Ağustos 2019
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Kapatın Şu Diyaneti - Güner Yiğitbaşı
Bugün bayramların en yücesi ve kutsalı 30.Ağustos Zafer Bayramıdır.
Şahsi tüm dertlerimizi bir kenara koyup bayramın neşesini yaşamaya başlamışken, internet ortamında belli başlı gazetelerin başlıklarına bakmak istedim ve ilk olarak Cumhuriyet Gazetesinin İnternet sayfasına bir göz attım.
Ne göreyim?
Diyanetin 30 Ağustos hutbesinde zafer var, kurucusu ATATÜRK yok.
Haber başlığı bu.
Haberin devamında aynen, “Diyanet İşleri Başkanlığı, bugünkü Cuma hutbesinde Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü 30 Ağustos’ta yine anmaktan imtina etti. Cuma hutbesinde zaferden ve vatan bütünlüğünden bahsedilirken, 30 Ağustos Zaferi’nin kahramanı, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün adı bile anılmadı.” yazmakta.
Gel de kızma şimdi.
Diyaneti kuran kim?
Adını anmadığı ATATÜRK.
Bize göre, o zamanın şartları belki Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasını gerektirmiş ve bu nedenle ATATÜRK  Diyaneti kurmuş olabilir, buna rağmen laik bir ATATÜRK'ün; bize göre yapmış olduğu tek hatalı icraatı, dini bir kuruluş olan Diyaneti, milletin çoğunluğu İslam da olsa, değişik dinlerden insanların da vatandaşı oldukları laik bir devlet düzeninin içine, Diyanet İşleri Başkanlığını dahil etmiş olmasıdır.
Maalesef bugün Diyanet; kendi kurucusuna, ezanın okunabildiği vatan topraklarının kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu ATATÜRK'e sırtını dönmüş ve ona ihanet ve saygısızlık içerisindedir.
Eski başkanlarından birisi, ATATÜRK'e hakaret eden, keşke yunan kazansaydı diyebilen bir alçak ve hainle dost olabilmiş ve onu resmi aracıyla ziyaret ederek, ona hediyeler sunabilmiştir.
Kimse kusura bakmasın, Diyanet her geçen gün ATATÜRK'ü yok sayan ve ATATÜRK karşıtlarını cesaretlendiren ve  kutsayan bir ihanetin içinde yol almaktadır.
Diyanet; bugün, devletin bütçesinden en fazla payı almakta ve bu ülkeye en ufak bir fayda ve katkı sunamamakta ve ATATÜRK'ün kurarken güttüğü amacı ve işlevi yerine getiremeyen, kurucusu ATATÜRK'e ve laik Cumhuriyete ihanet eden, saygı göstermeyen bir tutum sergilemeye devam etmektedir.
Çok yazık.
Türk halkına hiçbir yararı bulunmayan, buna karşılık Türk halkının vergi gelirlerinden oluşan bütçesini hortumlayan, üretime hiçbir katkı sağlamayarak, ülkeye iktisaden zarar veren Diyanet İşleri Başkanlığını kapatın gitsin.

30/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu 

Erdoğan Benim Gönlüm İdamdan Yanadır Demiş
AKP Genel Başkanı ERDOĞAN; son kadın cinayetlerinden sonra, bazı çevrelerce bilinçsizce ortaya atılan idam cezası geri gelsin çağrıları üzerine, her gittiği yerde yaptığı konuşmalarında, “benim gönlüm idamdan yanadır. Yasal değişiklik önüme gelirse kesinlikle onaylarım” deyip duruyor.
Ah, sormayınız benim gönlümden de neler neler geçiyor ama, insan gönlünden her geçeni yapabilse ortalık toz duman olur, düzen diye bir şey kalmaz.
Benim gönlümden geçirdiklerim, başkaları için çok zararlı şeyler olabilir.
Bir başkası da gönlünden geçirdiği şeyleri yapabilse, belki de ben çok zararlı sonuçlarla karşılaşabilirim. Zira, herkesin gönlünde başka bir aslan yatar, ortalık aslanların mücadelesine döner.
Yok öyle, benim gönlüm de idamdan yanadır, çıkarın önüme getirin onaylarım diyerek aradan sıyrılmak. Bu tabiri caizse, piyasa kızıştırmak, siyaset kabadayılığı yapmaktır.
ERDOĞAN'ın; gönlünden geçirip de yapamadığı bir şey kaldı mı bugüne kadar?
Gönlünden ne geçirdiyse, ülkenin ve milletin menfaatlerini gözetmeden, kendi hırsı ve özel yararı doğrultusunda iş yapmaktan asla gocunmadı, ülkeyi içinden çıkılmaz sorunlarla dolu bugünkü haline getirmekten asla geri durmadı ve bundan sonra da geri durmayacak.
Biz, ERDOĞAN'ın; idam cezasının geri getirilmesine ilişkin bu beyanını, kamu vicdanını istismar eden gayri ciddi, ucuz kahramanlık ve ipe un serme olarak değerlendiriyoruz.
Bu ülkenin yüz yıllık parlamenter sistemini yıkarak, kendi şahsi hırsı uğruna, ne olduğu belirsiz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denen ucubeyi yürürlüğe sokma becerisini gösteren ERDOĞAN; idam cezasının geri gelmesini samimi olarak isteyip arzu etse, bu yasanın çıkıp onay için önüne gelmesini beklemez, kollarını sıvar, talimatlarını verir, ne yapar yapar ve idam cezasını geri getiremese de, bu konuda elinden gelen tüm çabayı ortaya koyardı. Ama bunu asla istemez, onun istemediği hiçbir yasanın, bugünkü meclis aritmetiğine göre çıkarılamayacağını ve onay için önüne  gelemeyeceğini çok iyi biliyor, zaten iktidarını koruma endişesine kapılan ve tüm gücünü ve mesaisini bu yolda kullanan ERDOĞAN'ın, idam cezasının geri getirilmesi için uğraşacak kendince  lüzumsuz vaktinin ve eski gücünün de olmadığını düşünüyoruz.
Benim gönlüm de idamdan yanadır, yasa önüme gelirse kesinlikle onay veririm diyerek, mağdurları ve mağdur yakınlarını boş yere oyalamayın, umutlandırmayın, onların yanan yüreklerine su serptiğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, bu tür her çıkışınız, onları daha da yaralıyor ve acıları tazeleniyor.
Cezalardan ibret alma yeterliliği olan bir kişi, zaten insan hayatına asla kast etmez. Hiç kimse, cezasını düşünerek suç işlemiyor veya suç işlemekten vaz geçmiyor.
İdam dahil, hiçbir ceza da, öleni geri getirmiyor, kolay olan sivrisinekleri öldürme yerine, liyakatiniz ve beceriniz yetiyorsa, bataklığı kurutun da görelim ve biz de alkışlayalım, sizleri.

Güner Yiğitbaşı

29/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Evet, Dağ Fare Doğurdu…
Memurlar ve emeklilerine 2020 ve 2021 yılında yapılacak zam oranları için yetkili Memur-Sen ile Hükümet yetkilileri arasında yapılan görüşmelerden bir sonuç alınamayınca iş Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’na gönderildi.
Memur ve emeklileri umutla zam haberlerini beklerken bu akşam verilen haberlerde Dağ’ın fare doğurduğu anlaşıldı.
Bunun böyle olacağını biz 2012 yılında görmüş ve gerekçelerimizi de açıklamıştık. İnanmayan okusun.
Bilginize…

28.08.2019
Gündüz AKGÜL

DAĞ FARE DOĞURDU...

Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi hakkındaki 5982 sayılı yasanın halkoyuna (referanduma) sunulması sırasında, İktidar ve “yetmez ama evet” diyenler, Anayasanın değiştirilen 53. Maddesine eklenen ek fıkralarla;
-Memurlar ve diğer kamu görevlilerine de, grevsiz toplu sözleşme hakkının verilmesini,
-Toplu sözleşmesinin yapılması sırasında çıkacak uyuşmazlıkları çözmek için birde “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu” kurulmasını,
-Toplu İş Sözleşmesinin nasıl yapılacağı ile Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun teşkili ve çalışma usullerinin yasa ile düzenleneceğini,
Bu değişikliğin memurlara ve diğer kamu görevlilerine büyük yarar sağlayacağı propagandası ile halka anlatmaya çalışmışlardı.
Diğer maddeler hakkında ki propagandayı bir tarafa bırakarak, bu yazı ile Toplu İş Sözleşmesinin geldiği noktayı açıklamaya çalışacağım.
Toplu Sözleşme Yasası geç çıktığı için Cumhuriyet tarihinde Memurlar ve emeklileri ilk defa 5 aydır zamsız maaş almaktadırlar
6289 Sayılı yasa ile değiştirilen 4688 sayılı “Kamu Görevliler Sendikalar Yasası”nın adı “Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Yasası” olarak değiştirilmiş bu değişiklikle “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu” kurulduktan sonra Toplu Sözleşeme görüşmelerine başlanması gecikme nedenidir.
Yasanın 34. Maddesinde yapılan değişiklikle Kamu Görevlileri Hakem Kurulu 11 kişiden oluşmaktadır.
Bu Kurulun oluşum şekli şöyledir.
-Yargıtay, Danıştay ve Sayıştan Başkanları, Başkan vekilleri, Başkan Yardımcısı veya Daire Başkanlarından Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek bir Başkan,
-Kamudan 4 üye,
-Sendikalardan 4 üye,
-En az Doçent unvanlı olmak üzere Üniversitelerden Bakanlar Kurulunca seçilecek 1 üye,
-En az Doçent unvanlı olmak üzere Sendikalar tarafından Üniversitelerden önerilen 7 bilim adamı arasından Bakanlar Kurulunca seçilecek 1 üye,
Bu Kurulun oluşum şeklinde görüleceği gibi 1+4+1=6 üye kamuyu, dolayısıyla iktidarı, 4+1=5 ise Memurlar ve Kamu Görevlileri temsil etmektedir.
Peşinen çoğunluğu iktidar yanlısı olan bu Kuruldan, iktidarın isteğinin dışında bir şey beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Nitekim Toplu Sözleşme Görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine Kurula giden uyuşmazlık dosyası üzerinde ancak ilk yarıyıl için hükümetin önerdiğinde 0,5 puan bir artış yapılabilmiştir.
Yasaya göre Kurulun kararları kesin olduğundan, Memurlar, Emekliler ve Kamu Görevlileri verileni kabul etmek zorunda bırakılmışlardır.
İşin diğer garip tarafı, medyaya yansıyan haberlere göre, Sendikalar tarafından gösterilen Gazi Üniversitesinden Doç. Dr. Aydın Başbuğ’da hükümet lehine oy kullanarak, Memur ve Kamu Görevlileri aleyhine durumu 7 ye 4 yapmıştır.
Tüm Üniversite Rektörlerinin iktidardan yana tavır koydukları sürekli yazılıp, söylenen bir gerçektir. Rektöre karşın, Sayın Başbuğ’un hükümet aleyhine oy kullanması zaten düşünülemez.
Anayasanın halkoyuna sunulması sırasında işin böyle olacağı o zamandan belliydi.
Ama bu gereği gibi yurttaşlara anlatılamadı.
30.07.2010 Tarih ve “REFERANDUM PROPAGANDASINDA YÖNTEM HATASI” başlıklı yazımda muhalefet partilerine ve Hayır’cılara uyarı olarak bu durumu şöyle dile getirmiştim.
“-Yasanın 6. Maddesi ile Anayasanın 53. Maddesinde yapılan değişiklikle, Memurlar ve diğer kamu görevlilerine, toplu sözleşme yapma hakkı verilmekte, ancak grev hakkı tanınmamakta ve uyuşmazlık halinde de “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’na” başvurulacağı belirtilmektedir. Grevsiz bir toplu sözleşmenin fazla bir anlamının olmadığı, kararlarının kesin olduğu belirtilen Kamu Görevlileri Hakem Kurulunun da, işçilere uygun gördüğü düşük orandaki ücret artışları ile tanınan “Yüksek Hakemler Kurulu’ndan” farklı olmayacağı çok açık ifadelerle yurttaşlara anlatılmalıdır.” 
O zaman söylenen bu gün aynen çıkmıştır.
Memurlara ve Kamu görevlilerine tanınan Toplu sözleşme sonucunda meşhur özdeyişte olduğu gibi “Dağ fare doğurmuştur.”
Hayırlı olsun!

Gündüz Akgül

29.05.2012
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı 

Kayyum atama sırası İstanbul belediyesinde mi?
AKP'nin genel başkanı ERDOĞAN; Cumhurbaşkanlığı şapkasının kendisine verdiği dokunulamaz gücünü arkasına alarak meydanlarda konuşuyor, eski öfkeli ve ayrıştırıcı üslubunda en ufak bir iyiye gitme yok.
Kendisini ortaya koymasına rağmen ağır bir yenilgiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesini kaybetmenin üzüntüsünü ve hayal kırıklığını hala üzerinden atamamış olmalı ki; 800 bin fark yediği, İstanbul’un seçilmiş meşru Büyükşehir Belediye Başkanı İMAMOĞLU'nu diline dolamış ve acımasızca, gerçek dışı iftira niteliğindeki suçlamalarını yöneltiyor ve hiçbir somut delil ve sebep göstermeden, İstanbul halkında gerçek dışı bir algı yaratmak için, ”İstanbul'a hep beraber sahip çıkacağız. İstanbul'un, bölücü örgütün temsilcilerine peşkeş çekilmesine mani olacağız” diyerek nutuklar atıyor. İstanbul Belediyesini, AKP yandaşlarına ve yandaş vakıflara peşkeş çektiklerini unutuyor.
İlk seçimde açık ara seçilmesine rağmen, AKP ve ERDOĞAN'ın baskılarıyla YSK tarafından yenilenmesine karar verildiği için, ikinci kez seçime girmek zorunda kalan ve üst üste girdiği seçimleri kazanarak makamına oturan ve bu arada, aylar süren yoğun seçim çalışmalarından yorgun düştüğü için, dinlenmek amacıyla iki günlüğüne  İstanbul’u terk ettiğinde yağan yoğun yağmur nedeniyle oluşan seli bahane ederek,25 yıldır İstanbul’u yönetmelerine rağmen, oluşan selin sorumluluğunu üzerine almayarak yeni göreve başlayan İMAMOĞLU'nun üzerine atarak, onun iki günlük tatiline göz diken ERDOĞAN, bu tatil nedeniyle de, İMAMOĞLU'nu acımasız ve haksız bir şekilde eleştiri bombardımanına tabi tutmuştur.
ERDOĞAN, özel uçaklarıyla, resmi ziyaret adı altında, çoğu daha ziyade turistik gezi olan Dünya'yı bilmem kaç kez dolaştığını unutmuşa benziyor.
Marmaris’te yaptırmakta olduğu, bitme aşamasındaki yazlık sarayında sanırız dinlenecek ve tatil yapacaktır.
ERDOĞAN'ın; son günlerde, daha icraatlarına yeni başlayan İMAMOĞLU'nun icraatlarını henüz görmeden, ona yönelik bu yüklenişleri ve meydanlardan onu suçlayıcı beyanlarda bulunması, hayra alamet değildir.
ERDOĞAN'ın; ”İstanbul'a hep beraber sahip çıkacağız. İstanbul'un, bölücü örgütün temsilcilerine peşkeş çekilmesine mani olacağız” sözü, aynı gerekçelerle görevlerinden alınan ve yerlerine valilerin atandıkları, Diyarbakır, Van ve Mardin Belediye Başkanlarından sonra, görevden alma ve yerine valinin kayyum olarak atanması sırasının, kaybını bir türlü içlerine sindiremedikleri İstanbul iline geldiğini işaret etmektedir.
İnşallah yanılan biz oluruz, böyle bir hukuksuz tassa uf ve görevden alma,800 bin oy farkıyla meşru bir şekilde seçilmiş belediye başkanına sivil bir darbe niteliğinde olacak ve halkımızın; demokrasiye olan inançları ve saygıları yok olacaktır.
Böyle bir girişim bize göre, sonuçlarını şimdiden kestiremediğimiz kaotik bir ortam yaratacak, en kötüsü de, iktidarın, seçimi ve demokrasiyi inkarı anlamına gelecektir.
Böyle bir tasarruf; AKP iktidarının, yapılacak olan ilk demokratik seçimlerde kesinlikle sonunu getiren ateşle oynama olacaktır.
Aklı selimin galip gelerek, böyle hukuk dışı bir hatanın yapılmayacağını umuyor ve temenni ediyoruz.

Güner Yiğitbaşı

27/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Milli'si Dini'si En Büyük Ve Anlamlı Bayram 30 Ağustos Zafer Bayramıdır
Bu konuda katı, ısrarcı, inatçı, iddialı, antidemokratik ve dayatmacı, ama gerçekçi düşünüyoruz ve diyoruz ki; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Milletinin, ilk sırada gelen, en önemli ve anlamlı bayramı; Devlet ve Millet olarak varlık sebebimiz olan, 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI'dır. Buna itiraz eden de vatan hainidir.
Bugün 26 Ağustos 1922 Büyük Taarruz ‘un 97.yıl dönümüdür.
Ne yazık ki;
Bu en önemli bayramımız, AKP'den Bursa Büyük Şehir Belediye Başkanı seçilmiş ama, ne olduğu belirsiz bir kişinin; “30 Ağustos halkın genelini ilgilendiren bir bayram değildir” deme gafletini ve hainliğini göstermiş olmasına,
İktidardaki AKP ve yandaşlarının; kendi elleriyle besleyip geliştirerek, attıkları imzalarla devletin yargısı dahil tüm kurumlarına yerleştirerek, devleti fiilen ele geçirmelerini sağladıkları, toplum ve devlet içinde güçlendikten sonra, artık zamanı geldi diyerek, iş başındaki ortağı, kendisini koruyup kollayan ve besleyen AKP siyasal iktidarıyla iktidar yarışına girip, AKP iktidarını devirerek, AKP ile beraber yürüyerek gittikleri aynı menzile tek başına gitme ihtirasıyla, yuvalandıkları Türk Silahlı Kuvvetlerini kullanarak,15.Temmuz.2016 da darbe girişiminde bulunan hain Fetullah GÜLEN cemaatinin bu darbe girişiminin; iktidarın, öncelikle kendi hayatlarını ve iktidarlarını korumak amacıyla, halkın ve en önemlisi de, emniyet ve silahlı kuvvetlerimizin bu cemaat yanlısı olmaktan uzak kalabilmiş Atatürkçü ve demokrasi yanlısı evlatlarının mücadelesiyle bastırıldığı ve etkisiz hale getirildiği 15.Temmuz gününün,30.Ağustos.1922 de büyük taarruzla kazanılan kurtuluş savaşımıza ve onun anısına kutlanan 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI'na alternatif ve aynı önemde bir bayram olarak sunulmaya çalışılmasına, ülkenin önemli yapılarındaki ATATÜRK isminin kaldırılarak, her yere 15.Temmuz Şehitleri isminin konulmasına rağmen ve onlara inat, 30.AĞUSTOS.ZAFER BAYRAMI; milli ve/veya dini, kutlamakta olduğumuz tüm bayramlarımızın, alternatifsiz birinci sırasında yer alan, Türk Milleti olarak var olduğumuz ve bizleri bugüne taşıyan çok hayati, çok önemli ve anlamlı tek bayramımızdır.
Geçtiğimiz sene bugün yazıp yayınladığımız “26 AĞUSTOS ZAFER HAFTASI VE 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI” başlıklı makalemize, bugünün anısına, aşağıda aynen yer veriyoruz.
Hepinizin Zafer Haftası ve 30.AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI kutlu ve mutlu olsun, bize bu zaferi ve bayramı kazandıran ve yaşatan, en başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, her rütbedeki silah arkadaşlarına ve savaşa emek veren tüm sivil halkımıza, şehit ve gazilerimize, minnet ve şükranlarımızı sunuyor, Allahtan rahmet diliyoruz.
26/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI

26 AĞUSTOS ZAFER HAFTASI VE 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI

Milli duyguları gelişmiş bir Türk olarak; Türklerin kazandıkları, tarihin sayfalarında şanlı yerlerini alan tüm zaferleri anmak ve bunlarla gurur duymak başlıca görevimizdir.
26 Ağustos, büyük bir tesadüf eseri olarak, Türklerin Anadolu’ya ayak basarak ele geçirdikleri, Anadolu'ya yerleşmelerini sağlayan Alpaslan komutasında kazanılan 1071 Malazgirt Meydan Savaşının yanı sıra, 30/Ağustos/1922 de büyük taarruz ile sonuçlanarak bugünkü son Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunun temel taşını oluşturan Kurtuluş Savaşımızın ve büyük zaferin kutlandığı zafer haftasının yıldönümüdür.
Şöyle bir görsel ve yazılı basına göz atıyoruz, son Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşuna temel oluşturan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliği ve başkomutanlığında kazanılan, düşmanın denize döküldüğü, güçlü emperyalist ve işgalci devletlere diz çöktürüldüğü büyük zafer ve kurtuluş savaşının; daha öne çıkarılan Malazgirt Savaşı ve 15 Temmuz ayaklanma girişiminin bastırılması eylemiyle adeta perdelenmeye, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yayınlanan zafer haftası klibinde Atatürk' e yer verilmeyerek, Atatürk'ün unutturulmaya çalışıldığını üzülerek görüyoruz.
Bugün Malazgirt'te konuşan Cumhurbaşkanı, Malazgirt savaşı öncesinde bu savaş için 24.Ağustos.1071 de otağ'ın kurulduğu Ahlat'ta bir Cumhurbaşkanlığı Köşkü kurulacağını açıklamış olup, bu köşk yapımının fikir babalığını da, ortağı Bahçeli yapmıştır.
Buradan soruyoruz, 500 milyar dolar dış borcunun bulunduğu, dövizin başını alıp gittiği, işsizliğin ve pahalılığın kol gezdiği, döviz cinsinden dış borçların, yine dışarıdan alınan borçla kapatıldığı, kurtuluş savaşı ile diz çöktürdüğümüz emperyalist devletlerden borç para almak için uğraş verdiğimiz günümüzün bu çok zor şartlarında, Ahlat'da Malazgirt Meydan Savaşının anısına, hiç gereği olmayan Cumhurbaşkanlığı Köşkü inşaatının yapımına karar verilmesinin, bir gereği ve anlamı var mıdır Allah’ınız aşkına?
Bu girişim; bize göre, Atatürk'e ve onun kazandığı kurtuluş savaşımıza gölge düşürecek bir alternatif sunma girişimidir.
Aynı şekilde, Atatürk tarafından gerçekleştirilen tüm olumlu işler, kurtuluş savaşı ve büyük zafer gündeme geldiğinde, hemen15 Temmuz ayaklanma girişiminin bastırılmasının dile getirilerek, bu ayaklanmanın bastırılmasının büyük bir zafer ve kurtuluş savaşı olarak sunulması, Atatürk tarafından gerçekleştirilen ve son Türk Devletinin kuruluşuna temel olan kurtuluş savaşına alternatif olarak gösterilmesi, gerçek anlamda tek kurtuluş savaşımız olan 30 Ağustos Zaferinin, 15.Temmuz hain Fetö ayaklanmasının bastırılması eylemiyle gölgelenmeye çalışılması, asla kabul edilemez.
Zira, hepimizin lanetlediği Fetö hain darbe girişimi, arkasında emperyalist devletlerin teşvik, yardım ve kışkırtmaları olsa da, sonuç olarak ülkenin demokratik ve laik düzenini değiştirmeye ve mevcut iktidarı devirmeye ve iktidarı zorla ele geçirmeye yönelik, bir darbe ve iç ayaklanma girişimidir, emperyal yabancı devletlerin, doğrudan ülkemizi işgale ve yıkmaya yönelik bir savaş hali söz konusu değildir. Darbe girişiminde bulunan Fetö denilen silahlı çete, ülkemizin kötü yönetimi nedeniyle, kendi ellerimizle bizim ülkemizde doğup gelişmiş ve darbe girişiminde bulunmuştur.
Bu nedenle, ülkemizi paylaşma planları yapan ve bu planı uygulamaya koyan emperyalist yabancı devletlerle girişilen savaşın kazanıldığı ve ülke topraklarının kurtarıldığı kurtuluş savaşının; aralarında en ufak bir benzerlik bulunmayan 15.Temmuz darbe girişiminin önlenmesi eylemiyle bir tutulması, asla kabul edilemez.
Fetö darbe girişiminin; Atatürk dönemindeki, laik ve demokratik düzene yönelik gerici ayaklanmalardan, keza daha sonraki askeri darbelerden farklı bir yanı yoktur. Bize göre, Fetö darbe girişimi, halkın desteği yanında, asıl olarak yine Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Polis Teşkilatımızın Atatürkçü, laik ve demokrat mensuplarının hayatları pahasına verdikleri mücadele ile başarısız kalmış olup, bu darbe girişimcileri de, İstiklal Mahkemeleri tarafından cezalandırılan Atatürk döneminin dinci ve gerici asileri gibi, Türk Yargısı tarafından hak ettikleri cezalara çarptırılacaklardır.
Başkomutanlığı, oturduğu yerden ve Anayasada yer alan ve sembolik bir değer ifade eden bir hükümden yararlanarak yapay olarak değil, emperyalist devletleri harp meydanlarında dize getirerek, ülkemizi düşmanlardan kurtarmak suretiyle ve canı pahasına hak eden, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetini kurarak bizlere hediye ve emanet eden, ezeli ve ebedi, gerçek ve tek Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ümüzün manevi kişiliğinde kutladığımız 26 Ağustos Zafer haftamız ve 30 Ağustos Zafer Bayramımız, daha şimdiden ,“NE MUTLU TÜRK'ÜM” diyebilen tüm halkımıza kutlu ve mutlu olsun.
Bu zaferi bizlere yaşatan, en başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, artık hepsi aramızdan ayrılmış bulunan, generalinden er'ine kadar, zaferde payları bulunan tüm silah arkadaşlarına Allah'tan rahmet diliyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.

Güner Yiğitbaşı

26/08/2018
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Kadına sahiplenmeyi ve şiddeti tetikleyen o kadar çok neden var ki..
Neredeyse her gün tekrarlanan, bir kadına, eşi, boşandığı veya boşanma aşamasındaki eşi tarafından yöneltilen ve çoğu ölümle sonuçlanan şiddet olaylarının giderek çoğalması üzerine, son iki gündür bu konuda makaleler yazdık.
İlki “KADINA ŞİDDET” ve sonrasında “ENAĞIR CEZAYI VERSEN NE DEĞİŞECEK?” başlıklarıyla yazdığımız ve sosyal medyada da yayınladığımız yazılarımıza, çoğunluğu itibariyle, çok olumlu tepkiler aldık, yazılarımızın beğenildiğini gördük. Çok doğal olarak, AKP yanlısı birkaç olumsuz ve çatlak ses de çıkmadı değil tabi.
Bu yazılarımızda belirttiğimiz, kadınlarımızı koruma amaçlı görüş ve değerlendirmelerimizin, bazılarınca eleştirilmesine üzülmedik. Ancak, haklı bir karşı  görüş sunmadan, yazıyı sadece kötülemek ve aşağılamak ve bunların arasında başının türbanla örtülü olduğunu anladığımız ve şimdi gerilerde kalan ve sorun olmaktan çıkan, türban yüzünden eğitim ve çalışma özgürlüğünün sınırlandırıldığından dem vuran kadınların da bulunmasına hayret ettik ve çok üzüldük.
İşte temel konu burası, bu hanım kadın kardeşimiz, kadınlara yönelik şiddeti eleştirdiğimiz yazımıza karşı çıkıyor ve yazımızda, şiddete uğrayan kadınların arasında türbanlı mütedeyyin kadınların çoğunluğu oluşturduğuna ilişkin gözlememizden rahatsız oluyor ve konuyu saptırarak, bir zamanlar başını türbanla örttüğü için eğitim ve çalışma özgürlüğünün engellendiği şikayetinde bulunuyor.
Şu anda, tartışılacak konu mu Allah’ınız aşkına bu? Türk halkı, iktidarıyla muhalefetiyle bu konuyu aştı ve toplumsal bir mutabakatla bu türban konusu çözüldü. Şimdi, türban ne eğitim, ne de  kamu görevi için bir engel değil, türbanlı hakim de avukat da, milletvekili de, bakan da var daha ne olacak?
Aslında, kadınlara yönelik şiddet eylemini, bizzat kadınların kendileri; kendi karar ve azimleriyle  önleyeceklerdir. Önce kendilerini, bir dişi değil, erkeklerle eşit medeni bir kişi olarak kabul etmeleri ve sorunu kendi beyinlerinde çözmeleri gerekir.
Kadınlar, şöyle bir düşünmelidir, ana karnından türbanla doğmadıklarına ve belli yaşa kadar da türban takıp başlarını örtmediklerine göre, bir an gelip de niçin türban takıyorlar? Erkek egemen toplumun, dinin çağ dışı kurallarının, din adına verilen yalan yanlış fetvaların, mahallenin, siyasal İslamcı iktidarların baskı ve yönlendirmeleriyle. Erkeklerin, kadınları tahrik eden hiç mi yanları yok, erkekler niçin bazı yerlerini örtmüyorlar?
O zaman biz diyoruz ki; bir kadının; eşinin, babasının, abisinin, mahallenin, sosyal çevresinin, siyasal İslamcı iktidarların yönlendirmeleri, dayatmaları, teşvikleri ve  baskılarıyla, sözde erkekleri cinsel yönden tahrik etmemek için, türban takarak başını kapatmaya başlaması, başlı başına kadının özgürlüğünün kendi elleriyle sınırlanmasıdır. Sen kadın olarak, sözüm ona erkeği tahrik etmemek için, dinin açık bir emri olmadığı halde, başını türbanla örterek, kendi özgürlüğünü sınırlayacaksın, ondan sonra da, türbanla beni okullara ve resmi işlere almıyorlar, özgürlüğüm engelleniyor diye hayıflanacaksın.
Sen kadın olarak, dolaylı veya direkt baskılara göğüs geremeyerek türbanı başına takmakla, tüm özgürlüklerini, hatta can güvenliğini, o şiddet yanlısı erkeklerin ellerine emanet ettin gitti. Onlar artık seni erkekle eşit bir kişi olarak değil, saçının telini gördüklerinde şehvet uyandıran bir dişi olarak görmeye başladılar bile.
Şimdi, siz değerli okurlara bir soru sorarak, bu sorunun üzerinde düşünmenizi istiyorum.
Bugün yoğunlaşan, erkeğin kadına uyguladığı şiddet, siyasal İslamcı AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılından önce ve çok daha önceleri bu kadar yoğun muydu? Bir hatırlamaya çalışın lütfen. Bize göre bu kadar fazla ve yoğun değildi.
Öyleyse, AKP'nin iktidara geldiği dönemden günümüze kadar kadına yönelik şiddet niçin tavan yaptı? İşte bu sorumuzun doğru ve tarafsız cevabını bulmadan, kadına yönelik şiddeti cezai tedbirlerle önlememiz asla mümkün değildir.
AKP iktidarı; ülkemizde dini siyasete alet etti, siyasal İslam esasına dayalı bir devlet anlayışını ve düzenini hakim kılmaya çalıştı, İslam’ın yalan söylememe, yolsuzluk yapmama, kul hakkı yememe, iftira atmama gibi ahlaki değerlerini topluma benimsetme ve kendisi de bu değerlere uyarak ülkeyi yönetme yerine, ”dinimizde yuvanın reisi ve sorumlusu erkektir. Sevk ve idare ondadır. Erkek hakka uyduğu, hayırlı ve doğru olanı istediği sürece, kadının kocasına itaat etmesi farzdır” gibi fetvalarla, laiklik ilkesini, laik sosyal ve eğitim düzenini yok etti, sosyal hayatı ve eğitimi dini esaslara uydurmak için elinden geleni yaptı, hem laik hem de demokrat olunmaz dedi, dinin kadını erkeğe göre hor gören, kadını eksik etek olarak nitelendiren İslam’ın sosyal temel nizamlarını ülkemiz toplumuna hakim kılmak için elinden geleni yaptı, Cumhuriyet döneminin tüm üretim tesislerini fabrikalarını özelleştirme adı altında sattı ve satılan tesisler üretemeyince ve yerlerine yenileri de kurulmayınca iç ve dış borçlar arttı, işsizlik çoğaldı, hızlı nüfus artışı teşvik edildi, artan nüfusa yeterli çalışma alanları yaratılamadı, ekonomi felç oldu, ekonominin bozulması ailelerin ekonomilerini de bozdu, boşanmalar arttı, ailevi geçimsizlikler, çocuğunu alıp baba evine sığınan kadınların sayısı arttı, maalesef adına ne derseniz deyiniz, ister cahillik, ister dinin etkisi, ister yıllardan gelen örf ve adetler deyiniz, erkeği kadından üstün gören erkek egemen toplum olmanın psikolojik ve ruhsal bozukluğuyla kendini üstün gören, yeterli eğitim alamamış, ekonomik özgürlüğünü elde edememiş ama egosundan hiçbir şey kaybetmemiş bazı erkekler; kendilerinden ayrılan eşlerini, kendilerine ait bir malın elinden alınmış olmasının yarattığı hınç ve intikam duygularıyla, yaralamaya ve öldürmeye başladılar.
Erkeğin, kadından üstün olduğuna ilişkin ve de kadını sahiplenme duyguları, şuur altında uyur vaziyette, hiçbir zarar vermeden yatmakta iken, bize göre genellikle ekonomik yetersizlikten kaynaklı aile kavgaları başlayıp aile dağılınca, erkeğin şuur altındaki o uyuyan üstünlük ve kadına sahiplenme duygusu uyanarak şuur altından çıkıp kadına şiddet olarak patlamaktadır.
Erkeğin, kadından üstün olduğuna dair, daha düne kadar medeni yasalarımızda da, akıl almaz hükümler vardı, Avrupa Birliğinin baskılarıyla, kadın erkek ayrımcılığı yaptığı için siyasal iktidarın mecbur kalarak, adalet reformu adı altında Medeni Kanunda sanırız 2002 yılında yaptığı değişiklikten önce; eski Medeni Kanuna göre; ailenin reisi koca. yani erkekti. Evlenen kadın evlenene kadar taşıdığı soyadını bırakır ve kocası erkeğin soyadını alırdı, kendi kızlık soyadını kullanamazdı, nüfusu kocasının nüfusuna nakledilir, doğan çocuklar da babanın soyadını alırlar, Eski Medeni Kanunda yer alan eşlerin çocukların velayetini birlikte kullanacağı, anlaşmazlık halinde ise babanın reyinin üstün olacağı hükmü değiştirilerek, eşlerin velayeti birlikte kullanacakları hükmü getirilmiştir. Yine, müşterek konutun seçimini kocanın yapacağı hükmü değiştirilerek, eşlerin oturacakları evi birlikte seçecekleri hükmü getirilmiştir. Eski Kanunda evlilik birliğini temsil hakkı bazı haller dışında kocaya ait iken, yeni Medeni Kanunda evlilik birliğinin temsili eşlerin her ikisine verilmiştir. Bu örnekler daha da uzatılabilir.
İslam dininin ve Medeni Yasanın dahi, daha düne kadar yürürlükte iken yakın zamanda değişen yukarıda örneklerini verdiğimiz kadını erkeğe göre eşit görmeyen erkeği üstün kılan yıllarca uygulanan bu hükümleri, bize göre, kadına yönelik şiddetin kılcal damarlarını oluşturmuştur.
Bir de bizim toplumda, yerleşik bir üvey kardeş tanımı vardır ki; bu üvey kardeş tanımı dahi, erkeği üstün gören bir anlayışı sergiler. Derler ki; baba bir anne ayrıysa, üvey değil öz kardeştir. Anne bir baba ayrıysa üvey kardeştir.
Yine toplumumuzun yerleşik çarpık ve yanlış telakkilerine göre, baba olmazsa çocuk olmaz, çocuğun mimarı babadır. Ne münasebet?
Çocuk; kadın ve erkeğin ortak eseridir. Erkeğin spermi olmazsa, nasıl çocuk olmuyorsa, kadının döllenmeye elverişli yumurtası olmazsa, yine çocuk olmaz. Baba; bir inşaata, hazır beton döken kamyon misali, dışarıdan  hortumuyla kadının yumurtasına spermini döktüğü için mi imtiyaz sahibi oluyor anlamak mümkün değil. Tohum, sadece sperm değil, kadının yumurtası ve erkeğin spermi birleşince döllenip tohum oluyor ve çocuklar dünyaya geliyorlar, unutmayınız ki, tarla da, bebeğin doğana kadar oturduğu ev de  kadına ait. Yani kadın ikiye bir önde bize göre.
Bugün, hukukçu olmanın adalet duygusu ve  sinirden, çok gevezelik yaptık.
Kadına şiddet; geçmiş yıllara dayalı yerleşmiş örf ve adetlerden, törelerden, çarpık zihniyetten, din kurallarından, Medeni Yasanın değişene kadar yıllarca uygulanarak belleklere yerleşen, erkeği kadına göre üstün gören bazı çağ dışı kadın erkek eşitliğine aykırı kurallarından, cahillikten, eğitimsizlikten, laiklik ilkesinden kopuştan, dinin siyasete alet edilmesinden kaynaklı olup, bazı erkeklerin şuur altında uyur vaziyette bekleyen ve bir kıvılcımla ateş alan  nedenleri ve  alt yapısı, ülkemizde fazlasıyla mevcut olup, ekonomik nedenler bardağı taşırmakta ve bu önlenemez kadına şiddet her gün ortaya çıkmaktadır.
Yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere; kadına şiddet, öyle yasal ve cezai tedbirlerle, bugünden yarına, hemen önlenebilecek bir sorun değildir. Kökleri derinlerdedir, bu sorunu çözmek için, önce ülkemizde laik bir siyasal iktidarın iş başına gelmesi ön şart olup, çözümü de kısa değil,  orta ve uzun vadeli bir iştir.

Güner Yiğitbaşı

25/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

En ağır cezayı versen ne değişecek?
Emine BULUT isimli kadının, eski eşi tarafından boğazından bıçaklanarak öldürülmesinin üzüntüsüyle, dün KADIN CİNAYETLERİ başlıklı yazıyı yazarak yayımlamıştık.
Bugün SÖZCÜ Gazetesini okurken, bu sefer kızgınlıkla karışık bir üzüntü kapladı içimizi.
Habere göre; ölmek üzere olan talihsiz kadının kızı; ”Anne lütfen ölme” diyerek çığlık atarken, anne de kızına “Ölmek istemiyorum” diyerek son nefesini vermiş.
Bu yazdıklarımız, Türk filmlerinden alışık olduğumuz hayali bir film senaryosu değil, keşke öyle olsaydı. Gerçek bir hayat ve ölüm sahnesi.
Ülkemiz, bugüne kadar bu tür cinayetlerin ve acı sahnelerin binlercesine tanık oldu.
Ama, bugüne kadar kadın cinayetleri hep göz ardı edildi ve iki gün sonrasında, bir yenisi işlenene kadar unutulup gitti.
Emine BULUT cinayeti de; diğer yüzlercesi gibi, devlet ve siyasal iktidar olarak önleyemediğimiz utanç verici kadın cinayetlerinden, şimdilik sonuncusu. Ama biz toplum ve bu toplumun insanları olarak, Türk filmlerinden böyle çarpıcı ;”Anne lütfen ölme”, “Ölmek istemiyorum kızım ”gibi ve benzeri hayali senaryolara, gerçek olmadığını bilmemize rağmen gözyaşı dökmeye ve mendiller ıslatmaya, o kadar çok alıştık ki; halkımız ve politikacılarımız, kış uykusundan ancak uyanarak, bremen mızıkacıları gibi hep bir ağızdan Emine BULUT'a ağıt yakmaya ve üzüntülerimizi bildirmeye soyunduk.
Bu cinayetlere neden olan asıl nedenleri ve bataklığı yok edecek ekonomik, sosyal, kültürel, eğitimsel, dinsel, kadılara yönelik zihinsel çözüm yollarını arayıp bularak gereğini yapacak yerde, failin en ağır ceza ile cezalandırılacağını söylemekle yetiniyoruz.
Kardeşim, sen devlet olarak, faile en ağır cezayı versen, hata yasalar imkan verse de, faili idam edip hayatına son versen, öldürülen Emine BULUT hayata geri dönebilecek mi? Bırakın bu züğürt tesellilerini, kadınlarımızı oyalayıp kandırmayı, bataklığı kurutun, bataklığı.
Faile en ağır cezayı vermeliyiz demek; devletin ve iktidarın, çaresizliğini itirafıdır.
Ne demek, fail hak ettiği en ağır cezayı alacaktır? Sen söylemesen de, yargı çalışacak ve gereğini yapacaktır zaten. Ben bu sözleri bir hukukçu olarak hiç sevmiyorum ve tasvip de etmiyorum. Bu sözler, bir acizliğin ifadesidir. Kaldı ki; bu tip sözler, halkın öfkesini, hıncını ve öç alma, kısas ve intikam duygularını kabartan tehlikeli sözlerdir, faile en ağır cezanın verileceği vaadi  ile kamu vicdanını rahatlatmaya kalkışmayınız, cinayetlerin kaynağında kuruması ve önlenmesi için alınması gereken kalıcı tedbirleri somut olarak alınız, polisiye tedbirler bu sorunun çözümü için asla yeterli değildir, her kadının başına bir polis mi dikeceğiz?
Sağlık anlayışımız da öyle değil mi? Önce insanlar bir hastalansınlar sonra onları iyi etmek için uğraşırız. Kardeşim, sen önce insanların hastalanmamaları için alınması gereken sağlık tedbirlerini alacaksın. Koruyucu tıp ve hekimlik diye bir kavram var Dünyada.
Zabıta ve asayiş konusunda da aynı geri zihniyete sahip değil miyiz? önleyici zabıta diye bir kavram yok ülkemizde. Bizim ülkemizde, yasal silahsız barışçıl bir gösteri yürüyüşü ve toplantısı mı yapılacak, polis hemen yollara barikat kurarak, insanların yasal haklarını kullanmalarını zora dayalı olarak engellemeye çalışır. Bizdeki koruyucu zabıta anlayışı da budur işte, özgürlükleri koruma yerine, özgürlüklerin kullanılmasını yasaklama, biz de koruyucu zabıta olarak nitelendirilir.
Dünkü KADIN CİNAYETLERİ başlıklı yazımızı;
“İşsizliği önleyemeyen, vatandaşlarını eğitemeyen, dini duyguları ön plana çıkaran, kadını hor gören, kadına toplumda erkekle eşit bir rol tanımayan bir devlet yönetiminde kadın cinayetlerini asla önleyemezsiniz beyler. “ diyerek bitirmiştik.
Bu yazımızı okuyan bir okur bayan; yazımızın tamamına aynen katıldığını belirtmesine rağmen, yazının sonundaki, ”beyler” kelimesine takılmış ve bunu beğenmediğini kabul etmediğini yazmış.
İşte, erkekleri adam yerine koyan, kadınları toplumdan dışlayan, bizim önceki yazımızın sonunda hitap ettiğimiz bu beyler var ya; kadın cinayetlerinin temelinde, kadına değer vermeyen, onu toplumun dışına iten, sosyal alanda ve devlet yönetiminde kadına yer vermek istemeyen, onu kişi değil, erkeğini cinsel yönden tatmin etmekle ve en az üç dört çocuk doğurmakla görevli, değersiz ve adı olmayan bir dişi varlık olarak gören çarpık zihniyetin sahipleridir.
Kadına yönetimde etkin bir rol vermek istemeyen ve bunda başarı da gösteren bu beylerin çarpık ve çağ dışı ilkel zihniyeti yüzünden ortaya çıkan, kadınların can güvenlikleri dahil tüm sorunlarını çözme mevkiinde, maalesef kendilerini adam sayan bu beyler bulunduğu için, biz de yazımızın sonundaki çözüm bölümünde, beyler yazmak zorunda kaldık.
İşte, kadın cinayetlerinin niçin önlenemediğini daha iyi anlamış olmalısınız.
Kadının, çözümünde etkin bir şekilde rol alıp içinde olmadığı hiçbir sorunu çözemezsiniz beyler.
Maalesef, bu yazımızı da “Beyler” diyerek bitirmek zorunda kaldık. Kadına, toplumun her alanında, yönetimde, sosyal yaşamda, evde sokakta her yerde hak ettikleri gerçek değeri ve rolü verelim, kadınları beylerle eşit yurttaşlar haline getirelim, kadının da bir adı ve kimliği olsun ki, cinayetler önlensin ve biz de kadınlara yönelik yazılarımızı “Beyler” kelimesiyle bitirmeyelim.2

Güner Yiğitbaşı

24/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Adli Yıl Açılışı…- Gündüz Akgül
Sevgili Dostlar…
2019-2020 Adli yıl açılışının Cumhurbaşkanlığı sarayında yapılması günlerdir tartışmaları beraberinde getirmiş, 40’ı aşkın Baro Başkanı davetli olmasına karşın bu açılışa katılmayacağını ve bunun Yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti ile bağdaşmadığını belirtmiş, Barolar Birliği Başkanı ise toplantıya katılacağını açıklamıştır.
Uzun yıllarını yargıya veren ve yargı bağımsızlığı konusunda çok hassas olan benim bu konuda bir şeyler yazmamı beklediğinizi biliyorum. Ancak rahatsızlığım nedeniyle yazamadığımdan. Arşivimde bulunan 24.08.2016 tarihinde yazdığım “YARGI SARAYDA” başlıklı yazım, yargı bağımsızlığı ile bağdaşmayan bu durumu önceden anlatan nitelikte olduğundan bilgilerinize sunarak kabul etmenizi dilerim. G.A. 24.08.2019

YARGI SARAY’DA…

Ülke, başarısız darbe girişimi ve buna bulaşmış personel tasfiyesi (ayıklaması), Suriye Cerablus operasyonu ve diğer olumsuzluklar nedeniyle toz, duman içinde kalmışken, önemli bir konunun göz ardı edilmemesi gerekmektedir…
Adli Yıl açılış töreni…
32 yıllık meslek yaşamımın 28 yılı yargıda geçti. 20 yıl öncede emekli oldum…
Gerek bu 48 yıllık sürede, gerekse öncesinde adeta yasa haline gelmiş bir teamül (öteden beri olagelen) gereği adli yıl açılış törenleri Yargıtay’da yapılmaktadır…
Bu törende, günün önem ve anlamını belirten konuşmaları, Yargıtay Başkanı ve iki yıl öncesine kadar Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı tarafından yapılırdı…
Bu yıl Adli Yıl açılış töreninin Cumhurbaşkanı’nın Beştepe Saray’ında yapılacağı duyuruldu…
Yargı bağımsızlığının, hukuk devletinin olmazsa olması olduğunu öteden beri savunan herkes ve her hukukçu, bu durumun yargı bağımsızlığı ile bağdaşmadığını çok net bir şekilde açıklamaktadır…
Bende böyle düşünüyorum…
Üç büyük İl (İstanbul, Ankara, İzmir) Baro Başkanları’nın, kendilerine henüz bir davet gelmemesine karşın, gelse bile bu törene katılamayacaklarını dediklerini medya haberlerinden öğreniyoruz…
Son yıllarda en çok yıpranan kurumların başında Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yargı gelmektedir…
Silahlı Kuvvetlere yapılan kumpaslar, bir kısım hainin darbe girişimi günlerce tartışılmakta olup bu yazının konusu dışındadır…
Yargı’ya gelince…
Anayasamıza göre ülkemizde güçler ayrılığı ilkesi vardır…
Bu güçler Yasama, Yürütme ve Yargı’dır…
Ne yazık ki güçler ayrılığının göz ardı edilerek, tüm güçlerin tek elde toplandığı uzun bir zamandır gündemimizden düşmemektedir…
Yüksek Yargı Başkanlarının çay toplama partilerine katılmaları, muhalefetin eleştirilmesini alkışlamaları, yargıyı yeterince yıpratmış ve tartışma konusu yapmıştı…
Bu açılış törenlerinin Saray’da yapılması bu tartışmayı alevlendirecektir…
Güçlerin tek elde toplandığı her gün tartışılırken, yerleşmiş bir teamüle aykırı olarak bu yıl adli yıl açılış törenlerinin Cumhurbaşkanlığı Saray’ında yapılması ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanının bu törende konuşma yapması, yargı bağımsızlığına büyük bir gölge düşürmekte ve tüm güçlerin tek elde toplandığını savunanları haklı çıkarmaktadır…
Bununda kamuoyunda çok tartışılacağı ve yargıyı daha da yıpratacağı şimdiden belli olmuştur…
Bu güne kadar yargıdaki tüm olumsuzlukları dile getiren ve yargı bağımsızlığını ödün vermeden savunan ve yargının saç ayaklarından biri olan savunmanın en üst kuruluşu olan TBB’nin Saray’daki törene katılacağını açıklaması, büyük bir talihsizlik olup, bağımsız yargı adına kabul edilemez…
Yargıyı daha fazla yıpratmak hiç kimseye yarar sağlamayacaktır…
Bağımsız ve tarafsız yargının herkes için bir güvence olduğu unutulmamalıdır…
24.08.2016
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet savcısı

Kadın Cinayetleri - Güner Yiğitbaşı
Ülkemizde kadın cinayetleri bir türlü sonlanamıyor.
İşlenen cinayetlere bakıyoruz, öldürülen kadınlar okumamış, bir iş ve güç sahibi olamamış, çocuk yaşta evlendirilerek en az iki üç çocuk sahibi olmuş, başları kapalı mütedeyyin ve eşleri de cahil ve işsiz kadınlar.
Bu cinayetlerin altında saklı ekonomik, sosyal ve dinsel bir çok neden mevcut.
Ülkeyi yönetenler bize göre bu cinayetlerin baş sorumlusudur.
İktidardaki AKP'nin; kadına verdiği değer ve toplum içinde kadına biçtiği rol, ortada.
AKP iktidarına göre  kadın; eksik etek, erkekten daha aşağılık bir yaratık. Kadın, onlara göre evinde oturmalı ve erkeğine cinsel kölelik yapmalı, en az üç dört çocuk doğurmalı, hamileyken sokağa çıkıp gezmemeli, başını örtmeli, çalışmamalı, evinin kadını olmalı ve erkeğinin eline bakmalıdır.
Olmaz ama, haydi kabul ettik kadın evinde otursun, çalışmasın, kendisi tatmin olamasa da, erkeğinin hayvani  cinsel istek ve arzularını her gece yatakta tatmin etsin, dokuz ayda bir çocuk doğurarak, ERDOĞAN'ın tavsiyelerine uysun da, bu değirmenin suyu nereden gelecek?
Eşi evde oturarak çocuk doğuran ve çocuk bakan erkeğe, işi ve parayı kim bulacak? Tabii ki devlet. Yani üç çocuk yapın diyen ERDOĞAN.
Ama iş nerede? Aslanın ağzında bile değil bağırsaklarında.
Kadın evde işsiz, üç çocuk doğurmuş, koca dışarıda işsiz ne olacak? Ailevi geçimsizlik başlayacak tabi. Erkek, eve ekmek getirememenin kompleksine girecek, kadın biraz dişliyse, “sen ne biçim erkeksin eve ekmek bile getiremiyorsun” diye isyan edecek, işsizlikten bunalan cahil koca, baskın çıkarak eşine şiddet uygulamaya başlayacak, buna dayanamayan kadın, baba evine sığınacak.
İşsiz erkek, her akşam kadınla yatıp tatmin olmaya alışmış, tek eğlencesi olan kadınsız geceler ona daha bir zor gelmeye başlayacak, çocuklarını da özleyecek, bir de çocuk özlemini eklediğinizde, işsiz ve cahil koca çılgına dönerek kadının sığındığı kayınpederinin evini basacak ve al sana en az üç ölümlü seri cinayet.
İşsizliği önleyemeyen, vatandaşlarını eğitemeyen, dini duyguları ön plana çıkaran, kadını hor gören, kadına toplumda erkekle eşit bir rol tanımayan bir devlet yönetiminde kadın cinayetlerini asla  önleyemezsiniz beyler.

23/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Demokrasi Truva Atı Olmadığı Gibi Amaca Ulaşınca İnilecek Tramvay (Araç) Da Değildir
Beş ay önce, halkın oylarıyla seçilen Diyarbakır, Van ve Mardin Belediye Başkanları, İçişleri Bakanının idari tasarrufu ile görevlerinden alınarak, yerlerine o illerin valileri, kayyum adı altında, bu yerel yönetimlerin başına atanmış Belediye Başkanı olarak getirildiler.
Görevden alınan başkanlar hakkında, tedbiren de olsa, görevlerinden alınmalarını gerektiren kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmamaktadır.
Terör örgütü PKK'ya destek verdiklerine ilişkin bir şüphe ve kanaate dayalı olarak bu başkanlar görevden alınmışlardır.
Haydi diyelim ki, bu görevden almalar haklı ve hukuki, görevden aldığınız bu başkanların yerine, niçin iktidarınızın emir kulları merkezi yönetimin mülki amirleri valileri atıyorsunuz, bu işi yapacak ehil ve tarafsız başka insan bulamadınız mı, bu boşluğu niçin Belediye Meclislerinin kendi aralarında yapacakları seçimle doldurmaları yoluna gitmiyorsunuz, ya da bu illerde seçim yenilemenin yollarını aramıyorsunuz?
Belediye Başkanı olarak atanan valilerin; AKP'nin taraflı memurları olduğunu boşuna söylemiyoruz, bu ülkede bugünkü kadar yoğun olmasa da, AKP iktidarından önce de şu anda da, kaymakam ve vali diye tarafsız bir mülki amir kalmadı. Van Belediye Başkanlığına atanan Valinin ilk icraatının, Cumhurbaşkanlığı forslu AKP Genel Başkanının portre fotoğrafını belediye başkanının makam odasının duvarına astığına bütün Türk Milleti olarak tanık olduk. Bu yazının yazarı bendeniz de, İçişleri Bakanlığından Kaymakamlık bursu alarak hukuk tahsili aldım,1970 senesinde mezun olduğumda da, kaymakamlık ve valilik siyasetin tasallutu altında, ateşten gömlek görevlerdi, ben öngörüm sayesinde kaymakamlıktan kaçtım ve yargıçlığı seçtim. Bugün,o genç ve tecrübesiz yaşıma rağmen, çok isabetli bir karar aldığımın iyice farkına varmış durumdayım.
Sizler de biliyorsunuz ki; seçimle gelinen bu belediye başkanlığı  koltuklarına, kendi valilerinizi atamazsanız, seçimle kazanamayacağınız bu koltuklara asla sahip olamayacaksınız.
Şöyle veya böyle, bu koltuklar seçim yoluyla doldurulmaya kalkıldığında, yüz kere de seçim yapsanız, bu koltukları kazanamayacağınızı çok iyi bildiğiniz için, bir bahane ile başkanları görevden alarak, yerlerine emir kullarınız valileri getirerek, bu başkanlıkları seçimsiz kazanmış oldunuz.
Umarız, hukuk dışı ve antidemokratik bu yolu, kaybettiğiniz için sizleri çok üzen rant kapınız Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanları için denemeye kalkışmazsınız.
Başkanlarını görevden aldığınız illerin etnik yapısına baktığınız da, bu illerde yaşayan ve HDP'li başkanlara oy vererek onları o koltuklara oturtan halkın büyük çoğunluğunun, terör örgütü de olsa, şu veya bu nedenle PKK'ya bir sempatilerinin olduğu gerçeğini kabul etmek zorundasınız. O zaman tüm bölge halkını, seçmen çoğunluğunu cezalandırın, elinizden geliyorsa, bölge halkının seçme ve seçilme haklarını ellerinden alınız. Bunu yapamayacağınızın farkındasınız tabi.
Bunu şunun için söylüyoruz, başkanları görevden alan İçişleri Bakanı söylemiş ya; ”halkın helal oyları istismar ediliyor, biz bu istismara göz yumamayız, demokrasi bir truva atı değildir” diye.
Sizin beyaz zannettiğiniz oyların ne kadarı beyaz, ne kadarı gri ve ne kadarı siyah, onu Allah bilir. Bölgenin etnik ve sosyolojik yapısını, beklentilerini, akıllarından geçenleri, bölge gerçeklerini, kendi hatalı ve eksik yönetim ve terörle mücadele yöntemlerinizi göz ardı ederek, polisiye tedbirlerle, başkanları görevden alarak, bir sonuca ulaşamazsınız, farkında mısınız, bu görevden almalardan sonra, bölgeden gelen şehit haberlerindeki artıştan?
İçişleri Bakanı çok doğru söylemiş, kendisini kutluyoruz.
Demokrasi, gerçekten Truva atı değildir, Bakan’ın bu çok doğru lafına, biz de bazı ilaveler yapalım. Demokrasi; Truva atı olmadığı gibi, atını alıp Üsküdar’ı geçmek, asıl amaca ulaşılan istasyona gelindiğinde inilerek terk edilecek bir tramvay, diktatörlüğe giden bir araç da değildir. Demokrasi ya vardır, ya da yoktur, demokrasi araç değil ulvi bir amaçtır. ATATÜRK'e diktatör diyorsunuz ya, vet ATATÜRK; zamanın koşulları onu gerektirdiği için, diktatörlüğü araç olarak kullanmıştır, sonsuza kadar amaçladığı demokrasi için. ATATÜRK; diktatörlüğü, asla ve asla, nihai ve sürekli bir amaç olarak benimsememiştir, amacı çok partili demokrasidir. Başarısız da kalsa, bunun örneklerini sağlığında vermiştir.
AKP ve onun İçişleri Bakanı; biraz inandırıcı ve güven verici olmalı, koşullara ve iktidarın çıkarları uğruna, çifte standart uygulamalar yapmamalı, ovarlok makinası gibi zikzaklar çizmemelidir.
Açılım, saçılım süreçlerini, şehirlerde çukurlar ve siperler kazan, yol kontrolleri yapan, vergi toplayan, PKK militanlarına göz yummaları için valilere verilen emir ve talimatları, müzakere masalarını, Habur seyyar mahkemelerini, Dolmabahçe Mutabakatını, bu millet henüz unutmadı. Haydi bunları sadece hatırlatmakla yetinelim.
Daha aradan  iki ay geçen, İstanbul’da tekrarlanan Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinden önce, görevden aldıkları belediye başkanlarını yardım ve yataklıkla suçladıkları terör örgütü PKK'nın kurucusu ve gerçekleştirdiği binlerce polis, asker ve sivilin öldürülmesinin azmettiricisi olan İmralı’daki Abdullah ÖCALAN'dan yardım ve destek almak için onun kapısını çalan, İstanbul’daki Kürt seçmenlerinin tarafsız kalmalarını öneren mektubuna muhtaç kalan ve ÖCALAN'ın bu mektubunu yayınlayan, APO'nun kardeşi örgüt elebaşısı Osman ÖCALAN'ı,ana muhalefet partisi liderini bile çıkarttırmadıkları devlet televizyonu TRT'ye çıkartarak konuşturan, yapılan eleştiriler sonrasında da, Osman ÖCALAN'ın kırmızı bültenle arandığını ben  bilmiyordum demek zorunda kalan kişi, görevden alınan bu üç belediye başkanı mıdır? Vatandaş yaptığında, PKK'ya yardım ve yataklık, PKK'yı övme olarak ayağa kalkan, mevzuata göre yargıda hesap vermeleri mucize kadar zor olan bu AKP üst düzey yönetimini, bu millet sandıkta demokratik yollarla inşallah görevden alacaktır.
Biraz insaflı, inandırıcı ve güven verici olunuz lütfen.
Sizin, yağmura tutulan arabanın sileceği gibi, bir o yana bir bu yana gidip gelen, akıl almaz, kaypak ve çifte standart uygulamalarınızdan dolayı artık başımız döndü, sinirlerimiz laçka oldu. Halk, nasıl davranacağını, neyin suç ve neyin suç olmadığını bilemez hale geldi.
Bu ülkenin; bugün için en başta terör ve ekonomi olmak üzere, çok sorunu var ama, bize göre öncelikli ve diğer sorunların çözülmesinin ön şartı olan en acil sorunu, ülkeyi yönetemeyen, içeride ve dışarıda, her alanda ülkeyi çıkmaza sürükleyen, Suriye’deki anlaşabildiği tek ortağı Rusya'yı bile, Soçi mutabakatı gereğince İdlib'deki Taliban unsuru silahlı teröristleri etkisiz hale getiremediği için çileden çıkararak, Putin'in, Esat yanında bize cephe almasının yolunu açan iş başındaki AKP iktidarının, demokratik bir erken seçim sonunda, süratle  iş başından uzaklaştırılmasıdır.

Güner Yiğitbaşı

22/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Oturun Kalkın Atatürk’e Dua Edin…
Rahatsızlığım nedeniyle uzun süredir yazamıyorum.
Büyük önder ve devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ü ve devrimlerini içselleştirmiş biri olarak, bugün tabletten izlediğim, sosyal medyada gözüme çarpan iki haber nedeniyle ağrılarıma karşın yazmaktan kendimi alıkoyamadım.
Birinci haber;
“Resmi gazetede yayınlanan Suudi Arabistan Kraliyet kararnamesine göre, 21 yaşını aşan tüm Suudi Arabistanlı kadınlar pasaport alabilecek, seyahat etmek için bir erkek refakatçiye gerek olmayacak.” şeklindeydi.
İkinci haber;
“İran’da "zorunlu başörtüsü ve giyim yasaları" çerçevesinde düğmesiz tunik, pardösü türü kıyafetlerin üretiminin yasaklandığı, bu tür tunik veya pardösülerin üretimi, İslam toplumunun yapısıyla uyuşmadığı, hiçbir işletmeye bunları üretme izni verilmeyeceği, eğer bu tür ürünlerin üretildiğini tespit edilirse ilgili iş yerlerinin mühürleneceği, Ülkede zorunlu başörtüsüne karşı eylemler son birkaç ayda artarken, güvenlik güçlerinin de bu yasalara uymayan kadınlara yönelik tavrını sertleştirdiği.” şeklindeydi.
Bu haberleri okuyunca ülkemdeki kadınların oturup kalkıp büyük devrimci Atatürk’e dua etmeleri ve Atatürk devrimlerine sıkı sıkıya sarılmaları gerektiğini düşündüm.
Ne yazık ki…
Ülkemizdeki kadınların büyük bir bölümü kendilerine altın tepsi içinde sunulan hakların kıymetini bilerek bu haklarına çok kıskanç bir şekilde her türlü zorluğa karşı sahip çıkarken, bir bölümü ise bu haklardan yararlanmakla birlikte, büyük öndere ve devrimlerine karşı tavır sergilendikleri gözlenmektedir.
29 Ekim 1923 tarihinde en büyük devrim olan laik Cumhuriyet kurulurken, Mustafa kemal Atatürk ve yol arkadaşları bu devrimi diğer devrimlerle taçlandırmak için büyük bir çalışmanın içine girdiler.
Bu devrimlerden biri de kadınlarımıza verilen seçme ve seçilme  hakkıdır.
Kadınlarımızın ekonomik ve siyasal yaşama katılmaları yönünde bir dizi değişiklik yapılırken, 1930'da belediye seçimlerinde seçme, 1933'te çıkarılan Köy Kanunu'yla muhtar seçme ve köy heyetine seçilme, 5 Aralık 1934'te Anayasa'da yapılan bir değişiklikle de milletvekili seçme ve seçilme hakları tanınmıştır.
Bu haklar uygar birçok ülkede çok sonradan verilmiştir.
Örneğin;
Fransa’da 1944, Japonya’da 1945, İtalya’da 1946, Çin’de 1947, Belçika’da 1948, Yunanistan’da 1952, ve İsviçre’de 1971 yılında ancak kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilebilmiştir.
Bu örnekler Atatürk’ün büyüklüğünü ve devrimciliğini bir kez daha kanıtlamaktadır.
Atatürk karşıtları, kurumlardan adını silmekle, duvarlardan resmini indirmek ve yerini değiştirmekle, Atatürk sevgisini asla içimizden silmeye başaramayacaklardır.
Bu böyle biline…
Onun için diyorum ki ey Türk kadını;
Yukarıda sunduğum iki haber daima kulaklarında küpe olsun.
Atatürk’e ve devrimlerine sahip çıkmak, hem senin, hemde çocuklarının aydın geleceği için kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Gündüz Akgül

21.08.2019
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Cennet mi Cehennem mi!
Bir gün internette dolanırken, bir TV programına birkaç aşığın ellerinde sazı ile İsmail Türüt’ün de bulunduğu TV yayınına tanık olmuştum. Ayrıntılarını not almadığım bu programda elinde sazı olan bir ozan aşık “Cennet mi Cenehennem mi” içerikli bir öykü anlatıyordu.  Sesini banda aldığım bu ilginç ve komik öyküyü banttan çözerek size sunmak istedim. Ozan âşık şöyle anlatıyordu:
“-Adamın birisi, “yarabbi ben ölmeden önce Cenneti-Cehennemi bana bir göster, nereye gideceğime ben karar vereyim.
Allahütala bunun duasını kabul etmiş, demiş ki, “git bunu al Cenneti Cehennemi bir göster, nereye cani isterse oraya göre hareketini karar verir oraya gider”. (İsmail Türüt “oh iyi iyi” diyor.
Azrail almış bunu götürmüş Cennete. Adam girmiş Cennete bakmış görmüş abı hayatlar, zemzemler, huriler, köşkler, saraylar; çok güzel ama ıssız sessiz. Kimsenin kimseyle bir işi yok ne dedikodu, ne hortumlama var, ne kavga var.
Adam demiş yav, bir de Cehennemi gezelim.
Cehenneme bir girmiş, ne girsin, baylar bayanlar merdivenden kayanlar, yıldızları sayanlar, tırnağı boyalı, dodağı cilalı ne kadar kadın var orda. (İsmail Türüt, “ooh, devleti soyanlar” diyor.
Adam demiş “yav burası güzel, insan burada sıkılmaz her türlü gırla gürültü var. Ben dünyaya döndükten sonra buraya gelmek için bütün gayretimi göstereyim”. Hani atalar demişlerdi ki “dervişin fikri ne ise zikri de o dur.
Adam ona göre yaşantısını yaşamış, günü bitmiş, Azrail çökmüş gırtlağına; adam biliyor zaten nasıl olsa “Cehenneme gideceğim” diyor. Görüntüsünü ilkin beğenmişti ya. Azrail kapıyı şöyle bir aralıyor, adam bir bakıyor ki içeriden feryatlar figanlar, zopalar, katran kuyuları, ateşler, lavlar…
Adam geri geri çekilmeye başlıyor. (İsmail Türüt, “öyle bir anlatıyor ki sanki oradan geldin” ve gülüşmeler)
Azrail diyor ki, “gardaş nereye gidiyorsun buyarı sen beğenmedin mi”. Adam diyor ki: “Ben beğendim de ben geldiğimde burası böyle değil idi”. Azrail de diyor ki:
“-Sen o zaman turist gelmiştin, o zaman reklam idi, esas durum bu”.(Salondan gülüşmeler alkışlar).
Öyküyü anlatan ozan âşık konuyu şöyle bağlıyor:
“-Şimdi muhterem dostlar, gerçekten biz Türk milleti olarak halen daha reklamları yaşıyoruz, işin özüne indiğimiz yok. Şöyle düşündüğümüz zaman, Çin Seddi’nden Viyana’ya kadar hükmeden nesilin torunları acaba böyle mi olmalıydı? Bu ülke buraya mı gelmeliydi? Ne yapalım”.
İsmini alamadığımız ozan aşık sazı ile çalıp söylemeye başladı:
Nedim Oğlan bir taş attı kuyuya
Kırk akıllı çekti çıkmıyor beyim
Meydan kaldı üç beş kabadayıya
Gücü yeten var da yıkmıyor beyim.
Kaybedince benliğimi özümü
Tutamadım vaat ettiğim sözümü
İstediğim karga oydu gözümü
Başka şeytanımız sızmıyor beyim.
…………………….

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Darbelere Karşı Olmak
Ne güzel bir laf değil mi?
Darbelere karşı olmak.
Darbenin her türlüsüne karşıyız demek.
Peki, gerçek anlamda darbelere karşı olmak ne anlama gelmekte, kimler gerçek anlamda ve samimi olarak darbelere karşı sayılmalıdırlar, hiç düşün dünümüz mü?
Bize göre de darbeler; demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine, hukukun üstünlüğüne, yargının bağımsız ve tarafsızlığına aşık, ülkesini ve vatanını seven hiçbir demokrat kişinin arzu etmediği ve benimseyemeyeceği bir insanlık suçudur, darbeciler ve darbe yanlıları, alçak ve vatan hainidirler.
Darbelere karşı olmak; fiilen gerçekleştirilen veya gerçekleştirmeye teşebbüs edilen  bir darbe girişimi eylemine ortak olmamakla, sözde ona karşı olduğunu beyan etmekle anlaşılamaz.
Darbe karşıtı olduklarını beyan ve iddia eden kişi veya kişiler; cebir ve şiddet kullanarak, bizzat bir darbe eylemiyle  iş başına gelmeyip, demokratik seçimlerle iş başına gelmiş olsalar dahi, ellerine geçirdikleri devlet yetkilerini, güçlerini ve otoritelerini kötüye kullanarak sergiledikleri söz, eylem ve yönetim biçimleriyle, silahlı maddi cebir ve  güç kullanarak darbe yaparak iş başına gelenleri dahi aratacak şekilde, darbeci olabilirler.
Özellikle Dünyada ve ülkemizde örneklerini gördüğümüz, elinde tuttuğu silahlı gücü kötüye kullanarak darbe yapan silahlı kuvvetlerin; mevcut yasal iktidarı devirerek, seçimsiz olarak iktidarı devralıp iş başına geçebilmeleri için tek yol, ellerinde tuttukları silahlı gücü kötüye kullanarak, maddi bir cebirle, klasik darbe diye nitelendirebileceğimiz, gerçek anlamda bir darbe yapmalarıdır.
Bu klasik darbe modelinde, darbeciler kelle koltukta bir eyleme başlarlar ve darbe eylemini tamamlayarak başarılı olurlarsa kellelerini kurtarırlar, kendi düzenlerini kurarlar, halk özgürlüklerinden yoksun kalır, demokrasi rafa kaldırılır.
Klasik, silahlı güce, maddi cebre ve zora dayalı darbe; yapanlar için risklidir, darbenin muhatabı olan  halk, büyük zarar görür, özgürlüklerini kaybetmişlerdir, ama bilirler ki; başlarında darbeci olduklarını inkar etmeyen demokrasi düşmanı olduklarını gizlemeyen, yönetime silah zoruyla maddi cebirle geldiklerini açıkça bildikleri faşist bir yönetim vardır.
Özgürlüklerinin darbeciler tarafından askıya alındığını ve özgür olamadıklarını açıkça bilen halk, yaşantılarını buna göre ayarlar ve bu faşist yönetime alışmak zorunda olduklarının bilinci içinde ,çaresiz bir rahatlık yaşarlar hiç değilse.
Demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine, hukukun üstünlüğüne, kuvvetler ayrılığına, yargının bağımsızlığına ve tarafsızlığına saygılı oldukları için değil de, iktidardan düşürülme korkusuyla, demokrasi adına değil, sadece kendi siyasal iktidarlarının devamı için cebir ve şiddete dayalı klasik darbelere karşı olmak zorunda olan, demokrasiyi, seçimleri, araç olarak kullanarak iş başına gelen, gerçekte insan hak ve özgürlüklerine, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, kuvvetler ayrımına, yargının bağımsızlığına ve tarafsızlığına saygılı olmayan, anayasa ve yasaları delik deşik eden,, hukuken var olsa da fiilen rafa kaldırılan anayasa ve yasalara rağmen ve silahlı maddi bir cebir ve şiddet kullanmasa da, iktidar olmaktan kaynaklı elindeki işine gelen anayasal, yasal ve devletin parasal imkanlarını, devlet gücünü ve otoritesini kullanarak, demokrasiyi kemiren ve yok eden yolsuzlukları, yasakları ve yoksulluğu egemen kılan, buna karşılık kendilerinden yargı önünde hesap sorulamayan  yönetimlerin ve iktidarların, darbelere gerçekten karşı olduklarını kim savunabilir?

Güner Yiğitbaşı

20/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Otobüste rastladığım ozan
19 Ağustos 2019 günü Batıkent’ten İstanbul Yoluna 500-600 metre yürüyerek duraktan, Kızılay’a doğru gitmekte olan EGO otobüsüne bindim. Koltuğa oturur oturmaz gazetemi açtım okumaya başladım.
Karşımdaki koltukta oturan 75-80 yaşlarındaki bir adam, bana doğru yaklaşarak, “gazeteler hiç bilimden bahsetmiyor, onun bunun dedikodusunu yazıyorlar” dedi.  Ben de, gazeteler bilim kitabı değil ki, günlük olayları, haberleri yazar, dedim. Meğer bu yaşlı adamın kendisi, kendi çapında bir halk ozanı imiş.  Mecbur kalarak gazeteyi bırakıp onunla konuşmaya başladık, daha doğrusu o konuşmaya başladı.
Bu yaşlı adama (telefonumun ses alma bölümünü açarak nerelisin, kimsin, kendini tanıt bana dedim.  Otobüsteki yaşlı adam şöyle anlattı:
“-Ben Ali Mazlum, Devlet Su İşlerinden emekli, Samsun Ladik’liyim, Amasya’da oturuyorum, beş çocuğum var, 19 torunum var. Kendim şiir yazarım, 240 kadar yazım var. Yazılarımı müftülükte arkadaşlar daktiloya çekiyorlar” dedi.
Bunları söyledikten sonra bu yaşlı adam, ilkokul çocuklarının acele şiir okudukları gibi, peş peşe mısraları sıralamaya hızlı hızlı aktarmaya başladı, ancak şu dizeleri seçebildim:
“-Ağaçlar açtı yaprak,
Anam babam oldu toprak
Ben de olacağım toprak
Gelin dostlarım gelin.
Gelin ahbaplar gelin
Benim tenim naziktir
Mezarım üzerine
Usul usul atıp toprak
Mezarımın altına
sermeyin yeşil yaprak
Çürütmesin beni kara toprak
Yatayım mezarımda Allah diyerek
Seçmişler beni başa
ne albay oldum ne paşa
Getirdiler dört adam
omuzda koca bir daşa
Yaşasam ne yaşam
yaşamazsam ne yaşarım
Sigara içen gardaş çok
Sıra sıra yazarım
Çok yazarsam seni üzerim
Bir gün olur aranızdan
çeker kabre giderim
Türk malı okuyamadım,
kitabım var açıp okuyamadım
Gülüm var koklayamadım,
meyvem var toplayamadım
Topukla koklayamadım.
Ah meresciler ah bana neler yaptı neler.
Cebimde ne para bıraktım ne pul,
ciğer bıraktım ne kavak,
Kendine etme merak sigarayı bırak.
Dünyayı gezdim yol bulamadım
Çalıştım çalıştım ayağıma şal alamadım
Saçlarım döküldü tarayamadım
Anamı kaybettim babamı aramadım
Tarla buldum darı bulamadım,
Petek buldum arı bulamadım
Kavanoz buldum balı bulamadım
Mutfak buldum hanım bulamadım
Kazan buldum aşı yok
Çocuk yapmış işi yok
Mezarı var başı yok
İnsanlar olmuş yokuş
Ahret için insanlarda hazırlık yok
Tepeye çıktım iniş yok
İnsanlarda diriliş yok
Gel oğlum çalışalım dizdize
Konuşalım yüz yüze
Çalışırsak çıkarız düze
Çalışmazsak işlerimiz kalır güze
Benim oğlum gider size
Oğlum ben yaşlandım gidiyorum
Sen çalış çalış çok çalış
Babana ocağın sefil
alacağın on metre kefin”
Emekli Âşık Ali Mazlum gezdiği yerleri şiir okur gibi peş peşe şöyle sıraladı, (bazılarını kaçırdım yazamadım):
-Bağdat, Moskova, Romanya, Bulgaristan, Suudi Arabistan, Gürcistan, Türkiye, Amasya, Çubuk, Hirfanlı, Kesikköprü, DSİ Genel Müdürlüğü, Amasya DSİ, Kayseri, Bünyan, Develi, Yeşilhisar, Sarıoğlan, Gemerek, Mucur, Ürgüp, Yahyalı, Tomarza”
Bu arada,  Ali Mazlum ile karşı karşı karşıya otururken, yanımızdakilerden rica ederek yan yana oturduk, birinden rica edip, cep telefonumu eline verdim, bu lafazan âşıkla fotoğrafımızı çektirdik. Âşık Ali Mazlum fotoğraf çektirirken şöyle dedi:
1-Yalnız ben resim çektirirken ücret alıyorum, bil bakıyorum ne ücret alıyorum, “Allah razı olsun ücreti”.
Ulus, durağına gelince o otobüsten indi. İnerken, “sen gel benim misafirim ol, sana neler anlatacağım” dedi.
Otobüste rastladığım ozan

Metro ile Kızılay, Beşevler’e devam ettim. Metrodan çıkarken, turnikelerin dışında yerde dört tane kızlı erkekli gençler bağdaş kurmuşlar hepsi de telefonları ile meşgul olarak gördüm. Oysa hiç olmazsa bir iki tanesi gazete kitap okuyor olmalarını beklerdim.
Bahçelievler’de oturan ve ameliyat olan torunumu ziyaret için Beşevler durağında metrodan indim, yürümeye başladım. Baktım merdiven basamağının altında bir yüz TL gördüm. Parayı elime alıp yolda yürürken, “Kızılay’a mı versem, Mehmetçik Vakfına mı versem, torunuma mı versem, Lösemi Çocuklara mı versem vb diyerek yardım kurumları kafamdan sıralarken, önümden gelen ilk adama dedim ki:
Arkadaş bir dakika, senden bir ricam var, yolda gelirken bir miktar para buldum, sahibini bulmam mümkün değil, bunu hangi yardım kurumuna versem, diye sordum. Adam yüzüme baktı baktı, tek gözünü kapatarak, “bravo hemşerim, Mehmetçik Vakfına ver, bak çocuklarımız bir bir genç yaşta şehit oluyorlar, Mehmetçik Vakfına ver”, dedi.
Teşekkür edip üç beş adım attım sol tarafta baktım bir banka gördüm. Bankaya girip bulduğum yüz lirayı Mehmetçik Vakfına yatırdım.
Bu günüm böyle geçti, yarın bilmem ne olur.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Barolar Birliği Başkanına Açık Mektup
Sayın başkan duyduk ki, sarayın çatısı altında düzenlenecek olan yeni adli yılın açılışı törenine katılma kararı almışsınız.
Geçtiğimiz yıllarda sarayın çatısı altında yapılan törenlere, kuvvetler ayrılığı ilkesine ve yargının bağımsızlığına zarar vereceği görüşüyle, haklı olarak katılmazken, ne değişti de bu seneki adli yıl açılış törenine katılma kararı aldınız?
Biz söyleyelim, siz zahmet buyurmayınız.
Yargıtay Başkanının; size, on beş dakika ile sınırlı olarak bir konuşma hakkı tanıma lütfunda bulunması ve bir de çok değer verdiğiniz ve kendinizi hayal aleminde zannettiğiniz Yargı Reformu Strateji Belgesinin, Ekim ayında yasalaşacağı konusundaki ham hayal beklentiniz, bu kararı almanıza etken oldu.
Diyorsunuz ki; kimse kimsenin vesayeti altında değildir. Barolar Birliği de Baroların vesayeti altında değildir.
Siz, Baroların üst kuruluşu olan ve seçiminizde söz sahibi olan baroların vesayeti altında olmasanız da, yüzlerce avukatı temsil eden ülkenin en büyük barolarının, bu törene katılmama konusunda almış oldukları karara ve haklı gerekçelerine kulak kabartmak ve alınan bu kararlar sizi hukuken bağlamasa da, alınan bu haklı karara saygı gösterme konusunda manevi ve etik bir yükümlülük ve sorumluluk altındasınız.
Sayın Başkan, size rüşvet olarak sunulan 15 dakikalık çok kısa sürede, ülkenin hangi genel ve hukuki sorununu dile getirecek ve çözüm yollarınızı önereceksiniz?
Siz,15 dakika ile sınırlanan ve size lütuf olarak sunulan bu konuşma hakkından memnun musunuz?
Sizden önce konuşacak olan Yargıtay Başkanı da, sizin gibi 15 dakika ile sınırlı olarak mı konuşma yapacak?
Bize göre Yargıtay Başkanı 15 dakika ile sınırlı konuşmayacak, Sayın Başkan bu konuşma süresindeki eşitsizlik sizi hiç mi rahatsız etmeyecek?
Ben bir avukat olarak, Yargıtay Başkanı ile sizi mevkidaş olarak görüyorum ve bu eşitsizlik, sizi bilmem ama, beni ziyadesiyle üzüyor ve alçaltıyor.
Sayın Başkan, bir gerçeği de size açıklamayı görev sayıyoruz. Bize göre, size tanınan 15 dakika ile sınırlı alçaltıcı konuşma hakkı, size Yargıtay Başkanı tarafından tanınan bir lütuf da değildir. Yargıtay Başkanının; Cumhurbaşkanının, size olan eskiye dayalı husumeti nedeniyle, kendi özgür kararıyla bu konuşma hakkını size tanıdığını zannediyorsanız bunda da yanılıyorsunuz. Yargıtay Başkanının, Cumhurbaşkanı ile görüşerek onun icazetini aldıktan sonra,15 dakika ile sınırlı olma koşuluyla bu konuşma hakkının size tanındığından emin olunuz lütfen.
Bu gerçekleri nasıl içinize sindireceksiniz, merak ediyoruz doğrusu. Bu durumdan siz mutlu olsanız da, biz avukatları mutsuz edeceksiniz.
Sayın Başkan; gelelim adalet reformuna ve bu reformun yapılmasından kendinize çıkaracağınız olumlu pay konusuna.
Sayın Başkan, siz çok safsınız, yani iyi niyetlisiniz.
Bu ülkede, bu iktidar döneminde, hak, hukuk, adalet, anayasanın üstünlüğü, insan hak ve özgürlüklerine saygı, basın özgürlüğü, ifade ve ifadeyi açıklama özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığına saygı, var mı da, siz adalet reformunun gerçekleşeceğini bekleyebiliyorsunuz?
AKP iktidarının ve onun tek yetkili genel başkanının, yukarıda belirttiğimiz demokratik değerlere, demokrasiye bakış açısına, on yedi yıllık uygulamalarına şöyle bir baksanız,2014 yılında Danıştay da konuşma yaparken başınıza gelenleri bir hatırlasınız, adalet reformu beklentinizin, ham bir hayal olduğunu anlayacak ve saraydaki törene katılsanız ve elinizi uzatsanız da, elinizin havada kalacağını çok iyi anlayacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak tabi.
Sayın Başkan; kırk yıllık Kani, olur mu yani, bir düşünsenize.
Sayın Başkan; sizin beklediğiniz, adalet reformu ismiyle bir yasa çıkarırlar, sadece isminde yer alır adalet reformu, içindeki maddelere baktığınızda, reform ve yargı bağımsızlığı adına önerdiklerinizi, mercekle arar ama bulamazsınız. Bu iktidarın olağanüstü hal kanun hükmünde Kararnamelerini hep birlikte gördük, sadece ismi vardı, içeriğinde ise; olağanüstü halin ilanına neden olan konular dışında, olağan her şey vardı, bu gerçekleri ne çabuk unuttunuz.
Sayın Başkan; adli yılınız ve yapacağınız 15 dakika ile sınırlı güdümlü konuşmanız, şimdiden size hayırlı olsun!

Güner Yiğitbaşı

18/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Saraya sığınan ve biat eden bir yargı istemiyoruz!...
Anayasamıza göre, egemenlik kayıtsız şartsız Milletin olup, Türk Milleti; egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır, egemenliğin kullanılması hiçbir surette bir kişiye, zümreye ve sınıfa bırakılamaz.
Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.
Bugün yürürlükte olan sisteme göre partili olabilen ve iktidardaki AKP'nin Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanı; anayasaya göre Türk Milletini temsil etse ve tarafsızlık yemini etmiş olsa da, yürütme organına dahil olup, Türk Milleti adına sadece yürütme yetkisini kullanır. Bağımsız ve tarafsız olması gereken yargı organının yetkilerini kullanma ve yargı organını temsil etme, onu himayesine emir ve talimatı altına alma işlevi ve misyonu olmadığı gibi, yargının kendi himayesinde, emir ve talimatı altındaymış gibi bir görüntü verme hak ve yetkisi de yoktur.
Aynı şekilde, Türk Milleti adına yargı yetkisini kullanan yargı organlarının temsilcileri de, bu kişi ülkenin cumhurbaşkanı da olsa, yürütme organının himayesinde, emir ve komutası altında olduğu şüphesini dahi doğuracak olan olumsuz davranışlardan kaçınmak ve uzak durmak zorundadırlar. Aksine bir davranış, zaten kalmayan yargıya olan güveni tamamen yok edecek olup, bu tür taraflı ve bağımlı  davranış sergileyen, Cumhurbaşkanının ve sarayın uzantıları gibi hareket eden yargı mensupları, hele bu yargı mensupları Yargıtay gibi bir yüksek mahkemenin başkanı ve hakimleri iseler; adlarına yargı yetkisi kullandıkları Türk Milletine ihanet etmiş, onların emanetlerini kötüye kullanmış sayılacaklardır.
Sanırım, yazının bu girişinden sonra, ne demek istediğimizi anlamış olmalısınız.
Yargıtay Başkanlığı,2/9/2019 tarihinde Ankara’da yeni adli yılın açılışı nedeniyle düzenlediği töreni, Cumhurbaşkanlığı Sarayının salonlarında düzenleme kararı almış ve bu törene katılmaları için, Baro Başkanlıklarına da davetiyeler göndermiş olup; bu durumu, İzmir Baro Başkanlığının, bu davet için Yargıtay Başkanlığına gönderdiği, davet edildiği bu törene katılmama karar ve gerekçelerini içeren, sosyal medyaya da yansıyan yazılarından anlıyoruz ve İzmir’den  sonra bazı baroların da almış oldukları bu katılmama kararlarını, yargı bağımsızlığı adına yerinde buluyor ve bu barolarımızı yürekten kutluyoruz.
Cumhurbaşkanına olan yakınlığı çok iyi bilinen, Cumhurbaşkanıyla birlikte çay toplayan şu anda görevdeki Yargıtay Başkanının; adli yılın açılışı törenini, Suriyeli bir sığınmacı gibi, Sarayın Salonlarında kutlama ihtiyacı duymasını, asla yadırgamıyoruz, kendisinden aksine bir davranış da beklemiyorduk.
Ancak, Yargıtay Başkanının Cumhurbaşkanına biat anlamına gelen bu tören yeri seçiminin, bizim için sürpriz olmaması, bizim bu konudaki ağır eleştiri hakkımızı kullanmamızı asla engelleyemez.
Türk Milleti adına yargı yetkisini kullanan yerel mahkemelerin kararlarını denetleyen bir üst mahkeme konumundaki Yargıtay; anayasal bir kuruluş olup, bu kuruluşun başkanı ve hakimleri, mahkemelerin kadıya mülk olmadığının, bu makamların gelip geçici olduklarının bilincinde olarak, bu kuruluşun saygınlığına, bağımsız ve tarafsızlığına, anayasal görev ve yetkilerine uygun davranış sergilemek, yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını ayaklar altına alan, saraya biat eden bir görüntü dahi vermemek zorundadırlar.
Yargıtay'ın, adli yıl açılış törenini yapacağı bir salonu yok mudur?
Cumhurbaşkanlığı Sarayı yapılmadan önceki tarihlerde de, bir çok açılış törenleri Yargıtay'ın salonlarında görkemli bir şekilde yapıldı. Yasama ve yürütme organlarının temsilcileri Yargıtay'a gelerek bu törenleri onurlandırdılar, başbakanlar, cumhurbaşkanları, bu törenler için Yargıtay binasına geldiler, Yargıtay başkanları, görev icra ettikleri Yargıtay binasında, adli yılın açılışı münasebetiyle Yargıtay Başkanına yakışan, yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını savunan ve yargının içinde bulunduğu sorunları açıklayan konuşmaları, kendi evlerinde bulunmanın rahatlığı ve huzuru içinde, yürütme organından bağımsız, sığınmacı ve biat eden psikolojisi taşımadan, hür bir şekilde yaptılar.
Şimdi ne değişti de, Yargıtay olarak, adli yılın açılışı törenini bir sığınmacı ve biatçı  gibi, sarayın salonlarına taşıma ihtiyacını duyuyorsunuz?
Yargıtay Başkanlığı ve üyeliği, sizlere yeteri kadar şerefli gelmiyor mu, sizleri şerefli kılmıyor mu, bu şerefe nail olmak için saraya yaranmanız, yakınlık duymanız, saraya şirin gözükmeniz, biat etmeniz, sarayın iltifatlarına mazhar olmanız, sarayın lüks ve şatafatlı salonlarında tören yapmanız mı gerekiyor?
Öyle düşünüyorsanız, bu şerefli görevi hak edenlere bırakmak üzere istifa ediniz ve arzuladığınız ve  layık olduğunuz size yakışan şerefi; Yargıtay'ın ve Türk yargısının  saygınlığına, tarafsızlığına ve bağımsızlığına daha fazla zarar vermeden,  başka kapılarda arayınız lütfen.
Şimdi, bazı insanlar bana, ne var bunda, Yargıtay'ın, sarayın salonlarında tören yapmasıyla, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı yok mu olacak? diye sorabilirler.
Evet, bu bir şekil gibi gözükmekteyse de, yargının kendi salonlarını bırakarak, yürütme organının başı olan Cumhurbaşkanın sarayında, onun himayelerinde adli yıl açılış töreni yapmaları, görüntü olarak, işin esası olan yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını en azından şüpheye düşürür. Bu konuda, seksen milyon yurttaştan ufak bir azınlığın dahi şüpheye düşmeleri, yargıya olan güveni yok eder.
Törene, yargıya, Yargıtay Başkanı ve üyelerine değer ve anlam katacak olan şey; törenin, saray da yapılmasından ziyade, burada söylenecek olanların, içerikleri ve bu içeriklerin, ülke gerçekleriyle ve ülkemizdeki yargı uygulamalarıyla bire bir örtüşmüş olmalarıdır.
Yasama organının; örneğin 1.Ekim.2019 günü yapılacak olan açılış töreninin, Türkiye Büyük Millet Meclisinin genel kurul salonu yerine, Sarayda yapılmasının mümkün olmaması gibi; yargı organının, 02/09/2019 tarihinde yapacağı adli yıl açılış töreninin de, Yargıtay’ın kendi salonları dışında, sarayın salonlarında yapılması, bize göre asla savunulamaz.
Yargının üç kurucu unsurundan biri olan savunma ayağını temsil eden avukatların üst kuruluşu olan Türkiye Barolar Birliği Başkanının; saraydaki tek adam istedi diyerek, bu törenlerdeki konuşma hakkının elinden alındığı bir törenin, sarayda yapılmasından da öte, bize göre yargısal hiçbir değeri ve anlamı asla yoktur.
Egemenlik hakkının gerçek sahibi olan Türk Milletinin bir ferdi olarak, Yargıtay'ın adli yıl açılışı münasebetiyle yapacağı töreni, sarayda yapacak olması nedeniyle, büyük bir üzüntü duyduğumuzu ve bu kararı alanları kınadığımızı ve yargının gerçek temsilcileri olamayacaklarını açıkça belirtmeyi, elli yıllık bir hukukçu olarak, kendimize bir görev ve sorumluluk sayıyoruz.
17.Ağustos.1999 depreminde kaybettiğimiz vatandaşlarımızı da, bu vesileyle, rahmetle anıyoruz.

Güner Yiğitbaşı

17/08/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget