Balbay 4 yıl 278 günlük cezaevi yaşamında tam 8 kitap yazdı. Ne bir daktilo, ne bir bilgisayar... Hadi diyelim ki, aradığınız bilgiyi saniyeler içerisinde önünüze çıkaran internet arama motorlarından mahrum kalmanızı anladık... Ancak bunlar için kalem oynatmak, ayrı bir mesele. Hem de 6 sayfa dayanan o tükenmez (!) kalemlerle... Sol elle yazı yazmayı öğrendiğini vurgularken kitap yazma süreçlerini de şöyle anlatıyor Balbay:
“Kitap yazmak öyle sancılı bir durum ki... Kitapta kullanacağın, normalde özgürlükte beş dakikada doğrulatabileceğin bir durum için, bazen bir hafta gerekebiliyor. Mesela ilk gelen avukata bir konuyu soruyorsunuz, yanıtı bir sonraki haftaya kalıyor. O yüzden böyle bir iletişim çağında ‘hafta’ kavramıyla çalışabiliyordum. En önemli sorun kaynak, ikincisi ise bilgiye ulaşma... Ama ben gerçekten yılmadan planlamaya çalıştım. Havalandırmada koşarken bir kâğıt kalem alıp bir yandan da not tutuyordum. Duştan sonra, notlara bakıyordum. İnanır mısınız, koşarken daha iyi şeyler düşündüğümü görüyordum! İçimde çok değişik fermante havuzları vardı. Cezaevi, aynı zamanda fikirleri olgunlaştırma yeri. Mesela bir elma, hormon verdiğinizde hemen büyüyebilir, ama organik olmaz. Cezaevlerinde üretilen kitaplar ise tam anlamıyla organik kitaplar. Hiçbir katkı maddesi yok! Bir sürü süzgeçten geçirdikten sonra koyuyorsun tüm malzemeleri.
Tüm bunların elle yazım süreci sıkıntı... Gerçekten o anlarda elle yazma anında işaretparmağı o kadar yoruluyor ki, ona işkence ettiğimi hissediyordum. Artık yalvarıyordu bana ‘n’olur biraz dinleneyim’ diye. O zaman sol elle yazmaya başlıyordum. Çünkü o an aklıma gelen şey, daha sonra tekrar gelmiyor. Sonra ne mi yaptım? Genel kurgusu oluşmuş, çok fazla beyin gücü gerektirmeyenleri sol, diğerlerini sağ elle yazmaya başladım. Kalemlerin bitmesi meselesine gelince... Cezaevinde satılan kalemlerle 6 sayfa yazabiliyordum, sonraları içi değiştirilebilen kalemlerden getirtmeye başladım. Ayrıca duruşma salonlarına gelenlerin uzun ömürlü kalemlerini alıyordum. Kalem içi stokunun azalması inanılmaz rahatsız ediyordu.”
Tuncay televizyonu kıracak
Gazeteci, gündemi bir gün önceden yaşayan insandır. Bu mesleğin içinde bu denli yoğun bir tempo içindeyken gündemin bir anda dışında kalmak nasıl bir duygudur peki? Hakkınızda yazılan, söylenen onca şeye en erken iki gün içinde yanıt verebilmek?...
Tuncay Özkan’la yaşadıkları sinir harplerine değinerek anlatıyor Balbay:
“Baş edilmesi en zor durumlardan biri buydu. Sizin için öyle şeyler söylüyorlar ki, ‘öyle değil’ diyeceksiniz ama diyemiyorsunuz. Çünkü en erken müdahale etme zamanın iki gün! Ondan erkeni yok. Tuncay’la kalırken korkardım televizyonu bir gün kıracak diye. Çünkü Tuncay, sevgisi ve öfkesi çok güçlü bir insan. O da çok yoğun yaşamış özgürlüğü. Onunla tartışma programlarını izlerken kimi programlarda karşılıklı yarışa girerdik ‘kaç dakika tahammül ederiz’ diye! Kumandayı ona verirdim, daha çok o kullanırdı. Ama bizimle ilgili gündemin yoğun olduğu günlerde aynı kanalda 10 dakika kaldığımız zor olurdu. Balbay dedim, buradasın. Yapabileceğin ne var? Anında müdahale etme olanağın var mı? Yok. O zaman kahrolmayacaksın. Mektup yoluyla ikna edebileceğin bir tablo var mı? O da yok. Eğer yayımlanacağını düşünüyorsan açıklama yaz gönder, yoksa bulaşma. Son seçenek; abartmamak kaydıyla kendi köşende açıklamanı yap. Şunu çok net gördüm; televizyon programlarına öyle bir bilgi eksikliği ile çıkılıyor ki... Yorum, hatta kişisel beklenti, bilginin önüne geçmiş çoğunlukla.”
Kanser özgürlüğe açılan pencere
Yalnızlığın, öz kardeşi de “çaresizlik” cezaevinde. Öylesine bir çaresizlik ki, kanseri “özgürlüğe açılan pencere” olarak bile tanımlatıyor insana. Bire bir tanığıdır Balbay bu durumun. Erol Manisalı hastadır... Cezaevine gelir gelmez sağlık sorunlarını bildirmiştir hapishane yönetimine. Hastaneye gider, kontrollerden geçer. Gardiyanların görüşü “Eğer amansız bir hastalık teşhisi konursa tahliye ederler”dir. Derken... Manisalı’nın kanser olduğu haberi ulaşır Silivri’ye. Birden “Yaşasınn!” narası atar Balbay... Nedenini yukarıda anlattık, bir de kendisinden dinleyelim: “Bu özgürlük demekti... Sonra ürktüm. Çok sevdiğim, saygı duyduğum bir kişinin kanser haberini alınca sevineceğim hiç aklıma gelmezdi.”Silivri’de insanlar ‘elektriğimizi atalım’ deyince cezaevi bir yöntem buldu
Kafeste kuş besleyin
Cezaevinde her şeyin tarifini yeniden yaptığını, güneşin, toprağın önemini Silivri’de daha iyi anladığını söylüyor Balbay. Güneşi nasıl kovaladığını anlatırken yüzünde bir tebessüm:“Cezaevinde güneş hep tellere doğar, ondan sonra duvara, sonra da yere doğar. Batarken de hep önce tellere batar. Ondan sonra bir kuş geçecek mi diye beklersin, çünkü kuşun kanadına vurur güneş... Her seferinde beklerdim; bir kuş geçecek, kanadından güneşi izleyeceğim diye.”
Tam bu sözlerinin üzerine, Nâzım Hikmet’in dizelerindeki “Toprak, güneş ve ben... Bahtiyarım” sözünü anımsatınca Balbay’a “Hayır” diyor, “Bu artık geçerli değil.” “Güneşi nasıl kovaladığımı anlattım, toprağa basmak ise sadece reçeteyle!” Yüzümdeki “şaka mı bu?” ifadesini görünce başlıyor anlatmaya:
“Cezaevinde toprağa reçete ile basıyorsunuz. Örneğin, Silivri’de toprağın olduğu bir bölüm var. Bu bölüme tutuklu ve hükümlüleri çıkarmıyorlar. İnsanlar ‘Toprağa basalım, vücudumuzdaki elektrik gitsin’ demeye başlayınca, cezaevi yönetimi şöyle bir yöntem buldu; dedi ki, ‘Doktor eğer, ‘Vücudundaki elektriği atabilmesi için ayağını toprağa basması lazım’ derse bu mümkün.’ Ben böyle bir dilekçe yazdığımı biliyorum... ‘1 No’lu cezaevi müdürlüğüne... Ayağımı toprağa basmam gerekmektedir. Gereğini rica ediyorum...’ bunu doktora iletiyorlar. Doktor onayı basıyor dilekçeye ve gidip toprağa basabiliyorsun.”
Yanıtın artçı şoklarını atlatmamışken biz, ekliyor Balbay:
“Yalnız toprak için değil, her şey için dilekçe yazmak gerekiyor. Koğuş ampullerinden biri söndü... Yaz bir dilekçe, ertesi gün getirsinler. Saçların uzadı, yaz bir dilekçe, haftanın bir günü berber gelsin. Koğuş değiştirmek istiyorsun, yaz bir dilekçe.”
Toprağa ayak basmak doktor reçetesiyle olduğundan, koğuşta çiçek yetiştirmeyi hayal bile edemezsiniz haliyle... Balbay koğuş yaşamının ilk günlerinde sormuş baş gardiyana “Küçük bir saksı için toprak izniniz olur mu?” Gardiyanın yanıtı “Saksı olmaz isterseniz kafes verelim, kuş besleyin” olmuş.
Meyvelerdeki mevsim
Çocuklarından birinin ismi Deniz, diğerinin Yağmur olan Balbay’ın doğaya karşı ilgisi tartışmasız. Cezaevi yaşamının kendisine en ağır gelen yönlerinden biri de “Yağmurun kokusuz olması” olmuş. Devam ediyor Balbay:“Çünkü dedik ya toprak yok. Seni mutlu eden tek şey, yağmurun melodisi. Dışarı çıkamıyorsun, kokusunu alamıyorsun. Ben yine de ‘Bu yağmurdan bir şey yaratmalıyım kendime’ der ve dinlerdim... Tellere vurunca ince bir ses, duvardan daha kalın ses, tavanın demirinden daha sert bir ses... İşte bunlardan bir melodi yaratırdım kendime.”
Nâzım’ın “Toprak, güneş ve ben... Bahtiyarım” sözü yalan olmuş... Peki ya Ahmed Arif’in “Görüşmecim yeşil soğan göndermiş, karanfil kokuyor cigaram” dizelerini nereye koyacağız? Balbay’dan dinleyelim:
“Görüşmecin sana artık yeşil soğan gönderemez. Hiçbir gıda maddesi içeri alınmaz. Örneğin Sincan Cezaevi’nde birkaç sebze meyve sürekli vardı ama istediğiniz şeyi yazamazdınız listeye. Bunun için ‘Mevsim meyvelerinden birer kilo’ diyorduk. Ben en son mandalinada kalmıştım.
Karpuz geldiğinde bakıyorsunuz yaz gelmiş, erik geldiğinde bahar gelmiş... Mevsimler hava durumu haberlerinden çok koğuşa gelen meyve ve sebzelerle geliyordu bize. Koğuşta toprak hasretimi sebze ve meyvelerle gidermeye çalıştım.”
Bir semaver nelere kadir
Balbay’ın emektar semaverinden söz etmeden geçmek olmaz elbette. Öyle bir semaver ki, kimi zaman bir şofben, kimi zaman kalorifer, kimi zamansa yemek kazanı... Gerisini, cezaevindeki en önemli eşyasını gazetedeki odasında yanı başına yerleştiren Balbay’dan dinleyelim:“Semaver, bizim için ‘semaver’ diyecek kadar, gökyüzü kadar önemli bir eşyaydı. Sincan’da mesela, semaver sabah 10.00’a kadar sıcak su ısıtıp duş alma aracıydı. Yani şofben... 11.00’den, 14.00’e kadar ise çaydanlık! Saat 17.30’dan 18.30’a kadar yemek tenceresi. İçerisine genelde havuç, domates ve biber atar, haşlardım. Üstündeki kapağı açıp, karavanadan gelen yemeği koyunca, bir yandan o da ısınıyor. Böylece semaver, hem yemek tenceresi, hem ocak oluyordu. Akşam saat 21.00-22.00 arasında ise kahve için cezve haline geliyordu. Daha bitmedi... Soğuk günlerde 23.00’ten sonra suyu koyup kapağını açıyordum. Kaynamaya başlayıp buhar yayınca oldu mu sana kalorifer! Aynı zamanda da nemlendirici!”
“Oldu olacak, semaverle yapılan yemeklerden bir iki tarif verin” deyince de iştahla başlıyor Balbay anlatmaya, bir eli masasındaki semaverin üstünde:
“Çok özlediğim menemeni yapmayı denedim. Cezaevinde yalnızca haşlanmış yumurta veriyorlar.
Ben o yumurtayı güzelce doğradım. Biraz süt döktüm, karıp hafif sulu hale getirdim. Domates, biber ve soğan karıştırdım. Yoksa dibi tutuyor abicim! Sonra sütlü haşlanmış yumurtayı döktüm ve bir menemen tadı verdim.
Ton balığı geliyordu mesela. Domates ve biberi haşlayıp semaverin kazanından çıkarıyordum. Kaynar su kazanda kaldığı için ocağa dönüşüyor. Üzerine karavana tenceresini koyuyordum. Bu tencerenin içine biraz zeytinyağı ve o haşlanmış domates, havuç ve soğanı koyup limon dilimliyordum. Ton balığını da ekleyince o kadar nefis oluyordu ki, usta balık restoranları alınmasın, ben ondan lezzetli balık yemedim. Nefis! Sebzeli balık mı dersin, balıklı sebze mi, ne dersen de.
Son olarak; cezaevinde 5 gün bulgur çıkıyordu. Aslında yararlı bir şey, ama ben ‘langur lungur, hep bulgur’ diyordum. Yine o sebze takımını haşlayıp çıkardıktan sonra karavananın içine koyunca oldu mu sana bulgur aşı!”
Yorum Gönder