Türk mü, Osmanlı mı? - Cevat Kulaksız

Türkler sonra Müslüman olurlar, bu kez Arapça ile haşır neşir olmaya, Arap dili ve kültürü ile kaynaşmaya başlayınca, Farsça ve Arapça ile etkileşen Türk diline bu iki dilden sözcükler karışmaya devam eder. Bu dil, din, kültür etkileşmesi üç yüzyıldan fazla devam eder.
Arapların, “Allahın, Kuran’ın dili Arapçadır, onun için Arapça üstündür ” propagandasına, telkinine uğrayan Türkler, din kaynaklı Arap Kültür emperyalizminin baskısı altında kalarak Öztürkçe’lerini değiştirmeye başlarlar. İran-Farsların etkisinde kalan Türklerin bazıları Farsların telkini ile “Farsça bilim dilidir, Arapça din dilidir” diyen boş söylemini yayarlar, buna din bağımlılığı ve sevgisi de eklenince bu dil karmaşıklığını kabullenirler. Böylece Arapların da, “dinin-Müslümanlığın dili Arapçadır” kültürel telkin ve baskıları eklenince Türkçe yozlaşmaya başlar. Özellikle Osmanlı döneminde, devlet uleması bu telkinlerle yoğurulunca, Türk diline Farsça ve Arapça karışır, bundan da Osmanlıca denilen, üçte biri Türkçe, üçte biri Arapça, diğer üçte biri Farsça karışımı olan, ne Türkün, ne Arabın, ne de Farsların doğru dürüst anlayamadığı Osmanlıca denilen garip bir dil doğup yayılmaya başlar.
Üstelik köy, kasaba, uzak mezralarda Türk halkı kendi Öztürkçesi ile konuşmaya devam ederken, Osmanlı sarayı ve uleması böylece oluşan Osmanlıcayı daha üstün görmüş. Kitaplarda ve devlet yazışmalarında Osmanlıca konuşup yazmaya devam ederken, devlet ricali, kendi ana dilleri Türkçe dururken, Osmanlıca’yı kullanmaya devam etmiş.
Devletin temelini oluşturan Türk halkı Osmanlıcayı iyi anlayamayınca, Osmanlıcayı yadsıyıp Yunus Emre’si, Pir Sultan’ı, Karacoğlan’ı gibi nice halk ozanları ile kendi öz dilini Türkçeyi özbenliğinde yaşatmış. Böylece Türk halkı, devletine, Saraya yabansı davranırken, devlet ricali de öz Türk halkını yadsımaya, ne ki Türk dilini ve de Türk halkını küçük görmeye, dışlamaya başlamış. Böylece Türk halkı ile saray-Osmanlı sülalesi arasında dil anlaşmazlığından doğan ayırımcılık devam edip gitmiş. Türkler ve Türkçe dışlanarak Osmanlının yıkılışına kadar devam etmiş. Öyle zamanlar olmuş ki, Türkler Türk olduklarını söylemekten çekinir,utanır olmuşlar. Özellikle Araplar, Türkçe ve Türk düşmanlığını yüzyıllarca gizliden gizliye sürdürürken, son asırda da açıkça yaymaya devem etmişler.
Böylece Türk ve Türkçe düşmanlığı, Osmanlı ulemasının da telkini ile toplumca benimsenir hale gelmiş. Osmanlının yıkılış döneminde de, işkâlcı emperyalistlerin eşgüdümündeki Halifenin Türk ve Kuvayi Milliye düşmanlığı buna eklenince,  aşağıdaki örneğe baktığımızda, Türk çocuğu bile Türk olduğunu kabul etmez hale gelmiş.

TÜRK OLMAYI GÜNAH SAYAN TÜRK ÇOCUĞU
Kurtuluş Savaşı Yılları, savaş yılları. Kazım Karabekir’in komutasındaki Doğu Cephesinde bir Türk Tümeni Pasinler (Hasankale) ovasındadır.
Bir Türk Subayı, birliğine yakın bir köyde oturan on beş yaşlarında bir köylü çoban çocuğuna takılır, şakalaşmak ister:
“-Bana bak oğlum senin adın ne”?
“-Adım Ahmet”
“-Sen hangi millettensin? (Ermeni olmasından şüphe ediyormuş)
“-Osmanlıyem”
“-Osmanlı ne demek, sen Türk değimlisin”?
“-Hayır, ben Türk değilem, Osmanlıyem.
“-Peki, sen hangi dilden konuşuyorsun, Ermenice mi, yoksa Türkçe mi?
“-Türkçe konuşurum.
“-Mademki Türkçe konuşuyorsun o halde sen Türk’sün.
“-Hayır, efendim ben Türk değilem.
“-Ulan sen de Türksün, ben de Türküm.
“-Efendi, sen Türksen Türk ol, Bana ne? Ben Türk değilem.
“-Ulan padişah dahi Türk tür.
“-Efendi, günaha girme, padişah Türk olmaz.
Osmanlı devrinde Türklüğü öteleyip “İslam Ümmetçiliğini” ön plana çıkardıkları için, masum halk da bu telkinlerin etkisi altında yoğurula yoğurula adeta Türklüğünü unutmaya, yukarıdaki olayda olduğu gibi Türklüğünü inkâr eder hale getirilmişti. Osmanlı özentileri bunu mu istiyor aceba?
Meğerse bu havalide Türk demek, Kızılbaş demek imiş. Bütün Azeri Türkleri Kars, Ardahan ve Tiflis Şii mezhebinden olduklarından Sünni olanlara “Osmanlı” derlermiş.
Osmanlı Devleti bir Türk devleti olmasına karşın, devleti yönetenler, Türk halkını “kaba Türk” diyerek aşağılıyordu. Osmanlı padişahları bile Türk kızları ile evlenmiyor, yabancı kökenli cariye ve kadınlarla evleniyorlardı. (Ne ki nice Hürrem sultanlar devleti bile yozlaştırıp perişan ettiler) Bu aşağılama bile, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, uzak köylerdeki küçük çocuklara bile ulaşmış; Nerede ise Türk, özbenliğini kaybedecekti. Şükür ki, Atatürk’ün lâik T.C. ti buna “dur” diyerek, Türk’e Türk benliğini kazandırdı.
“…Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap yahut yarı-Arap’tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rast geliyordum.
“…Osmanlı İmparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için, her hani bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.
“…Suriye, Filistin ve Hicaz’da:
“-Türk müsünüz?” sorusunun birçok defalar cevabı:
“-Estağfurullah! İdi. (Yani Türkleri o denli aşağı görüyorlardı ki, Türk olmayı büyük bir kusur olarak görüyorlardı.” Özellikle Araplar, sözde Türk aydınlarından bazıları, Müslümanlık, peygamber Arap, Arabistan kaynaklı olması nedeni ile Arap’ı Türk’ten, Arapçayı Türkçeden üstün görüyorlar, topluma öyle telkin ediyorlardı. Onun için de Türk çocukları Türk olmaktan utanıyorlardı. Çünkü dinsel devlet öyle telkin etmişti.
Oysa binlerce Osmanlı Türk askerleri, İslam toprağını Hıristiyan emperyalistlere karşı korumak için Arap çöllerinde can veriyordu. Araplar da, toprakları Hıristiyanlarca işgal mi edilmiş, edilmemiş mi hiç umurlarında bile değildi. Onlar Müslüman, Hıristiyan fark etmez ölüleri, dirileri soymak peşinde idiler.
Şimdi içimiz burkularak F.R.Atay’ın Zeytindağı’ndan şu satırlarını okuyalım, bizi kötü görenlerin topraklarında can veren binlerce askerimizi analım, ruhlarını şad edelim  : “…Şam’dan kalkan tren Medine’ye üç gün üç gecede gider… Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selâmlamağa inmiştik. Tren varken, Adana’dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz, nereye gidiyorlardı?  Aden’e! (Yani Yemen’e hem de yayan! Komutanın “nereye böyle evlatlarım” sorusuna bazı erler de «Âdem’e» diye cevap veriyorlardı)   Yani Türk-Anadolu çocukları ismini dahi doğru dürüst bilemedikleri uzak Arap topraklarına can vermeye gidiyorlardı.
Zeytindağı’nda Falih Rıfkı Atay şöyle demekte:
“Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam,  Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı.
“Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.”
Yine aynı kitaptan öğrendiğimize göre, savaşı kaybetmiş Cemal Paşa, Arap topraklarından ayrılırken şöyle düşünüyordu:
Cemal Paşa harap Anadolu topraklarını gördükçe
- “Keşke vazifem buralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçası üstünden geçseydi. Anadolu hepimize hınç ve güvensizlikle bakıyordu. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi kendimiz pişmanlığımızı getiriyoruz. Kumar oynadık ve kaybettik” diye düşünmektedir.
http://www.edebiyatfakultesi.com/zeytindagi1.htm
Mütareke yıllarında, Osmanlıca irtica dediğimiz gericilik, İstanbul’da da, Anadolu da da alıp yürümüştü.
Okuma kitaplarından “Türk” kelimesini kaldırarak, yerine “Osmanlı” sözü konulması emredilmişti. Ankara’da, Maarif vekilliği, “resim” dersini “çizgi” dersine çevirmiş, böylece Anadolu da da, Tanzimat’tan öncesini hatırlatan bir hava verilmişti.
Osmanlı Padişahları, 600 yıl nasıl Türk ve Türklüğü aşağılamışsa, işgal yıllarında da, İstanbul yönetimi Türk Milliyetçiliğini küçümsemek şöyle dursun, işgalcilerin telkin ve baskısı ile Türk Milliyetçiliğini yasaklıyor ve suç sayıyordu. Din, iman, ümmetçilik maskesi ile Türk Halkına nerede ise özbenliğini unutturuyordu.

KURTULUŞ SAVAŞINDA KENDİNİ TÜRK SAYMAYAN TÜRK
Yukarıda öz Türk çocuğunun, Türklüğünü inkâr etmesi gibi, işgal yıllarında, Y.K.Karaosmanoğlu’nun “Yaban” adlı romanında da belirttiği gibi,  Batı Anadolu’da şöyle başka bir örnek yaşanır:
Batı Anadolu’da bir Kuvaa-i milliyeci ile bir köylü konuşmaktadır.
Köylü:
“-Bilmiyorum beyim, sen de onlardansın emme…
Kuvaa-i Milliyeci:
“-Onlar kim?
“-Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar…
“-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?
“-Biz Türk değiliz ki beyim.
“-Ya nesiniz?
“-Biz İslâm’ız elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar”.
Türk olduğu halde, Türk Köylüsü “Türk” olduğunu söylemekten bile çekiniyor veya benliğini yitiriyor. Türk çocuğu, Hilafetçilerin, padişahçıların telkinleri ile adeta Türklüğünü ret eder hale gelmiş; İşkal altında olmayan Haymana ve ötesindeki Kuvayi Milliyecileri yâdsınmış (yabancılaşmış) Türk olarak görmekte. İşte böylece işkâlcıların teşvikleri, yerli dinci işbirlikçilerin telkinleri ile Türk toplumu özbenliğini yitirip, Türklüğünü inkâr haline getirilmişti.
İşte bu asimile ve yasakçı durumu, Türk halkına halen dayatma siyaseti güden Yunanlılar, günümüzde bile, AB ye girmiş olmasına karşın, Batı Trakya’daki (Gümülcüne’de) Türkler üzerinde aynı “Türk yok, Müslüman var” baskıcı siyaseti uygulamaktadırlar.
Bakınız,1998 yılında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’ne layık görülen Bernard. Lemis ne diyor:
“Uzun yıllar (600 yıl) Osmanlı Hanedanı Sultanların akıl almaz baskıları altında tutulan, insafsızca sömürülen, geri bıraktırılan, salt asker ve tarımsal ürün ile vergi veren ve parya işlevi gören Türk Halkı” için bir Batı’lı düşünür şöyle diyor:
“Osmanlıdan egemenliğini en son kurtaran ulus Türklerdir”.
Anayasadan Türk sözcüğünü çıkarmaya, Türklüğü ötelemeye çalışan AKP-RTE iktidarının, Osmanlılığa özenen Ahmet Davutoğlu’nun hevesi, bu doğrultuda çaba gösterdiği günümüzde böyle bir yazıya yer verme gereğini duyduk.
Yine şimdilerde bakıyoruz, Atatürk, Atatürkçülük, Türklük aleyhinde çabalar yanında, hiç de gereği yokken Osmanlının gerileme ve yıkılış devrindeki bir padişahını anma girişimleri, Osmanlıcılık özentilerini gördükçe, aynı zihniyetin devam etmekte veya aynı zihniyeti canlandırma çabalarının olduğunu görüyoruz.

DİPNOTLAR:

1-Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları-Rahmi Apak Sf: 99—100
2-Çankaya Falih Rıfkı Yeni Gün Haber Ajansı 1999 Atay Sf: 283)
3-Zeytindağı- Bizim İmparatorluk F.Rıfkı Atay Can Kitabevi 1980 Sf:39–40–41
4-Ey Vatan -Osman Pamukoğlu İnkılâp Kitabevi…2004 Sf: 34

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget