Mart 2013
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

“Ordumuz, her zaman, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi olmuştur.”
Mustafa Kemal Atatürk

Allah ile aldatanların korkulu rüyası: Türk Ordusu
Batı'nın Türk Ordusu'na öfkesi, tarihin tanıdığı en amansız öfkelerden biridir. Bu öfke sadece Avrupa'daki silahlı güçlerde, siyasetçilerde değildir. Avrupa'nın en hümanist aydınları, filozofları, şairleri, edipleri, ressam ve heykeltraşları da, Türk ordusuna duyulan bu müthiş öfkenin taşıyıcıları arasındadır. Luther'den Kant'a, Dante'den Engels'e, Hugodan Marx'a, Voltaire'den Byron'a kadar... Melherbe, Ronsard, Boileau, Hegel... gibi isimler de bu öfke listesinde yer alanlardan bazıları.

Birkaç örnek verelim:
Fransız yazarı Hugo, Osmanlı'dan 'katil imparatorluk' diye söz eder ve “Bundan yakamızı kurtarmalıyız, bağnazlık ve zorbalığı susturmalıyız!” diye ekler. Engels'e göre, Osmanlı Türk İmparatorluğu 'ayak takımının egemenliği'dir.

Engels'in beklentisi şudur:
“Bu egemenlik er-geç sona erecek, Avrupa'nın en güzel toprakları ayak takımının egemenliğinden kurtarılacaktır. Zaten Türkler devlet ve asker gücünü ellerinde tutmasalardı çoktan yok olup giderlerdi. Ama artık güçsüzlüğe doğru gidecekler. İşin doğrusu şu ki, Türkler'in ortadan kaldırılması gerekir.”

Marx'a göre, İstanbul, Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür. Batı uygarlığı, bir güneş gibi bu köprüye uğramadan dünyanın çevresinde dönemez. Osmanlı Sultanı'nın İstanbul'u elinde tutması, gerekli devrimin yapılmasına kadar olacaktır.
Bu asırlık Avrupa düşünün gerçeğe dönüşmesinin tarihsel talep belgesi olan Sevr, Mustafa Kemal'in komuta ettiği ordu ve millet tarafından yırtılıp çöpe atıldı. Mustafa Kemal Atatürk'e yönelik Batı düşmanlığını değerlendirirken bu arka planı unutmamak gerekir.
2000'li yıllardan itibaren, Türkiye yeniden 'Hasta Adam' haline getirildi. Düyunu Umumiye yeniden yaratıldı. Sevr'in şartlarını, çeşitli gerekçelerle sineye çekilir bulan yeni Damat Ferit ekipleri ihdas edilip gereken yerlere oturtuldu.

Yaşadığımız günlerin ABD ve AB'sinde, Türkiye ile ilgili ilk hedef Türk Ordusu'nu budamak olarak dikkat çekiyor. Tabii önce MGK, sonra da devamı... MGK bunların, âdeta biricik korkulu rüyası oldu. Çünkü MGK, ürettiği bakış açıları ve kararlarla, Türkiye adına “Hayır!” diyebilen bir tavır sergilemekte, teslimiyetçiliği kırmaktadır. MGK bunu, keyif olsun diye yapmıyor.

Devleti yönetme mevkiinde olan sivillerin büyük çoğunluğu ne yazık ki, hiçbir devlet adamlığı eğitimi almamış kişilerdir. Lise mezunlarının, hatta gece lisesinden terk kişilerin ve hatta ilkokul mezunlarının yer aldığı kabinelerimiz az değildir. Bu insanların, devlet bürokrasisinden gelen bazıları müstesna, devlet adamlığında, yönetsel yetkinlikte, dünyayı ve bölgeyi tanıyıp değerlendirmede affedilemez eksikleri, açıkları, yanlışları vardır. Günübirlik iş yaparlar ve genellikle, iyi yetişmiş rakiplerinin güdümüne girerler.
Bu zatların; siyaset, hukuk gibi kısmen devlet adamlığı yetkinliği veren disiplinlerden gelenleri de fazla değildir.

Kurmaylık eğitimi alanları ise hiç yoktur. MGK, işte bu noktada bir boşluğu dolduruyor. MGK, devlet adamlığı, jeo-politik, jeo-strateji eğitimi almış yüksek rütbeli kurmayların katkılarıyla, ülkenin meselelerini ülkenin çıkarlarına uygun olarak rapora bağlıyor ve bir tavsiye olarak ülke yönetiminin önüne koyuyor.

Türkiye, devlet adamı yetiştiren zihniyet ve eğitim sistemlerini kurup Batı ülkelerindeki standartlarda siyasetçi ve yönetici yetiştirme noktasına geldiğinde MGK'nın durumu gözden geçirilebilir. Ama bugünkü Türkiye'de MGK'yı işlevsiz kılmak, ülkeye kötülük etmekten başka hiçbir anlama gelemez.

MGK'nın, Kopenhag Kriterleri bahane edilerek budanması AB yasaları açısından gerekli değildi. Çünkü benzeri güvenlik birimleri AB ülkelerinde de vardır. Üstelik AB ülkelerinde, Türkiye'nin boğuştuğu temel sıkıntıların hemen hiçbiri de yoktur. Bütün bunlar bilindiği halde, Türk Ordusu'ndan rahatsızlığı, ABD ve AB'den pek geri kalmayan içteki dinci ekipler, MGK'yı budayıp kuşa çevirmiş, arkasından da, “Gün bu gündür” zihniyetiyle TSK'yı yıpratmaya devam etmişlerdir.

1999 Körfez Depremi'ni hatırlayalım. O acılı günlerimizde Batı, konuşacak başka bir şey kalmamış gibi, fırsatı ganimet bilerek, sürekli ve çok vicdansız bir biçimde Türk Ordusu'na saldırdı. AKP'ye açılan kapatma davası münasebetiyle Türk yargısını 'onursuz' diye niteleme onursuzluğunu gösteren eski Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, Türkiye'ye karşı ilk onursuzluğunu depremin kahırlı günlerinde (Eylül 1999'da), Alman Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada göstererek şöyle demişti.

“Türkiye'de Ordu karşıtlarını güçlendirelim.”

Aynı tarihlerde, Almanların önemli basın organlarından biri olan Die Welt, Türk askeri için şu hayasız ifadeyi kullanıyordu:

“Maskara ve rezil askerler...” (Hasan Bögün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu, 20)

Türkiye'nin AB serüveni, bir anlamda, Türk Ordusu'nun, AB'ye üyelik nakaratıyla yıpratılma serüveni olarak anılabilir. Allah ile aldatan Atatürk karşıtı unsurların, senelerce ana-avrat küfrettikleri AB'ye, iktidarları döneminde can havliyle sahip çıkmalarının arka planını iyi düşünmemiz gerekmiyor mu?

TSK'yı yıpratmada kullanılan bir numaralı araç da yine dindir, Allah ile aldatmadır. Bu aracın taşıdığı tehdit ve tehlikeyi en iyi gören ve gelişmeleri ciddi ve ısrarlı biçimde takip eden temel Cumhuriyet kurumu da TSK'dır. Batı bunu çok iyi bilmekte ve TSK'ya zarar vermede Türkiye içi temel desteğin Allah ile aldatan siyasetlerden geleceğinde en küçük bir kuşkusu bulunmamaktadır. Son yıllarda, bir dinci ve ABD'ci cemaatin TSK'ya sızma yolunda ne oyunlar çevirdiğini ve bu cemaatin Batılı güçler tarafından nasıl desteklendiğini tam bu noktada bir kez daha anımsayalım.

Biz bütün vicdanımızla şuna inanmaktayız: Batılı güç odakları, Allah ile aldatan siyasetlere verdikleri desteği artırdıklarında bunun Türk Ordusu'na vermek istedikleri zararı da artıracakları anlamına geldiğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Türkiye'nin kaderi, tarih boyunca hep olduğu gibi, bundan sonra da TSK ile daima bağlantılı ve bitişik olacaktır. Bu coğrafyanın ve Türk milletinin varoluş diyalektiği bunu gerektirmektedir. Bundan kuşku duyulduğu anda Türkiye ve Türk milleti çöküşe gider.

Sözün özü şudur: Türk Ordusu, bin yılı aşkın bir zamandır Ehlisalip (Hıristiyan emperyalist) güçlerin temel hücum hedefi ve en korkulu rüyasıdır. Türk milletini Allah ile aldatan dış güçler, son yüzyıl boyunca bir yandan Türk Ordusu'nun gücünden yararlanmak için çırpınırken öte yandan bu büyük gücü çökertmek için her türlü oyunu sergilemişlerdir.

Şöyle de denebilir:

Hıristiyan emperyalizmi için Türk Silahlı Kuvvetleri, kendilerine yaradığı (kriz bölgelerinde ölüme sürülmek gibi), hizmet ettiği sürece 'mucizevi bir güç' olarak yüceltilen, kendilerine engel olucu tavırları sezildiğinde ise çökertilmesi için ne gerekiyorsa yapılan bir kurumdur. Hangi yönden bakarsanız bakın, Batı için Türk Ordusu 'Türkiye'nin en değerli ihraç malı' ve 'temel kudreti' olarak görülmüştür. Bu temel güç ya onlarla birlikte olur ya da çökertilir.
AB'ye üyelik ve BOP sürecinde Türk Ordusu'nun, 'en büyük engel' olduğu kanısına varıldığı için zayıflatılıp tasfiye edilmesi gerektiğine karar verildi. Bu kararın uygulamaya konması için Türkiye içinde Ordu'dan rahatsız olan ve onun etkisizleştirilmesini isteyen bir iktidar lazımdı. O da bulundu: AKP. AKP'nin bugün başbakan sıfatını taşıyan 2002 yılındaki yasaklı genel başkanı RT Erdoğan, ünlü mektubunda Paul Wolfowich'ten Türk Ordusu ile kendisinin arasını uyuşturmasını istemekteydi.

4 Temmuz 2003 günü, Kuzey Irak'ta Süleymaniye kentinde askerlerimizin başına çuval geçiren ABD güçlerinin savunmasını yapan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, çuval olayının mazeretini bizzat RT Erdoğan'a (başkasına değil) şöyle açıklamıştır:

“Askerinizin başına çuval geçirme olayı hükümete karşı değil, hükümetin emrini dinlemeyen bazı unsurlara karşı yapılmıştır.”

Rumsfeld gibi kurt bir politikacı, bu sözleriyle, Türk Ordusu'na düşmanlığını açıkladığı kişiyi de memnun ettiğini düşünmeseydi böyle bir açıklamayı yapar mıydı?

Yaşar Nuri Öztürk (Allah ile aldatmak sayfa:296-300)

Büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK destansı bir kurtuluş savaşı sonrasında yurdu emperyalist güçlerden temizleyerek, Osmanlı İmparatorluğunun külleri üzerine modern Türkiye Cumhuriyetini kurarken, büyük bir öngörü ile Cumhuriyet karşıtlarının gizli niyetini görmüş ve yurttaşlarına şöyle seslenmiştir.
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en tehlikeli düşmanı, siyasi düşünceye dönüşen irtica, yobazlık ve şeriat bağnazlığıdır.”
 “Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.”
“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
“Cumhuriyet, fikren, ilmen ve bedenen kuvvetli ve yüksek seviyeli muhafızlar ister.”

Cumhuriyetin güçlü muhafızları (koruyucuları) olarak da “Gençliğe Hitabe” ile Türk gençliğini ve “Devrimlerin her biri, ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir.  Cumhuriyet Savcılarımızın, devrimin gerekleri etrafında, en kıskanç ve uzakları gören hassas nöbetçiler olmalarını, asıl görevlerinden sayarım.” Söylemi ile Cumhuriyet Savcılarını göstermiştir.
Cumhuriyet kurulduğundan beri karşıtları boş durmamış, fırsat buldukça Cumhuriyet rejimini ortadan kaldırmak için faaliyette bulunmuşlardır.
Büyük önder tarafından görevlendirilen bu koruyucuların, laik Cumhuriyeti oluşmuş tehlikelere karşı korumaları kaçınılmaz görevleridir.
Son günlerde artık açıkça yeni Osmanlıcılık hevesleri gündeme getirilmekte ve laik Cumhuriyetin döneminin bittiği söylenmektedir.
Yeni bir anayasa için TBMM de kurulan Uzlaşma Komisyonunda da bu niyetler açıkça dile getirilmeye başlanmıştır.
İktidar Partisi ve bu ara onun koltuk değneği görevini üstlenen BDP, Anayasanın 4. Maddesi gereğince değiştirilmesi dahi önerilemeyen 1-2-3’üncü maddelerin değiştirilmesine zemin hazırlamak istemektedirler.
Bu değişikliği gerçekleştirmek, içinde şimdilik sadece 4. Maddenin değişikliğini gündeme getirerek, 1-2-3’üncü maddeleri korumasız bıraktıktan sonra ilk fırsatta da değiştirmesini planlamaktadırlar.
AKP’li Komisyon Başkanı Ahmet İyimaya Komisyonda yaptığı konuşmada “kendilerinin ilk üç maddeyi değil, ilk üç maddenin değiştirilmesinin dahi teklif edilemeyeceği 4. Maddenin değiştirilmesini” isteyerek, ilk üç maddeyi dayanaksız bırakıp ilerde değiştirme yolundaki niyetlerini net olarak açıklamış bulunmaktadır.
Peki, anayasanın ilk üç maddesi ne diyor;
I. DEVLETİN ŞEKLİ
     Madde 1 - Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
  II. CUMHURİYETİN NİTELİKLERİ
         Madde 2 - Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
          III. DEVLETİN BÜTÜNLÜĞÜ, RESMİ DİLİ, BAYRAĞI, MİLLİ MARŞI VE BAŞKENTİ
    Madde 3 - Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
   Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
   Milli marşı "İstiklal Marşı"dır.
   Başkenti Ankara'dır.

Şimdi soruyorum,
Bu maddelerin hangisini değiştirmeyi düşünüyorsunuz?
Ve değiştirmekteki amacınız nedir?
Bu soruların yanıtlarını laik Cumhuriyet sevdalıları biliyor. Birde sizden dinlemek istiyor.
Anayasanın bu maddeleri, laik Cumhuriyetin, sosyal hukuk devletinin, üniter devlet yapısının birer köşe taşlarıdır. Bu taşlardan bir tanesi yerinden oynatıldığı takdirde artık Cumhuriyetin niteliklerinden, üniter devlet yapısından, sosyal hukuk devletinden bahsetme olanağının bulunmadığını, bu uğurda yola çıkanlar en az bizim kadar biliyorlar.
Hukuku arkadan dolanarak, “laikliğin teminatı biziz” diyerek değişikliği yurttaşlara yavaş yavaş sindirmeye çalışıyorlar.
Son çıkarılan yasa ve yönetmeliklerle, devlet kurumlarına gönderilen genelgelerle, Mustafa Kemal ATATÜRK ve devrimleri mevzuattan çıkarılarak unutturulmaya çalışılmaktadırlar.
Takke düşmüş kel görünmüştür, niyetler netleşmiştir. Cumhuriyet sevdalıları artık bu söylemlere itibar etmemektedirler.
Kutlanması yurttaşlara yasaklanan 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos,  29 Ekim ulusal bayramlarımızın ve 10 Kasım’ın, yasaklara karşın tüm yurtta büyük bir coşku ile kutlanması bunun açık göstergesidir.
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, bu Cumhuriyetin şehit kanları pahasına çok zor koşullarda kurulduğunun bilincindedir ve her koşulda büyük önderimizin kurup bize teslim ve armağan ettiği ve çocuklarımızın aydın geleceği olan Cumhuriyetine sahip çıkmaya karalıdır.
Bu böyle biline…..    31.03.2013

Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Gazetelerde kocaman kocaman fotoğraflar: Papa; mahkumların ayaklarını öptü. Mahkumlardan birisi de Müslüman...
Papa; Katolik Hıristiyanların din başkanı. Bizdeki Diyanet İşleri Başkanı'nın karşılığı...
Hıristiyan din adamı; bir Müslüman mahkumun ayağını neden öper?
İslam dünyasını etkilemek için. Onlardan bazılarını Hıristiyan yapmak için.
Peki bizim Papa; şu Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ne yapıyor?
O bırakın ayak öpmeyi; bir kısım Müslümanlara hakaret ediyor. İzmirliler için dediğini biliyorsunuz. Buyurmuş ki: "İzmir'in farklı dindarlığı var. Bu dindarlığın irfan geleneğine ihtiyacı var."
Dolaylı olarak diyor ki: "Siz iyi dindar değilsiniz/günahkâr sayılırsınız. Kurtulmak için benim gibi olun!"

CEVAP GELDİ


İzmir'den bir okurum elinde imanölçer cihazı ile dolaştığı anlaşılan Diyanet Başkanı'na cevap verdi. Diyor ki:
"Diyanet Başkanı demiş İzmirlilerde yok tam iman
Ben de ona şimdi diyeyim büyük Müslüman
Yarın öbür dünyada Hak bizi sorgularken
İkimizin sözü de çıkacak orada yalan"
Belli ki bu cevap; 17. Yüzyılın büyük ozanı Şair Nefi'nin yine büyük bir ozan olan Şeyhülislam Yahya'ya verdiği o meşhur karşılıktan uyarlanmış.
İrfan sahipleri bilir ki; Yahya Efendi; över gibi yaparak Nefi'ye "kâfir" demişti.
Nefi durur mu o da "Sen bana kâfir dedin. Hadi ben de sana Müslüman diyeyim. Ama öbür dünyada ikimizin sözü de yalan çıkacak" anlamında bir karşılık çakmıştı.

CUMHURİYETLE SAVAŞ

Diyanet İşleri Başkanlığı'nı (DİB) 1924 yılında Kemal Atatürk kurmuştu. Bu kurumun; yeni devlete uygun çağdaş Müslümanlar yetiştirmesi planlanmıştı. Gel gör ki Diyanet İşleri; cumhuriyete hizmet etmek değil cumhuriyetle savaşmak gibi bir yapıya sokuldu.
Geriye dönün bakın: İslam dinini; vicdanlardaki temiz haliyle bırakmayıp onu siyasete alet eden tipler hep Diyanet'ten fırladı. Özellikle Diyanet İşleri'nin son 40 senesi; cumhuriyet ile savaşan adamların imal edildiği bir süreç oldu.
Hele hele şu son 10 yılda DiB; AKP iktidarının bir propaganda merkezine döndü.
Bu topraklarda 1000 senedir yaşayan Türk Müslümanlığı yerle bir edildi.
Suudi Arabistan Krallığı'nın milyarlarca dolarla desteklediği Arap Vehhabiliği; din gibi dayatıldı.
Arabizm/Arapçılık; İslammış gibi çocuklarımıza öğretildi.
İşte bu istilaya direnenlere de "irfansız" denilmeye başlandı.
Yani Mehmet Görmez'in irfanı; Arap Vehhabiliği, Arabizm ve Arap değerlerini putlaştırma irfanıdır.
Bu kara irfan bizden uzak dursun.

İZMİR SUÇLUDUR
İzmir'i sevmez Vehhabici Müslümanlar. Çünkü:
*Bu İzmirliler; 1919'da işgalci Yunan ordusuna "Halifenin ordusu; hoş geldin!" dememişler; tam aksine kurşun atmışlardır.
*Bu İzmirliler, siyasi liderlere tapmamışlar; her dönemde demokrasinin yanında yer almışlardır.
*Bu İzmirliler hep cumhuriyetin, Atatürk'ün ve  onun getirdiği çağdaş yaşam biçiminin savunucusu olmuşlardır. Bu yüzden suçları çok büyüktür.
*Bu İzmirliler; kadın-erkek eşitliğinden yanadır. Vehhabici Diyanet'in irfanında kadın-erkek eşitliğinin yeri olabilir mi?
*İzmirliler; güce tapmıyorlar; siyasi diktatörlüğe boyun eğmiyor; onca baskıya karşın  AKP'ye oy vermiyorlar. Elbette ki şu Vehhabici dolmadan (Diyanet irfanından) yemiyorlar.
*İzmirliler; irfan sahibiymiş gibi gözükmek adına Kuran-ı Kerim'in bazı ayetlerini sansür etmek yoluna da gitmiyorlar.
*İzmirliler;  Irak'ta camiler bombalanırkan... Müslümanlar kitleler halinde öldürülürken... Müslüman kadınların ırzına geçilirken dilsiz kalmadılar; şeytanlaşmadılar.

Bu İzmirliler var ya böyle suç işlemeyi çok seviyorlar...
Diyanet'in inadına...

Analar ağlamasın oyunu, yenilgiyi zafere dönüştürme hinliğidir
Başbakan’ın eş başkanı olduğu ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Güneydoğu Anadolu, Kuzey Irak- Kuzey Suriye ve Güney Batı İran’ı da içine alacak büyük Kürdistan planı hayata geçiriliyor. Bu şekilde bölgede İsrail’i de koruyacak ikinci bir ABD uydusu devlet amaçlanıyor. Bunun için Irak ve Suriye hallaç pamuğuna çevrilip Kuzey Irak’la bu devletin nüvesi oluşturuluyor.
Bizdeyse önce ABD tezgahı ile sahte belgeler, terörist gizli tanıklıklarıyla 2002’de terörü sıfırlayan tüm albay ve generaller zindana atılarak ordu çökertiliyor. Böylece laik Cumhuriyet, ulus, devlet defterinin dürülmesine sıra geliyor.
Önceleri teröristlerle asla görüşmeyiz diyenlerin şimdi İmralı’da teröristbaşı önünde saf durup resmi tazim eylemeleri bunun kanıtı oluyor.
Bir başkanlık sevdası uğruna başta “Türk kelimesinin anayasadan çıkartılacağı” “yerel yönetimlerin özerk devlet yetkileriyle donatılacağı” Kürtçe’nin ikinci resmi dil, Apo’nun affı gibi ahlaksızlıkların pazarlandığı, Oslo ve İmralı belgelerinden anlaşılıyor.
Zaten bunların hepsi Apo’nun basına yansıyan, görüşme tutanaklarında da yer alıyor. Ama bu melanetleri Apo değil Başbakan inkar ediyor.
Hal böyleyken “ödleklik ya da menfur çıkarların tutsağı haline getirilmiş” bir takım medya ve aydın kimlikli mahlukat bu melun oyunu görmüyor, “analar ağlamasının bedelinin ne olduğunu bile bile bu tezgaha geliyorlarsa bunun adı vatan hainliği değil de nedir?”
ABD ve Batılı emperyalistlerin kurgulanmasıyla önce “kültürel ve kimlik hakları diye milleti uyutup” şimdi ne istediklerini sağır sultan biliyor.
Zaten bunu her vesileyle açıkça ifşa ediyorlar. Teröristbaşı son sözünü “istediklerimizi vermezseniz ananızı ağlatırız” tehdidiyle
noktalıyor.
Ancak bu şantaj ve sinsi planı halkı galeyana getirmemek için yedire yedire zamana yayarak icra eyliyorlar. Önce binlerce katil terörist (yaptıkları yanlarına kâr kalarak) meclis dışı bir affa mazhar kılınacak. Sonra Apo gazi olacak, anayasada ise Türklük kefenlenecek.
Ancak neye hizmet ettikleri meçhul bir okur, yazar takımı hokkabazların “idrakları halkı kandırmaya kurgulanmış bir iktidarın suç ortağı ve piyonları olmalarını“ akıl, sır almıyor.
“Çözümsüzlük çözüm değildir” diyorlar. Çözümleri ise kan akmasın diye “ver kurtul” oluyor. Aynı şeyi Denktaş için söylediler sonuçtan haya duymadılar.
MHP de olmazsa ülke yok pahasına haraç mezat gidecek
Teröristbaşı, 30 yıldır ülkeyi kan gölü haline getirdik, helalleşelim diyor. “Analar ağlamasın bülbülleri” hep bir ağızdan terörist başıyla helalleşiyor. Böyle bir rezaleti tarih yazmıyor. Apo bile bunun suç olduğunu iyi bildiği için serbest bırakılmayı yani affı Meclis’ten geçirin diyecek kadar küstahlaşıyor.
Analar ağlamasın yönteminin koristleri, Şehit Anaları Derneği Başkanı Pakize Ana’nın Ulusal Kanal’daki feryadını internet aracılığıyla dinlesinler, “analar ağlamasın diye şehit kanlarını yerde bırakanlar” kimin adına helalleştiklerinin utanmazlığını anlasınlar.
Bir dikta yönetim, akıl almaz bir pervasızlıkla ülkeyi sonu meçhul bir badireye sürüklüyor. Kimsenin gıkı çıkmıyor. Tarihte asırlar boyu verilen savaşlar sonucu “diktatörlüklerden demokrasiye geçilmiştir”. Yalnız Türkiye’de bir ilkdelik yaşanıyor. “Demokrasiden diktatörlüğe geçiliyor”. Türk halkı demokrasiyi büyük mücadelelerle değil, tepeden inme bir lütufla elde ettiği için demokrasinin kadrini bilemiyor.
Demokrasi bizim için amaç değil araçtır diyenleri %50 oyla iktidar yapıyor. Dünyada gelmiş, geçmiş tüm ülkelerde bilim adamı, aydınlar, düşünürler “milli bütünlük, özgürlük ve aydınlığı simgeliyor” vatanlarını yüceltiyorlar.
Bizdekiler ise, “karanlığı, bölücülüğü, çıkarcılığı simgeliyor.” Onurları ve vicdanları cüzdanlarının tutsağı yapıyorlar.
Bunların yüzde biri başka bir ülkede yaşansa halk galeyana gelir. Gençlik gök kubbeyi bunların başına indirirdi. Dünya üzerinde medyasını, aydınlarını bir Truva Atı gibi kullandırıp milli kimlik ve birliğini yok ettiren tek ülke biz oluyoruz.
AKP iktidarının ürettiği eblehler “Türk Ulusu’nu yok etmeye kurgulanmış iç ve dış odaklı bölücü toplum virüsleri ülkenin parçalanmasına moderatörlük” yapıyorlar.
2500 yıllık Türklük ve milli ruhunu hançerleyen bir iktidar ve buna da barış süreci diyen “çıkar ve ödleklik sendromundan mustarip bir medya ve aydınlar güruhuna” yalnız bizim ülkemizde tanık olunuyor.
Emperyalist güçler AKP iktidarının yarattığı böylesine gafil bir eblehler topluluğunu bulunca bu güzelim ülkeyi bize yedirtmek istemiyorlar. Ama menfur niyetleri kursaklarında kalacaktır.

SÖZCÜ

Siz de izlediniz, gördünüz. Moderatör Hanım, yanlış yere dikilmiş fasulye sırığı
gibi kaldı.
Moderatör, yönlendirir.
Oturumu yönetir.
Konuşmacılar, kendini tutamaz da hakarete, keskin cümleli sataşmalara, haksız karalamaya, halkı aldatmaya, propaganda ve yalakalığa kaçarlarsa moderatör, uyarır.
Küfürlü ağzı kapatır.
Moderatör, yumuşatır.
Yumuşatıcıdır.
* * *
3 gün önceden ve 3 gün üst üste “reklam-haber” yapıp duyurdular.
Başbakan TV’ye çıkacak.
3 gazeteci soru soracak.
Canlı yayın olacak.
1 TV kanalı yetmez.
2 TV kanalından yayınlanacak.
Önceki gece yayına geçildi.
3 gazeteci; Enis Berberoğlu, Taha Akyol, Hakan Çelik, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın keyfini kollayan keyifli dakikalar memuru gibiydiler.
Tek bir deşme yapmadılar.
Tek bir sıkıştırma olmadı.
Ağızlarından Başbakan’ı zorlayacak tek bir cümle çıkmadı. Süt bebesi pişiklerine
serpilen pudra, popolarına sürülen kremler gibi yumuşaktılar.
Hayran bakışlar attılar…
Sürekli baş salladılar…
Başbakan’ı acayip yağladılar.
* * *
3 erkek gazeteciden!
1 erkekçe soru çıkmadı.
Sayın Başbakan!
Barış’ı getirmek için “Habur’da çadır mahkemesi kurmak” ile “İmralı’da Öcalan ile görüşsün diye Akil Adam Komisyonu oluşturmak” arasında ne gibi farklar var?
Habur Çadır Mahkemesi süreci niçin başarısız oldu?
İmralı Akil Adam Komisyonu süreci nasıl başarılı olacak?
Böyle bir soru gelmedi.
Sayın Başbakan!
Türkiye’nin “eyaletlere bölünerek yönetilmesi” önerinizin Abdullah Öcalan ile İmralı görüşmeleri yaptığınız bir döneme rast gelmesi acaba nasıl bir tesadüftür?
Böyle bir soru da sorulmadı.
Sayın Başbakan!
Şu 30 yıl içinde Türkiye Cumhuriyeti
Ordusu, TBMM’nin izniyle, sayısız defa sınır ötesi harekat yaptı. Kandil’de kümelenmiş bölücü terör örgütünün üzerine yürüdü. Türk savaş uçakları, Kandil’e binlerce kez, maliyeti milyar dolara ulaşan, bomba yağdırdı. Şimdi siz bölücü terör örgütü militanlarının; 30 yıldır ordunun bombaladığı Kandil’e çekilmelerini “barış gelecek” diye
anlatıyorsunuz. Bunda bir çelişki yok mu?
Böyle bir soru da çıkmadı.
İstenseydi…
100 tane böyle soru çıkardı.
* * *
Sorular kuş tüyü yumuşaklığında oldu. Yayın mavi atlastan ipek kumaş gibi aktı.
Moderatör Hanım’a yumuşatacak bir sertleşme doğmadı. Hande Fırat Hanım,
kendisinden bin defa özür dilerim, konu mankeni yerine konuldu. Biri başbakan,
üçü yandaş gazeteci 4 erkeğin, 1 hanım moderatöre bunu yapmaya hakları yoktu.
Yağcı gazetecilik.
Yağlandıkça batıyor.

SÖZCÜ

Sevgili okuyucularım, gün değil dakika geçmiyor ki Tayyip’i karşımızda görmeyelim. Her gün bir yerlere gidip danışmanları tarafından önceden hazırlanan nutukları önündeki camdan okuyor…
Çünkü Tayyip her konuyu biliyor, her konudan anlıyor!
Eğitim, sağlık, turizm, ekonomi, hukuk, yasalar, anayasa, maşallah bilmediği yok!..
Oysa hiçbir şey bilmiyor. O sadece başkaları tarafından yazılan metinleri okuyor…
Haaa, bir de yandaş medyayı dibine kadar kullanıyor.
Televizyona çıkacağı zaman mutlaka yandaş kanallara çıkıyor. Zaten yandaş olmayan kaç kanal kaldı ki!..
Oraya yine yandaş gazeteci takımını yanına alıp nutuk veriyor.
Tayyip’e ters gelecek soru sormak yasak. Yandaşlara patron önceden emir veriyor, vermese bile onlar görevlerini iyi biliyor!
Ekrana kendisiyle birlikte kimlerin çıkacağı ve hangi soruların sorulacağı, daha önceden Tayyip’e bildirilip onayı alınıyor. Eğer çok küçük bir olasılık bile olsa “Ben onu istemem” derse, şahıs onun karşısına oturtulmuyor.
Bir de Tayyip’in gezileri var. Özel uçaklarına kendisiyle binecek gazetecileri bizzat kendisi seçiyor.
Tamamı yandaş-yalaka.
Liboşlar, Fethullahçılar, Kürtçüler, ne ararsanız kafilede özel davetli olarak yer alıyor. Bir tek karşıt görüşlüyü bugüne kadar uçağında duymadık, görmedik.
Medya ve özellikle de medya patronları Tayyip’in emrinde ve hizmetinde.
Milletimizin beynini yıkama kampanyası işte böyle gerçekleşiyor.
* * *
Tayyipçi medya patronlarının en büyüğü, kuşkusuz Aydın Doğan. İki televizyon kanalı var. Kanal-D ve kamuoyunda CNN-Kürt adıyla bilinen, oysa Türklükle ilgisi olmayan, liboşlar karargahı CNN-Türk.
Aynen büyük patron Ferit Şahenk’in NTV’si, Fethullah takımının Samanyolu falan gibi!
Bay Aydın Doğan vergi cezalarını yemeden önce de korkardı, yedikten sonra iyice korktu. Artık bütün televizyon kanalları ve gazeteleri ile (Hürriyet, Posta, Radikal) Tayyip’in ve bu iktidarın emrinde.
Önceki gece iki televizyon kanalını birleştirip ortak yayında Tayyip’i ekrana getirdiler. Karşısında isimleri Tayyip’e önceden bildirilip onayı alınan Aydın Doğan ekibi var…
Ve Tayyip bu kez okumuyordu, anlatmaya başladı!
* * *
İnciler saçıyordu:
“Öcalan’a 20 kanallı televizyon verdik. Jimnastik konusunda haftada üç gün dediler, her gün yapsın DEDİM. Arkadaşlarıyla gün aşırı görüşüyordu, her gün bir saat görüşsün DEDİM. Benim VERDİĞİM budur!”
Şimdi öyle yapılıyormuş.
Türkiye cezaevlerinde, özellikle Silivri, Sincan, Tekirdağ gibi özel tiplerde 130 bin hükümlü ve tutuklu yatıyor. Bu insanlar en katı kurallar içerisinde yaşatılıyor.
Yasalar var, özellikle cezaevi yönetmelikleri var.
Demek ki Tayyip Ankara’dan emir veriyor, İmralı’da yatmakta olan katile bir sürü kıyaklar ve ayrıcalıklar sağlanıyor. Hem de devlet eliyle,
Tayyip’in emriyle!..
Sonra da hiç sıkılmadan karşımıza geçip “Dedim, verdim, istedim” diyebiliyor.
O halde geriye kalan 130 bin tutuklu ve hükümlünün hakları nerede?
Cezaevlerini Ankara’dan bu şahıs mı yönetiyor? İstediğine kolaylık mı sağlıyor?
Burası diktatörlük düzeni olan bir ülke mi?
Bu ne biçim devlet düzenidir be?
* * *
Şimdi Türkiye’yi eyaletlere bölmeye ve Kürt eyaletleri kurmaya soyunuyor ya, Tayyip sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Güçlü Türkiye’de eyalet korkusu olmaz. Osmanlı’da Lazistan,
Kürdistan eyaletleri vardı. Siz eyalet sisteminde de üniter yapıyı koruyabilirsiniz…”
Bu şahıs tarih bilmiyor. Tarih bilgisi sıfır. Danışmanları kendisini bu konuda biraz eğitseler, sonra konuşsa ne kadar iyi olur!
Osmanlı, kendi kendini yönetme özgürlüğü olan eyalet sistemini taaa 1864 yılında terk edip vilayet sistemine geçti.
Eyalet sistemi çökmüştü, çalışmıyordu.
Valilik sistemi getirildi. İllere valiler atandı. Valiler merkezden atanır ve emirleri merkezden alırdı.
Bağdat Valisi, Şam Valisi, Beyrut Valisi, Manastır Valisi, Selanik Valisi, Erzurum Valisi, Van Valisi, Musul Valisi… (Osmanlı’da sadece İstanbul Valisi yoktu, hiçbir zaman da olmadı.)
Daha sayayım mı!..
Eğer günümüzde yeniden Kürdistan eyaleti rüyaları görüyor ve hayaller kuruyorsa, daha çoook bekler. Hayırlı rüyalar olsun!
Verdiği örneğin hiçbir dayanağı yok, tamamen kafadan konuşuyor ve karşısına oturtmuş olduğu hiçbir gazeteci onun bu cehaletini yüzüne vuramıyor.
* * *
Efendim, teröristler sınır ötesine, yani Kuzey Irak’taki merkez üslerine silahlarıyla birlikte geçemezlermiş:
“Bu suç olur. Silahlarını isterlerse gömsünler, isterlerse mağaralarda saklasınlar!.. Aksi takdirde güvenlik güçleri müdahale eder!”
Müdahale edecek güvenlik gücü mü bıraktınız.
Güvenlik güçleri başına iş gelir, içeri tıkılır diye çekiniyor, korkuyor.
Bugün herhangi bir baskında bir babayiğit “Ateş” emri versin bakalım, başına neler geleceğini hep beraber görelim.
Silahlı ya da silahsız, eğer gerçekleşir de olursa, bunların tamamı sınırlarımızın dışına törenlerle uğurlanacak.
Tugay komutanları, hükümetin vali ve emniyet müdürleri, yörenin önde gelen Kürtçüleri bunları sınırdan çiçeklerle, armağanlarla aşıracak.
Devlet görevlileri tarafından nutuklar çekilecek, yarım saat ötesi için hayırlı yolculuklar dilenecek.
Kameralar öpüşme koklaşma sahnelerini bire bir yayınlayacak.
* * *
Gelişmeler zaten ilginç bir yönde oluyor.
Tutuklanan tüm teröristler ve KCK’lılar, Apo ile yürütülen pazarlıklar doğrultusunda
mahkemeler tarafından tek tek serbest bırakılıyor. Son olarak Van’ın BDP’li Büyükşehir belediye başkanı ve ekibi önceki gün tahliye edildi.
Adına Apo denilen katilin örgütüyle yıllarca dağlarda vuruşan komutanlar, subaylar ve astsubaylar ise tutuklu, hapishanelerde çile dolduruyorlar.
Tayyip televizyon konuşmasında ağzından kaçırdı:
“Yeni anayasa için C planımızda, BDP ile birlikte referanduma gitmek var…”
Burada ısrarla yazıyorum, bilerek konuşuyorum:
Bu rezil olayda karşımızda AKP-BDP koalisyonu var.
Türkiye’nin köküne bunlar ortaklaşa kibrit suyu dökecekler.
Ey Türk Milleti uyan.
Sakallı Enerji Bakanı Meclis’te “Türkiye halkı” diye nutuk atıyor, senin bayrağının adını “Türkiye bayrağı” yapmaya niyetleniyorlar.
Sadece bir tek şahsın çıkarları ve aymazlığı doğrultusunda senin sırtından oynanan şu oyunlara tepki koymak, DUR demek zorundasın.

SÖZCÜ

Hiçbir şey rahatsız etmese, söylediğin yalanlar rahatsız etmeli seni hacı…
Yalanla yatıp yalanla kalkıyorsun.
Ben senin kadar yalan söyleyen bir adam görmedim bu dünyada…
Gece “ak” dediğine, gündüz “kara” diyorsun.
Bir saat önce “iyi” dediğine, bir saat sonra “kötü” diyorsun…
Dünün terörist başı, bebek katili APO bir anda kahraman oluyor, “Özgürlük Savaşçısı” oluyor.
Türkiye Cumhuriyetine küfredenler, “H’astir” çekenler can dostu kesiliyor…
Ona gülücükler gönderiyorsun.
Elinden çiçekler alıyorsun…
40 bin şehidin kanlı bakışı, 40 bin şehit anasının gözyaşı seni rahatsız etmiyor mu hacı?
Ya o bebeler…
Ya o bebeler… Vücudu delik deşik olmuş, mermilerle kafası parçalanmış bebeler… Günü, güneşi tanımamış, gelinliğini giymemiş, damatlığı bilmemiş, gençliğini yaşamamış bebeler, sana bir şey söylemiyor mu hacı?
Bunların hiç değeri yok mu?
Neden toprağa düştü bunca fidan?
Neden?
Vatan, ya vatan…

Hiçbir kıymeti harbiyesi yok mu vatanın?

Rant uğruna ormanları yok ediyorsun, kentleri yıkıyorsun, yağmalıyorsun, nazlı bir gelin gibi salınan ırmakları kurutuyorsun, börtü böceğin yaşantısına son veriyorsun…
Tek karış toprağı düşmana kaptırmamak için, sadece Çanakkale savaşında binlerce şehit, yaralı vermiş bu yüce millet…
Hiçbir şey söylemiyor mu bunlar sana?
Hiçbir şey anlatmıyor mu?
Şehit çıkmayan tek kentimiz yok… Taa Avustralya’lardan memleketimize gelip, toprağımızda can veren askerlere bile bağrını açmış bu yüce ulus, onların adına şehitlikler kurmuş, “unutulmasınlar, yakınları ziyaret etsinler” diye…
Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te bir karış vatan toprağı uğruna canlar verilmiş, şehitler verilmiş…
Antep 11 ay direnmiş Fransız’ı yurduna, ocağına sokmamak için… Gazi olmuş.
Babalarımız, dedelerimiz nasıl yokluk, yoksulluk çektiklerini anlatırlardı, nasıl kayısı çekirdeğinden ekmek yapıp yediklerini…
Sen şimdi koskoca Güneydoğu’yu teslim ediyorsun teröriste hacı…
Sen şimdi tek kurşun atmadan hile ile, desise ile, tertiplerle, düzmece belgelerle teslim aldın koskoca bir orduyu…
Sen şimdi zindanlara doldurdun şanlı komutanlarımızı…
Ve milyonlarca oy alıp seçilen milletvekillerimizi hâlâ hapislerde tutuyorsun… Ama vatan düşmanı, Türk, Türklük düşmanı KCK’lıları her gün onar, yirmişer gruplar halinde serbest bırakıyorsun…
Halkalı Bombacılarını bile serbest bıraktın…
Daha önce de insanları domuz bağı ile boğup öldüren, insanlıktan nasibini almamış Hizbullahçıları serbest bırakmıştın, hem de davulla zurnayla…
Şimdi de milletvekili çocuklarının geleceği ile oynuyorsun?
Okuldan atıyorsun?
Babalarına duyduğun öfke, kin yetmedi mi hacı?
Çocuklarından ne istiyorsun?
Sen günde 5 kez değil, 10 kez değil, 100 kez yatıp kalksan, 100 kez hacca gitsen bu günahlarından kurtulabilir misin?

Arınabilir misin hacı?
Sen komutan eşlerinin, komutan çocuklarının gözündeki hüznü, acıyı, mutsuzluğu görmüyor musun?
Haksızlığa, hukuksuzluğa duyduğu öfkeyi görmüyor musun?

Sayende ben de sulu gözlü bir adam olup çıktım hacı…
Yılmaz Özdil’e gelen mektubu okuyup, ağlıyorum…
Uğur Dündar’ın anlattığı komutan çocuğunun, eşinin öyküsünü okuyup, ağlıyorum…
Sen, çocuğunun tırnağına zarar gelse dünyayı yakarsın…
Senin çocuğun çocuk da başkalarınınki ayrık otu mu hacı?
Sen hiç ağlamaz mısın?
Sen hiç ayrılık nedir, hüzün nedir, bilmez misin?
Sen sabahlara dek nasıl uyuyabiliyorsun?
Kuddusi Okkır’ın bir deri bir kemik kalmış gövdesi, hastalıktan, kafatasına dönüşmüş yüzündeki kocaman gözleri hiç kâbus olup rüyalarına girmiyor mu?
“Benim suçum ne, niçin beni yıllardan beri dört duvar arasında tutuyorsun” diye soran, feryat eden Ergenekon tutuklularına yanıt vermemesi, verememesi yargıçların, seni hiç mi tedirgin etmiyor hacı?
Sahi, sen başını yastığa koyduğunda nasıl rahat uyuyorsun geceleri?
Daha doğrusu başını yastığa koyduğunda rahat uyuyabiliyor musun hacı?

Tecdit ve reform, müceddit ve reformist
Pey­gam­be­ri­mi­zin tec­dit­le yani yeniden yapılanmakla il­gi­li ilkesel sö­zü şöy­le verilebilir: "Her de­vir­de üm­me­tim
için­den bi­ri çı­kar ve di­ni tec­dit eder." Ya­ni ye­ni­den ya­pı­lan­dı­rır. (bk. Ebu Davud, melâhim 1; Elbanî, Silsiletül Ahâdîs es-Sahîha, 2/148-149)
Ye­ni­den ya­pı­lan­ma­nın tem­sil­ci­si­ne   müceddit denir.
Mü­ced­dit, re­for­ma­tör de­ğil­dir. Müceddit, Kur'an'da­ki de­ğiş­mez­le­re da­ya­nan bir iman ada­mı sı­fa­tıy­la görecelikler ala­nı­nı ve ilahî be­yan­lar­da­ki es­nek­lik­le­ri de­ğer­len­di­re­rek vah­yin ve­ri­le­ri­ni ha­ya­tın ve in­sa­nın ulaş­tı­ğı ye­ni bo­yut­la­ra gö­re ye­ni­den yo­rum­lar. Evrensel bir mesaj ve hermenötik bir evren olan Kur’an bu yorumu sadece istemekle kalmaz, bunu yapacak bilim ve fikir öncülerine büyük destekler verir.
Kur’an, aynı zamanda hermenötik (yorumbilime ilişkin) ilkeler koyan bir kitaptır.
Bu­gün­kü tec­dit ha­re­ke­ti ve­ya ha­re­ket­le­ri bi­rey­sel fa­a­li­yet­ler ol­mak­tan çok, kad­ro ça­lış­ma­la­rı olmalıdır. Dün­ya­nın kü­çül­müş bu­lun­ma­sı, tek­no­lo­ji­nin önü­mü­ze ser­di­ği ile­ti­şim im­kân­la­rı, bi­lim ala­nın­da­ki uz­man­laş­ma­lar bu­nu zo­run­lu ha­le ge­tir­miştir. Bu, aynı zamanda tecdit hareketine büyük kolaylıklar da sağlar.

Tecdidin en büyük engellerinden biri de Batı’nın İslam dünyasına dayattığı politikalardır.

Batı, İslam’a ve Müslümanlara yönelik politikaları ile tecdit hareketinin önüne büyük engeller koymakta, geliştirdiği yeni stratejilerle Müslümanların yeniden yapılanmasını imkânsız hale getirmektedir. Batı’nın, tecdidi engellemede işlettiği temel politika, İslam dünyasındaki gelenekçi-tutucu unsurları dinin birinci dereceden temsilcisi gibi öne çıkarıp onları desteklemesi ve rasyonel-tecditçi unsurları etkisiz kılmasıdır. Müslüman dünyadaki aktif-devrimci unsurlar, Batı’nın bu politikaları yüzünden çok yıkıcı bir ‘pusula sapması’na uğramakta, şaşılaşmakta, şapla şekeri birbirine karıştırır hale gelmekteler. Batı, Müslümanların efor ve enerjilerini yanlış yönlere kanalize etmeyi başarmış bulunuyor.
Din­de ye­ni­den ya­pı­lan­ma­nın zorunlu ilk adımı, dine sokulmuş yalanların ve dinleştirilmiş örflerin din bünyesinden temizlenmesidir. Bu temizleme gerçekleştirilmeden işe yarar bir içtihat veya tecdit mümkün değildir. Çünkü geniş anlamlarıyla içtihat da tecdit de dinsel vahiylerin yorumundan ibarettir. Bu yorumun hayır getirmesi için öncelikle din adı verilecek temel verilerin ortaya çıkarılması gerekir. Din patenti yapıştırılmış ama aslında din olmayan kabullerin din diye yorumlanmasının götüreceği sonuç ağır bir aldanıştan başka ne olabilir?
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Müslümanların, İslam’a sokulmuş yalan ve uydurmaları dinlerinden temizlemeleri (sadece bu bile) başlı başına bir yeniden yapılanma ve diriliş getirir.
Bugünkü Müslüman dünyayı tökezleten çarpıklıklar, yeni yorumların yapılmamasından çok, geleneğin dinleştirdiği uydurma ve yalanlardan kaynaklanmaktadır.
Ne ilginçtir ki, İslam Peygamberi, tecdidi bir görev olarak ümmetinin aydınlarına yüklerken şunun altını da çizmektedir:
“Allah, her yüzyıl başında, insanlara, kendilerine sünnetleri (yöntemleri) öğreten ve Allah Elçisi’ne isnat edilen yalanları ondan uzaklaştıran birini/birilerini ortaya çıkarır.” (Elbanî; el-Ahâdîs es-Sahîha, 2/148)
O halde, bugün Müslümanların gerçekleştirmek zorunda oldukları yenilenme (değişim veya rönesans) hareketinin temel başlıkları (veya aşamaları) şunlar olacaktır:

1. Eski mirası sorgulamak,

2. Eski mirasın otantik din olduğu kesinleşen verilerini yeniden yorumlayarak dini yeniden yapılandırmak.

Tecdidin amaçladığı yeniden yapılanma, es­ki de­yim­le, bir telfîk-i mezâhip (mez­hep­le­ri bir­leş­tir­me) de­ğil­dir. Amaç, geleneği okşayan bir eklektisizm aktörlüğüyle herkesin nabzına şerbet verip halkı kandırmak olmamalıdır. Mez­hep­ler üs­tü İs­lam'ı ya­ni vah­ye da­ya­lı özgün di­ni or­ta­ya çı­kar­mak­ kaçınılmazdır. Bu­na, ‘Ortadoğu örflerinden oluşan geleneksel din’den özgün İslam’a/vahyin dinine/Kur’an’daki İslam’a  ge­çiş di­ye­bi­li­riz.

AKP İktidarı Türkiye’nin Ilımlı İslam rejimi yönündeki dönüşümünü hukuksal bakımdan tamamlamak istiyor. Bu amaçla 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinin bile yapamadığı bir anayasayı zorla topluma dayatmaya hazırlanıyor.

Bu nedenle çekirdek oyları yüzde 10-15 aralığında olan siyasal İslamcı sağ bir parti, her yöntemi kullanarak Türkiye’yi teslim almaya çalışıyor.

AKP İktidarı bütün ülkeye pusu kuruyor. Muhalif toplum kesimlerine, sola, aydınlara, demokratik kitle örgütlerine şantaj yapıyor. Kabaca, “Barış istiyorsanız, hazırladığımız anayasayı destekleyeceksiniz” diyor. Barış için demokrasiyi feda etmemizi istiyor.
Bu nedenle olsa gerek BDP yöneticileri de toplumsal muhalefeti ateşleyecek tek güç olan sola dönüp, “Bizi anlayın, barış var ama şimdilik demokrasi yok” diyorlar. Tam olarak tanımlanamayan bir “barış süreci” için dinci bir diktatörlük rejimine “evet” dememiz bekleniyor.

Öte yandan girilen yeni yolda çok sayıda tuzağın kurulduğu, hile ve siyasal sahtekârlıklara açık olduğu  çoık net görülüyor. AKP, tarihsel önemi tartışılamayacak bu süreci yasal güvencelere bağlamayı reddediyor.  TBMM’yi devreye sokacak en küçük adımdan bile kaçınıyor.

Dolayısıyla bu girişim kişilere, onların eğilimlerine, dönemsel hesaplara ve siyasal çıkarlara bağlı olarak götürülmek isteniyor. Durum böyle olunca, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ya da AKP Hükümeti’nin görüş değiştirmesi, siyasette bugünkü güçler dengesinin bozulması, kısa erimli siyasal hedeflerin gerçekleşmesi, süreci etkileyecek bölgesel ya da küresel bir gelişmenin olması halinde “barış süreci” denilen bu girişimin tersine dönmesi mümkün hale geliyor.

Çünkü yasal zemin hazırlanmadığı taktirde, bugün atılan bütün adımlar Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’na göre “suç” olmaya devam edecek. Yarın bir savcının çıkıp dava açması halinde başlayacak hukuksal süreci kimsenin durdurmaya gücü yetmeyebilecek.

AKP bu riskleri görmüyor olamaz. Ancak, hile ve şantaja dayalı siyaset yapmayı bir iktidar yöntemi olarak benimsedikleri için, yasal boşluk durumunu pazarlık aracı olarak kullanmayı seçtikleri anlaşılıyor.
AKP yine kurnazlık yaparak bu kez de Kürt siyasal hareketine ve sola yeni bir “kazık atmaya” hazırlanıyor. Yeni anayasayı ve başkanlık rejimini, deli gömleği gibi topluma giydirdikten sonra bir fırsatını bulup sözlü anlaşmayı bozma kapısını açık tutuyor.

Çünkü AKP yeni anayasayı referandumla topluma kabul ettirdiği taktirde bütün hedeflerine ulaşmış oluyor. Yeni anayasa yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki güçler ayrılığı ilkesini sonlandırıyor. Yargıyı yürütmenin emrine veriyor. Faşizan yetkilerle donatılmış bir başkanlık sistemi öngörüyor.
Özerk kurumları yok ediyor. Türkiye’yi; eğitimi dinselleşmiş, kamusal yaşamı dini kurallar tarafından belirlenen, üniversiteleri medreseye dönüşmüş, kadınlara kapanmaları telkin edilen, yarı laik, dinci ve kıytırık bir Ortadoğu ülkesi haline getiriyor.

Sonuç olarak Türkiye dinselleşmiş, aklın ve bilimin teslim alındığı, teolojik literatürün yükseldiği, niteliksiz ve vasat olanın öne çıktığı bir ülke haline geliyor. Toplum bir önceki çağın değerler dünyasına iade ediliyor.

Bu nedenle AKP’nin ve AKP iktidarının herhangi bir siyasal parti ve iktidardan farklı olduğunu görmemiz, gerekiyor. AKP herhangi bir muhafazakâr parti, AKP iktidarı da daha önce örneklerini gördüğümüz herhangi bir merkez sağ iktidardan nitelik olarak farklı özelliklere sahip.

AKP ku§rucu bir parti, AKP Hükümeti de kurucu bir iktidardır. Eskisini yıkan ve yeni düzen kuran bir siyasal kadro iş başındadır. Bu nedenle Ömer Dinçer, “Seçimi kaybetsek bile AKP iktidar olmaya devam edecektir” diyor.

AKP, emperyalizmle, özellikle ABD ve AB ile çatışarak iktidar olunamayacağını gören İslamcıların partisi olarak doğdu. AKP’yi kuran İslamcı kadrolar, iktidar için ABD ve AB ile uzlaşmayı kaçınılmaz sayan ve tercih edenlerin, dahası küresel mali sermayenin neo-liberal ekonomik politikalarını kayıtsız şartsız savunan İslamcıların kurduğu bir örgüt olarak ortaya çıktı. AKP’yi kuran kadrolar 28 Şubat 1997 sürecini kendi örgütlenmeleri için bir fırsat olarak değerlendirdiler.

Kısacası ABD ve AB ile çatışmak yerine, bu güçlerle uzlaşarak iktidar olabileceklerini görenler, 28 Şubat’tan sonra Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nin kapatılması üzerine, hızla “Milli Görüş” hareketini terk ederek kendi partilerini kurdular.

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Amerikan Dışişleri ve istihbaratının önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller'in 1990’lı yılların başından beri "ılımlı İslam" projesi üzerinde çalıştığı bilinir.

CIA’da Ortadoğu Bölge Şefliği ve Başkan Yardımcılığı yapan Prof. Fuller, Ortadoğu'daki anti-Amerikan radikal İslamcı akım­ları önleme ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemekten değil, aksine radikal İslamcı partileri küresel kapita­list sistem içine çekecek ve onları dönüştürecek bir yaklaşı­mı benimsemekten geçtiği tezini yıllardır savunur.

Graham Fuller'in de aralarında olduğu etkili stratejistlere ve karar verici geniş bir çevreye göre, İslam ülkelerindeki laiklik konusun­da ısrarın hiçbir anlamı yok. Çünkü onlara göre İslam dün­yasında laikliğin tarihsel ve kültürel temelleri çok zayıf. Laiklik, Batı-Hıristiyan kültürüne özgü bir olgu… Ayrıca, Müslümanların günlük yaşamlarında dini nasıl yorumlayıp uyguladıkları ABD'nin stratejik çıkarlarını da hiç ilgilendir­mez. Önemli olan şey, bu ülkelerin ya da örgütlerin anti-Ame­rikan bir niteliğe sahip olmamasıdır. O da ancak, ılımlı bir İslami modeli geliştirmekle müm­kündür.

Bu nedenle AKP-Cemaat iktidarı eliyle Türkiye’de Cumhuriyetin bütün kazanımlarını tasfiye ederek bir Ilımlı İslam rejimi kurulmasının bütün şartlarını yarattılar.
Yine bu anlayıştan hareketle İslam dünyasında Türkiye’yi model alarak 1923’ü kendi ülkelerinde tekrarlayan bölgedeki bütün “Birinci Cumhuriyetleri” yıktılar. Son  laik ülke Suriye’yi de yıkmak için uğraşıyorlar.

Fuller'e göre, Fransız ekolü­nü izleyen laik Türkiye aslında "başarısız" bir örnekti. Laiklik nede­niyle İslam dünyasından, onları etkileyemeyecek ölçüde uzak­laşmıştı. Ancak yine de önemli (olumlu anlamda) bir laik birikime ve demokra­tik geleneğe sahipti. Bu durumda tarihsel ve kültürel bakımdan siyasal bir "ortalama" alınabilirdi. İşte alınmak istenen bu ortalama ılımlı İslam’dan bir şey değildi.(*)

Amaç, İslam köktendinciliğini dönüştürmek ve onu liberalleştirerek Batı, dolayısıyla emperyalizm karşıtı bir hareket olmaktan çıkarmaktı. Bu nedenle Fuller, Türkiye’nin en önemli sorunlarının Kemalizm’den kaynaklandığı konusunda ısrar ediyor. Devletçilik ve “liberal olmayan düzenin” Türkiye’nin demokratik dönüşümünü engellediğini ileri sürüyor.

Ilımlı İslam teorisini ve Kemalizm sonrası Türkiye tasarımını önemli ölçüde temellendirdiği, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” isimli kitabında Fuller, Gülen Cemaati’ne ve AKP’ye övgüler düzüyor. Fuller, ülkeyi dönüştürecek bu gücün (AKP-Cemaat ikilisinin) Türkiye’yi bölgede model ülke haline getireceğini de ileri sürüyor. Bu arada Fuller’in kitabının adı da ilginç; “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”!

*Graham E. Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Timaş Yayınları, Çev. Mustafa Acar, 3. Baskı, Nisan 2008 İstanbul, S. 62-74.

MC iktidarında solun önünü kesmek ve 12 Eylül darbesine giden yolun parke taşlarını döşemek için kontrgerilla mesaiye çıkmıştı. Önce 1 Mayıs katliamı sahneye kondu. Yirmi sekiz gün sonra Ecevit'i hedef alan Çiğli suikastı yapıldı. Bu kez hedef şaşmıştı ama sola geçit vermek istemeyen iç ve dış güç odakları da pes etmek niyetinde değildi. 6 Haziran 77 seçimleri öncesinde Ecevit'in Taksim mitinginde suikast hazırlıkları yapıldı. Ancak MİT'in Demirel'e, Demirel'in Ecevit'e, Ecevit'in de kamuoyuna açıklamasıyla iş bozuldu.
 Terörün yanında işçi hareketleri de tırmanışa geçmiş, özellikle Anayasa Mahkemesi’nin DGM’lerin kuruluş yasasını iptal etmesine karşın Başbakan Demirel’in “DGM’leri derhal ve yeniden kurmak için teşebbüse geçeriz” demesi ve bu konuda yasa tasarısı hazırlaması DİSK’i öfkelendirmişti. DİSK, 16 Eylül 1976’da “DGM’ye Hayır” eylemini başlatarak ülke çapında genel greve gitti. Hükümet de bu eyleme kayıtsız kalmayıp karşı atağa geçti. Genel grev çağrısından beş gün sonra polis DİSK’i bastı, Genel Sekreter Mehmet Karaca’yı tutukladı. Genel Başkan Kemal Türkler ile 4 yönetici hakkında da gıyabi tutuklama kararı verildi.
Bu dönemin en kanlı olayı hiç kuşkusuz 1977’nin 1 Mayısı’nda Taksim meydanında yaşanan katliamdır. DİSK’in düzenlediği işçi bayramına yüz binin üzerinde katılım olmuş, coşku ile kutlanan işçi bayramı dağılmaya yakın kana bulanmıştı. Meydanı dolduran kalabalığın üzerine Sular İdaresi ve bugünkü The Marmara, o zamanki adıyla Intercontinental Oteli’nin 5. katından ateş açılmıştı. Silah ve ezilme sonucu 34 kişi yaşamını yitirdi. Kontrgerillanın ilk kitlesel eylemi olarak anılan 1 Mayıs katliamı bugüne kadar aydınlatılamadı. Ne o gün otelden dışarıya ateş edenlerin ne o gün otelin o katında kalan ABD’lilerin kimliği ne de kazancı yokuşunda bulunan bombaların sahibi bulunabildi. Intercontinental Oteli Amerikan ITT şirketine aitti. Hani şu Şili Devlet Başkanı Allende’ye karşı yapılan darbeye adı karışan şirket. İçeriden dışarıya doğru atılan kurşun izlerinin bulunduğu pencere camları bile alelacele değiştirilivermişti.
Ecevit’e Çiğli’de suikast girişimi
1 Mayıs katliamından 18 sonra kontrgerillanın ikinci operasyonu sahneye kondu. Bu kez hedefte ana muhalefet partisi CHP’nin lideri Bülent Ecevit vardı. Aslında MC’nin işbaşına gelmesi ile birlikte Ecevit ve CHP’liler yurtiçi gezileri sırasında pek çok kez saldırıya maruz kaldı. Önce Gerede, ardından Elazığ, Niksar ve Gaziantep gezilerinde taşlı ve silahlı saldırıya uğrayan CHP’lilerin üzerine, 23 Ağustos 1975 tarihinde Ankara Tandoğan’da gerçekleştirdikleri “Bağımsızlık” mitingi dönüşünde yaylım ateşi açıldı.
Ecevit’in 29 Mayıs 1977 günü İzmir gezisi sırasında Çiğli Havalimanı’nda bir polisin silahından çıkan bir kurşun Ecevit’in hemen yanı başındaki Mehmet İsvan’ın bacağına saplanmıştı. Saldırgan Altındağ Karakolu’nda görevli polis memuru İsmet Çetin’di. Polisin suikastta kullandığı silah güvenlik güçlerinin daha önce hiç görmediği Amerikan yapımı “Tengas” adlı bir silahtı ve Türkiye’de sadece üç adet bulunuyordu. Üstelik dünyada ilk kez bir insan üzerinde kullanılmıştı. Silah, Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi’ne zimmetliydi ve depodan izinsiz olarak çıkarılmıştı. Bu silahın nasıl olup da İzmir’de bir karakol polisinin eline geçtiğini kimse açıklayamadı. Olay önce kaza sanıldı ancak daha sonra suikast girişimi olduğu anlaşıldı. Mehmet İsvan’ın dizkapağının içinde parçalanan mermi vücudu zehirliyordu. Silahı üreten firma, Mehmet İsvan’ın bacağındaki yaranın seyrini 10 yılı aşkın süre izledi ve İsviçre’de tedavi ettirdi.
Polis memuruna gelince... Yargılaması 6 Mayıs 1980’de sonuçlandı. Dikkatsizlik sonucu yaralamaya sebebiyet vermekten üç ay hapis 500 lira para cezasına çarptırıldı. İşin ilginç olan bir diğer yönü ise tutuklandığında Pol-Der üyesi olan polis memuru İsmet Çetin’in, olaydan kısa bir süre sonra ülkücü polislerin kurmuş olduğu Pol-Bir derneğine üye olmasıydı.
Bir yandan artan terör olayları bir yandan döviz sıkıntısı nedeniyle duran ithalat ve bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak temel tüketim mallarının sınırlı üretiminden kaynaklanan karaborsa, kuyruklar Başbakan Demirel’i yıpratıyordu. Bu olumsuzluklara bir de koalisyon ortaklarının birbiriyle yaşadıkları sorunlar eklenince erken seçim Demirel için bir kurtuluştu. Demirel erken seçim çağrısında bulundu ve Ecevit de bu öneriye olumlu yanıt verince Haziran 1977 günü seçime gidilmesi Meclis’te onaylandı.
CHP’nin mitingleri oldukça görkemli geçiyor ve tek başına iktidara gelme ihtimali bütün kesimlerde ortak fikir olarak konuşuluyordu. Ecevit en görkemli mitingini İstanbul'da yapmayı planlıyordu. Bu son miting olacaktı. 3 Haziran günü Taksim meydanında yapılacak miting için bütün hazırlıklar tamamdı. 2 Haziran akşamı CHP lideri Ecevit’in TRT’nin ana haber bültenlerinde önemli bir açıklama yapacağı duyuruldu. Akşam saat 19.00 bültenlerinde Ecevit şu açıklamayı yaptı:
“Bugün Başbakan Demirel bana telefon ederek yarınki Taksim mitingimizi iptal etmemizi istedi. Çünkü aldığı istihbarata göre miting sırasında bana Sheraton Oteli üzerinden uzun namlulu silahla ateş edileceğini öğrendiğini söyledi. Bu koşullarda hiç kimseden yarınki mitingimize gelmesini isteyemem. Ancak eşim ve ben yarın miting saatinde Taksim meydanında olacağız.”
O gün Taksim’de bir suikast girişimi olmadı. CHP kurulduğu günden bugüne kadar gerçekleştirdiği mitinglerin en görkemlisini o gün yaptı. Ancak 5 Haziran 1977 seçimlerinin sonucu CHP için Taksim mitingi kadar görkemli değildi. Evet, yüzde 42’lik oy oranıyla tarihindeki en yüksek oyu almıştı ama 213 milletvekili tek başına iktidar olmaya yetmiyordu.
Ecevit yine hayal dünyasına dalmış, dışarıdan destek alacağını umarak bir azınlık hükümeti kurmuştu. Meclis’teki diğer partilerin hiçbiri destek vaat etmezken Ecevit, ısrarla güvenoyu alabileceğini söylüyordu. Sonuçta CHP azınlık hükümeti 3 Temmuz’da yapılan güvenoylamasında 226 oyu bulamayarak düştü. Hükümeti kurma görevini alan Demirel 22 Temmuz 1977’de II. MC’nin kuruluşunu açıkladı.
II. MC’nin ömrü ilki kadar uzun olamadı. Zira yılbaşı gecesi, yani 31 Aralık 1977 gecesi AP’den kopan 11 milletvekilinin desteğiyle hükümet hakkında Meclis’te güvensizlik önergesi verildi ve hükümet düşürüldü.

YAŞAR OKUYAN
Terör olaylarında ABD’nin izi var
- MC’nin kurulması sağ ve sol arasında keskin bir kamplaşmaya neden oldu diyebilir miyiz?
- MC’nin kurulmasının sağ ve sol arasında kamplaşmayı daha da artırdığını söylemek ne kadar gerçekçi olur bilemiyorum çünkü o sürecin içindeki iç ve dış faktörleri ve gelişmeleri göz ardı etmemek gerekir. Özellikle, 12 Mart sonrasındaki siyasi gelişmeleri iyi tahlil etmek lazım.
- O günkü süreçte parlamentoda başka bir alternatif mümkün olabilir miydi?
- 1974 yılında bilindiği gibi 37. hükümeti CHP ve MSP birlikte kurmuşlardı ancak bu hükümet 11 ay sürdü. Daha sonra gelen Sadi Irmak’ın kurduğu hükümet de güvenoyu alamadı. Aslında CHP ve AP bir araya gelip daha büyük Meclis desteğine sahip bir hükümet kurabilirlerdi ama o gününün şartlarında her iki parti genel başkanından kaynaklanan yanlış değerlendirmelerle bu mümkün olmadı. Dolayısıyla da Milliyetçi Cephe diye adlandırılan Sayın Demirel'in başbakanlığında AP, MSP, MHP ve CGP'nin iştirakiyle bir yeni hükümet kuruldu ve Haziran 1977 tarihine kadar da bu hükümet devam etti.
- MC iktidarında terörün tırmanmasını neye bağlamak gerekir ve ABD bu işin neresinde?
- MC iktidarında terörün tırmanmasını 12 Mart ve 12 Eylül arasındaki iç ve dış bazı merkezlerin kışkırtmalarının, ajitasyonların ve tertiplerin etkili olduğunu da düşünebiliriz. O sürecin içerisinde birçok önemli terör olaylarının perde arkası hâlâ aydınlatılamamıştır. Örneğin; 1 Mayıs’ta İstanbul’da gerçekleşen katliam acaba neden? 12 Eylül 1980 öncesindeki önemli terör olaylarının birçoğu da ABD izine rastlamak mümkündür. Kahramanmaraş'taki ve Çorum’daki katliamlardan birkaç gün önce ABD’nin Adana konsolosunun ve bazı ABD’li istihbarat elemanlarının bu şehirlerde gözükmeleri herhalde bir tesadüf olarak yorumlanamaz. Bana göre 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan darbe ve muhtıralarında ve günümüzdeki AKP sivil darbe sürecinde hep ABD’nin izine rastlamak mümkündür.

ALİ TOPUZ
MC’nin kuruluşunu biz zorladık
- CHP-MSP koalisyonunu bozmakla MC’nin kuruluşuna katkı sunduğunuzu düşünüyor musunuz?
- Kesinlikle. MC’yi aslında biz kurduk. Zorladık resmen. Biz düşman kardeşleri bir araya gelmeye ikna ettik. Dedik ki onlara, “Siz biraraya gelmezseniz biz erken seçim kararı alır ve seçime gidersek hepinizin köküne kibrit suyu ekeceğiz; o yüzden bir araya gelin.” Ortadoğu dergisinin yazıhanesinde düşman kardeşler Demirel, Erbakan ve Türkeş buluşup anlaştı. Sonra tabii hükümet kuruluşlarında geçen yedi aylık süreçte Demirel bu işi pekiştirdi. Çelişkileri azalttı ve Milliyetçi Cephe kuruldu.
- 12 Eylül darbesinin giden parke taşlar da döşenmiş oldu böylece.
- 12 Eylül planlı bir hareket zaten. MC bu sürece katkı vermiştir. Her biri tek başına bu işi gerçekleştirmeye yaramıştır denemez ama bütün bunların hepsi bu süreci kolaylaştırmıştır. 12 Eylül zaten dış destekli bir hareketti. Türkiye’de giderek gelişmekte olan sol hareketi kesmeye yönelik bir darbedir 12 Eylül. Kontrgerilla devreye sokularak sol hareketin önü kesilmek istenmiştir. Hâlâ devam ediyor bu süreç.
- Terör olayları, devlette kadrolaşma, CHP’nin 11’lerle hükümet kurmasını dayattı diyebilir miyiz?
- Bu 11 kişiye de haksızlık etmek istemem. Onlar hükümetteydi diye biz başarısız olduk diyemeyiz. Yok öyle bir şey. Baksınlar bizim hükümetteki bakanlarımızın haline. Yağ sıkıntısı var. Ticaret Bakanımız Teoman Köprülüler hâlâ yağdaki narhı koruyor. Bizim hükümetimizi Ecevit yönetemedi. Bizim bakanlarımız zayıftı. Bizim ekonomi bürokratımız yoktu. Planlamacılarımızın hepsi akademisyendi. İyi solculardı ama reel ekonomiyi değiştirme konusunda hazırlıkları yoktu. Sorunu biz kendimizde aramalıyız. Yanlış toplum mühendisliği sonucu MC’ler geldi. Tabii MC’den ve onun yarattığı ortamdan kurtulabilmek için iktidar erkini ele geçirmek gerekiyordu. Aslında Ecevit, erken seçime biraz da “her gün sokakta beş on kişi ölüyor” diyerek ülkenin içinde bulunduğu durumu da göz önüne alıp “evet” demişti. Ben de ona demiştim ki, “sen kumandansın muharebeyi kazanacaksan sokakta istemeye istemeye birtakım insanların ölmesine razı olacaksın. Erken seçimden istediğimiz sonucu alamazsak şimdi beş kişi ölüyorsa o zaman on kişi ölebilir. Bizim iktidara gelmemiz lazım.” Bizim erken seçime evet dememizin bir siyasi stratejik hata olduğunu kabul etmemiz lazım.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, geçenlerde katıldığı bir televizyon programında, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin çözüm (!) sürecine bakışını eleştirirken; ''Bahçeli'nin çocuğu yoktur, evlat acısının ne demek olduğunu bilemez!'' demiş.
Çelik bu sözleriyle kaba, yakışıksız, hatta belden aşağı bir yaklaşım sergilemiş.
Allah'ın takdirindeki bir konuyu, hiç çekinmeden ucuz siyasetin malzemesi yapmış!

***

Madem sözü çocuktan açtık, o halde devam edelim.
Çocukları çok sevdiği anlaşılan AKP Genel Başkan Yardımcısı'na günümüzden bir çocuğun öyküsünü anlatalım.
Dikkatini baba hasretiyle büyüyen çocuklara çekmeye çalışalım.
Onu bu çocuklarla empati yapmaya çağıralım!

***
O çocuğun görüntüleri internette dolaşıyor.
Adı Çağatay Yürekli.
Poyrazköy, Askeri Casusluk ve Balyoz davalarından tutuklu Tuğamiral Şafak Yürekli'nin oğlu.
Marmaris Televizyonu'ndan bir ekip sokak röportajları yapıyor, 7. sınıf öğrencisi Çağatay ve arkadaşları da onları seyrediyor.
Televizyoncular tesadüfen karşılaştıkları AKP yöneticisi bir kadına Silivri davalarını soruyor.
Kadının kem küm edişinden bu davaları hiç takip etmediği anlaşılıyor!
“Pek bilgim yok ama, tutuklu olduklarına göre, vardır bir suçları!'' demeye getirince, sırtında taşıdığı okul çantası neredeyse kendisinden büyük olan Çağatay, dayanamayıp atılıyor:
“Onların suçu Atatürk'ün askerleri olmak!'' diyor.
Çocuk o anda “küçük bir dev adam'' haline geliyor!

***

Annesi Müge öğretmenden dinledim.
Siz bakmayın Çağatay'ın kameralar önünde dimdik duruşuna, yürekli çıkışına!
Babasına hasret büyüyen bu küçük dev adamın o minicik yüreği kan ağlıyor.
Henüz 8 yaşındayken yaşamaya başladığı travmalar, adeta gölgesi gibi onu kovalıyor!
Ne zaman bir gemi geçse, amiral babasını güvertede görür gibi oluyor!
Yaşıtlarının toz pembe rüyalara daldıkları saatlerde o hep, babasının gözaltına alındığı 2 yıl önceki anları görüyor.
Rüyasında polisler evlerine geliyor, sevgili babasıyla birlikte çok sevdiği oyun CD'lerini bile alıp götürüyor.
Giden babasının ve oyun CD'lerinin ardından bakakalan minik Çağatay, kendisini yerden yere atıyor.
Karabasanlardan “babacığım seni çok seviyorum'' çığlıklarıyla uyanıyor.

***

Babalarına hasret büyüyen çocukları artık buğulu bakışlarından tanıyorum.
Onlardan biri, kitap imza günlerinde annesiyle birlikte yanıma geldiğinde elimi omzuna koyup soruyorum “Baban tutuklu subay mı yavrum?..''
Islak gözlerini başka tarafa kaçırıp, “Evet ama nereden anladınız?'' diye soruyor.
“Hiç!'' diyorum “Benimki sadece bir tahmindi!''
İmzamın üzerine birkaç damla gözyaşı düşüyor.
Sonra bu damlalar çoğalıyor...
Ona fark ettirmemeye çalışıyorum ama, benimkiler de küçük dev adamın gözyaşlarına karışıyor...

***
Bilmem anlatabildim mi Hüseyin Bey?
Allah hiçbir babaya evlat acısı vermesin.
Ama hiçbir çocuğu da baba hasretiyle büyütmesin...
Not: Dünkü köşemde 2023 olması gereken tarih, sehven 1923 olarak yazılmış. Düzeltir, siz sevgili okurlarımdan özür dilerim.

Türkler sonra Müslüman olurlar, bu kez Arapça ile haşır neşir olmaya, Arap dili ve kültürü ile kaynaşmaya başlayınca, Farsça ve Arapça ile etkileşen Türk diline bu iki dilden sözcükler karışmaya devam eder. Bu dil, din, kültür etkileşmesi üç yüzyıldan fazla devam eder.
Arapların, “Allahın, Kuran’ın dili Arapçadır, onun için Arapça üstündür ” propagandasına, telkinine uğrayan Türkler, din kaynaklı Arap Kültür emperyalizminin baskısı altında kalarak Öztürkçe’lerini değiştirmeye başlarlar. İran-Farsların etkisinde kalan Türklerin bazıları Farsların telkini ile “Farsça bilim dilidir, Arapça din dilidir” diyen boş söylemini yayarlar, buna din bağımlılığı ve sevgisi de eklenince bu dil karmaşıklığını kabullenirler. Böylece Arapların da, “dinin-Müslümanlığın dili Arapçadır” kültürel telkin ve baskıları eklenince Türkçe yozlaşmaya başlar. Özellikle Osmanlı döneminde, devlet uleması bu telkinlerle yoğurulunca, Türk diline Farsça ve Arapça karışır, bundan da Osmanlıca denilen, üçte biri Türkçe, üçte biri Arapça, diğer üçte biri Farsça karışımı olan, ne Türkün, ne Arabın, ne de Farsların doğru dürüst anlayamadığı Osmanlıca denilen garip bir dil doğup yayılmaya başlar.
Üstelik köy, kasaba, uzak mezralarda Türk halkı kendi Öztürkçesi ile konuşmaya devam ederken, Osmanlı sarayı ve uleması böylece oluşan Osmanlıcayı daha üstün görmüş. Kitaplarda ve devlet yazışmalarında Osmanlıca konuşup yazmaya devam ederken, devlet ricali, kendi ana dilleri Türkçe dururken, Osmanlıca’yı kullanmaya devam etmiş.
Devletin temelini oluşturan Türk halkı Osmanlıcayı iyi anlayamayınca, Osmanlıcayı yadsıyıp Yunus Emre’si, Pir Sultan’ı, Karacoğlan’ı gibi nice halk ozanları ile kendi öz dilini Türkçeyi özbenliğinde yaşatmış. Böylece Türk halkı, devletine, Saraya yabansı davranırken, devlet ricali de öz Türk halkını yadsımaya, ne ki Türk dilini ve de Türk halkını küçük görmeye, dışlamaya başlamış. Böylece Türk halkı ile saray-Osmanlı sülalesi arasında dil anlaşmazlığından doğan ayırımcılık devam edip gitmiş. Türkler ve Türkçe dışlanarak Osmanlının yıkılışına kadar devam etmiş. Öyle zamanlar olmuş ki, Türkler Türk olduklarını söylemekten çekinir,utanır olmuşlar. Özellikle Araplar, Türkçe ve Türk düşmanlığını yüzyıllarca gizliden gizliye sürdürürken, son asırda da açıkça yaymaya devem etmişler.
Böylece Türk ve Türkçe düşmanlığı, Osmanlı ulemasının da telkini ile toplumca benimsenir hale gelmiş. Osmanlının yıkılış döneminde de, işkâlcı emperyalistlerin eşgüdümündeki Halifenin Türk ve Kuvayi Milliye düşmanlığı buna eklenince,  aşağıdaki örneğe baktığımızda, Türk çocuğu bile Türk olduğunu kabul etmez hale gelmiş.

TÜRK OLMAYI GÜNAH SAYAN TÜRK ÇOCUĞU
Kurtuluş Savaşı Yılları, savaş yılları. Kazım Karabekir’in komutasındaki Doğu Cephesinde bir Türk Tümeni Pasinler (Hasankale) ovasındadır.
Bir Türk Subayı, birliğine yakın bir köyde oturan on beş yaşlarında bir köylü çoban çocuğuna takılır, şakalaşmak ister:
“-Bana bak oğlum senin adın ne”?
“-Adım Ahmet”
“-Sen hangi millettensin? (Ermeni olmasından şüphe ediyormuş)
“-Osmanlıyem”
“-Osmanlı ne demek, sen Türk değimlisin”?
“-Hayır, ben Türk değilem, Osmanlıyem.
“-Peki, sen hangi dilden konuşuyorsun, Ermenice mi, yoksa Türkçe mi?
“-Türkçe konuşurum.
“-Mademki Türkçe konuşuyorsun o halde sen Türk’sün.
“-Hayır, efendim ben Türk değilem.
“-Ulan sen de Türksün, ben de Türküm.
“-Efendi, sen Türksen Türk ol, Bana ne? Ben Türk değilem.
“-Ulan padişah dahi Türk tür.
“-Efendi, günaha girme, padişah Türk olmaz.
Osmanlı devrinde Türklüğü öteleyip “İslam Ümmetçiliğini” ön plana çıkardıkları için, masum halk da bu telkinlerin etkisi altında yoğurula yoğurula adeta Türklüğünü unutmaya, yukarıdaki olayda olduğu gibi Türklüğünü inkâr eder hale getirilmişti. Osmanlı özentileri bunu mu istiyor aceba?
Meğerse bu havalide Türk demek, Kızılbaş demek imiş. Bütün Azeri Türkleri Kars, Ardahan ve Tiflis Şii mezhebinden olduklarından Sünni olanlara “Osmanlı” derlermiş.
Osmanlı Devleti bir Türk devleti olmasına karşın, devleti yönetenler, Türk halkını “kaba Türk” diyerek aşağılıyordu. Osmanlı padişahları bile Türk kızları ile evlenmiyor, yabancı kökenli cariye ve kadınlarla evleniyorlardı. (Ne ki nice Hürrem sultanlar devleti bile yozlaştırıp perişan ettiler) Bu aşağılama bile, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, uzak köylerdeki küçük çocuklara bile ulaşmış; Nerede ise Türk, özbenliğini kaybedecekti. Şükür ki, Atatürk’ün lâik T.C. ti buna “dur” diyerek, Türk’e Türk benliğini kazandırdı.
“…Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap yahut yarı-Arap’tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rast geliyordum.
“…Osmanlı İmparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için, her hani bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.
“…Suriye, Filistin ve Hicaz’da:
“-Türk müsünüz?” sorusunun birçok defalar cevabı:
“-Estağfurullah! İdi. (Yani Türkleri o denli aşağı görüyorlardı ki, Türk olmayı büyük bir kusur olarak görüyorlardı.” Özellikle Araplar, sözde Türk aydınlarından bazıları, Müslümanlık, peygamber Arap, Arabistan kaynaklı olması nedeni ile Arap’ı Türk’ten, Arapçayı Türkçeden üstün görüyorlar, topluma öyle telkin ediyorlardı. Onun için de Türk çocukları Türk olmaktan utanıyorlardı. Çünkü dinsel devlet öyle telkin etmişti.
Oysa binlerce Osmanlı Türk askerleri, İslam toprağını Hıristiyan emperyalistlere karşı korumak için Arap çöllerinde can veriyordu. Araplar da, toprakları Hıristiyanlarca işgal mi edilmiş, edilmemiş mi hiç umurlarında bile değildi. Onlar Müslüman, Hıristiyan fark etmez ölüleri, dirileri soymak peşinde idiler.
Şimdi içimiz burkularak F.R.Atay’ın Zeytindağı’ndan şu satırlarını okuyalım, bizi kötü görenlerin topraklarında can veren binlerce askerimizi analım, ruhlarını şad edelim  : “…Şam’dan kalkan tren Medine’ye üç gün üç gecede gider… Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selâmlamağa inmiştik. Tren varken, Adana’dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz, nereye gidiyorlardı?  Aden’e! (Yani Yemen’e hem de yayan! Komutanın “nereye böyle evlatlarım” sorusuna bazı erler de «Âdem’e» diye cevap veriyorlardı)   Yani Türk-Anadolu çocukları ismini dahi doğru dürüst bilemedikleri uzak Arap topraklarına can vermeye gidiyorlardı.
Zeytindağı’nda Falih Rıfkı Atay şöyle demekte:
“Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam,  Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı.
“Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.”
Yine aynı kitaptan öğrendiğimize göre, savaşı kaybetmiş Cemal Paşa, Arap topraklarından ayrılırken şöyle düşünüyordu:
Cemal Paşa harap Anadolu topraklarını gördükçe
- “Keşke vazifem buralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçası üstünden geçseydi. Anadolu hepimize hınç ve güvensizlikle bakıyordu. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi kendimiz pişmanlığımızı getiriyoruz. Kumar oynadık ve kaybettik” diye düşünmektedir.
http://www.edebiyatfakultesi.com/zeytindagi1.htm
Mütareke yıllarında, Osmanlıca irtica dediğimiz gericilik, İstanbul’da da, Anadolu da da alıp yürümüştü.
Okuma kitaplarından “Türk” kelimesini kaldırarak, yerine “Osmanlı” sözü konulması emredilmişti. Ankara’da, Maarif vekilliği, “resim” dersini “çizgi” dersine çevirmiş, böylece Anadolu da da, Tanzimat’tan öncesini hatırlatan bir hava verilmişti.
Osmanlı Padişahları, 600 yıl nasıl Türk ve Türklüğü aşağılamışsa, işgal yıllarında da, İstanbul yönetimi Türk Milliyetçiliğini küçümsemek şöyle dursun, işgalcilerin telkin ve baskısı ile Türk Milliyetçiliğini yasaklıyor ve suç sayıyordu. Din, iman, ümmetçilik maskesi ile Türk Halkına nerede ise özbenliğini unutturuyordu.

KURTULUŞ SAVAŞINDA KENDİNİ TÜRK SAYMAYAN TÜRK
Yukarıda öz Türk çocuğunun, Türklüğünü inkâr etmesi gibi, işgal yıllarında, Y.K.Karaosmanoğlu’nun “Yaban” adlı romanında da belirttiği gibi,  Batı Anadolu’da şöyle başka bir örnek yaşanır:
Batı Anadolu’da bir Kuvaa-i milliyeci ile bir köylü konuşmaktadır.
Köylü:
“-Bilmiyorum beyim, sen de onlardansın emme…
Kuvaa-i Milliyeci:
“-Onlar kim?
“-Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar…
“-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?
“-Biz Türk değiliz ki beyim.
“-Ya nesiniz?
“-Biz İslâm’ız elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar”.
Türk olduğu halde, Türk Köylüsü “Türk” olduğunu söylemekten bile çekiniyor veya benliğini yitiriyor. Türk çocuğu, Hilafetçilerin, padişahçıların telkinleri ile adeta Türklüğünü ret eder hale gelmiş; İşkal altında olmayan Haymana ve ötesindeki Kuvayi Milliyecileri yâdsınmış (yabancılaşmış) Türk olarak görmekte. İşte böylece işkâlcıların teşvikleri, yerli dinci işbirlikçilerin telkinleri ile Türk toplumu özbenliğini yitirip, Türklüğünü inkâr haline getirilmişti.
İşte bu asimile ve yasakçı durumu, Türk halkına halen dayatma siyaseti güden Yunanlılar, günümüzde bile, AB ye girmiş olmasına karşın, Batı Trakya’daki (Gümülcüne’de) Türkler üzerinde aynı “Türk yok, Müslüman var” baskıcı siyaseti uygulamaktadırlar.
Bakınız,1998 yılında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’ne layık görülen Bernard. Lemis ne diyor:
“Uzun yıllar (600 yıl) Osmanlı Hanedanı Sultanların akıl almaz baskıları altında tutulan, insafsızca sömürülen, geri bıraktırılan, salt asker ve tarımsal ürün ile vergi veren ve parya işlevi gören Türk Halkı” için bir Batı’lı düşünür şöyle diyor:
“Osmanlıdan egemenliğini en son kurtaran ulus Türklerdir”.
Anayasadan Türk sözcüğünü çıkarmaya, Türklüğü ötelemeye çalışan AKP-RTE iktidarının, Osmanlılığa özenen Ahmet Davutoğlu’nun hevesi, bu doğrultuda çaba gösterdiği günümüzde böyle bir yazıya yer verme gereğini duyduk.
Yine şimdilerde bakıyoruz, Atatürk, Atatürkçülük, Türklük aleyhinde çabalar yanında, hiç de gereği yokken Osmanlının gerileme ve yıkılış devrindeki bir padişahını anma girişimleri, Osmanlıcılık özentilerini gördükçe, aynı zihniyetin devam etmekte veya aynı zihniyeti canlandırma çabalarının olduğunu görüyoruz.

DİPNOTLAR:

1-Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları-Rahmi Apak Sf: 99—100
2-Çankaya Falih Rıfkı Yeni Gün Haber Ajansı 1999 Atay Sf: 283)
3-Zeytindağı- Bizim İmparatorluk F.Rıfkı Atay Can Kitabevi 1980 Sf:39–40–41
4-Ey Vatan -Osman Pamukoğlu İnkılâp Kitabevi…2004 Sf: 34

“Lise yıllarımda, şimdi adını unuttuğum biri bana, ‘Ben o babanın oğlu olacağım; ne biçim para kazanırım’ demişti. O sırada babam, Yargıtay’daki 2. Ceza Dairesi’nin Başkanı’ydı. Ben o gün, onun ne demek istediğini anlamadım. O kişinin saçma sapan konuştuğunu düşündüm, babam bir hukukçuydu ve bu işin parayla ne ilgisi vardı?
Kardeşlerimle birlikte babamı değil bir hâkimin, herhangi bir trafik polisinin bile küçük bir rüşvet alacağına yıllarca inandıramadık. ‘Olur mu oğlum hiç öyle saçma şey?’ diyordu: ‘Devlet memuru rüşvet alır mı? Bunun lafını bile duymak istemiyorum.’
En kızdığı şey böyle tartışmalardı. Devlete laf söylendiği zaman sinirli bir edayla, ‘Siz öyle bilirsiniz!’ deyip konuşmayı kesiyor; başını başka yöne çevirerek bir bacağının üstüne attığı öteki bacağını sinirli sinirli sallamaya başlıyordu.
Okuldan eve geldiğimizde tahta kalem kutumuzda yabancı bir kalem bulunursa yanmıştık. ‘Kimden aldın bu kalemi, kimin bu?’ ‘Arkadaşımın kalemi, yanlışlıkla karışmış’ falan gibi mazeretler katiyen kabul edilmez ve bu işin karşılığında bizi büyük bir ceza beklerdi.
Yargıtay Başkanlığı’na vekalet ederken babamın bir makam aracı vardı. Onu eve bırakır giderdi. Bizler o arabanın içini hiç görmedik, neye benzediğini de bilmiyoruz. Araba babamı bıraktıktan sonra hemen ayrılır, daha sonra bir yere gideceksek otobüse ya da babamın daha sonra aldığı elden düşme küçük Opel’e binerdik...”

Baba acısı...

Yukarıdaki satırları sevgili ağabeyim Zülfü Livaneli’nin, kendi hayatını anlattığı “Sevdalım Hayat” isimli kitabından aldım.
Zülfü ağabey, sevgili babası Mustafa Sabri Livanelioğlu’nu önceki gün kaybetti.
Elazığ’da 1918’de doğan Mustafa Sabri Bey, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1940’ta mezun oldu.
1943’te Ilgın Cumhuriyet Savcısı olarak mesleğe başladı.
Sırasıyla Fethiye, Silifke, Amasya ve Muğla’da Cumhuriyet Savcılığı, ardından Adalet Müfettişliği, Adalet Başmüfettişliği, Yargıtay Savcılığı görevlerinde bulundu.
26 Mayıs 1962’de Yargıtay üyeliğine, 20 Eylül 1977’de ise Yargıtay Birinci Başkanvekilliği’ne seçildi.

O güzel insanlar...

Ne mutlu ona ki Türkiye’nin bağrına bastığı evlatlar yetiştirdi ve hepsinin başarısını gördü.
Yirmi yedi yıl önce kaybettiğim benim babam da 1916 doğumluydu ve o da Mustafa Sabri Bey gibi çocuklarının kalem kutularında, “yabancı” kalem gördüğünde ciddi cezalar veren babalardandı!
Başta Mustafa Sabri Livanelioğlu olmak üzere; devlet memurunun rüşvet alabileceğine asla ihtimal bile vermeyen o güzel insanların hepsinin ruhları huzur içinde olsun...
Livanelioğlu ailesinin tüm fertlerine başsağlığı diliyorum.

Feryat!

Başbakan, Apo’yla sürdürülen sözde barış görüşmelerine her ne kadar tüm şahit ailelerinin destek verdiğini söylese de en ciddi itiraz Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın yengesi Fazilet Babacan‘dan geldi. Oğlu Erkut’u 2007‘de Bitlis‘te şehit veren acılı anne, “Başbakan bu süreçte şehit yakınlarına hiçbir şey sormadı. Ben bu ülkeye oğlumu verdim. Onlar nelerini vermiş? Bakan Babacan şehit olan kuzeninin mezarına bir çiçek bile getirmedi. Tek istediğimiz buydu, bunu da yapmadı” diye itiraz etti. Çok merak ediyorum; acaba bu feryada Apo mu yanıt verecek, yoksa eleştirinin muhatapları mı?

GÜNÜN SORUSU

AKP’nin Karabük’teki üye kayıt çalışmaları kameralara takılmış... İl Özel İdaresi’ne ait resmi bir plakalı aracın yanına giden vatandaşlar önce partiye üye yapılıyor sonra da kendilerine kumanya veriliyormuş...
Karabük İl Özel İdare Genel Sekreteri Hakan Eski, kurumlarına ait araçla AKP’ye üye kampanyası yapıldığından haberleri olmadığını söylemiş... Sorum kendisine:
Sizin aracınızla ne yapıldığından benim mi haberdar olmam gerekiyor?

Uyan Türkiye (27)

Ergenekon davası sanıklarından Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu kanser... Ancak yargılandığı mahkemeyi buna inandıramıyor ve o yüzden tedavisini, kısıtlı olanaklarla cezaevinde sürdürüyor.
Ölümcül uyku apnesi hastası Em. Üsteğmen Serdar Öztürk de “Fatih Hilmioğlu tahliye edilene kadar hastaneye gitmeyeceğim” diyerek tedaviyi reddediyor. Ve işin acıklısı, devleti yönetenler Silivri’de yaşanan bu dramları görmezden geliyor.
Onlar ne kadar ilgisiz ve duyarsız kalsa da bu gerçeği gözlerine sokmak, hepimizin görevi... O yüzden her gün mektuplar yazıp, devlet protokolünde yer alan farklı isimlere gönderiyoruz. Bugün sıra Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’da... Eğer siz de mahkemenin tavrını insan haklarına aykırı buluyorsanız, tepkinizi gösterin... İşte Nabi Bey’e mektup gönderebileceğiniz faks numarası ve e-posta adresi:

Faks: (0312) 417 70 27
E-Posta: okm@meb.gov.tr

Hemen her konuda o kadar ciddi çelişkiler içinde debelenip duruyoruz ki hangisinden söz edeceğini şaşırıyor insan.. Hemen bugün ortaya çıkan duruma bakın..
Ürdün Kralı Abdullah’ın “Atatürk’e duyduğu saygı ve sevgi nedeniyle” Anıtkabir’i ziyaretinde gözyaşlarını tutamamasını bile “yaptığı siyasi yoruma karşılık koz olarak kullanan” üst düzey siyasetçimiz “zaten ağlamasından ne olduğu belliydi” şeklinde değerlendirmeyi başarmıştı biliyorsunuz.. Şimdi de ABD’nin yeni Savunma Bakanı ilk basın toplantısında “Atatürk’e hayranlığından” söz etmiş. Onun “Ortadoğu’daki planlarında Türkiye’ye biçtikleri rol nedeniyle”, bize yaranmak için Atatürk’ü övdüğünü düşünsek bile..

Yabancılar takdir ederken..

Adam diyor ki “Atatürk dünyada hala devam eden çok önemli bir mirasa sahip, biz Batı’da Atatürk’ün yaptığını tam olarak takdir edemedik”.. Göz yaşartıcı bir çelişkili durum; o Batı’nın anlamamasından yakınıyor, oysa “gel de kendi ülkesindeki tabloya bak, sözleri 30 yıldır durduğu anıtlardan çıkarılıyor, Çanakkale savaşındaki kahramanlıkları ve neredeyse Kurtuluş Savaşı ve en önemli mirası, en büyük iyiliği olan “Cumhuriyet” unutturulmaya çalışılıyor.. Onun kurduğu Meclis’e ‘üzerinde fotoğrafı olan atkıyla’ girilemiyor, rozetini takmak bile cesaret istiyor” diyesi geliyor insanın.

Ne olacak şimdi?

Şu durumlara da bir göz atalım ve “ne olacak şimdi” sorusuna cevap bulalım.
-Diyanet İşleri Başkanı Görmez “İzmir’in farklı bir dindarlığı farklı. Onlara gerekli irfanı verecek bir müftü atadık” diyor, onun hocası olan eski İzmir Müftüsü İbrahim Acar “Sayın Başkan benim öğrencimdi... İzmir’de 8 yıl müftülük yaptım İzmirlilerin dindarlıklarını da, kendilerini de çok sevdim, İzmir halkının bu konularda hiçbir sıkıntısı yok” diyor.. (Görmez’in hocası da böyle dedikten sonra durumu kurtarma çabalarının anlamı yok tabii..)
-Adalet Bakanı PKK’lıların geri çekilmede serbestçe sınırlardan geçmesi ilgili olarak “Bu suçsa ben bu suçu işliyorum” diyor, Mehmet Başer isimli okurumuz yazdığı yorumda “Diyelim ki; işim yok, karnım aç.. Bakkaldan ekmek çaldım. Bence suç değil. O zaman kimse beni hırsız diye cezalandıramaz” diyor.
-Mesut Aydın isimli okurumuz ise “HSYK’nın başkanı durumunda olan Adalet Bakanı (ki açıkça “yargının siyasallaşması” anlamına geldiği için olmaması gerekir) yargıya emir, talimat anlamında söz söylememeli” diyor..

Cüppe çıkarma meselesi!

Devam edelim..
- Ziya Yalçın “Memur statüsünde olan Diyanet İşleri Başkanı bir parti lehine propaganda yaparak ‘tarafsızlık’ ilkesine aykırı davranmıştır. Diyanet, Savunma Bakanlığı’ndan sonra bütçeden en çok pay alan kurumdur. Bu kurumun başına ‘adam gibi bir adam’ ın gelmesi şarttır. O makamdan hemen ayrılarak iktidar partisinde yerini almalıdır” diyor. (Rektörler görüş bildirdiğinde “cüppelerini çıkarıp siyaset yapsınlar” diye paylanmışlardı, hatırlayalım. Diyanet Başkanı “dini siyasete alet ederek” koca bir ilin dinine-imanına iftira attığı halde nedense hiçbir siyasetçi rahatsız olmadı.)
-AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “vur de vuralım, öl de ölelim” sloganlarına verdiği “onun da zamanı gelecek” cevabı için “Bahçeli’nin evladı yok, evlat acısını bilmez” diyor. Bahçeli’nin (çocuğu olmaması ne hakla aleyhine kullanılabiliyorsa) bunu “terör devam etsin” anlamında söylemeyeceği, söylemediği belli, buna rağmen de bir parti başkanı bu tür konuşmalar yapmamalı, ama.. Ama Başbakan Erdoğan’ın 23 Nisan’da onun koltuğuna oturan çocuğa “Şimdi istediğini yaparsın, astığın astık, kestiğin kestik” sözüne ne demeli?

Milletvekili söylüyor!

Hüseyin Çelik ve Bahçeli’ye tepki verenler “şiddeti öneren, hükümet başkanlarının ‘asmak, kesmek’ yetkisi varmış gibi söylenen” bu sözlere tepki vermiş miydi?
-Uludere Komisyonu’nun “34 vatandaşın hayatını kaybettiği Uludere olayında devletin kastı yoktur” şeklindeki raporu tartışılırken MHP Milletvekili Yusuf Halaçoğlu “sınır dışı her operasyon mutlaka Genelkurmay Başkanı’nın emriyle olur” diyerek onun dinlenmesini istemiş. AKP’den milletvekili seçilen gazeteci Mehmet Metiner ise “Genelkurmay başkanlarını Silivri’ye tıktığımız zaman itiraz ediyorsunuz ama” cevabını vermiş.. Pardon, Genelkurmay Başkanı’nı kim Silivri’ye tıktı, Metiner’in partisi mi? AKP Milletvekili söylüyor bunu.. İnsanlara “özel yetkililerle” yıllardır azap çektirilen bu davalarda ortada yargı yoksa veya yargı “iktidardan emir alıyorsa” milletin bunu Metiner’den mi duyması gerekir?
Bu kadar çelişki ve saçmalık arasında hepimizin şaşkına dönmesinde de şaşılacak bir durum yok. Aklımız, fikrimiz Allah’a emanet doğrusu!

Bundan yaklaşık bir buçuk yıl önce Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı bombardıman uçakları Uludere’de “terörist” sanılan bir gruba doğrudan ateş açmış, bombalama sonucu 34 vatandaşımız hayatını kaybetmişti. O günden beri bu olayın ve sorumlularının açığa çıkması için çaba harcanıyor ama nafile.
Meclis’te kurulan araştırma komisyonu da sonunda pes etti ve iler tutar tarafı olmayan bir raporla yetinip konuyu kapattı. Ancak, komisyonun raporunda çok ilginç bir bölüm var. Raporda komisyonun ısrarlı tutumuna rağmen Genelkurmay’ın “gizlilik kaydı olduğu gerekçesiyle” hiçbir soruya cevap vermediği belirtiliyor.
Yani “sivilleştik” dediğimiz “şeffaflaştığımızı” ileri sürdüğümüz “ileri demokrasiye geçtiğimizi” haykırdığımız günlerde meğer Genelkurmay “eski alışkanlıklarını!” sürdürüyormuş.
Benzerini 28 Şubat’ta, “Susurluk Komisyonu” çalışmaları sırasında da görmüştük. O günün komisyonu herkesi dinlemişti ama sıra askeri kişilere gelince her şey tıkanmıştı.
Dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman Meclis’in “gelin ifade verin” çağrısına cevap verme tenezzülünde bile bulunmamıştı. O orgeneral şimdi ileri yaşına rağmen tutuklu.
Haydi diyelim ki “o günler zaten askeri vesayet günleriydi, askerin burnu havadaydı, ükenin sahibi olduğunu düşünüyordu.” Oysa iktidar ve yandaşlarına göre artık “Yeni Türkiye!” var ve artık askerin borusu ötmüyor.
Peki nasıl oluyor da şimdi Genelkurmay, herkesin üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu hakkında yine bilgi verme tenezzülünde bulunmuyor? Bugünkü Genelkurmay Başkanı’nın iktidara rağmen tavır koyabileceğine inanan var mı? Herhalde yoktur.
Genelkurmay, her alanda iktidarın emrinde olduğunu defalarca dile getirdi. O halde demek ki, eğer Genelkurmay bilgi saklıyorsa, burnundan kıl aldırmadığı için değil, iktidar böyle istediği için yapıyordur.
Eeee, buna “AKP iktidarının 28 Şubat’ı” demek yanlış mı olur?

Döndük geldik yine 2005’e

İsrail “telefonda özür diledi” diye bir zil takıp oynamadığımız kaldı. Nedense bu kadar sevinenler İsrail’in neden özür dilediğinin üzerinde pek durmuyor. Bölgedeki Amerika ile ortak çıkarları gereği Türkiye’nin “sorunlu” gibi görülmemesi için buna gerek duyulduğu ortada.
Gerçi iktidar da çok hazırmış özür dilenmesine. Hemen kabul etti. Yeter ki ABD Başkanı tanık olsun, telefondaki bir “pardon, üzüldük” lafı yetti de arttı bile.
Özürden sonra haberler çıkmaya başladı; Akdeniz’de, Kıbrıs açıklarında artık biz de söz sahibi olacakmışız, Rumlar gibi biz de petrol arayabilecekmişiz, Türkiye bölgeye ağırlığını koyacakmış, bu konuda İsrail de bize destek olacakmış.
Duyan da yeni bir şey oldu zannedecek.
Tutuklu tümamiral Cem Gürdeniz’in gönderdiği mektubu okumuştunuz bu köşede. (Ayrıntılarını ‘Hedefteki Donanma’ kitabında anlatıyor) Gürdeniz 2005 yılında Türk donanmasının caydırı gücü nedeniyle Rumların petrol aramaları yapamadığını, Rumlara destek olacak yabancı şirketlerin de Türkiye’nin tavrı karşısında bir şey yapamadıklarını anlatıyordu. O tarihlerde Türkiye Akdeniz’de petrol aramaları yapabilecek güç ve olanaklara kavuşmuştu.
Ancak her nasılsa bunu sağlayan Deniz Kuvvetleri’ne karşı operasyon başlatılmış ve amirallerin çoğu hapse atılmıştı. Meydanın boşalması üzerine Rumlar Akdeniz’de petrol aramaya başlamıştı, üstelik güvenliği de İsrail donanması sağlıyordu.
Şimdi İsrail “özür” diledi, döndük 2005’in şartlarına. Bölgede biz de petrol arayabileceğiz, İsrail’in himmetiyle. Arada Türk Donanması batırıldı.
Olsun, intikam alındı ya.

Kızamıktan sonra şark çıbanı

İki hafta önce CHP Gaziantep Milletvekili Mehmet Şeker ‘in bir soru önergesini sizlerle paylaşmıştım. Şeker, yeni Sağlık Bakanı’na yönelttiği önergesinde Suriye mülteci kamplarında kızamık vakalarının arttığını ve bakanlığın nasıl bir önlem aldığını soruyordu. Birkaç gün sonra da CHP Hatay milletvekili Mehmet Ali Ediboğlu’nun bir soru önergesini okudum.
Ediboğlu önergesinde Londra’da yayınlanan Al Awsat gazetesinin Halep’te Leishmaniasis, bilinen adıyla şark çıbanı salgını görüldüğünü yazdığını belirterek “Güney illerimizdeki kamplara buralardan çok sayıda sığınmacı geliyor, bakanlık bu ve benzeri salgın hastalıklarla ilgili ne yapıyor?” diyor ve şu iki soruyu soruyordu:
1- Türkiye’de sayıları 250 bin olarak açıklanan Suriyeli sığınmacıların varlığı biliniyorken ve bu sayı hızla artmaktayken, Bakanlık olarak bu salgın hastalıklar ile ilgili ne gibi önlemler almaktasınız?
2- Türkiye’deki sığınmacı kamplarında kalan veya evlerde barınan sığınmacılarda Şark Çıbanı, Kolera veya Tifo vakalarına rastlanmış mıdır? Rastlanmışsa kaç kişidir? Sınırların kevgire döndüğü bir ortamda bu salgınları nasıl önlemeyi düşünüyorsunuz?

5 yıl önceydi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Genç Subayları” Türkiye bölünecek diye rahatsız olmuşlardı.
Ergenekon geldi.
Balyoz indi.
Genç subayları hapse attılar.
Bugünlere gelindi.
Rahatsızlık saf değiştirdi.
Şimdi Kandil’den teröristlerin başı Murat Karayılan, “PKK savaşçılarının orta kademesinin (genç teröristlerin) çekilmeye ilişkin rahatsızlıkları” olduğunu ilan ediyor.
Gazete manşetlerinde…
TV ana haberlerinde...
Sosyal Medya tweetlerinde…
Her gün Karayılan uyarısı var.



Xxx

ABD’nin en büyük devlet soruşturma kuruluşu FBI (Federal Bureau of İnvestigation) kayıtlarına göre PKK, eroin-uyuşturucu işi yapan bir örgüttür ve Murat Karayılan da bu eroin trafiğini yöneten örgütün başıdır.
FBI kaydı şaka değil.
ABD polisi,  ülkenin herhangi bir şehrinde görülmesi halinde Karayılan’ı “eroin çetesinin reisi olma suçlusu” diye derhal tutuklar.
Bu Karayılan şimdi itibarlı oldu.
Barışın anahtar adamı yapıldı.
Her gün görüşü sorulan kişi (!)
Sözü dinlenen komutan (!)
Dünkü uyarısı şöyleydi:
PKK’da 30 yıllık grup var.
Savaşa inanıyorlar.
Çekilmeye ben ikna edemem.
Orta kademe, rahatsız.

Xxx


Karayılan; bütün Türk toplumunu (ve başta da Kürtleri) “Barış süreci hayırlara vesile olacak” havasına sokmuş olan  Başbakan ve 326 AKP Milletvekiline birden; genç teröristler “bölünme olmayacak diye rahatsızlar” uyarısı veriyor.
Bölünmek için dağa çıktılar.
Bölünmek için savaştılar.
30 yıl bölünmek için öldüler.
Karayılan dünkü uyarısında diyor ki; “Kürt sorunun (bölünmenin) barışçıl çözümü için PKK’nın silahlı güçlerinin (genç teröristlerin) sınır dışına çıkması için Türkiye Büyük Millet Meclisi karar almalıdır. Kurucu Önderimiz Abdullah Öcalan İmralı’da hapisten çıkartılmalı, özgür olmalıdır.”

Xxx

Ne olacak şimdi?
Barış umudu çiy yumurta!
Yere düşüp ziyan olacak !
Genç terörist şöyle düşünüyor: MİT’i aracı yaptınız. İmralı’da yatmakta olan Abdullah Öcalan’a “kadınlı-erkekli milletvekillerinden oluşan mektup getir götürcü heyetler” gönderdiniz.
“Barış Hutbesi” hazırlandı.
Diyarbakır meydanı doldu.
Kurucu önder Öcalan’ın yazdığı “Barış Hutbesini” (Hutbe: mümin-müslümanı aydınlatma konuşması demektir) iki milletvekilinin ağzından önce Kürtçe sonra Türkçe olarak bütün dünyaya dinlettiniz. Şimdi TC’nin Adalet Bakanı Sadullah Ergin, “Öcalan’ın davası görülmüştür. Görülmüş davanın davası olmaz. Abdullah Öcalan serbest kalamaz” diyor.

Xxx

Genç terörist bu yüzden rahatsız!
Bu rahatsızlığı kullanarak; “Karayılan, Öcalan’ı devirmek için darbe ortamı hazırlıyor olsa” buna genç terörist itiraz etmez.

(uyan borusu)
Sesini fazla
özletme Obama (!)

İnsan anasının sesini, babasının, yakın dostunun, hocasının, sahibinin sesini özler. Tayyip Erdoğan, 5 ay önce; “beni ABD’ye davet edin” diye haber gönderdi. 5 aydır davet gelmedi. Şimdi  “sesini özledim Obama…” diye ağzından laf kaçırır gibi yapıp  “davet arzusunu” yeniliyor. Bizim Başbakan, “Obama’nın ipine tutunmadan Türkiye’yi yönetemeyeceği” kuşkusunu taşıyor olmalı. Türkiye’ye acı. Sesini özletme Obama! 

Doktor Ferhat Yasan, 2004 yılında Siirt’in Pervari İlçesi’nde pratisyen doktor olarak göreve başladı. 2009 yılında Devlet Hastanesi Başhekimi oldu. Genç ve idealist doktorun bu ilçede yaşadıklarını ve verdiği mücadeleyi merak edersiniz her halde.
Devlet hastanesine taşeron işçi alımı ihalesi açıldı. İhaleye katılan şirketlerden birine Özcan Ailesi mensupları vekalet ediyordu. İhalenin, vekalet ettikleri şirkete verilmesi için çaba gösterdiler. Artık iş ileri boyutlara ulaştı ve 4 kardeş yanlarına aldıkları başka kişilerle birlikte hastaneyi bastılar. Hastane Başhekimi Ferhat Yasan ile hastane müdürü Servet Tomris’e ağır hakaretlerde bulundular. Başhekime sahip çıkmak isteyenler “Savcılığa şikayet ederseniz size başka şeyler yaparlar” diye uyarıldı. Buna rağmen, başhekim bu kişiler hakkında C.Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu.
Şikayetten sonra, başhekimin üzerindeki baskılar da arttı. İlçede barındırmayacaklarını, “yakında AKP ilçe başkanlığını alacaklarını ve başhekimi burada barındırmayacakları” haberlerini başhekime ulaştırıyorlardı. Dahası, şikayetinden vazgeçmemesi halinde muhtarlardan imza toplayıp sürdüreceklerini de öne sürüyorlardı.
Doktorlar üzerinde baskı aracı olarak kullanılan BİMER’e sahte isimlerle başhekim defalarca şikayet edildi. C.Savcılığı’na isimsiz şikayet dilekçeleri ulaştırıldı. Yapılan adli ve idari işlemlerden bir sonuç çıkmadı. İddia konuları gerçeği yansıtmıyordu. Terörün kol gezdiği ilçede 7 yıl hiçbir sorun olmadan görev yapan başhekimin huzuru alabildiğine kaçmıştı.

AKP ilçe başkanı oldu

Başhekime ve hastane müdürüne hakaretler yağdıranlardan Lokman Özcan, gerçekten AKP Pervari İlçe Başkanı oldu. İlçede, Başhekim Dr. Ferhat Yasan’ın, sanki gideceği yer oradan kötüymüş gibi “sürgün edileceği” konuşuluyordu. Siirt İl Başkanı Ali İlbaş da hastanedeki bir doktora, başhekimi görevden aldıracaklarını ve yerine başhekim aradıklarını anlatıyordu.
Küçük ilçe, başhekimin ne zaman sürgün edileceğini konuşuyordu. Pervari Kaymakamlığı’na, Devlet Hastanesi Başhekimi Ferhat Yasan’ın görevden alındığına ilişkin yazı ulaştı. Aynı gün Ferhat Bey’in ilişiğini kestiler. Onu, Siirt Toplum Sağlığı Merkezi’nde görevlendirdiler.
İhalenin vekalet ettikleri şirkete verilmesi için baskı yapan, hastaneyi basıp başhekime ve hastane müdürüne hakaret eden Lokman Özcan ve kardeşleriyle ilgili dava da Pervari Sulh Ceza Mahkemesi’nde devam ediyordu.

AKP Genel Merkezi sessiz kaldı

1 Kasım 2012 tarihli duruşmada, AKP ilçe Başkanı Lokman Özcan’a toplam 16 ay 20 gün hapis cezası verildi. Hakkındaki hapis cezasını mahkeme tutanağından okuyalım:
“Sanık Lokman Özcan’ın, sübut bulan, hastane başhekimi Ferhat Yasan’a karşı tehdit suçundan 5 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, aynı kişinin hastane müdürü Servet Tomris’e hakaret suçundan 11 ay 20 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmiştir.”
İlçe başkanına hapis cezası verilmekle kalmadı, ağabeyi İsmail Özcan’a toplam 24 ay hapis cezası verildi ve bu cezada da hükmün açıklanması geri bırakıldı. Kardeşlerden Mahmut Özcan ise beraat etti.
Peki bu cezalar verildi de ne oldu? Doktor, bunun karşılıksız kalmaması için durumu AKP İletişim Merkezi’ne bildirdi. Kişi AKP ilçe başkanı olunca sanıyorum kendisine cevap bile verilmemiştir. TBMM Sağlıkta Şiddet Komisyonu Başkanı AKP Adana Milletvekili Necdet Ünüvar, şiddetse Pervari’deki şiddeti de araştırmalıydı. Öğreniyorum ki Ünüvar, AKP ilçe başkanının üzerine gitmeyi bırakın, konuyla ilgili Siirt Sağlık Müdürlüğü’nden bilgi bile istememiş.

Kardeşi de hastane müdürü yapıldı

Kenan Özcan, Pervari Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda müdür olarak görev yapıyordu. Okuldan kaçan öğrencilerin küçük bir kıza tecavüz edip öldürmeleri kamuoyunda hayli tartışılmıştı. Okul Müdürü Kenan Özcan da müdürlük görevinden alınmıştı.
Kenan Özcan’ın şansı, ağabeyi Lokman Özcan’ın, Pervari AKP İlçe Başkanı olmasıyla yeniden açıldı. Pervari Devlet Hastanesi Müdürü Servet Tomris, yöre insanı olduğu için şikayetçi olmamıştı. Sağlık Bakanlığı yeni yapılandırılma çerçevesinde Servet Tomris’i görevden aldı.
Yerine kimi atasalar beğenirsiniz? Sanki Siirt’te hiç lisans mezunu sağlık personeli yokmuş gibi, hiçbir sağlık kurumları bilgisi olmayan Kenan Özcan Türkiye’de başka örneği olamayacak şekilde Pervari Devlet Hastanesi Müdür’ü yapıldı. Bu görevi halen sürdürüyor.
Hastane Başhekimi Dr. Ferhat Yasan ile Hastane Müdürü Servet Tomris niçin mahkemeye gitmişti? Lokman ve İsmail Özcan bir ihalenin vekalet ettikleri şirkete verilmesinde baskı yaptıkları için. Müdürlüğe kardeşi oturttular. Birisi AKP ilçe başkanı oldu. Şimdi bu hastanenin ihaleleri kime verilecek acaba?

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget