nel­kur­may Baş­ka­nı bu re­za­let kar­şı­sın­da zin­dan­da­ki tüm as­ker­le­rin aci­len tah­li­ye edil­me­si ge­rek­ti­ği­ni
söy­le­ye­cek bir ki­şi­lik gös­te­re­mi­yor.
100 mil­yar do­lar­lık son yüz­yı­lın en bü­yük dev­let soy­gu­nu ya­pı­lı­yor. Sav­cı Mu­am­mer Ak­kaş ara­la­rın­da
Baş­ba­ka­n’­ın ke­fil ol­du­ğu “kü­re­sel te­rö­ris­t” Ya­sin El Ka­dı, Bi­lal Er­do­ğan, ba­kan­lar, ün­lü iş adam­la­rı­nın da
bu­lun­du­ğu 42 ki­şi­nin göz al­tı­na alın­ma­sı ta­li­ma­tı çı­kar­tı­yor. İs­tan­bul Va­li­si ve Em­ni­yet Mü­dü­rü ya­sa­la­rı hi­çe
sa­ya­rak (bir nu­ma­ra­ya ulaş­ma­mak için) bu ta­li­ma­tı uy­gu­la­mı­yor. Bu yet­mi­yor­muş gi­bi bu kez İs­tan­bul
Baş­sav­cı­sı da ikin­ci bir De­niz Fe­ne­ri mi­sa­li ola­yı ört­bas et­mek için Sav­cı Ak­ka­ş’­tan yol­suz­luk dos­ya­sı­nı
alı­yor. Bu şe­kil­de hu­kuk dev­le­ti di­na­mit­le­ni­yor.
De­niz Fe­ne­ri­’ni ha­sı­ral­tı et­ti­ren HSYK bi­le Baş­sav­cı­nın yap­tı­ğı­nın doğ­ru ol­ma­dı­ğı­nı bil­di­ri­yor.
Tüm bu re­za­let­le­re kar­şın Yar­gı­tay Baş­ka­nı ve Yar­gı­tay Baş­sav­cı­sı, dut ye­miş bül­bül ke­si­li­yor.
Baş­ta İs­tan­bul Baş­sav­cı­lı­ğı, ger­çek­le­ri gö­rün, yan­lış ata oy­na­ma­yın. Ar­tık Baş­ba­ka­n’­ın kim­se­yi
kol­la­ya­cak gü­cü kal­ma­mış, o ken­di der­di­ne düş­müş­tür.
Din kul­la­na­rak gel­di­ler, din kul­la­nı­la­rak ala­şa­ğı edi­li­yor­lar
İs­ra Su­re­si “ka­mu ma­lı, ye­tim hak­kı yi­yen­le­ri ül­ke­le­riy­le bir­lik­te he­lak ede­ri­z” di­yor. Fet­hul­lah Gü­le­n’­in bu
su­re­ye uy­gun ola­rak yap­tı­ğı bed­du­a bi­le bun­la­rı utan­dı­rıp, fren­le­mi­yor. Böy­le­si­ne ha­ya­sız bir dev­let
soy­gu­nun­dan bi­le yüz­le­ri kı­zar­ma­yan­lar çak­ma Müs­lü­man bi­le ola­maz­lar.
Or­du­ya gü­ven­me­dik­le­ri için as­ker kar­şı­sı­na, or­du sa­yı­sı ka­dar ikin­ci bir po­lis or­du­su ya­rat­tı­lar. Tak­si­m’­de ateş ve ölüm sa­ça­rak des­tan­lar yaz­dı de­dik­le­ri po­lis­ler, şim­di rüş­vet­çi­le­ri ya­ka­la­yın­ca “or­du­nun def­te­ri­ni
dür­dük­le­ri gi­bi­” tüm em­ni­yet teş­ki­la­tı da çö­ker­ti­li­yor.
Yar­gı­yı ele ge­çir­mek için yar­gı re­for­mu di­ye re­fe­ran­dum yap­tı­lar. Yar­gı AK­P’­nin de­ğil, ce­ma­atin
ege­men­li­ği­ne ge­çin­ce fe­lek­le­ri­ni şa­şır­dı­lar.
Baş­ba­kan, hâ­lâ ben yi­ne mey­dan­lar­da kür­sü­ye çı­kar, ka­ra­yı ak, akı ka­ra ya­pa­rım. İn­san­la­rı yi­ne af­yon­lar, uyu­tu­rum di­ye­rek hal­kı ke­riz ye­ri­ne koy­ma alış­kan­lı­ğı­nı sür­dü­rü­yor. An­cak, ar­tık Türk hal­kı­nın bu ka­da­rı­nı
 ye­me­me­si ge­re­ki­yor.
Ata­türk genç­li­ğe hi­ta­bın­da;
“Hi­le ve de­si­sey­le va­ta­nı ele ge­çi­ren­ler gaf­let, da­la­let hat­ta iha­net için­de ola­bi­lir­le­r” di­yor ve bu du­rum­da genç­li­ği gö­re­ve ça­ğı­rı­yor. Genç­lik Ge­zi Par­kı­’y­la bu gö­re­vi ifa eder­ken kan­lı bir şe­kil­de ha­yat­la­rı
sön­dü­rü­lü­yor.
As­ker mu­sal­la ta­şın­da, yar­gı siz­le­re ömür. Med­ya tas­ma­lı, AKP hü­kü­me­ti­ni ala­şa­ğı ede­cek tüm yol­lar
ka­pa­tı­lı­yor. İş­te bu ah­val ve şe­ra­it için­de (sı­kı du­run) Fet­hul­lah ho­ca sah­ne alı­yor. Ül­ke­yi so­yan­lar, va­ta­nı
par­ça­la­yan­la­ra bü­yük bir ci­hat açı­yor.
Bu du­rum­da ne ya­zık ki la­ik, cum­hu­ri­yet­çi Türk hal­kı bi­le,
Gü­le­n’­e ga­za­nız mü­ba­rek ol­sun
de­mek zo­run­da ka­lı­yor.
Tür­ki­ye­’yi bu ha­le ge­ti­ren­ler kı­na yak­sın­lar.

Manzara seyredelim. Söz sussun. Vicdanlar konuşsun. Yolsuzluk ve Rüşvet baskınları sırasında ortaya çıktı ki; Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın İstanbul Zorlu Center’da iki restoranı var. Züppelik işte. Lokantaya restoran diyorlar. Restoranın birinin adı; “Günaydın Köfte” ve diğerinin de ismi “Gülhane Kebap” konulmuş.
Başbakan’ın oğlu işadamı.
İşadamı kar peşinde koşar.
Vakıf kurar.
AKP’li belediyeden bina kapar.


AKP’li bakandan teşvik alır.
Trafo diker.
Sosyetik mekan bulur.
Köfteci açar.

Xxx

Yolsuzluk ve Rüşvet Soruşturması” 7 gün önce başlamıştı. Başbakan savcıların önünü kesmeye, soruşturmayı sakatlamaya çalışan davranışlar sergiliyordu. Henüz bakanlar istifa etmemiş, Başbakan otobüsün üstüne çıkıp fotoğraf çektiriyordu.
Türkiye pisliğe batmıştı.
Tarih 24 Aralık günüydü.
Türkiye’nin ve muhtemelen dünyanın en lüks ve pahalı mekanı Zorlu Center’daki “Günyadın Köfte” adlı köfteci dükkanının camlarına şu manzara yansıdı:
Saat: 18.00.
Zorlu Center kalabalıktı.
İnsanlar yürüyen merdivenlerden çıkıyor, iniyor, vitrin bakıyor. Alışveriş yapıyorlardı. Paşabahçe Mağazası’nın bulunduğu kata gariban görünümlü, ezik yürüyüşlü, inşaat işçisi oldukları giydikleri iş tulumundan belli 7 kişi girdi.
Görevli hanım onları gördü.
Önlerini kesti, sordu:
Nereye gidiyorsunuz.
İşçiler cevap verdiler.
Biz bu Zorlu Center’in henüz bitmemiş bölümlerinde çalışan inşaat işçileriyiz. Akşam oldu. Acıktık. Yiyecek bir şey bakıyoruz.

Görevli hanım çok kızdı.
Bu kılıkla Center’e giremezsiniz.
İşçiler, ezildiler. Utandılar.
İçlerinden biri öne çıktı.
Burayı biz yaptık dedi.
Öbür işçi de cesaretlendi.
Siz burada yokken, biz vardık.
Görevli Hanım da utandı.
Emir böyle dedi.
İşçiler, bela okudular.
Center’dan çıkıp gittiler.

Xxx

İşçiler gitti, hatırlar canlandı.
Hatıra yazı şeklindeydi.
Köfteci vitrinine yansıdı.
Yazı şöyle diyordu:
Zorlu Ceneter’in arazisi devlet şirketi Karayollarına aitti. Özelleştirme İdaresine devredildi. Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun başında Başbakan var.  Dünyada benzeri yok Boğaz’ın en hakim noktasındaki araziye 237 bin metrekare bina yapılacak şekilde imar planı çıkartıldı. İmar planı, İstanbul Büyükşehir atlanarak Ankara’da Bayındırlık Bakanlığı tarafından yapıldı. 3 Nolu Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu ve İstanbul Şehir Plancıları Odası, İstanbul Mimarlar Odası, İstanbul İnşaat Mühendisleri Odası, “bu arazi İstanbul halkı için park olsun, boğazın bu güzel noktasında 237 metrekare bina yapmak cinayet olur, boğaz bu yükü taşıyamaz” diye itiraz ettiler.
Başbakan onları dinlemedi.
Büyükşehir de kulak tıkadı.
Araziyi Ahmet Nazif Zorlu adlı işadamına 800 milyon TL’ye sattılar. İşadamı sevinçten harman dalı oynadı. Mahkemeler satışı durdurdu. Avukatlar işin içine girdi. Hukuk eğildi, büküldü. Şehir rantı avcılarının Ankara’daki Başbakanlık, Bakanlık ve şehirlerdeki Belediyelerle anlaşarak başvurdukları “kot alma oyunu ile bodrum katı gösterme” yolsuzluğu yapılarak 237 bin metrekare dikilmesi gereken Zorlu Center, 391 bin metrekare fazlayla 628 bin metrekare olarak yapıldı. Metrekaresi ortalama 12 bin dolardan satıldı, satılıyor.(Zorlu Center’in bu kuruluş hikayesini Necati Doğru, bu sütunda 3 yıl önce yazdı)

Xxx

İşte Başbakan oğlu bu Center’da köfteci restoranı açama fırsatı elde etti.
Köftecinin arkası kuvvetli.
Köfteci köfte yapar, satar.
Center’in bir sorunu olursa.
Köfteci babasına söyler.
Köfteci o sorunu da çözer.
Köftecinin Babası!
Ben sana ne diyeyim!

Dededen kadı, Çolakkadı
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı, bakan çocuklarının tutuklandığı, Başbakan’ın oğlunun ifadesinin alınmak istendiği yolsuzluk operasyonuyla yargıdaki “bölünmüşlük ve çatışmayı” Türkiye’ye duyuran isim oldu. Çolakkadı deyim yerindeyse Ergenekon soruşturmasından Balyoz’a, eski HSYK ile hükümet arasındaki çatışmalara kadar pek çok kritik dönemin de “kara kutusu”.

Göz önünde olmaktan hoşlanmayan Çolakkadı’yı kamuoyu ismen tanısa da, yolsuzluk soruşturmasının ikinci dalgasını yapmasının engellendiğini duyuran savcı Muammar Akkaş’ın gazetecilere açıklama dağıtmasından sonra kamera karşısına geçince yüzünü gördü.

Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitiren Çolakkadı, kamu görevine Elazığ’da kaymakamlık stajıyla adım atar. Daha sonra savcılığa geçer.

Ailesi Karaman’dan Kahramanmaraş’a göç eden Çolakkadı aslında kendi deyimiyle “atalarının” mesleğini sürdürür. Dedeleri Irak’ın Süleymaniye kentinde kadılık yapmıştır. Zaten soyadı da dedelerinin mesleğinden armağandır. Meslekte 35 yılını geride bırakan ve İstanbul’da 20 yıldır savcılık yapan Çolakkadı, Başsavcı Vekilliği boyunca Ergenekon, Balyoz, KCK, Poyrazköy gibi pek çok kritik dosyanın bilinmezini bilen sayılı isimlerden olmuştur.

Çolakkadı, eski HSYK’nin Ergenekon savcılarını görevden almaya yönelik girişimleri sırasında da dönemin İstanbul Başsavcısı Aykut Cengiz Engin ile Ankara İstanbul hattında mekik dokumuştu. Hem Engin hem de Çolakkadı kendilerine bağlı çalışan savcıların bilgileri dışındaki hareketlerinden duydukları rahatsızlığı o dönemin kuruluna iletmişlerdi.

 İlhan Taşçı/Cumhuriyet

Analar doğurdu doğurdu, ak sütüyle besledi besledi, ninnilerle uyuttu uyuttu, sevgisiyle büyüttü büyüttü. Özgür olma, özgür kalma, uygar yaşama özlemleriyle Atatürk’ü yarattı... Atatürk, halkın aydınlığıdır. Bilinçlidirençli gücüdür. Atatürk, halkın birikmiş, gecikmiş çağdaş yaşam özlemidir. Atatürk, halkın yapıcı, yaratıcı, kurtarıcı gücüdür...

Atatürk, halkla birlik oldu, Kurtuluş Savaşımızı yaptı. Can vere vere, kan döke döke kazandı. Kolay olmadı Kurtuluş Savaşımızı kazanmak. Cumhuriyetimizi kurmak. Bağımsızlığımızı sağlamak. Hak ve özgürlüğümüzü almak. Kanla, emekle, bilinçle, dirençle kazanılan haklar, olanaklar; kişilerin olduğu kadar toplumların da yaşam kaynağıdır. Can vermeden, kan dökmeden, damarlarındaki son damla kanı akıtmadan bırakılamaz...

Atatürk öleli yıllar oldu. Naçiz vücudu çoktan kara topraklara karıştı. Bizimle, bize kazandıkları eserleri kaldı. Dipdiri durmakta, dipdiri yaşamakta onlar. İşte cumhuriyet, işte Atatürk’ün bize kazandırdığı haklarolanaklar. İşte yüzümüzü ağartan devrimler.. İşte Cumhuriyetimizin bekçisi, geleceğimizin güvencesi gençler. İşte Atatürk’ü doğuran, yaratan halk...

Cumhuriyetimizi ilelebet korur, Ata’sını sonsuza dek yaşatır. Cumhuriyet Bayramımızı özgürce yaptırmayanlara, Ata’sını gönlünce andırmayanlara karşı halk dipdiri ayakta. Cumhuriyetimizin uyanık bekçileri görev başında. Engeller aşılmakta, barikatlar bir bir kaldırılmakta. Atatürk, halklaşmakta, halk Atatürk’leşmeşte. Tüm en gellere, engellemelere karşın halk bayraklaşmakta. Havadaki kuşlar bile ağızlarını aça aça özgürlük türküleri söylemekte. Kanatlarını çırpa çırpa halklaşan Atatürk’ü; Atatürk’leşen halkı doya doya, yüreğinde duya duya alkışlamakta...

Anayasamıza göre yasal hakların, özgürlüklerin kullanılması sınırlanamaz. Kısıtlanamaz...

Engellenemez. İzne bağlı kılınamaz. Hele anmabayram yapma gibi doğal haklara hiç dokunulamaz. Yöneticilerin görevi; yasal hakların, özgürlüklerin kullanılmasını sağlamaktır. Bilinildiği üzere herkesin, silahsız, saldırısız; kimsenin yasal haklarına zarar vermeden, özgürlüklerini incitmeden, toplantıyürüyüş yapma, hak arama hakları vardır. Bunlar için gerekli yasal koşul, bunları kullanmadan yöneticileri bilgilendirmektir. Yöneticilerin önlem almasını sağlamaktır...

Atatürk’ü kendi gücünden, kendi bilincinden yaratan halkımız, başka yaratılarda bulunmalıdır. Yeni etkinlikler de yapmalıdır. Kendi egemenliğini, kendi yararına kullanmasını da öğrenmelidir. Atatürk’ü yarattığına; gerektiğinde kendisi Atatürk olmasını bildiğine göre; yönetim birimlerimizi kendisi kurmalıdır. Yurdumuzun gerçek yöneticileri de kendisi olmalıdır. Cumhuriyetimize yeniden can, güneşten aydınlık vermelidir. Atatürk’ü yeniden, kendisiyle birlikte güzelden diriltmelidir...

Kasım Avcı Emekli Öğretmen/Cumhuriyet

Cezaevinde doktor da dilekçeyle. Bir doktor başka bir yere gönderildi. Nedeni bize iyi davranmasıydı...
Balbay’ın yazılarını okuyanlar bilir. Cezaevlerinde tamiratlar ve su kesintileri hiç bitmez. Gerçi su sorununu zamanla aşmışlar. “Önceleri tuvalete çıkmak için bile su saatini gözlüyorduk. Ama hakkı teslim edelim, son dönemde bunca yakınmalardan sonra her koğuşa bir kapasite vererek sorun çözüldü. Günlük 50 litre su veriliyordu, bazen biraz da artıyordu” diyor Balbay. Cezaevinden çıktıktan sonra “limitsiz suyu” bir an garipsemiş anlattığına göre. “Evde duşa girdim, hızla başımı yıkamaya başladım. Çok kısa bir an ‘ya kesilirse’yi geçirdim aklımdan” derken, ikinci garipsediği konuya da değiniyor hemen; “Yemek kaşığı ağır geldi. Çünkü biz plastik kaşık kullanıyorduk, her şeyimiz plastikti.” Bitmeyen tamiratlar ise, Balbay’a göre, Türkiye’deki kentleşme mantığının bir fotoğrafı aslında... “Yıllar önce Bosna gezimde şehrin hızla yenilendiğini görüp, ‘binalar yenilenmiş’ dediğimde ‘Evet çok kolay tamir ediyorlar, ama insanın tamiri çok zor’ demişlerdi. Hakikaten cezaevleri insanlara her gün değişik yaralar veriyor. Bütün devlet yapısındaki, Türkiye’deki kentleşmenin sakatlıklarını cezaevinde yakınen görüyorsunuz. Ya boru patlar, ya su sızıntısı olur, ya düzen değişir, ya da yeni bir duvar örülür.” Böyle bir ortamda en dikkat edilmesi gereken şey sağlığı korumak. Soruyoruz Balbay’a: “Doktor teması nasıl oluyordu?” Burada da şaşkınlık uyandıran bir bilgi paylaşıyor bizimle. Ergenekon’dan yargılananların hastalık tanılarına “Ergenekon” yazılırmış! Kendisinden dinleyelim: “Cezaevinde herşeyde olduğu gibi doktor da dilekçeyle. Ama bizi herkesten ayrı götürüyorlardı. Herkesten farklı olarak bizimle ilgili ‘tanı’ bölümüne ‘ergenekon’ yazılıyordu. Bir nevi hastalıktı yani Ergenekon. Doktorların özellikle ilk aylarda sürekli değiştiklerini gördüm. İsmini vermeyeceğim bir doktorun, başka bir cezaevine gönderilmesinin nedeni, bize iyi davranmasıydı mesela. Yani yakın temas, doktorlar için pek tercih edilen bir durum değildi.” 

Cezaevinin Tanrısı: Kamera 

Balbay, Sincan Cezaevi’nden çıktığında, eşi Gülşah’a sarılırken “Cezaevinde elinizi çevirdiğinizde demire çarpar, şimdi sevdiğine çarpması çok güzel bir duygu” demişti. Biz de ondan o beton, demir ve kamera üçlüsünü yorumlamasını istedik. “Cezaevinin tanrısı kameradır” diyip ekliyor: “Ortak yaşam alanı olan koridorlarda 24 saat boyunca kamera ve ışık vardı. Ama koridorun hemen içinde, 4 adım atınca yatağınıza geliyordunuz, dolayısıyla burada kamera ve ışık yoktu. Ama ne yaparsanız yapın, size sürekli bir ışık vuruyordu. Kamera, cezaevinde her şeyi kaydeder. Örneğin kalabalık koğuşlarda kavga çıkınca, kim kime bağırmış, kim ne yapmış kameradan bakıp ona göre ceza veriyorlardı. Yani, senin ne dediğin önemli değil, kameranın dediği önemli! Bodrum kalesinde bir zindan vardır, onun girişinde ‘Allah’ın olmadığı’ yer yazar. Cezaevinde Allah tabii ki var ama, kameranın dediği olur. Ayrıca dinlenme konusunda da ‘her yerde dinleniyoruz’ düşüncesi herkeste vardı.” Cezaevinde her yanınız demir, beton ve kamera... Balbay anlatıyor: “Cezaevinde en çok özlemini çektiğim şey, sınırsız bir alanda dönüş yapmadan koşmaktı. Bu sıkıntıyı yaşayınca ‘insan insana böyle bir şey yapmamalı’ diyorsunuz. Mesela Norveç’te bazı tutukluları bir adaya götürüyorlarmış, böylece üretimden de kopmuyorlarmış o insanlar. Yine Amerikan filmlerinde gördüm, herkes koğuşta ama gündüz herkes bir arada. Bugün Türkiye’de cezaevleri demir, beton ve kameradan ibaret. Demir, hayatın her şeyinde. Elini attığında demir, dolaplar demir, pencere çerçeveleri demir, kapı demir. Demir kapının kocaman o kolu demir. Taak diye gürültüyle açılır. Duvarların üstündeki teller ayrı... O duvarlara yaslanmak istemezdim hiç... Soğuk bir hava verirdi...”

 

Gece yarısı kalkıp Gezi’yi izledim

Bunca olumsuzluğu hafifleten şeyler yok mu Peki cezaevinin rutin yaşamında? Elbette var; maç izlemek mesela. Koğuş başına 40 TL toplanarak Lig TV aboneliği alıyormuş cezaevi yönetimi. 90 dakika, 24 saatlik yaşamda bir nefes oluyormuş, Balbay’ın deyimiyle “cezaevini unutturuyormuş” o süre. “Peki yayıncı kuruluşun sloganları kesmesi nasıl bir etki bırakıyordu? diye sorunca anlatıyor Balbay: “34. dakikayı iple çekiyorduk! Sesi en yüksek seviyeye çıkartıyorduk! Sesi kesmek kötü bir şey ama bir yandan da hoşumuza gidiyordu, ‘ses var ki kesiyorlar, ya ses olmasaydı...’ diyorduk.” ‘Gece yarısı kalkıp Gezi’yi izledim’ Biliyorsunuz, Balbay’ın değindiği 34. dakika meselesinin çıkış kaynağı Gezi Parkı eylemleri... Soruyoruz kendisine “Gezi ruhu nasıl yansıdı Silivri’ye?” “Müthiş bir şeydi, o dönem Gezi ile nefes alıp verdik” diyip ekledi: “Biz de Gezi’deydik kimse farkında olmasa da! Biz yıllarca toplumdan ses yükselir umuduyla yaşadık. Gezi’nin pek çok nedeni vardır elbette ama, ben 13 Aralık ve 8 Nisan’daki Silivri buluşmalarının da payı olduğunu düşünüyorum. Direkt bizim adımızı anmaları gerekmezdi tabii ki, biz sadece bu gidişe ‘dur’ denilsin istiyorduk. Bazen saatlerce haberleri takip ediyordum. Mesela, gece 01.00’de yattım, gece saat 04.00’te kalkıp bakıyordum televizyonlara. Sabah duruşma olmasına rağmen yarım saat izleyip uyuyordum. Hapiste en mutlu olduğum, oradaki yaşantıyı unuttuğum anlardan birisidir Gezi Parkı eylemleri.

Müjde: Çim yerine halı saha
Dizinin başlangıcından beri yeniden adlandırılan gün isimlerinden söz ediyoruz. Bunlardan biri de spor günü. Bir toprak saha düşünün, kenarlarında tek tük çimenler bitmiş. O çimenler bile sizin için bir enerji kaynağı. Gün geliyor, o alanı da kaybediyorsunuz, hem de müjdeli bir haberle! Balbay’dan dinleyelim: “Çamur olduğunda bile çıkıyordum o sahaya. Sonra bir gün ‘Size müjde!’ dediler. ‘Toprak sahayı halı saha yaptık!’ Çok üzüldüm. Ama yapacak bir şey yok. Yine çıktım sahaya sevinçle gökyüzüne baktım ki, ne göreyim; halı sahanın üstü tellerle kaplanmış. Gökyüzü ile aramıza teller girmiş. Bu yüzden havalandırmada koşmak zaman zaman daha iyiydi. Çünkü gökyüzünü sansürsüz görüyordum. Burada bulutlarla konuşmak çok iyi gelirdi. Bazen hareket eden yalnızca bulutlar olurdu. Onlara ‘gökyüzü bahçesi’ derdim. Bazen, güneş batarken bulutlardaki o kırmızılık, kan kaybeden birisini andırır. Bazen ise tam tersine bir gül bahçesi. Psikolojik durumunuza göre nasıl yorumlarsanız... Bulut demişken, beyazla beyaz arasında onlarca fark olduğunu da bulutlardan öğrendim.” Gelelim filmlerde, dizilerde o ceberut yüzlü insanlar olarak yansıtılan infaz koruma memurlarına... O kadar sert mizaçlı, astığım astık, kestiğim kestik insanlar mıydı onlar? “Hayır” diyor Balbay, “Haklarını vermek lazım” diyerek devam ediyor: “Biz ceza alana kadar onlar hep ‘biz de 35 yıla mahkûmuz’ derlerdi. Gerçekten çok ilginç bir statüleri var. İş, görev ve sorumluluğa gelince üniformalı güvenlik görevlileri... Özlük haklarına gelince ise sıradan memurlar. Örneğin güvenlik görevlilerinin yıpranma izin hakları var, ama onlar bu hakların hiçbirinden yararlanamıyorlar. Bana 34 yıl 8 ay ceza çıkınca, onlara espri yapmıştım ‘Ben sizden 4 ay az ceza aldım’ diye. Sonuçta onlar da insan, kuralları uygulamak zorundaydılar ama insani davrandılar hep. ‘Bize gardiyan demeyin’ diyorlardı sürekli. Televizyon dizilerine kahroluyorlardı. ‘Bir dizide de gardiyan iyi adam olsun’ diye sitem ediyorlardı. Hatta Koray adlı bir görevli vardı, ‘en iyi yıldız ben olurum’ deyince, ona ‘Gökyüzünde güneş, yıldız ay; yeryüzünde Koray’ diye takılırdım. Hepsine memleketleri ya da isimleriyle hitap ederdim. Bu çok hoşlarına giderdi. İçlerinde iyi eğitimli çok fazla kişi vardı.”

Havalandırmaya düşen kuş bile çıkamaz!

Kanalizasyona ayrı bir başlık açmak gerekiyor. Balbay’a göre kanalizasyon koğuşlar arasındaki en iyi iletişim aracı. “Biz ona kenefsel derdik” diye devam ediyor: “Koğuşlardan geçen kanalizasyon en iyi haberleşme aracıydı. Oraya eğilip konuşursunuz yan koğuşla. ‘Kenefselden konuşalım’ deyip ayrılırdık. Bazen tabii sesler birbirine karışıyor. ‘C1 çık aradan, C4 ile konuşacağım’ sesleri geliyor. Yağmurla bazen temizleniyordu kanallar. Ama yağmur yoksa koku gelmesin diye çöp torbası koyup üzerine su dökerdik. Poşet boşlukları doldurur, kokuyu da keserdi. Değme kapak bundan iyi işlev görmez emin ol!” l Balbay’ın kitaplarında sık sık değindiği bir diğer konu, cezaevinin davetsiz misafirleri; kuşlar, arılar, kelebekler... Duyunca inanamadığım bir şey anlattı bu konuda: “Silivri, özellikle kuşların geçiş güzergâhı. Geceleri o bölgede en yoğun ışık cezaevinden yükseliyor. Adeta stadyum ışığı gibi... Uzun yolculukta ışığı gören bıldırcınlar, cezaevine doğru yöneliyor. Bazıları havalandırma boşluklarına düşüyordu. Bunu bilen koruma memurları onları  alıp dışarı bırakıyordu. Yine arılar ve kelebekler çok düşüyordu. Bir basınç değişikliği mi, yoksa nedendir bilmem, 7 metrelik duvardan geri çıkamıyorlardı.” Yalnız bıldırcınlar, serçeler değil elbette. Bir de uçaklar var Silivri’nin üstünden geçen. Her akşam aynı saatte. “Geçen uçaklar hep hüzünlendirirdi beni. Bir süre sonra rötar yapınca bile anlıyorduk” diyor Balbay.



Balbay esareti anlatıyor: Sekiz saniyede seni seviyorum 

Balbay esareti anlatıyor: Toprağa basmak reçeteyle 

 Balbay esareti anlatıyor: Paran yoksa nakil de olamazsın 

 Balbay esareti anlatıyor: Hastalık tanısı: Ergenekon

Balbay esareti anlatıyor: Duygularıma özgürlük tanıdım

Ergenekon operasyonları sırasında İstanbul Emniyeti’nde CIA ajanlarını gördü, hayatı değişti. 4.5 yıldır hapiste. “Devlette bir çete var”  diye bağırıp, Genelkurmay Başkanlığı’nı uyaran ilk isim olan emekli Gazi Üsteğmen, Avukat Serdar Öztürk’e göre, “Sahte belgelerle kumpas projelerini yürütenlerin”  başında 4 kişi var ve bunların “ruh sağlığı”  kesinlikle yerinde değil. Cemaat için, “ABD’nin emrinde köle yapılanması”  diyen Öztürk, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nu da, “Tüm bu cinayetlerin faili, katillerle nasıl anlaşırsın. CHP bu işin altında kalır"  sözleriyle eleştiriyor. 

Öztürk’ü hep Silivri’de Ergenekon duruşmalarında görüyordum. Haberlerini alsam da 5 Ağustos’ta karar verildikten sonra bir daha görme şansım olmadı. Öztürk çocuklarından dolayı 2 ay önce Sincan Cezaevi’ne naklini istedi. Ve artık onun 3 kişilik ziyaretçi listesinde ben de varım.

İlk kez dün ziyaretine gittim. Silivri’den farklı olarak göz taraması değil, parmak iziyle giriliyor. Sincan F tipi ya, kapalı görüşlerin yapıldığı camlı bölmelerin önünde ayrıca demir parmaklıklar varmış, bunlar o gün kaldırılmış. Camın bu tarafındaki ailelerin, “Sevdiklerimizi daha iyi, daha net görebileceğiz”  sevincini görmeliydiniz!..

Serdar Öztürk tam saat 11.00'de camın arkasıydı. “Hoşgeldin Müyesser abla”  diyerek telefonu kaptı. Küçük oğlu Berke’nin zamanını çalacağım için çok huzursuzdum. O yüzden hızlı hızlı konuştuk. Sesinde, son gelişmelerin mutluluğu hissediliyordu. Kolay mı, 4.5 yıldır “Çete var!..”  diye bağıran oydu. Nihayet devletin en tepesinin de itiraf ettiğini görüyordu.

“Benim tarihe kayıt düşmek için verdiğim dilekçeleri incelesinler, tüm isimler, deliller orada var”  dedikten sonra, “kumpasın”  başındaki 4 isimden bahsetti. Hakkında açılan o kadar çok dava var ki, yeni davalarla boğuşmaması için onun açık açık söylediği bu isimlerden baş harfleriyle söz edeceğim. İşte Öztürk’ün o iddiaları:                   

“Tüm projeyi yürüten R.G., A.F.Y., M.E. ve A.P.’dir. Maalesef bunlar ruh sağlığı yerinde olmayan insanlar. R.A’ya saldırıyorlar, ama onun kapasitesi bu işlere yetmez. 2006’da AB’ye terör kursu adı altında bunlardan hangisi gitmiş, ABD askerleri tarafından nasıl eğitilmiş onu araştırsınlar. Acilen yapılacak işlerden birisi de HSYK dahil, özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasıdır.”

                -Gemiyi Batırmaya Çalışıyorlar-

Cezaevinde, “AKP ve Gülen’i Kurtarma Planı”  isimli koca bir kitap yazan Serdar Öztürk, şimdi Erdoğan-Cemaat savaşına nasıl bakıyor?  Şunları söyledi:

“Bu işler tarihte hep böyle oldu. Birbirlerine düşmesi kaçınılmazdı. Ancak karşımızda bir legal, bir de illegal bir yapı var. AKP gelir gider, ama tehlikeli olan illegal yapılardır. Erdoğan’ı anlıyorum; İktidar olabilmek için bunlara yol vermek zorundaydı. Ama ne kadar tehlikeli olduklarını gördü. Cemaat tam bir köle yapılanmasıdır. Hem kendi içinde, hem ABD karşısında. ABD ne derse, onu yapmak zorundadır. Bu ekip bir yandan gemiyi batırmaya çalışıyor, bir yandan da ‘kaptan kasayı soyuyor’ diye bağırıyor.  Kaptan değiştirilir, ama gemi batarsa, yapacak birşey kalmaz. Asker olarak şöyle düşünüyorum; Tankla, bir de piyade tüfeğiyle saldırıya uğruyorsunuz. Hangisi daha tehlikeli, en önce hangisini yok etmeli? Elbette tankı.”

Serdar Öztürk’ün, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na da ağır eleştirileri oldu. Önce Gazeteci Soner Yalçın’ın, “Gelen yeni bir koalisyon hükümeti mi? Gül+Gülen ve CHP!.. CHP, ‘Gestapo’ ile örtülü bir işbirliği yapabilir mi? Tarih affeder mi?”  tespitlerinin çok haklı ve doğru olduğunu belirtti, ardından ekledi:

“Yaşanan tüm cinayetlerin failleri, katilleriyle nasıl anlaşırsınız? Kur’an-ı Kerim’e göre, kafire hizmet eden kafirdir. Kılıçdaroğlu bu işin altında kalır.”

               -Köpek Kulübesinden Haberler-

Gelelim Serdar Öztürk’ün sağlık durumuna... Güneydoğu Gazisi olduğunu, vücudunun yarısında şarapnel parçaları bulunduğunu, Silivri’de ölümcül “uyku apnesi”ne yakalandığını, özel tedavi görmesi gerektiğini, nihai testler için Haziran 2014’e gün verildiği,  Silivri’den getirdiği spor aletleri, hatta tartısına el konulduğunu biliyorsunuz. Sincan L tipine naklinin “terörist”  olduğu gerekçesiyle reddedildiğini ve GATA’ya sevki için uğraştığını da...

Peki son durumu ne? Annesi Başak Öztürk üzülse bile, bir Gazimizin gördüğü muameleyi gözler önüne sermek için anlatmam gerektiğini düşünüyorum. İşte kendi ağzından sağlık durumu:

“Silivri’de zorla da olsa yürümeye çalışıyor, diyet yapıyordum. 2 ayda 15 kilo vermiştim. Ama burası bir köpek kulübesi kadar. Hareket edemiyorum, yeniden 8-10 kilo aldım. Kilo almam demek, şeker hastasına şeker verilmesi gibi birşey. Nefes alamıyorum. Yemek yemiyorum. Sadece domates, peynir yiyerek kiloyu engellemeye çalışıyorum.”

Görüşte ilk sorum, “Sincan’a alıştın mı?”  olmuş, o da “Cezaevine alışmak mı? Asla!..”  demişti.

“Köpek kulübesinde”  bir Gazi... Bizim de alışmamamız, kabul etmememiz, o ve diğerleri için daha çok şeyler yapmamız gerekmiyor mu?

Serdar Öztürk’ün tanıyan, tanımayan herkese teşekkürleri ve selamları var.

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
29 Aralık 2013 

Büyük Hayalin Çöküşü - Orhan Bursalı
Türkiye’yi bir başka açıdan ikiye ayırabilirsiniz. İlki siyasetçilerin “büyük Türkiye” hayali, ikincisi ise 12 yıldır inşa edilmeye çalışına “Büyük RTE” hayali. İlk hayali başta Süleyman Demirel olmak üzere pek çok politikacı paylaştı. İkinci hayal, bu ülke üzerinde bir Tayyibistan Cumhuriyeti kurmak hayaliydi. İlk hayal yerinde duruyor, herkesin paylaşımına açık! İkinci hayal ise yerle bir olmuş durumda! Tayyibistan’ın 12 yıllık pratikte ne demek olduğunu üç kalemde özetleyebiliriz: Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiyesi İkinci Cumhuriyet değildir, Üçüncü Cumhuriyet denemesidir. İlk Cumhuriyeti, kurucusu Atatürk ile sonlandırmak gerekir.
Atatürk’ün hedefi, bu ülkenin yaratıcı bütün unsurlarını ayaklandırarak bilime, araştırmaya, uçak fabrikalarına, sanayiyi kurmaya, demiryollarıyla bütün ülkeyi sarmaya ve bütünleştirmeye, çağın insanını, evet bir ülke zenginliğinin ve mutluluğunun en büyük kaynağı olan kaliteli, yetenekli çağdaş insanı yaratmaya yönelikti. Yani ayakları üzerinde duran, dünyaya durduğu çıktığı yükseklerden bakan ve bu temel üzerinde özgürce büyüyen bir ülke.
***
Bu büyük insandan sonra Cumhuriyeti devralanlar farklı bir cumhuriyet politikası izlediler. Atatürk’ün temellerini attığı her şeyi adeta tersine çevirdiler. Sadece bir noktayı söyleyeceğim: Uçak fabrikalarını kapattılar.. Yeter mi derdimi anlatmaya! Daha neler neler.. Bu konuda o kadar eser var ki ortada! Sonuçta, Batı’nın ileri karakolu olarak savaş cephesi bir ülkeye dönüştük. Özeti şudur Atatürk sonrasının: Size para veriyoruz, yardım ediyoruz, siz bu parayla ihtiyacınız olan her şeyi bizden satın alırsınız. Sizin üretmenize gerek yok.
İşte İkinci Cumhuriyet budur... Şüphesiz 1960’tan sonra, Türkiye yeniden, kuruluş genlerinde yatan “üretici olmayı” yer yer keşfetmedi değil ama iç savaş ortamları yaratıldı, Hazine’yi talan ortamları hiç eksik olmadı, darbe ortamları oluşturuldu, Türkiye ABD ve Batı’nın ihtiyaçlarına göre tasarlanan ve güdülen bir ülke oldu. Özet şudur: 60 yılda 20 kadar ekonomik kriz ve yoksulluğun bir türlü aşılamaması. 2001 krizi adeta bu İkinci Cumhuriyet’in de sonunu hazırladı.
***
Çünkü İkinci Cumhuriyet’in Türkiye’yi yöneten tüm partileri, son büyük krizle birlikte iflas etti, dağıldı çöktü kapandı.
RTE, farklı bir
kökenden gelen siyasi anlayışın temsilcisiydi. İkinci Cumhuriyet’in neredeyse bütün sağ partileri CHP’den üremişti. Erbakan hareketini bunlardan ayırmak gerekir. Hele hele RTE’nin anlayışını neredeyse tamamen ayırmak gerekir. Bu anlayışı Cumhuriyet’ten çok Cumhuriyet öncesi dini akımlardan da alıyordu. RTE, Üçüncü Cumhuriyet’in temellerini attı. Nasıl ve nelerle? 1) Doğrudan İslamcı siyasi parti niteliği ve buna uygun içeride örneğin eğitim ve toplumsal hayatı onun anlayışına göre yeniden tasarlamaları ve dış politikalarıyla... 2) Cumhuriyet’i yaratan ve kuranları, Atatürk ve arkadaşlarını (iki ayyaş!) ve Cumhuriyet’in kuruluş aşamalarını (1938’e kadar) reddeden politikalarıyla! (Sahte ve reddiyeci uyduruk yeni bir tarih yaratma çabası.) 3) Uluslaşmayı reddeden, ulusu, ulusalcılığı reddeden, millet yerine ümmeti (İslami temelde birleşme.) geçirmeye yönelik politikalarıyla.
4) Sanayileşmeyi gerileten, bunun yerine inşaatçılığı geçiren ve el parası ve milletin varlıklarıyla bir tüketim cenneti vaat eden politikalarıyla.
5) RTE “ekonomik cenneti” iki ayak üzerinde kuruldu: Biri dışarıdan 400 milyar dolar borçla içeride tüketimi pompalaması. Bu milletin varlığı olan malı, mülkü, sanayisini satıp savurarak 60 milyar liralık bir de ek kaynak yaratması. Dahası var ama burada bu kadar!
Geçmiş Olsun Ülkem! Tayyibistan Cumhuriyeti, sadece Birinci değil, önemli ölçüde İkinci Cumhuriyet’in de reddine dayanıyordu. Bu nedenle Üçüncü Cumhuriyet denemesi sıfatını tam anlamıyla hak ediyordu.
Şimdi bütün bunlar bitti. RTE hâlâ iktidarda görünse de sona erdi. Geçmiş olsun, sevgili ülkem! 12 yılda bu tarihin akışını tersine çevirmeye yönelen bu girişim sona erdi. 2023, Tayyibistan Cumhuriyeti’nin tam ilanının tasarlandığı tarihti! Cumhuriyetin 100 yılı! Atatürk ve Cumhuriyeti’nin bütününe yönelik bütün bu toplam politikaların hesabı, Recep Tayyip Erdoğan’ı Atatürk’ün yerine, yeni büyük kurucu olarak geçirmeyi hedefliyordu. Suriye Savaşı ile göğsüne bir savaş kahramanı madalyası takabilseydi, kurucu görüntüsü tamamlanacaktı!
Atatürk’ü ve yaptıklarını aşmak boy bos meselesi değildir.
Bu hayal, Bakanlar Kurulu’nun istifa enkazlarının altında kaldı. O fotoğraf yani oğlunun, babasının yanı başında, millete tweet atarak hakarete yeltendiği o fotoğraf da tükenişin ve bitişin görüntüsüydü.
Hele hele o vakıf var ya o vakıf! Ona enkazın ta kendisi olarak bakınız lütfen!

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget