Balbay ile yazı dizisi hakkındaki planlarımı konuşurken “Dilersen bana gelen mektuplardan ve cezaevimdeki eşyalarımdan da yararlanabilirsin” deyince, heyecanlanmıştım. Ama nereden bilebilirdim 8 koca çuval mektubun beni beklediğini! Abartısız bir cümle: “3 günde bitti bu çuvallar!” Tutuklandığı yıl gelen mektuplardan, fotoğraflardan tutun da, çıktığı güne kadar ne kadar mektup, kart, fotoğraf... Ufacık bir kâğıt parçasını bile saklamış. Sorduk haliyle, “Nasıl birikti, nasıl korundu bunlar?”
‘Sayın cezaevi görevlisi, mektubum samimiyetle yazılmıştır’
“Yaşam alanımdan fedakârlık yapıp bir köşeyi arşiv köşesine dönüştürdüm” diyor ve devam ediyor: “Bir bu kadar mektubu da eve gönderdim. Bana gelen hiçbir mektubu buruşturup yırtıp atmadım. Bazı mektuplar şöyle başlıyordu; ‘Sayın cezaevi mektup okuma görevlisi, aşağıdaki mektup tüm samimiyetimle yazılmıştır, muhatabına vermemezlik etmemenizi rica ediyorum!’ Yani önce cezaevi yönetimine, sonra bana yazmış. Bir doktor düşünün, en iyi muayene yöntemi yüz yüze muayenedir elbette ama, bazen tahlil sonuçlarına da bakmak ister. Böylece çok daha doğru okur hastalığı. Ben de, bana gelen o mektuplara toplumun durum tahlil raporları olarak baktım! İçtenlikle yazılan onlarca mektup...
Örneğin, tutuklandığım yıl, yıllık izin yapmamışlar! ‘Bizim izin yapmamız yakışmaz’ demişler, ertesi yıl da yapmamışlar. ‘Biz de tatile gitmedik haberin olsun’ demişler.”
‘7 mektubu yollayamadım, bu sekizinci!’
“Bir de beni çok etkileyenlerden biri, ‘Bu size sekizinci mektubum’ diyen kişiydi. ‘Acaba ilk yedisini nasıl görmedim’ diyorsunuz. Oysa devam ediyor mektup; ‘İlk yediyi gönderemedim, korktum. Sonunda yazmaya karar verdim!’ diyor. O zaman şöyle düşünüyorsunuz; ‘toplum korkuyu yenmeye başladı.’ Gençlerden gelen mektuplar artınca yine aynı duyguları yaşadım. 2011’de mesela öyle özgüven dolu mektuplar geldi ki, ‘Artık biz yetişiyoruz, merak etmeyin’ diyordu gençler. Beni en etkileyen bir diğer şey ise birçok genç insanın beni hapiste tanımasıydı. Örneğin 2012’de aldığım mektupta diyor ki: ‘Okuma yazmayı öğrendiğimde anneannem ‘Benim gözlerim görmüyor’ deyip köşe yazılarını bana okutuyordu. O yazarlardan biri de sizdiniz. Sonra anladım ki, anneannem aslında görüyor, ama benim de o yazıları okumamı istiyor!’”
Mektuplar iyi hoş da, bunlara cevap yazmak da maliyetli değil mi? Sonuçta 300 TL harcama limitiniz var... Pul fiyatlarının çetelesini çıkaran Balbay, bunu da anlatıyor: “Ben girdiğimde 60 kuruştu, sonra 65, 75, 80 kuruş oldu. Ben çıkarken 1 TL 10 kuruştu.
Cezaevinde pul fiyatı çok önemli. Bazen bazı aylar çok yazıyordum, bazen az yazıyordum. Cezaevlerinden topluca yazılmış mektuplar geliyordu, ama tek tek yanıt isteyenler oluyordu. Cezaevi mektupları bambaşkaydı. Yeri gelmişken söylemekte yarar var. Aylık 200 TL evet azdı. Ama 300 olunca normalleşti. Bana desen ki ‘500 olmalı mı?’ ‘Hayır’ derim. Çünkü bu para bir kişiye ağalık statüsü yaratabilecek bir para.” Tam bunu anlattığı sırada cüzdanına uzanıyor eli Balbay’ın; “Beş yıl sonra elim ilk kez paraya değdi” diyor. Çünkü cezaevinde parayı somut haliyle hiçbir zaman göremiyorsunuz. Yaptığınız harcamalar bir nevi “hesaptan” düşüyor.
Ergenekon korkusu
Cezaevinde parasızlık, en çok kafamı kurcalayan konu olmuştur. Böyle olunca “para” çerçevesinde sorular dallandıkça dallanıyor. Balbay’ın verdiği yanıtlar ise cezaevlerinde yaşanan o gizli dramlara da ışık tutuyor. Mesela “Avukat tutamamak nasıl bir şey?” diyoruz Balbay’a: “Tam bir felaket! O insanların hukuk arayışı öyle hüzün verici ki... Yardım etmek istiyorsun ama yardım etsen ona da kötülük etmiş olursun. Birine yardım etmek istedim, ama dedim ki ‘Ergenekon’a seni de bulaştırırlar.’ Böyle deyince hemen vazgeçti. Tutukluluk süresi, alacağı cezayı aşmış olan pek çok insan oluyordu bazen. Bir dilekçe yazmak bile zor oluyordu zaman zaman. Burada da zaman zaman komik anılar yaşamışımdır. Mesela avukat olup tutuklu olanlar vardı.
Birçok tutuklu için onların ayrı yeri vardı. Herkes onlara dilekçe yazdırıyordu. Avukatın yazdığı dilekçenin yararı dokunursa teşekküre boğuyorlardı. Ama işe yaramazsa şöyle diyorlardı; ‘zaten kendi düşmüş içeriye, iyi avukat olsa kendine hayrı olurdu!’”
Parasızlık mı ana-baba hasreti mi?
* Balbay, uzun Silivri yıllarından sonra geçen aylarda ailesinin yaşadığı Ankara’ya naklini istemiş ve Sincan’a getirilmişti. Kendisini Ankara’ya getiren cezaevi aracı için 800 TL ödediğini, sırf bu nakil ücreti meselesi yüzünden cezaevlerinde yaşanan dramı biliyor muydunuz? Kendisinden dinleyelim: “Aslında cezaevleri kendi içinde üçe, dörde ayrılıyor. Belki daha da fazladır. Merkezileştirilen cezaevleri belki iyi bir şey, ama düşünün; insanları sevdiklerinden uzaklaştırıyorsunuz, ailesinden uzaklaştırıyorsunuz. Sırf bu nedenle cezaevine ziyarete gelmek bambaşka bir zorluk halini alıyor. Mesela bana gelen bir mektupta anlatıyordu; tutuklunun anne ve babası Urfa’da. Babası, mektubunda ‘Oğlum, bu ay sana ayırabileceğimiz para şu kadar. İstersen bu parayla sana gelip açık görüş yapabiliriz ya da sana göndeririz bir aylık giderine harcarsın’ diyor. Düşünün. Bir ay hiç para harcamamayı mı, yoksa anne babayı görmemeyi mi tercih etmeli bu insan şimdi?”
“Ben Silivri’den Ankara’ya gelirken 800 lira nakil ücreti verdim. Para peşin, kırmızı meşin! Önce dediler ki ‘2 bin 500 lira hazır dursun.’ Sonra, bakanlığın onayından itibaren 7 gün içinde nakil olacağım söylendi. Biraz geçince ‘Naklime ne zaman cevap verirsiniz’ dedim. ‘Onu biz size söyleriz’ dediler ve beklemeye başladım. Nakil netleşince pek çok giysimi oradakilere bırakmak istedim. Ama başka koğuştakilere giysi vermek de yasak. Ne yaptım?
Bir gün çöpü biriktirdim, o gün ‘çöp yok, yarın çok olacak’ diye çöp bırakmadım. Ertesi gün bir normal çöp poşeti, bir de çöp poşeti görünümlü elbise poşeti hazırladım. Kapıya koydum, çöpü alanlar da cezaevlerindeki işçi koğuşunda kalanlar. Dedim ki ‘Bu çöp, bunun içinde de giysiler var’, ‘Abi sağ olasın’ dediler. Hemen ayakkabıların numarasını sordular. Ben 800 TL ücret ödedim, ama ödeyemeyenler yok mu? Elbette var. Mesela bir tutuklu, memleketine yakın diye Samsun’a gitmek istiyor. Tam 1 yıl beklemiş; 10 kişi olalım, parayı bölüşerek ödeyelim diye.”
İşçi koğuşlarının kimsesizliği
İşçi koğuşlarında kalan insanlar... Balbay’ın anlatımıyla cezaevlerinin en zor durumda kalmış tutukluları. Ayda yalnızca 100 TL için, çöpçülük de yapıyorlar, yemek dağıtımı da... “Benim hep söylediğim şeydir, bir insan cezaevine girdiğinde ailesi de tutuklanıyor” diyen Balbay, anlatıyor: “İnsanlar o kadar yalnız kalabiliyor ki... Bazılarının tüm bağı kesiliyor. Ziyaretçisi bile olmuyor. Benden bir adam gönderip ailesine ulaşmamı, bir kerecik çoğunun sesini duymak için yardım isteyenler oldu. Hiç para da gelmiyor. Onlar da cezaevlerinin iç hizmetlerini görüyorlar. Zaman zaman cezaevinde ‘gönüllü var mı?’ anonsları yapılır. Çalışırsan eğer, benim konuştuğum kişilerin anlattığına göre ayda 100 lirayı geçmeyen bir ücret alırsın. Ayrıca kantinden belli bir iaşe verilir; peynir, sigara vesaire. Bunların karşılığında çöp temizleme, yemek dağıtımı, cezaevlerinin tamir işleri onlar tarafından yapılıyordu.” Tam bunu söylerken, gülümseyerek saçlarını gösteriyor Balbay; “Bak bu gördüğün saç tıraşımı da onlar yaptı.”
Yorum Gönder