Deniz’i bebekken görmüştüm; Yağmur’la birçok kez kucaklaştım. Gülşah Balbay tam da Nâzım’ın, “Ve unutma ki/daima iyi şeyler düşünmeli/bir mahpusun karısı” dediği
gibi hep iyi şeyler düşündü; iyi şeyler düşünerek salt çocuklarının
değil, eşinin gözü kulağı, eli kolu, yüreği oldu. Ben ona “sarı gelin” derim; gelinliğiyle kucakladığımız günden bu yana dik duruşuyla bilirim. Gülşah hep “iyi şeyler düşündü” ve bir cumhuriyet kızı olarak içindeki öfkeyi dirence dönüştürdü.
Balbaylar yaklaşık beş yıl süren bir karabasana tutsak olmadılar. Mustafa’yı Silivri’de bir kez görebilmiştim. Duruşma salonuna Tuncay Özkan’la
birlikte getirildiklerinde yıkkın, bungun, umarsız olan bendim;
gözpınarlarımda tutmaya çalıştığım yaşları onların sesi kurutmuştu.
Dokunamayacak denli uzaktık; bağırarak birbirimize seslerimizle
dokunuyor; sesimizle kucaklaşıyorduk. Onları o duruşma salonunda
metrelerce uzağımıza iten, aramıza parmaklıklar koyanlar da biliyordu ki
gerçekte kendileri o parmaklıkların ardındaydı.
Şimdi Mustafa evinde; yanımızda... Özgür... Tuncay uzağımızda mı; öteki aydınlar yüksek duvarların ardında mı? Uğur Mumcu’nun “Türkiye ilginç günler yaşıyor” sözünü
anımsıyorum; gerçekten de ilginç günler yaşıyoruz. Hani keserin-sapın
dönüşü üstüne bir sözümüz var ya... Her yeni güne yeni savlarla
uyanıyoruz; bir iktidar büyüğü “irticaı suç olmaktan çıkarmakla” övünüyor. Hangi demokraside gericilik suçu çağrıştırmaz, yanında taşımaz? Evet, ilginç günler yaşıyoruz. Şimdi keser “irticaı”
suç olmaktan çıkardık diyenlerle kankaları arasında gidip geliyor. Bir
de dün her yöne mavi boncuk dağıtan, bugün boncuklarını toplamaya
bakanlar var; konuştukça batıyorlar; her boncuk alınlarında birer kara
damla... Utanmayı bilenler için elbette...
Mustafa
tutukluyken sekiz kitap yazdı; ne yazı makinesi ne bilgisayar... Uyuşan
parmaklarının acısını duyumsamadan, okuruna duyumsatmadan üretti.
Tuncay da öyle... Başka tutukluların kitaplarıyla da kitaplıklarımız bir
dönemin karanlığını hiç unutturmayacak kar gibi emekle beslendi.
Yıllardır Mustafa’nın mapusta yazdığı kitaplar kadarını bile
okumayanların ekranlarda şakımasına tanık oluyoruz. Aralarında tek kitap
yazmayan da var; tek yanlı birkaç şey okuyarak olup bitenlere at
gözlüğüyle bakmayı sürdüren de var; tek yanlı yargılarla oluşturulmuş
kitabımsıların yazarları da... Mustafa’nın hapisten çıkmasına
sevindiğini söyleyenlerin sesiyle beden dili arasındaki dengesizlik, üç
beş sözcük savurdular mı belirginleşiyor. Yalakalıkla sıvanan
çokbilmişliğin bedeli olmaz mı? Rüzgârgülü her zaman doğru yönü
göstermezmiş demek...
Mustafa içerdeyken
de özgürdü, a rüzgârgülleri... Yüreği, beyni özgürdü; kalemi özgürdü...
Arkasında, dört duvar arasında kalanların da öyle olduğunu biliyor; biz
de biliyoruz. Öyle olmasa bin türlü yalan dolan, tuzak karşısında
hiçbiri dimdik duramaz, Silivri kitaplığını oluşturamazlardı; Nazlıcanlar, Yağmurlar umudu diri tutamazdı. Gülşah “daima iyi şeyler” düşünen, yürekli bir “mahpusun karısı” olarak
hep alkışla anımsayacağımız savaşımını veremezdi. Nazlıcan, Yağmur ve
Deniz umudun pırıl pırıl simgeleridir. Onları okul yolundan çevirmeye
bile çalıştılar; başaramadılar. Onlar gibi nice çocuğumuz var; her biri
zamanından önce büyüdü; büyümek zorunda kaldılar. Baskı dönemlerine
direnen ana babaların çocuğu olmak kolay mı? Bu nedenle hem
adaletsizliğe direnen babalarına hem bu çocuklara gönül borcumuz var.
Sana “Hoş geldin!”
demiyorum Mustafa; bir yere gidip gelene hoş geldin denir... Yaklaşık
beş yıl ona yakın kitapla taçlandırdığı adalet ve demokrasi savaşımında
hem uzağımızda hem evimizdeydin. Senin kişiliğinde cumhuriyetimizin
değerleri; adalet ve demokrasi için savaşım veren bütün aydınları Ahmed Arifçe selamlıyorum: “Gör, nasıl yeniden yaratılırım/ Namuslu, genç ellerinle./ Kızlarım/ Oğullarım var gelecekte/ Her biri vazgeçilmez cihan parçası/ Kaç bin yıllık hasretimin koncası/ Gözlerinden/ Gözlerinden öperim/ Bir umudum sende/ Anlıyor musun?”
Yorum Gönder