DİKTATÖRLÜK BASINI "BÜTÜN KÖTÜLÜKLERİ İYİLİK OLARAK GÖSTERİR"
Bugün kimi gazetelerde yazı yazanların ve kenarda köşede konuşanların hafıza kaybı hastası ya da kör cahil olduklarını kabul etmek zorundayız. Hıfzı Topuz’un 2013’te 5. baskısı yayımlanan ‘Vatanı Sattık Bir Pula’ adlı kitabında Namık Kemal’le birlikte Avrupa’ya kaçan genç Osmanlılar ya da Jeunes Turcs’ler arasında olan Ziya Paşa’nın Cenevre’de yayımladığı bir makale var. Londra’da Hürriyet gazetesini yayımlayan Ziya Bey (Ziya Paşa) İngilizlerden baskı gördüğü için Cenevre’ye gidip gazeteyi orada çıkartmaya başladı.
13 Eylül 1870’te (Cumhuriyet ilanından 53 yıl önce) Cenevre’de yayımlanan Hürriyet’te şunları yazmış:
“Cumhuriyette padişah, imparator, sadrazam falan yoktur. Ülkenin padişahı da, imparatoru da, kralı da hep halktır. Halk kendi çıkarını düşünen birkaç kişinin kölesi değildir. Herkes hak ve özgürlüklere sahiptir. Halk zorla askere alınmaz, kışlalarda çürütülmez. Ülke tehlikeye düşerse halk silaha sarılır. Halk angarya yöntemiyle çalıştırılmaz. Gazeteler hükümete yaltaklanmak zorunda değildir. Her türlü eleştiriyi yaparlar.
Cumhuriyet rejiminde millet meclisi vardır. Yasaları hazırlar. Üyelerini halk seçer. Mahkemeler özgür ve bağımsızdır. Onlara ne meclis karışır, ne de başkan. Ülke yöneticilere dedelerinden ve babalarından miras kalmış değildir.
Diktatörlük rejimlerinde iş başındakiler, istediklerini cennete yollarlar, istemediklerini cehenneme. Öyle rejimlerde gazeteler iş başındakilere dalkavukluk ederek yaşamlarını sürdürürler, iktidardakileri öve öve göklere çıkarırlar. Bütün kötülükleri iyilik olarak gösterirler. Kolay para kazanmanın yolu da budur.”
Bu, bizim ünlü şairimiz Erzurumlu Ziya Paşa’nın 45 yaşında iken Avrupa’da yazabildiği bir makale. Ziya Paşa 1871’de yurda döndü. Şurayı Devlet azalığı, Maarif Müsteşarlığı yaptı. Yeni Anayasa komisyonunda çalıştı. 1876’dan sonra o anayasayı hazırlayanlar İstanbul’dan uzaklaştırılırken, Ziya Paşa da, vezir unvanıyla, Suriye, Konya, Adana valilikleri’ne sürüldü. 1881’de öldü.
Bu bir Osmanlı hikâyesi. Fakat şunu anlatır. Cumhuriyeti Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları kurdu. Ama Cumhuriyet Anayasasının temel fikirleri Mustafa Kemal kuşağının hocalarından öğrendikleri çağdaşlık düşünceleridir.
Osmanlıların son dönem şairlerinin bize nasıl bir Osmanlı toplumu anlattıklarını ben çocukluğumda annemden ve babamdan dinledim. Sonra tarihini okudum. Sonra da öğrencilerime anlattım.
Neden Anadolu’nun bir köşesine tıkılmak anlamına gelen Sevr Anlaşması’na imza koyduğunu anlamak için şairleri dinlemek yetişir.
Paris’te yaşarlarken Ziya Bey’in yazmaya başladığı Tercii Bend ve Terkibi Bend kitabının bazı beyitlerini ben bugün de ezberden yineliyorum. 150 yıldır doğru olduklarını görmek, Ziya Paşa’nın tarih öngörüsünün şaşırtıcı ve belki de dâhice niteliğini gösteriyor, ama bizi kalbimizden yaralıyor.
Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat
Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbei aklı eserinde
Bizim topluma uygun şu beytin karikatüristlerce kullanıldığını anımsıyorum.
İç bade, güzel sev var ise akl u şuurun
Dünya var imiş ya da yoğ imiş ne umurun
Ziya Paşa’nın Osmanlı dünyası hakkındaki düşüncesi şu beyitte
Diyarı küfrü gezdim beldeler, kaşaneler gördüm
Dolaştım mülkü İslamı bütün viraneler gördüm.
Biz gökdelenler yapıyoruz, ama uygar belde görmek için Avrupa’ya gidiyoruz.
Ziya Paşa’dan 15 yaş daha küçük, daha çekingen bir yazar olan Namık Kemal Osmanlı dünyasını şöyle yansıtır:
Doymadı gözlerimiz kan ile olsun, dolsun
Babalar ağlayadursun, analar saç yolsun
Yüzümüz yerde sürülsün, başımız taş olsun
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yoğ imiş kurtaracak bahtı kara maderini
Biz bakmadan sağa sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatanı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz.
Bu iki şairden daha genç, fakat daha usta olan Tevfik Fikret (1867-1915) İmparatorluğun en acıklı günlerini yaşamıştı. Rus orduları Yeşilköy’e gelmişler, Osmanlı Devleti Balkan Savaşı’nda yenilmiş, Rumeli’den kaçan Türkler İstanbul sokaklarını doldurmuş, Avrupalılar Çanakkale Boğazı’na dayanmışlardı. Onun en çok bilinen şiirlerinden biri olan ‘Sis’, simgesel olarak, Osmanlı başkenti üzerinden İmparatorluğu anlatır:
Sarmış yine afakını bir dudi muannid
Bir zulmeti Beyza ki peyapey mütezaid,
….
Layık bu tesettür sana, ey sahnı mezalim
….
Ey sahnei zişa’şai hailepira
….
Örtün evet ey haile… Örtün evet ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey facirei dehr
Bu bütün imparatorluğu saran ve sürekli artan bir sistir. İstanbul, bir zulüm sahnesi, facialarla süslü pırıl pırıl sahne olarak bu örtüyü gerektiriyor. Kapkara damları, çamurla tozun savaştığı sokakları, her şeyi gökten dilenen adi ve ikiyüzlü, boyun eğen toplum, ve her adiliği yutan kupkuru ağızlar. Fikret sonunda İstanbul’a ‘evrensel orospu’ der. ‘Sis’ dehşet verici ve acıklı bir haykırıştır.
Bu sofracık efendiler ki iltikama muntazır
Huzurunuzda titriyor şu milletin hayatıdır;
Şu milletin ki muztarip, şu milletin ki mutazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır…
Dünya ne kadar zor değişiyor. Aynı sözler bugün de geçerli. Fakat Fikret umutsuz değildir. Yüzyılın aydınlanma yüzyılı olduğunu ve bu ışığın genç kuşakların elinde vatanı yaşatacağını ‘Rübabı Şikeste’de ‘Sabah Olursa’ adlı şiirinde oğlu Haluk’a söyler.
Mehmet Akif (1873-1936) dindar, milliyetçi, vatanperver büyük bir şairdir. Gençliğimizde ‘Çanakkale Şehitlerine’ adlı şiirini ezbere söylerdik. Annem bize ezberletmişti. Orada ölen askerlere
Sen ki İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın der.
Bugün İslamın hüsranı (Düş Kırıklığı) sürüp gidiyor. Küçük Körfez devletlerinin petrol zengini olmaları 1.5 milyar Müslümanın kaderini değiştirmiyor.
Osmanlı geç dönemi şikâyet eden, dünyada haberi olmaya başlayan, Türk milliyetçisi şairler yetiştirmiştir. Mehmet Emin Yurdakul (1869-944) bir şiirinde yoksul köylü ile konuşur:
Ah efendi, bize karşı
İstanbul Neden böyle sert, yalçın taş gibi?
Taşraların hayvanlık mı nasibi?
**
Ey Türklüğün Otağı
Ne vakte dek, bu acıklı sefalet,
Bu viranlık, bu inilti, bu kaygı?
Ne vakte dek, bu uğursuz cehalet,
Bu taassup, bu görenek, bu uyku
İnsanın bugüne kadar diyeceği geliyor. Sadece bir şiir olarak da kalsa şairlerin duyguları ülkenin halinden etkileniyordu. Rıza Tevfik (1869-1949) Serabı Ömrümde ki ünlü ‘Uçun Kuşlar’ adlı şiirinde, İstanbul’la karşılaştırarak
Uçun kuşlar uçun, burada vefa yok
öyle akar sular, öyle hayâ yok,
Feryadıma karşı aksiseda yok
Bu yangın yerinde siyah kül vardır.
Osmanlı toplumunun şairleri, düşünürleri hayâsız bir yangı yerinde yaşadıklarını, Rıza Tevfik gibi, Sevr Anlaşması’nı imzalamış olsalar bile, ruhlarında hissediyorlardı. O günle bugün arasında, bugünün lehine bir Cumhuriyet geleneği ve eğitimi var. O günün lehine de idare eden sınıfın çok uzun bir geleneğe oturan ağırlığı olduğu söylenebilir. Ama şiirler bu günü de aydınlatıyorlar.
Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet
Yorum Gönder