Sevgili okuyucular,
Bu politik ve toplumsal fırtınada sürekli uygarlıktan söz etmek zorundayız. Cehalet tehlikesi kapıya dayandı. Demokrasiyi at yarışı değil. Türk Devriminin yüzyıllarca kul statüsünde yaşamış bu topluma kazandırdığı en yüce çağdaşlık demokratilk kişi özgürlüğüdür. Cehaletin demokrasisi yok! Dengesini yitirmiş, kevgire dönmüş, alış-veriş sistemine çevrilmiş bir eğitim sürüp giden cehaletin kaynağıdır.
Musiki uygarlık ölçütlerinin, kanımca, başında geliyor. Bilim-Felsefe-Sanat-Musiki-Spor’u baş tacı etmeyen bir öğretim, genç kuşaklan harcıyor, toplumun ‘bağışıklık’ sistemini tahrip ediyor.
Gerginliği gevşeteyim. Bir Hollanda orkestrasının konserine gittim. Limburg eyaletinin merkezi Maastricht’de 30 yıl kadar önce kurulmuş bu hafif klasik musikisi orkestrası, kendine özgü sahne düzenleri ve davranışları, programları ve musiki kalitesi ile toplulukları coşturuyor. Orkestra şefi beş yaşından bu yana keman çalan bir virtüöz. Yabancı ses solistleri de var. Fakat çalanların tümü Maastricht’li. Yarısından fazlası kadın. Kadın korosu Maastricht konservatuarından yetişen opera sanatçıları.Bu bağlamda Türkiye’ye ilişkin bazı gözlemleri vurgulamak düşündürücü.
Maastricht, kuruluşu Roma dönemine kadar uzanan bir küçük kent. Nüfusu sadece 122 000 kişi. Sultanbeyli’nin nüfusunun üçte biri. Bu küçük kente bir üniversite var. İçinde de çok ünlü bir tıp fakültesi (Pendik’in nüfusu 652 000, ama üniversitesi yok!) Kentte bir de konservatuar var. Neckar nehri kenarında, tarihi dokusunu lekesiz koruyan, tek bir gökdeleni olmayan bu çok güzel kentin dünyanın her tarafında konser veren 60 kişilik bu profesyonel ve olağanüstü orkestrada, dinleyici ile doğrudan ilişki kuran bir tür tiyatrosal yöntem geliştirilmiş. Konserin sonunda dinleyici orkestra ile bütünleşiyor. Böyle bir kuruluşu Türkiye’de hayal etmek olanaksız. Maastricht gibi bir kent de ülkemizde hiç olamayacak. Çünkü olanları yok ettik.
Orkestranın Maastricht’in ünlü bir meydanında verdiği konseri izledim. Meydan onbeş bin kişi alan bir konser salonuna dönüştürülmüştü. Göz kamaştıran bir sahne ve ses düzeni gerçekleştirmişlerdi. Konser programı yerel şarkılar, Viyana valsleri, ünlü opera aryaları ve uluslararası ünlenmiş müzik parçalarından ve bazı müziksel gösterilerden oluşuyordu. Kentin bir marşı var. Çalındığı zaman 15 bin kişi, elleri kalpleri üzerinde gür sesle onu söylediler. Böyle bir ulusal ve toplumsal duyarlık, hatta duygusallığı, Türkiye’de görmek olanaksız. Halk yerel şarkıların altı tanesini orkestra ile birlikte söyledi. Canlı ve , katılımcı idi. Konserler kent halkını bütünleştiren gösteriler olmuştu. Uygar davranışlar, kadın erkek ortak çoşku, danslar, alkışlar, büyük bir neşe ders verici bir uygarlık geçit resmi idi.
ORKESTRANIN AMACI
Orkestra kurucusunun amacı, klasik musiki geleneğinin çağdaş musiki dalgaları içinde yok olmamasını sağlamak ve klasik yapıda musikinin günümüz duyarlığına hala hitap ettiğini göstermekmiş. Bunu da kanıtlıyordu. Bu utta performansın arkasında çok iyi düzenlenmiş bir ekonomik planlama da var. Bu orkestranın değişik ülkelerde verdiği çok büyük konserlerde, örmeğin Avustralya’da, Brezilya’da, Güney Afrika’da verdiği konserlerde sadece konser salonunun yapılması 5-6 milyon doları bulduğu oluyor. Malzeme ve işçilik Hollanda’dan geliyor. Fakat yüz binlerce DVD ve CD satıyorlar; Her ülkede uluslararası hafif klasik müzikle, yerel musikiyi ustaca bir araya getiriyorlar.
Beni düşündüren ve etkileyen bu musiki gösterilerine gelen toplumun musikiye gösterdiği ve ancak uygar olarak niteleyebileceğim pozitif empati oldu.
Her toplum musikiye duyarlıdır. 1950’li yıllarda Yapı Kredi Bankası’nın İstanbul Açık Hava Tiyatrosu’nda Vedat Nedim Tör tarafından düzenlenen Halk Müziği Konserleri’nin ne kadar kalabalık ve coşkulu olduğunu anımsıyorum. Fakat dinleyiciler Anadolu köylüleri değildi. İstanbul’un aydınları idi. Orada ulusal kültür için yeni açılımlar arıyorlardı. Bugün gençlerin ve halkın katıldığı büyük konserlerinde coşkulu kalabalıklar olduğunu biliyorum. Fakat bunlar bir kent orkestrasının performansı ve halkla bütünleşmesi türünden uygarlık gösterisi değil.
MAASTRİCHT VE TÜRKİYE
Maascricht konserini uygar gösteri yapan davranışlar neler? Birincisi 122 000 nüfuslu bir kentin böyle bir orkestra çıkarması. İkincisi halkın musiki bilgisi. Üçüncüsü halkın musikiye katılımı. Türkiye’de ortak olarak şarkı söyleyecek 50 kişiyi bir araya getirmek zor. Bir şarkıyı baştaki birkaç satırından öteye ezberlemiş birini bulmak da zor.
Kaldı ki küçük kentlerde konservatuar olmadığı gibi orkestra da kuramazsınız. Kentlerin ortak şarkıları ya da marşları türünden şeyler ben anımsamıyorum. Bildiğim kadar bu sadece İstanbul’da vardı. Belki bir de İzmir’de vardı. Bizde yöresel türküler çokluk köylerde olur. Kaldı ki musikinin şeytan işi olduğunu yineleyip duran bir Sünni öğreti ortamında ortak şarkı öğrenemezsiniz. Hıristiyan toplumu kilisede koro ve ortak şarkı söyleme geleneğine sahip bir toplum ve musikinin şeytanın değil meleklerin işi olduğuna inanıyor. Bu bir uygarlık aracının yokluğu anlamına gelmiyor mu?
Her toplumda musikinin getirdiği bir uygarlık damarı vardır. Bu bağlamda en zavallı toplum Araplardır. Suudi Arabistan’da en şaşırtıcı şey ezanların çirkin söylenişi idi. Musikiye şey' tan karışıyormuş. Oysa biz bütün genç yaşamımızda güzel ezan söyleyen müezzinleri tanırdık. Boğazın Anadolu yakasından Bebek camisinin sabah ezanını güzel bir melodi olarak dinlediğimizi çok iyi anımsıyorum. Osman-lı toplumu, ordusu ve sultan anaları ve vezirleri ile sayısız Hıristiyan dönmesi içeriyordu. Klasik Türk musikisi Doğu Asya’dan gelen bir gelenek değil. Bizans kilise musiki' si ve Rum musikisinden kaynaklanıyor. Sokollu devşirilmeden önce kilise, korosunda şarkı söyleyen bir gençmiş.
MÜZİK GELENEĞİNE SAHİBİZ
Bizim toplumun, kökeni ne olursa olsun, bir musiki geleneği var. Biz Aşık Veysel'le, Ruhi Su ile, Arif Sağ, Neşet Ertaş, Sabahat Akkiraz ile, Mevlevi musikisi ile, Dede Efendi, Hafız Burhan, Münir Nurettin, Safiye Ayla, Zeki Müren gibi sanatçılarla duygulanırız. Toplumda Batılı musiki deneyimi önce askeri marşlar, opera uvertürleri ile başlayıp, Cumhuriyet döneminde klasik Avrupa Musikisi ile gelişti. Fakat halka ulaşmadı. İstanbul’da gençliği etkileyen bir Batı musikisi var. Halk musikisi ve klasik Türk Musikisi konserlerinin de izleyicisi var. Fa-kat Avrupa klasik musikisinin müşterisi göreceli olarak yok düzeyinde.
İstanbul’daki André Rieu konserinde dinleyiciler İstanbul burjuvazisinin oldukça iyi kazanan gruplan ve kent-Üleşmiş gençlerdi. 9000 kişi içinde başı örtülü beş-altı genç kadın gördüm. Bu Türkiye’de Avrupalılara benzeyen bir burjuva sınıfının varlığını gösteriyor. Türkiye’de sanıldığından fazla bir sayı ve güce sahipler. Üzerlerine, gelecek hesapları bile yapılabilir. Toplumsal ve politik kuram kurulabilir. Fakat küçük bir Türk kentinden bir Maastricht çıkamaz.
Musikiyi teşvik eden bir öğretim programı ile sanayi üretimi arasında bir olumlu ilişki olduğunu anlayabilecek birkaç iş adamı kuşkusuz var. Fakat musiki kültürü zayıflığı toplum varlığında önemli bir gelişmemişlik genidir.
Şarlo’nun ünlü ‘Modern Zamanlar’ filmi sanayileşmiş Amerika’nın 1929-30’lardaki büyük ekonomik krizi sırasında işsiz bir genç adamla aç bir genç kadının hikayesini anlatır. Bi kaç kez kovulup, hapislere girip çıktıktan sonra, film iki sevgilinin kol kola geleceğe doğru umutla yola düştüklerini gösteren bir sahne ile sonlanır.
Bu umut sıcak tutulmalı!
Doğan Kuban
Yorum Gönder