İnönü ailesi(Soldan sağa: mevhibe İnönü, Ömer İnönü, Özden İnönü, Erdal İnönü, İsmet İnönü) |
Babam Başbakandı. Onun başka babalardan farklı olduğunu bilmiyordum. Bütün babalar böyle olur zannediyordum. Onun özel; hele evimize sık sık, aile büyüğümüz olarak gelen Atatürk’ün daha da özel olduğunu zamanla farkettim.
Atatürk Pembe Köşk’te bütün Türk evlerinde görmek istediği laik, çağdaş bir Cumhuriyet ailesi buluyordu. Biliyordu ki devrimler ailenin bütün fertleri tarafından kabul edilmez, benimsenmezlerse yaşayamazlar.
Orada, insanlara saygıyı öğrendim. Herkesi sevmeye mecbur değildiniz ama herkesi anlamaya çalışmanız, fikirlerine değer vermeniz lazımdı. Hiçbir zaman “Bana ne!” deyip, boş vermeyecek, aklınıza yatmayan konularda direnmeyi, kendi fikirlerinizi savunmayı bilecektiniz.
Gene “ben” diyorum... Aslında hepiniz, sizler, tüm Cumhuriyetin birinci kuşağı benim gibi düşündü, inandı ve devrimleri bugüne kadar koruyup yaşattı.
Aradan yıllar geçti... Nüfusumuz 13 milyondu. Şimdi 75 milyonu geçti.
Ben, Pembe Köşk’te, büyük yatak odasında doğmuşum... Pirinç karyolam hâlâ duruyor. Üşüyerek annemin yatağına girdiğim, bacaklarımı onunkilere dolayıp, sarılıp, ısınmaya çalıştığım geceler ilk anılarım arasındadır...
Şimdi ben onun yatağında yatıyorum. Bazen torunlarım geliyor. Ben de onlara sarılıyorum.
O odada annemin başını örtüp, seccadesini yayıp, namaz kıldığı, bir köşeye oturup Kuran-ı Kerim’ini okuduğu gözümün önüne geliyor...
Sonra bir telaş, etrafı toplar, babamın eşyalarını hazırlardı. O gün giyeceği takım elbiseye uygun gömleğini, kravatını, çoraplarını seçer, çıkarır, divanın üzerine yerleştirirdi. Resmi bir davet varsa ve smokin giyilecekse, iş değişirdi. Babam, papyon kravatını muhakkak annemin takmasını isterdi.
Akrabalarını, dostlarını hiç ihmal etmezdi. Annem, eşleri politikanın cilvesine uğramış, mevkilerini kaybetmiş tanıdıklara vakit kaybetmeden gider, onları teselli eder, ümit verirdi. Babam özellikle böyle yapmasını isterdi.
Onunla mevlütlere, peygamber sofralarına, düğünlere, gittiğimi hatırlıyorum. Ramazanda camiye, teravih namazım kılmaya da... Aile geleneklerini, paylaşmayı, destek olmayı, affetmeyi, dini inançlarını hiçbir zaman unutmadı, onlardan vazgeçmedi.
Abartılı iltifatlardan hiç hoşlanmazdı. Sofrada babama: “Paşam siz insan değil, insan üstüsünüz” gibi şeyler söyleyenlere hep kızar, onlar gittikten sonra, “Niye böyle söylüyorlar, siz de Allah’ın kulusunuz” demeyi ihmal etmezdi.
Babamı nasıl hatırlıyorum? Başımda kocaman bir kurdele ile babamın yanında çekilmiş bir çok çocukluk fotoğrafım var. Cumhuriyetin 10. yıldönümünde törenlere katılmak için gelen Rus heyetinin çektiği bir filmde Çankaya’daki bahçede, babamın kucağında bir görüntüm bile var. Küçükken benim elimden tutar, konserlere, tiyatroya, baleye, sergilere, toplantılara götürürdü. Yüzmeyi, ata binmeyi bana o öğretti. Heybeliada’da iskelenin ucundan, beni kucağına alıp, denize atıverirdi. Tabii ödüm patlardı, sesimi çıkaramazdım. Ama alışmıştım, can havliyle su üzerinde durmaya... Zaten etrafta beni hemen tutup çıkaracaklar bulunurdu.
İlk zamanlar, attan düştüğümde hemen yanıma gelip: “Niye indin kızım, haydi tekrar bin bakayım” diye beni bindiriverirdi.
İlgi duyduğu şeylere beni de alıştırmaya çalışırdı. Çok sesli batı musikisini ne kadar sevdiğini bilirsiniz! Hep benim, ona konser vereceğim günü, ümitle bekledi. Bana güzel bir piyano aldı. Sevgili, değerli Ferhunde Erkin Hanım, babamın hatırına sabretti, uğraştı ama işe yaramadı.
Allah’tan İdil ve Suna imdadıma yetiştiler.
Cumhurbaşkanı’ydı. İkinci Dünya Savaşı’na girmemeye çalışıyordu. Dünya kadar işi vardı. Ama hem Amerika’daki ağabeylerime her hafta mektup yazmaya, hem benimle ilgilenmeye vakit bulabiliyordu.
Yanında olduğumuz zaman, selâmlaştığı kimselere, tanısak da tanımasak da karşılık vermemizi isterdi. Nedenini anlamazdık ama yapardık. Sonraları asansörlerde, birbirinin yüzüne bakmayan, yanında oturanlara ağzını açıp, bir laf etmeyen insanlara rastlayınca, toplum hayatında nezaketin, güler yüzün ne kadar önemli olduğunu gördük.
Babam kendi babasından çok çekinirmiş. Onun için bizimle arkadaş olmaya çalışmış. Pek başaramadı. Bizim ona olan saygımız hep ağır bastı. Ama bizi hiç ezmedi, kendimize güvenmeyi, önemli konularda kendi tercihlerimizi savunmayı öğretti.
Ben Metin Toker’le evlenmek isteyince bunu anlayışla karşıladı. “Sorumluluk benim” dediğim zaman bana inandı. Bu kararımızdan ne o, ne ben, hiç pişman olmadık.
Savaş bitti. Çok partili rejime, demokrasiye geçiş mücadelesi başladı.
1950 Mayıs’ında babamın “en büyük zaferim” dediği şey oldu. CHP seçimleri kaybetti. Evimize, Pembe Köşk’e döndük. Babam, annem başımızdaydı. Çok mutluyduk. Devrin zor günlerini birbirimize dayanarak atlattık.
Rahatsızlığının son günlerinde beni yanına çağırmıştı. Gene aynı yatak odasındaydık. Yatağının yanına diz çöktüm, pamuk ellerini avucuma aldım, öptüm. Gözlerini bana dikti, uzun uzun baktı. “Kızım...” diyebildi.
Biz İsmet Paşa’nın ve Mevhibe Hanım’ın çocukları olarak doğmuş, İnönü’nün çocukları olarak büyümüş, hayata atılmış, o güne kadar gelmiştik. Artık kendi başımıza kalıyorduk.
Ama doğru eğitimi almış, Cumhuriyet çocukları olarak yaşamayı öğrenmiştik.
Devam edecektik. Sizler gibi...”
Bütün Dünya
Yorum Gönder