1923’te, dünyaya bilim ve teknolojik üstünlükleriyle egemen olan toplumlara yetişme olanağının var olduğunu düşünüyorduk. 2. Dünya Savaşı ve sonraki yıkıcı savaşlardan sonra bugün o umudun yok olduğu aşamadayız. 1923’ü unutturmaya çalışanlar o umudu da unutmak zorundalar.
Kendimize sormak gerekmiyor mu? Uluslararası istatistiklerde Müslüman dünyası, Türkiye de dahil, listelerin aşağı sıralarında bir yerlerde gösteriliyor. Müslümanların uygarlığın aşağı basamaklarına yerleşmeleri bir Kuran emri mi? Yoksa bu işten insanlar mı suçlu? Başka bir uygarlık alternatifi var mı? Neden Türkiye Almanya gibi değil? Neden Safranbolu, Heidelberg’e benzemiyor?
Bu sorulara ipsiz sapsız yanıt yetiştirecek adam çok. Fakat safsata, Safranbolu’yu Heidelberg gibi bir uygarlık göstergesi yapmaya yetmiyor. Kimse Kayseri’yi uygarlık merkezi bir kent olarak aklına getirmiyor.
Etkili olmakta devam eden, iki modası geçmiş, uluslararası mekanizma var: Biri ekonomik, diğeri politik. İkisi de toplumları sömürenlerin işini görüyor. Ekonomik olan dış sömürücülerin, politik olan iç sömürücülerin aracı.
Ekonomik mekanizma, küresel kapitalizmdir. Bunu kısaca daha çok üretim, daha çok tüketim formülüne indirgeyebilirsiniz. Çağdaş dünyanın evrensel vitrini budur. Komünist Çin, Suudi Arabistan, Rusya, Türkiye, başta ABD olmak üzere bütün Batı bu sistemin ortağıdır. Bir alışveriş merkezinde hangi beyaz peyniri, hangi kaşarı, hangi markayı, hangi diyet ürününü, yüzlerce diyet kitabından hangisinin önerisini seçeceğinizi biliyor musunuz? Amerika’da kalp ya da şekerden her yıl milyonlarca insanı şişmanlıktan öldüren, bu vitrinin zenginliğidir.
Politik mekanizma ise, merkezi Washington’da olan bir yönlendirici bilgilendirmedir. Arkasında planlı sömürü, bilimsel yalan ve zorbalık saklayan evrensel bir söylemin sahnelendiği bir pandomimadır. Dünyanın geleceği buradaki sahnede, maskeler altında sergilenmektedir. Bu evrensel tiyatronun yerel şubeleri halklara uyuşturucu dağıtır.
Türkiye’de devleti yürütme sahnelerini ağzı açık seyrediyoruz Bu oyun her yerde politik ya da ekonomik reklam konusu olarak sahneye konur. Ama genelde insanlar bu durumu sorgulamıyorlar. Bu edilgen psikoloji, çağdaş toplumların bir karakteristiğidir. İster kapitalist, ister komünist, ister faşist, ister Hıristiyan, ister Müslüman toplum olsun, bu kokuşmuş durum evrensel bir geçerlilik kazanmış.
BİZ NEYİN CAHİLİYİZ?
Kendi halimize bakıp “Niye bu hallere düştük?” diye sormuyor, alternatif çözüm aramıyoruz. Bu, Kayseri’nin hep uygarlığın ilk basamağında yaşaması anlamına geliyor.
Toplumun bozkır göçerinden bu yana sürüp giden toplumsal özelliği olan cehalet, içerik değiştirerek sürüyor. Yirmi milyondan fazla öğrenci, 170 üniversite, 700.000 halkı irşad edeceği umulan imam hatip öğrencisi var. Gökdelenlerimiz var. Alışveriş merkezlerimiz var. Dünyanın bütün markaları bizim vitrinlerde. Televizyon, telefon, radyo, internetimiz var. Havayollarımız dünyanın dört bir tarafına uçuyor. Türkiye’nin her köşesinin fotoğrafını çekiyoruz. Herkesi dinliyoruz. Toplum hakkında bilgimiz görünüşte sonsuz.
1980’den bu yana politik söylem, bir yanıltma mekanizmasına oturuyor. Bu da dünya ile ortak. Ne var ki her toplumun tepkisi, kültürü ile orantılı. Yani bizimki Fransız’ın, ya da İspanyol’unki kadar bilinçli olamıyor.
Toplumun çağdaş cehaleti, çağdaş yaşam araçlarına dünya ile birlikte sahip olmak, fakat onları yaratan bilimsel sürecin ve kurumsallaşmanın varlığından haberdar olmamaktan kaynaklanıyor.
Bu adı üniversite olan her kurumun üniversite olamaması, otomobili ya da gökdeleni olan her toplumun uygar olmaması, adı demokrasi olan her sistemin demokrasi olmaması demek. Böyle gözlemleri kolay kabul edemiyor, tarihimizin ne güçlü olduğunu kendimize inandırmakla vakit geçiriyoruz. Ortaçağda kalmış bir performansı bugüne taşımanın, bugünü kurtarmaya yararı yok. Bundan 60 yıl önce, destan yazan Kurtuluş Savaşı ile, İslam dünyası içinde sömürge olmayan farklı bir toplum yarattığımız olgusundan güç alıyorduk. Oysa bugün artık boyut ve eğilimlerini anlamakta zorlandığımız bir başka dünyada yaşıyoruz.
Dünya toplumları şaşkın. Biz daha çok şaşkınız. Daha bilgili, daha örgütlü toplumlar yeniyi daha kolay algılayabiliyor ve uyum sağlayabiliyorlar. Gerçi egemen toplumların da hayal gördüklerini söyleyebiliriz. Sömürgeci geçmişlerinin ve bugünkü egemenliğin sarhoşluğu içinde, dünyanın sürekli gelişip zengin olacağı mitos’unu hem kendi halklarına hem geri kalmış toplumlara yutturuyorlar. Sürekli gelişme hayali, fakir ve gelişmemiş toplumları aldatmakta kullanılıyor. Bu en büyük çağdaş yalan. Gelişme istatistikleri ve gelecek öngörüleri insanlığa parlak bir gelecek vaat etmiyor.
Sevgili Okuyucular,
Sorunumuz şu: Sürekli büyüme bizim için olanaksız bir alternatifse, onun yerine geçecek alternatif gelişme nasıl olacak? Türkiye’nin 40 yıldır var olduğu savlanan ve adam başına yıllık gelirle belirlenen ekonomik potansiyeli, gelir bölümünün akıl almaz dengesizliği nedeniyle, toplumun ekonomik refahını yansıtmıyor. Ekonominin, son zamanlarda ortaya çıkan, tüyler ürpertici verileri var. Bunların sıfatları etik parametreler içinde kalamıyor ve benim yaşamsal deneylerimin ötesinde.
Bugünün Türkiye’sinde bildiğim tek alan olan öğretim, her gelen sorumlunun yeniden şekillendirdiği heykel çamuruna benziyor. İlkesiz ve çağ dışı. Türk eğitimini ortaçağ medresesine döndürmeye çalışıyor. Sorumlu diye gelenlerin dünya eğitiminden haberleri de yok. Öğretim programının her an değişen yapısı, içeriği, bilim ve matematikte uluslararası standartların altında oluşu, felsefe ve sanat yokluğu, yükseköğretimin niteliksel çöküşü, ülkenin geleceğini tehlikeye atıyor. Bunu da uluslararası istatistiklerden her yıl izliyoruz.
EĞİTİMİN DERİN GİRDABI
Giderek niteliksizleşen ortaöğretim, 20 milyonu aşan öğrenci sayısı ve dünyanın hiçbir yerinde, bizdeki gibi, olmayan ‘Dershane Olayı’, yükseköğretimde idare ve öğretim özgürlüğünü yok eden YÖK fetva kurumu, yok edilen Bilimler Akademisi, içine düştüğümüz derin girdabı anlatıyor.
Fakat Türkiye yine de farklılaşıyor. Kırlardan köylere akan insanlar kentsel kargaşaya ayak uydurmaya çalışıyorlar. Anadolu’nun kırsal yaşam olanakları yanında, kentsel kargaşa, gelenlere, hiç olmazsa birkaç yıl daha çekici geliyor. Aradan birkaç yıl geçince ne köylü, ne de kentli olan insanlar çocuklarını okutamadıkları ve iş bulamadıkları zaman, alışveriş merkezinde gezinmenin yeterli olmadığını öğreniyorlar. Başka bir Türk halkı oluşuyor. Bu bizim bildiğimiz bir fenomen olmayacak. Okulların dini programları toplumsal değişimin karakterini etkilemeyecek. Çünkü insanları asıl eğiten içinde yaşadıkları dünya. Artık okullar değil. Okul sadece damgalı bir diploma ile kazanılan bir üniforma. Bütün gençlik hafız olsa, Türkiye bir adım ileriye gitmez. Sadece aç kalır.
Açlık-tokluk, cehalet-bilgi, yokluk-tüketim, ilkellikleri teknoloji arasında toplum sürekli değişiyor. Genç nüfus oradan oraya savruluyor. Hızla değişen dünyada insan idrakinin dengesini koruması olanaksız.Bu toplumsal ve evrensel fırtınaları ulufe ve zekat dağıtarak aşmak olanaksız.
Bir de toplumu kurtaracak alternatif bulmak sorunu var.
Düşünen, zor uyur.
Doğan Kuban
Yorum Gönder