Hani insanoğlu “siyasi” bir yaratıktır derler ya…
Nedeni şu: Herkesin kendini ilgilendiren konularda bir tavrı olduğu düşünülür.
Örneğin; Anayasa mı değişecek?
Eğer bu düzenlemeyle ülkedeki insanların yaşamları değişecekse ve
düzenleme “halk” oyuna sunulacaksa, tabii ki o halkı oluşturanlardan her
kişinin kafasında, kendi dünya görüşüne göre biçimlenmiş ve “siyasi”
diyebileceğimiz bir düşünceye sahip olması, sorulduğunda da “oy”unu bu
doğrultuda kullanması beklenir.
Demokrasi denen şeyin özü de budur zaten.
*
Ancak, genel varsayım ya da ideal durum böyle olmasına karşın günlük yaşamda bu iş insandan insana bazı farklılıklar gösterir.
Birincisi; yurttaşların bir kısmı her nedense yapılan ya da yapılacak
olan değişikliklerin pek de kendilerini ilgilendirmediğini düşünür ve
hatta görüş bildirmeyi bile “reddeder”.
Her zaman rastlarsınız; “Benim siyasetle başım hoş değil”falan denir.
Bunun anlamı “Birileri beni idare etsin” gibi bir şeydir.
Gerçi o “birileri”nin kararları günü geldiğinde bunu diyenlere
sıkıntılar yaratabilir ama “şimdiki zaman içinde” onlara ne
diyebilirsiniz ki?
İkincisi; O anda iktidarda olanlara “her
hal ve durumda” inanmış ya da inandırılmış olanlardır. İnançlar,
toplumda her zaman için bir “tabu”dur.
Siyasette de olsa,
insanları inançlarından kurtarıp; düşünen, tartışan ve kendisiyle ilgili
konularda “benim çıkarım ve dolayısıyla düşüncem de budur” dedirtmek
kolay değildir.
Ama bu guruptakilerin de bir yurttaş olarak siyasette pek sıkıntıları yoktur.
Ha, bir gün o inançlarının kendilerini çok büyük bir açmaza düşürdüğü,
onları üzdüğü durumlar da çıkabilir ama dedik ya; belirli bir zaman
açısından düşünüldüğünde bir toplumda her zaman ve önemli sayılarda
“iktidara güvenenler” bulunur ve onların da siyasete katılıp katılmama
açısından sıkıntıları olmaz.
Üçüncüsü; ilk iki gurubun, yani
“benim siyasetle başım hoş değil” diyenlerle “ben iktidarıma güvenirim”
diyenlerin dışındakilerdir.
Galiba bu guruba “muhalifler” demek de mümkün.
“Muhalifler” hem siyasette söz sahibi olmak isterler, hem iktidara karşıdırlar.
Bu iki özelliği göz önünde tuttuğumuzda, gurubun genel karakterinde “siyasete ciddi biçimde ilgi duymak” olduğu düşünülebilir.
*
Siyasete yakın ilgi duyanlara, bu kesime de yakından bakılacak olursak;
enteresandır ama onların da kendi içlerinde neredeyse yukarıda
tanımlamaya çalıştığımız üçlemenin benzeri bir yapı gösterdiği fark
edilir.
İsterseniz şimdi de onlara bakalım:
Birinci
gurup, iktidara karşı olmasına karşıdır da, açıkça söylemek gerekirse,
bu karşılığı laftan öteye gitmemektedir. Tek bildiği ve söylediği
“karşı” olduğudur. Bu karşılığını herhangi bir eyleme” ya da
“eylemcilere desteğe” dönüştürmez.
Örgütlenmemiştir.
Hatta
sandık önüne konduğunda bile, kimi zaman ya kendi siyasetçilerine
kızdığından, ya nasıl olsa bir şeylerin değişmeyeceğinden” ya da “tatile
denk geldiğinden”, o muhalif tavrını bir türlü etkinleştiremez.
İkinci gurup, daha çok “örgüt” dediğimiz siyasi parti üyelerinden
oluşur; ama ne tuhaftır ki, bunlar da kendi içlerinde birbirlerine
“mesafeli” duran iki alt guruptan oluşur.
O iki gurup; birilerinin
siyasi muhalefeti “çok iyi götürdüğüne” inananlarla; bu işin “hiç de iyi
yapılmadığı” inancında olanlardır.
Bizim gibi ülkelerde siyaset denen olgu ağırlıklı olarak partiler eliyle yürütülür.
Bu durum, ülke çapında hiyerarşik bir yapılanma ve dolayısıyla kendine
has ve bir bakıma “karmaşık dengeleri olan” bir bürokrasi yarattığı
için; yapılanmanın içinde ya da yakınında olanlara memnuniyet verir ve
siyasete ilgilerini beslerken; dışında ve uzağında kalanlarda,
diğerlerinin tersine memnuniyetsizlik ve ilgisizlik yaratırsa da,
yapılacak fazla bir şey yoktur.
Bu yaşananlar, kişilerin inisiyatifinden çok yürümekte olan “Sistem”in gereğidir.
Buna belki de bir ölçüde, örgüte hakim olanların “rakip olabilir
hissiyle” diğerlerini takıma almama duygusu da eklenmelidir. Fakat
doğrusunu söylemek gerekirse, bu duygu olmadığında bile kimi kişilerin
“sistemi” tersine çevirme şansları yoktur.
Çünkü sistemin dinamikleri arasında iç rekabet de vardır.
Üçüncü ve asıl üzerinde durulması gereken gurup, “siyasete ilgisizler”
ve “siyasi partiler çevresinde yer alanlar” dışında kalan, ama bir
muhalif olarak siyasete katılmak, kendini ifade edebilmek, aidiyet
duygusunu tatmak ve bir biçimde bu ülkedeki sorumluluklarını yerine
getirmek için “aktif yurttaşlardan” olmak isteyenlerdir.
Bizdeki
duruma bakarsanız, bu son gurup; bütün ilgisine, bütün heyecanına rağmen
“hissedilir bir aktivite” gösteremediği için bir hayli sıkıntılıdır.
Şüphesiz bu durum aslında hem demokrasinin, hem muhalefet partilerinin
“kendilerini güçlendirme” konusundaki sıkıntısı olarak da kabul edilmeli
ve buna çözüm yolları geliştirilmelidir.
*
Batılı
demokrasiler bunu çözmüşlerdir ve dikkat edilirse, bu modelin bizde dahi
gelişmesi için –tabii ki kendi ulusal çıkarlarını da göz ardı etmeden-
bazı gayretlere girmişlerdir.
Çözümün adı: Sivil Toplum
Örgütçülüğü (STK) ya da batılıların tanımladığı biçimiyle “Hükümet Dışı
Örgütlenme – Non Governmental Organization- NGO”dur.
Bu
örgütlenmeler, siyasi partilerin uymak zorunda olduğu adeta kemikleşmiş
kurallarla bağlı olmadığı; dinamizmleri, değişen koşullara kolayca uyum
kabiliyetleri ve önemli bir maddi güce gerek göstermemeleri dolayısıyla
hem en uygun, hem de –belki iddialı olacak ama- siyasette bir siyasi
partiden daha hızlı ve fazla etkin olabilecek yapıya sahiptirler.
Kolay kurulurlar, statülerini kolayca biçimlendirebilirler, kolay üye
kabul edebilirler, kolay karar alabilirler ve kısa zamanda çok önemli
etkinlikler gösterebilirler. Yeter ki yöneticileri kendilerini bir
siyasi partinin alt gurubu (hizbi) konumunda düşünmesinler.
-Üstelik, Internet üzerinden haberleşmenin bu kadar kolaylaştığı, basılı
malzemeler giderek demode ve “nostalji” olurken düşünceleri yaymanın bu
kadar hızlı ve maliyetinin neredeyse bedavaya ya geldiği, sanal elemin
artık “mekan” sorununu dahi ortadan kaldırdığı bir dönemde.
-Üstelik, yaş ortalamasının 29,7 olduğu ülkemizde siyasetin artık bu
yaşın üzerinden neredeyse 40 yıldan fazla geçmiş olanlardan alınıp
toplumsal ağırlığı oluşturan bu yaş kuşağına devredilmesi gereğinin
genel kabul gördüğü, İnternetin ise tam da bu neslin iletişim ve kendini
açıklama aracı olduğu gerçeği karşısında.
-Üstelik, sanal
ortamda geliştirilecek siyasi etkinliklerin; şimdi çok şikayet edilen,
işlemesi pek de kolay olmayan “Kadının siyasete katılımı” konusunda
kadın-erkek ayrımı yapmadığı, klavyelerin cinsiyetteki farklılığı
tanımadığı ortamda,
-Üstelik; fiziksel engelli, ulaşım imkanı
sıkıntılı, evindeki bağımlılığı dolayısıyla dışarıya çıkamayanlara,
hatta ve hatta iş hayatı dolayısıyla işini bırakıp meydanlara koşma
imkanı bulamayanlara diğerleri gibi “siyasette aktif vatandaş” olabilme
imkanının sunulduğu bir yöntem varken.
*
Belki denecektir
ki; ama bizim binlercemiz, on binlercemiz bu yollarla bir araya gelse
bile bir “mahalle delegesi” yetkisi bile taşımadan, parti kademelerinde
yer verilmedikçe bizim siyaset yapmamız mümkün mü?
Mümkündür.
Hatta mümkün de değil, daha avantajlıdır.
Şimdi soralım bakalım kendimize:
Acaba partinin kendisiyle ilgilenmesini, şu ya da bu yönde tavır
almasını isteyen ama bu olamadığı için de kendisini siyasette göremeyen
milyonlarca vatandaşımız, belirli konulardaki tavırlarını bu yollarla
ortaya koyar, sıradan bir STK örgütlenmesiyle bile on binlerce üye ile
tek vücut haline gelirse, örneğin sosyal demokrat kamuoyundan gelen bir
açık ve toplu beyan karşısında hangi siyasi parti kademesi kayıtsız
kalabilir?
Böyle bir örgütlenme ve eylem acaba her şeye rağmen
siyasette aktif vatandaşlığa ulaşabilmenin, duyulan yurttaş
sorumluluğunun gereğini yerine getirmenin en uygun yolu değil midir?
Düşünen, fikri olan ama siyasete bir şekilde katılmak isteyen ya da
katılmasında yarar görülenler niye kendilerini “derhal ve birebir”
gösterebilecekleri böylesi bir yöntemi göz ardı etsinler?
*
Her yurttaşının beş – on sivil toplum örgütüne üye olduğu, bu
örgütlenme ortalamalarının adeta çağdaşlaşma ve demokratikleşme ölçüsü
kabul edildiği, bizde de olması için uluslararası desteklerin verildiği
“Batı” da, bu gün toplumu yakından ilgilendiren kararlar alınırken acaba
kimi siyasilerin kapalı kapılar ardında ya da gerektirdiği kadar
“açıklanan” görüşmeleriyle alınan kararlar mı, yoksa o konuyla ilgili
sivil toplum örgütlerinin gür sesi mi belirleyicidir?
Ayrıca,
bu tür “aktif yurttaşlık”lar, kimilerimizin şu ya da bu nedenlerle
işleyişinden şikayetçi olduğu siyasi partileri iyi kötü uyarabilmek,
onlara hatalı uygulamalarını gösterebilmek açısından bile hayli yararlı
olabilecek gibi değil midir?
Şimdi bu görüş ve önerimizi bütün
okurlarımın, onlarla birlikte “bu fikre katılan okurlarımızın”
kendilerinin ulaştırabileceği diğer okurların “dikkat” ve
“değerlendirmesine” sunuyor ve “aktif yurttaşlık” konusunda hep birlikte
bir hamle yapmaya ne dersiniz diyorum.
"Evet" derseniz sözün gerisi de var şüphesiz.
Bülent SOYLAN
Yorum Gönder