2014
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Cumhurbaşkanı Her Aklı Estiğinde Bakanlar Kurulunu Huzurunda  Toplantıya Çağıramaz
Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'in, 5.Ocak.2015 de Bakanlar Kuruluna başkanlık edip etmeyeceği tartışmasına, Tayyip Bey bizzat kendi yaptığı açıklaması ile son vermiş ve bu açıklamasında, Bakanlar Kurulunu 19.Ocak.2015 de Beytepedeki Sarayında toplayacağını belirtmiştir.

Anayasamıza ve parlamenter demokrasinin ilke ve geleneklerine göre, toplantının gündemini bilmemekle beraber, Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'in bu girişimi, bir yetki gasbı olup, Anayasamıza açıkça aykırıdır.

Anayasamıza göre, Cumhurbaşkanının Bakanlar Kurulunu toplaması veya Bakanlar Kurulu toplantısına katılarak ona başkanlık yapması, Anayasanın açıkça öngördüğü olağanüstü ve istisnai durumlarda ve koşullarda mümkün olup, Anayasanın öngördüğü bu istisnai durum ve koşullar dışında, olağan koşul ve gündemlerle bu yetkinin kullanılmaya kalkışılması, Anayasaya aykırı ve bir yetki gasbıdır.

Cumhurbaşkanının hangi hallerde Bakanlar Kurulunu toplama ve ona başkanlık yapma yetkisine sahip olduğunu, 12/Ağustos/2014 tarihinde kaleme aldığımız, “Cumhurbaşkanının Bakanlar Kurulunu Toplama Ve Ona Başkanlık Etme Yetkisinin Anayasal Sınırı” başlıklı makalemizde, ilgili Anayasa maddelerine dayanarak geniş bir şekilde açıklamaya çalışmıştık.

Şayet, Tayyip Bey; bizim, 12/Ağustos/2014 tarihli bu makalemizde açıkladığımız gibi, kendisinin de Cumhurbaşkanı olarak yetkili olduğu, Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen istisnai ve olağanüstü bir hal ve durumun varlığını düşünerek ve bu durumun görüşülüp tartışılıp bir karar alınmasına yönelik bir gündemle toplantı çağrısı yapıyorsa, bu çağrıya bir diyeceğimiz olamaz.

Önümüzdeki günlerin sıcak  tartışma konusu olacağı için, yeniden güncel hale gelen bu konuda okurların bilgilerini tazelemeleri amacıyla, 12/Ağustos/2014 tarihli makalemizi aşağıda aynen yayınlıyoruz.

30/12/2014 
Güner YİĞİTBAŞI


CUMHURBAŞKANININ BAKANLAR KURULUNU TOPLAMA VE ONA BAŞKANLIK ETME YETKİSİNİN ANAYASAL SINIRI


Tayyip Bey, Başbakanlıktan istifa etmeden, devletin bütün imkanlarını arkasına alarak yaptığı seçim propagandasının ardından yapılan seçim sonunda, %51 küsur oy oranı ile ilk turda Cumhurbaşkanı seçilmeyi başardı.

Başbakan olarak devlet olanaklarını sonuna kadar kullanması nedeniyle, biraz yara almış olmasına rağmen, Tayyip Bey, meşru bir seçim sonunda halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu nedenle, Tayyip Bey'in Cumhurbaşkanlığına seçilmesinde bir gayrimeşruluk bulunmamaktadır.

Ancak, Tayyip Bey'in, meşru olarak Cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra, önümüzdeki günlerde yemin ederek meşru bir şekilde görevine başlaması, bu meşruiyetin beş yıllık Cumhurbaşkanlığı süresince devam edeceği anlamına gelemez, bu meşruiyetin devamı, Tayyip Bey'in kendi elinde olup, Cumhurbaşkanlığı görevini önceden ilan ettiği gibi, Anayasa dışı yetkiler kullanarak, partisiyle alenen olmasa da gizliden gizliye ilişkisini devam ettirip bağımsız davranmayarak yapması halinde, Cumhurbaşkanı olarak, Anayasal ve hukuki meşruiyetini kaybedeceği, inkar edilemez Anayasal bir gerçektir.

Herkesi, bu arada Cumhurbaşkanını da bağlayan ve kurallar hiyerarşisinde en üst mertebede bulunan Anayasanın 8. maddesinde yer alan; “yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” hükmüne göre, Cumhurbaşkanının yürütme görev ve yetkisinin var olduğu iddia edilebilir ve Cumhurbaşkanı seçilen  Tayyip Bey de, bu hükme dayanarak, Cumhurbaşkanı yürütmenin başıdır ve kendisinin yürütme yetkisi ve görevi vardır iddiasında bulunabilirse de, maddenin sonunda yer alan ve yürütme görev ve yetkisinin Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılıp yerine getirileceğine ilişkin kesin uyarı ve hatırlatmanın varlığı,

Anayasanın 101. maddesinin son fıkrasında yer alan; “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.” hükmünün varlığı,

 Cumhurbaşkanının göreve başlarken Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde Anayasanın 103. maddesi uyarınca yapacağı yeminin içeriğinde bulunan:”.....üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim." hükmünün varlığı,

 Anayasanın 104 maddesinde yer alan ve Cumhurbaşkanının partiler ve yasama yürütme ve yargı organlarının dahi üzerinde ve dışında olduğunu, Devletin başı olarak Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milletinin birliğini temsil eden, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözeten, herkese ve her kuruma eşit mesafede olma yükümlülüğü getiren; “ Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.” hükmünün varlığı,

Anayasanın  105. maddesinde yer alan; Cumhurbaşkanının, tek başına yapabileceği işlemleri dışındaki bütün kararlarının, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanacağına ve bu kararlardan sadece Başbakan ve ilgili bakanların sorumlu olacağına, Cumhurbaşkanının, vatana ihanet dışında suçlanamayacğı ve sorumsuz olduğuna  ilişkin;“Cumhurbaşkanının, ....... tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur. ....Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır.” hükmünün varlığı,

Cumhurbaşkanının değil, Başbakanın Bakanlar Kurulunun Başkanı olduğuna,Başbakanın, hükumetin genel siyasetinin yürütülmesini gözeteceğine, hükumetin genel siyasetinin yürütülmesinden Bakanlar Kurulu olarak Başbakan ve bakanların birlikte sorumlu olduklarına ilişkin Anayasanın 112. maddesinin birinci fıkrasında yer alan; “ Başbakan, Bakanlar Kurulunun başkanı olarak, Bakanlıklar arasında işbirliğini sağlar ve hükümetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetir. Bakanlar Kurulu, bu siyasetin yürütülmesinden birlikte sorumludur.” hükmünün varlığı,

Asla unutulmamalı ve Cumhurbaşkanı seçilen Tayyip Bey; Anayasada yer alan ve kendisini de bağlayan, uymak zorunda olduğu yukarıda değindiğimiz bu ilkeleri gözeterek, görev ve yetkilerinin hududunu çizmeli, beni halk seçti kibirine ve vehmine kapılmamalı, Anayasanın çizdiği bu hudutları tecavüz etmeye asla kalkışmamalı, aksine davrandığı taktirde, Anayasal meşruiyetini kaybedeceğini ve Anayasayı ihlal etmiş olacağını, asla unutmamalıdır.

Anayasanın 104. maddesinde yer alan ve Cumhurbaşkanının yürütmeye ilişkin görevleri arasında sayılan; “Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırmak” hükmü, Anayasanın 8. maddesinde yer alan, “yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından,....... kullanılır ve yerine getirilir” hükmü ile birlikte yorumlanarak, en başta Tayyip Bey olmak üzere, kimseyi yanıltmamalı ve yanlış sonuçlar çıkarılmasına yol açmamalıdır.

Cumhurbaşkanının, gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu kendi başkanlığı altında toplantıya çağırmak görev ve yetkisi, istisnai olup, Bakanlar Kurulunu toplantıya çağırma ve ona başkanlık etme görev ve yetkisi, Anayasaya göre, kural olarak Başbakan'a aittir. Cumhurbaşkanının Bakanlar Kuruluna başkanlık etme ve toplantıya çağırma yetkisi ise, ülkenin içine düşeceği olağanüstü hallerle sınırlı istisnai bir görev ve yetkidir. Bakanlar Kurulunun, hangi olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanacağını, Anayasamız, aşağıda açıklayacağımız ilgili maddelerinde hüküm altına almıştır.

Bu itibarla, Tayyip Bey, aklı her estiğinde ve her canı sıkıldığında, Bakanlar Kurulunu toplantıya çağıramaz veya Başbakanın toplantıya çağırdığı Bakanlar Kuruluna, sürpriz yaparak, başkanlık yapamaz. Zira, yukarıda belirttik,Anayasanın 112. maddesine göre, Bakanlar kurulunun asıl ve tek başkanı Başnakandır ve hükumetin genel siyasetinin yürütülmesinden Başbakan ve Bakanlar sorumlu olup, Cumhurbaşkanının bir sorumluluğu bulunmamaktadır.

Bir örnek vermek gerekirse, Başbakanlığı döneminde Kanal İstanbul projesini ortaya atan ve bunu hayata geçiremeden Cumhurbaşkanı seçilerek köşke çıkan Tayyip Bey, bu projesine yeni Hükumetin ilgisiz kalması nedeniyle, Bakanlar Kurulunu toplantıya çağırarak, kendi başkanlığında bu projenin hayata geçirilmesini tartışmaya açmaya ve bu konuda Bakanlar Kurulunda bir karar alınmasını sağlamaya, asla ve asla yetkisi yoktur.

Anayasamız, Cumhurbaşkanının Bakanlar Kuruluna başkanlık yapacağı olağanüstü ve istisnai halleri, 119, 12,121 ve 122. maddelerinde açık ve net bir şekilde hüküm altına almıştır.

Anayasanın 119. maddesine göre; Tabii afet, tehlikeli salgın hastalıklar veya ağır ekonomik bunalım hallerinde, ülkenin tümünde veya belirli yerlerinde olağanüstü hal ilan etmek üzere toplanan Bakanlar Kurulu toplantısına,

Anayasanın 120. maddesine göre; Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması hallerinde, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, olağanüstü hal ilan etmek üzere toplanan Bakanlar Kurulu toplantısına,

Anayasanın 121. maddesine göre; Bakanlar Kurulunun ilan ettiği Olağanüstü hal süresince, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde kararnamelerinin çıkarılmasına karar vermek üzere toplanan Bakanlar Kurulu toplantısına,

Anayasanın 122. maddesine göre; Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilanını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde sıkıyönetim ilan etme kararını almak üzere toplanan Bakanlar Kurulu toplantısına,

Yine Anayasanın 122. maddesine göre, Sıkıyönetim süresinde,sıkıyönetim halinin gerekli kıldığı konularda kanun hükmünde kararname çıkarılmasının karar altına almak üzere toplanan Bakanlar Kurulu toplantısına,

Anayasa gereği, Cumhurbaşkanı da katılacak ve Bakanlar Kuruluna başkanlık edecektir.

Aynı şekilde, yukarıda belirttiğimiz, Anayasanın 119,120,121 ve 122. maddesindeki olağanüstü koşulların ve hallerin ortaya çıkmasına rağmen, Başbakan ve Bakanlar, kayıtsız kalıyorlar ve ülkede kısmi veya bütünüyle bir olağanüstü hal ve/veya sıkıyönetim ilan etme girişiminde bulunmuyorlar ve ancak Cumhurbaşkanı olağanüstü hal veya sıkıyönetim ilanını, ülkenin menfaati ve güvenliği açısından gerekli görüyorsa, Bakanlar kurulundan bir çağrı almasa da, kendi insiyatifini kullanarak, Bakanlar Kurulunu resen toplantıya çağırıp, ülkede olağanüstü hal veya sıkıyönetim ilanını gerekli kılan koşulların var olup olmadığını tartışmaya açabilir ve kendi başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun bu konularda karar almasına öncülük edebilir.

Her koşulda, olağanüstü hal, sıkıyönetim ilanı kararlarının alınacağı, olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnamelerinin çıkarılacağı Bakanlar Kurulu, Anayasanın gereği olarak, Cumhurbaşkanının başkanlığı altında toplanacaktır.

Kanımızca, Anayasanın 8. maddesine göre, ismi yürütme organı içinde anılmasına ve  yine 8. maddede yer alan,“yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” hükmüne rağmen, Anayasaya göre, doğal başkanının, Başbakan'ın kendisinin  olduğu Bakanlar Kurulunu toplama ve başkanlığını yapma görev ve yetkisi, ülkenin yönetiminden ve Hükumetin genel siyasetinden, Bakanlarıyla birlikte sorumlu olan Başbakanına ait olup, Cumhurbaşkanının bu yetkisi, yukarıda belirttiğimiz Anayasamızın 119,120.121 ve 122 maddelerinde belirtilen olağanüstü hallerle sınırlı ve bağlı, istisnai bir yetkidir.

Tayyip Bey; Bakanlar Kurulunu toplama ve ona başkanlık etme görev ve yetkisini, Anayasanın, yukarıda açıklamaya çalıştığımız  hüküm ve ilkelerine göre değerlendirmeli ve fiili başkanlık sistemini uygulamaya koyduğunu gösteren yetki aşımında bulunarak, ülkeyi kaosa sürüklememeli ve  meşruiyetini tartışma konusu yapmamalıdır.

Umarız öyle yapar.

12/Ağustos/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Bir Yılı Geride Bırakırken - Gündüz Akgül
Bilişim çağında teknolojinin insanlığa sunduğu olanaklar nedeniyle yıl değil, her günü daha huzurlu, daha mutlu geçirme olanağı varken, ne yazık ki insanoğlu bu olanakları çok hovardaca harcayarak gününü, ayını, yılını kendisine zehir etmede ustaca! Davranmaktadır…
Demokrasi ile yönetilen ülkelerde bu olanakları yurttaşlara zehir etmede birinci derecede sorumluluk yönetimlerin payına düşmektedir…
Anayasamıza göre demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmamıza karşın, ne yazık ki bu kural sadece Anayasa da yazılı olmakla kalmaktadır…
Geride bıraktığımız 2014 yılında yaşadıklarımıza baktığımızda bunu açık bir şekilde görüyoruz…
2014 yılında neler oldu;
Neler olmadı ki…
-Askeri vesayeti bitirdik dediler, siyasi vesayet dayatıldı…
-12 yıllık iktidar ortaklığı 17-25 Aralık yolsuzluk savlarından sonra bozuldu. “Ne istediniz de vermedik” dedikleri ortak, paralel yapı, haşhaşi, yasa dışı örgüt ilan edildi…
-Demokrasi ve özgürlükler askıya alınırken, yandaşlar yazılı ve görsel medyada demokrasi getirildi algısını yaratıldı…
-Halk tarafında seçilen Cumhurbaşkanı, tarafsızlık yemini yaparken, hala parti genel başkanı gibi hareket ederek tarafsızlığını yitirdi…
-Kürt açılımı adı altında başlatılan görüşmeler, muhalefetten ve yurttaşlardan gizli tutuldu…
-Kadın cinayetleri tavan yaptı…
-Eğitim, İmam Hatibe dönüştürüldü…
-Günü birlik Yargıyla ilgili yasalar çıkarılarak Yargı, Yürütmeye tabi tutulmaya çalışılırken, adına Yargı reformu denildi…
-Özel Mahkemelerin kaldırılmasından sonra, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen hak ihlali kararından sonra, Özel Mahkemelerin verdikleri kararlar tamamen çöktü ve yeniden yargılamalara başlandı…
-Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bağlayıcı kararlarına karşın, Türban yaptım oldu hukukuyla, Yargı, Emniyet ve Silahlı Kuvvetler hariç tüm kamu kurumlarında serbest bırakıldı…
-Taraf olmayan basın mensupları, bertaraf edildi…
-İktidar uygulamaları eleştirenler, hükümete karşı darbe yapmakla suçlandı…
-Gösteri ve yürüyüş hakkını kullanmak isteyen yurttaşlar, orantısız bir baskı ile karşı karşıya kaldı…
Bu olumsuz liste uzar gider…
Böyle bir yılda hala mutlu bir yaşantım oldu diyenler var mı?
Merak ediyorum…
2015 yılının, demokrasi, özgürlük, mutluluk ve barış getirmesi dileği ile tüm yurttaşların yeni yılını kutluyorum…

30.12.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Sen Şişli'yi Bırak Cizre'ye ve Tüm Güneydoğu'ya Bak!..
DAVUTOĞLU Ahmer bey; namı diğer, çakma KİZİROĞLU Ahmet Hoca, memleketi Konya AKP il Kongresinde coçmuş, Filistinli Hamas lideri Halid MEŞAL ile el ele tutuşarak girdiği kongre salonunda bulunanları gülücükler dağıtarak selamlıyor, koskoca Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı, Filistinli İslami terörö örgütü lideri MEŞAL'in kongreye şeref vermesinden(!) çok mutlu ve gururlu, büyük bir iş başarmış olmanın mutluluğu içinde, sanki, ülkenin kanayan yarası PKK terörünü önlemiş, bölgeyi ve ülkeyi huzura kavuşturmuş olmanın rahatlığı içinde etrafına mutluluk ve gülücükler dağıtıyor.

Hamas lideri MEŞAL konuştukça, kongredeki partililer ve parti sempatizanları da coştukça coşuyor ve ortalık “Tekbir, Allahu ekber sesleriyle inliyor, sıkma başlı kadınları, Türk bayrağının yanısıra salonda yer alan diğer bayrak ve flamaları görünce, kendinizi, laik Türkiye Cumhuriyetinin iş başındaki iktidar partisinin il kongresinde değil de, İslami bir örgütün toplantısında zannediyorsunuz.

Konyalı olduğu için ayrı bir önem verdiği AKP Konya İl Kongresinde bir konuşma yapan Ahmet Bey; meclis içi, meclis dışı tüm muhalefete çatıyor ve “Tek tek gelmeyin, topunuz gelin, korkarsak namerdiz.Eğer birinizden bile korkarsak Allah bu emaneti bizden alsın”  diyerek, onlara meydan okuyor.

CHP ile ilgili olarak, yolsuzluk ve rüşvet iddiaları gibi önemli bir eleştiri kaynağı bulamayan Ahmet Bey; diline doladığı ve her vesileyle tekrarladığı üzere,yine, CHP nin elinde bulunan Şişli Belediyesindeki parti içi çekişmeden medet ummaya çalışıyor ve Şişli Belediyesi üzerinden  CHP' yi vurmaya çalışarak, “Bunlara üç gün Türkiye'yi versen, Türkiye'yi şişli'ye çevirirler..” diyor.

Ahmet Bey'in, ana muhalefet partisi CHP'yi eleştiren, muhalefete meydan okuyan ve kendisinden emin rahat haline bakanlar, Türkiyenin; tüm sorunlarıAKP iktidarı  tarafından çözülmüş, çok iyi idare edilen, Güneydoğusu dahil her karışı güllük gülüstanlık, rahat ve huzur içinde oaln, sadece ve sadece, yerel yönetim olarak CHP'nin yönetimindeki Şişli ilçesinde sorun yaşayan bir ülke olduğunu zannedecekler.

Oysa ki; Ahmet Bey'in, kendisinden emin, büyük bir rahatlık ve huzur içinde Şişli Belediyesi üzerinden CHP'yi eleştirirken, CHP'yi kast ederek, “Bunlara üç gün Türkiye'yi versen, Türkiye'yi şişli'ye çevirirler..” diye nutuk attığı sırada, ülkemizin: kamu düzeninin sağlanması bölücü PKK terör örgütüne bırakılan ve ihale edilen Güneydoğusu yine karışmış ve Şırnak ilinin Cizre ilçesinde PKK militanları ile Hizbullah militanları arasında uzun namlulu silahlarla çatışma çıkmış ve üç kişi hayatını kaybetmiş, onlarcası da yaralanmıştı.

CHP yönetimindeki Şişli Belediyesinde vukubulan parti içi çekişmeyi büyüterek,CHP'yi Şişli ilçesini yönetememekle suçlayan Ahmet Bey'in; bu ülkenin Başbakanı olduğunu ve kendisinin, ülkenin her karışının güvenliğini ve kamu düzenini, tüm vatandaşlarının mal ve can güvenliklerini sağlamaktan birinci derecede sorumlu olduğunu görmezlikten gelerek, partisinin Konya il Kongresinde misafir ağırlayarak muhalefeti eleştiren nutuklar atması, Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir utanç ve üzüntü kaynağıdır.

Ahnet Bey bu tavrıyla; AKP iktidarının, çözüm süreci adı altında başlattığı süreç daha  tamamlanmadan, ülkenin Güneydoğu bölgesinin yönetimini, fiilen bölücü PKK terör örgütü ve yandaşlarına terk ettiğini, Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki devlet otoritesini ve kamu düzenini, bu bölgedeki insanların can ve mal güvenliklerini sağlama konususnda kendisini görevli ve yetkili addetmediğini açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır.

Ahmet Bey ve AKP iktidarı, keşke bu aczi göstermeseydi ve ülkemizin bölünmez  bir parçası olan Güneydoğu Anadolu Bölgemizi de, hiç değilse, CHP yönetimindeki Şişli ilçesi kadar yönetebilse ve devlet otoritesini bu bölgemizde de hakim kılabilseydi.

Haziran 2015 seçimleri, ülkeyi çok iyi yönettiğini zanneden, Güneydoğudan elini çekerek PKK yönetimine bırakan Ahmet Bey ve AKP iktidarından kurtulmamız ve ülkemizin bölünmeden düze çıkabilmesi için, AKP seçmeninin de gözlerini faltaşı gibi açarak gerçekleri görmesi gereken, son şansımız olacaktır.

28/12/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Cumhurbaşkanına Hakaret
5237 Sayılı Türk Ceza Kanununun 299. maddesine göre Cumhurbaşkanına hakaret, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezasını gerektiren bir suçtur. Bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması Adalet Bakanının iznine tabidir.

Bu hükme göre, Cumhurbaşkanına hakaret teşkil eden bir eylemde bulunduğu iddia edilen kişi hakkında C.Savcısı tarafından yapılan soruşturma sonunda toplanan delillere göre dava açılmasına ve o kişinin kovuşturulmasına lüzum görüldüğünde, Adalet Bakanının izninin alınması zorunludur.

Cumhurbaşkanına hakaretin, özel bir yasa maddesiyle suç sayılmasının amacı, Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan kişinin şahsının değil, işgal ettiği Cumhurbaşkanlığı makamın manevi kişiliğinin korunmak istenmesidir.

Zira, Anayasamızın 104. maddesine göre, Cumhurbaşkanı devletin başıdır.Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder, Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.

Cumhurbaşkanının tarafsız olması gerekir ve tarafsızlığının gereği olarak da, Anayasamızın 101. maddesine göre, Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir.

Cumhurbaşkanları görevlerine başlarlarken, Türkiye Büyük Millet Meclisinin önünde, başka bir ifadeyle Türk Milletinin önünde, Anayasanın 103. maddesinde yazılı şekilde yemin ederler ve Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağına, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağına, görevini tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücüyle çalışacağına namusu ve şerefi üzerine söz verirler ve bu sözlerini de tutmak zorundadırlar.

İşte, Türk Ceza Kanunu tarafından korunan ve ona yönelik hakaret teşkil eden söz,yazı ve her türlü eylemi suç sayarak cezalandıran TCK. nın 299. maddesinin tanımında yer alan Cumhurbaşkanı profili budur.

Bize göre; yasaların, Cumhurbaşkanlığı makamının saygın niteliği gereği, özel olarak Cumhurbaşkanlarına tanıdığı güvenceyi hak etmeleri ve o yasa maddesinin güvencesinden yararlanabilmeleri için, Cumhurbaşkanları da, işgal ettikleri Cumhurbaşkanlığı makamının, yukarıda Anayasa maddelerine göre belirttiğimiz niteliklerine ve gereklerine, namusu ve şerefi üzerine yaptığı yemine ve milletine verdiği sözlerine harfiyen uymak ve o makamın içini doldurmak zorundadırlar.

Hukukta işlenmez suç kavramı diye bir kavram vardır.
Teşbihte hata olmaz, örneğin, adam öldürmek suçunun işlenebilmesi için, ortada canlı ve yaşamakta olan bir kişinin bulunuyor olması gerekir. Şayet, siz Ahmet isimli şahsı öldürmek için evine girmiş ve yatağında uyuduğunu zannettiğiniz halde, sizin gelmenizden beş saat önce kalp krizinden eceliyle ölmüş ve siz beş saat önce ölen ve artık yaşamayan, yani canlı olma özelliğini taşımayan Ahmet isimli kişiye canlı zannederek silahınızla öldürücü bir şekilde ateş etseniz dahi, cinayet işlemiş sayılmazsınız. Burada işlenmez bir suçun varlığı söz konusudur. Ancak, izinsiz olarak meskene girdiğiniz için mesken masuniyetini ihlal suçunun faili olursunuz.

Bu itibarla, Cumhurbaşkanları; gerekli oyu alarak, sandıktan Cumhurbaşkanı olarak çıksalar dahi, Cumhurbaşkanlığının, Anayasanın öngördüğü vasıf ve niteliklerini, tartışmalara meydan vermeyecek şekilde kazanmaları ve o makamı temsil ettikleri sürece, bu vasıf ve niteliklerini kaybetmemelidirler ki; yasaların, makamlarından ötürü Cumhurbaşkanlarına tanıdığı güvenceleri hak etsinler.

26/12/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

İki sarhoş! ve fark
Bu gün bütün Türkiye 16 yaşında bir çocuğun Cumhurbaşkanına hakaret ettiği iddiasıyla, okuduğu okulun sınıfından polis zoruyla yaka paça tutuklanarak hemen yargıç önüne çıkarılması ve kaçma vs. şüphesiyle tutuklu yargılanmasına karar verilmesini endişe ve büyük bir üzüntü içinde izlerken biz yine her zamanki gibi iktidarımızın yakın tarih uzmanlarının! iki sarhoş olarak değerlendirdikleri Cumhuriyetimizin kurtuluş ve kuruluşunu başarmış eski liderlerimizi anmak istedik.
Atatürk’le ilgili geçmişte bu olayı anlatmıştık ama galiba yeniden hatırlatmanın zamanı gelmiş olmalı.  Biliyorsunuz günümüzde Cumhurbaşkanı veya Başbakan hakkında bir hakaret oldu mu savcılığa bir ihbar yapılıyor veya savcı bazı haberleri ihbar kabul ederek, tıpkı 16 yaşındaki yavrumuzun olayında olduğu gibi, o kişi hakkında dava açılabiliyor. Atatürk ‘ün koyduğu yasada devlet reislerine hakaret edenlerin aleyhine dava açılabilmesi için o makamda olanların iznini almak şarttı. Aksi halde günümüzdeki gibi izin almadan dava açılamıyordu.
Bir gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya elinde kalın bir dosya ile odasına girer. Mustafa Kemal merakla o nedir? Diye sorar.
Şükrü Kaya  “Sayın Cumhurbaşkanım; Antalyalı bir köylü size çok ağır bir şekilde hakaret etmiş, savcılık köylü hakkında dava açabilmek için izninizi talep ediyor.” Der. Atatürk merakla sorar:
— Peki, böyle bir hakareti hak etmek için ne yapmışım ben ona? Diye sorunca Şükrü Kaya anlatır: En ucuz tütün olan birinci tütünü 2 kuruş, içinde 40 tane sigara kâğıdı var(O günlerde sigara sanayi günümüzdeki kadar ilerlemiş değildi. Pek çok insan hazır sigara yerine tütün alır ve özel yapılmış ince sigara kâğıdına sarar ve öyle içerdi.) Bu marka tütünü daha çok tiryaki ve fakir, alım gücü az olan vatandaşlar alıyor. Zaten vatandaşların çoğunun alım gücü az. Bu vatandaş almış birinci tütününü bir de bakmış içinde sigara kâğıdı yok. Dayanamamış
“ O köşkünde oturur, dilediği sigaraları içer ziftlenir. Ama ben parasını verdiğim halde paketin içinde sigara kâğıdı bulamıyorum” demiş ve küfretmiş. Mustafa Kemal anlatılanları sükûnetle dinler ve sonra? Diye sorar.
Şükrü Kaya devam eder. Sorgulama sırasında adam özür dilemiş ve şunları söylemiş:
“ Ben çok tiryaki idim. Ayrıca kâğıt alacak param da yoktu. Eski bir gazete buldum, o gazeteden bir sigara boyunda parçalar kestim, birinin içine tütünü koydum ve çakmağı çaktım, kâğıt birden alev aldı ve bıyığımda, dudağımda yandı. O acı ile dayanamadım küfrettim” demiş.
Mustafa Kemal hiç hareket etmeden sonuna kadar dinler ve Şükrü Kayaya sorar:
“ Sen hiç gazete kâğıdı ile sigara içtin mi? Hayır cevabını alınca “ Ben içtim” der ve devam eder:
“ 1911–12 Trablusgarp Harbindeydi, ne tütün bulabiliyorduk ne de sigara kâğıdı. Bir defa tütün bulduk ama sigara kâğıdı bulamadık. Gazete kâğıdını biz de o köylü vatandaşın yaptığı gibi kestik ve onun gibi yaktık. Benim de bıyıklarım yandı, ben de o zaman tahtta oturan Sultan Reşat’a daha ağır küfrettim. Hâlbuki zavallının bunda hiçbir günahı yoktu ve hatta sigara bile içmezdi. Onun için sen bu adamı mahkemeye vermekten vazgeç çünkü asıl sorun bizde. Biz adam olup da bu köylü vatandaşımızın doğru dürüst sigara içmesine imkân sağlamalıydık.
Bu konuşmalardan sonra bir yaverini çağırarak “ Burada adı geçen birinci tütünden bir koli hazırlayın, şikâyetçinin adresine benim adıma gönderin” der.  
Sonra Şükrü Kayaya dönerek “ Sen de Tekel Bakanına bu hadiseden bahset, içine sigara kâğıdı konmayan paket nerede hazırlanmışsa onu tahkik etmesini ve bir daha böyle laubaliliğe imkân vermemesini söyle” der.
Ayrıca o zaman Genel Sekreteri olan Hikmet Bayur’u çağırtır, olayı anlatır ve kendi adına bir özür mektubu yazdırarak kendisine küfreden köylü vatandaşa gönderir.
*****
İkinci sarhoşa! Gelince; milyonlarca dolarlar, odalar dolusu döviz ve liralar bir yana, bütçedeki 1 kuruşluk fark için Başbakanlıktaki odasında sabaha kadar uyumadan çalıştığını ve ancak hatayı bulup düzelttikten sonra rahatladığı olayını hatırlatmakla yetinmek istiyoruz. Galiba senelerce bile iktidarda kalınsa devlet adamı olunmuyormuş, o zaman devlet adamı doğulur anlayışına saygı duymak gerekmez mi?

Dr. M. Galip Baysan

CHP’den Erdoğan’a Fıstıklı Lokum
Haziran 2015’te Türkiye’nin geleceği bakımından yaşamsal önem taşıyan genel seçimler var.
Erdoğan, Devlet Başkanlığı sistemine geçmek için anayasayı değiştirecek milletvekili sayısı olan 367’ye ulaşmak amacıyla akla hayale gelmedik her şeyi yapacak.
Gerçi anayasal değişiklikleri referanduma götürecek sayı ve yöntemler de, Erdoğan için çare olabilir, ama o, en güvenilir yolu, yani 367’yi bulmaya çalışacak.
Bunu engellemek için başta CHP olmak üzere muhalefete büyük iş düşüyor.
Aksi takdirde ortada ne CHP kalır ne de Türkiye.
CHP, bir milletvekili daha fazla nasıl çıkarırım, 1 oy daha fazla nasıl alırım hesabı ile gecesini gündüzüne katarak çalışmak, halka ulaşmanın yol ve yöntemlerini belirlemek, seçmenin aklını başından alacak projeler üretip, bunları ev ev dolaşarak anlatmak zorundadır (Sadece kendi siyasi geleceğini düşünenlerin maalesef çoğunlukta olduğu mevcut örgütlerle bu iş zor ama…).
İşte tüm bunları yaparken de, Erdoğan ve Davutoğlu’nun eline, seçim meydanlarında tepe tepe kullanacakları malzeme vermemek için çok dikkatli olmalıdır.
Ortada bir gerçek var, o da, AKP zihniyetinin propaganda ağının ve medya üzerindeki etkisinin çok güçlü, örgütlerinin de çok çalışkan olduğudur.
Kendisini bunca zamandır iktidarda tutan Algı Yönetimi alanındaki başarısını ve gerçekleri saptırmadı ki ustalığını da unutmayalım.
İşte bu gerçek dikkate alınarak, seçimlere 6 ay kala, milletvekili ihraç etmek, milletvekillerini disiplin kuruluna göndermek, CHP’li belediyelerdeki parti içi çatışmaları kamuoyunun önünde tartışmak ve tartıştırmak, AKP’nin, Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun ağzına fıstıklı lokum gibi malzeme vermektir.
CHP’lilere yalvarıyorum, yapmayın, Allah aşkına yapmayın.
Daha fazla malzeme vermeyin.
Hesaplaşmaları bu hassas süreçte, kamuoyu önünde yapmayın.
Evinin camlarını, kapısını sonuna kadar açıp, binadaki diğer sakinlerin önünde tartışan, bağrışan, kavga eden aileleri komşular sevmez.
Ev gezmesine gitmez, ilişki kurmaz hatta selamı bile zor verir.
Adım gibi biliyor ve söylüyorum, Erdoğan ve Davutoğlu, seçim kampanyası boyunca, miting meydanlarında, televizyon ekranlarında, grup toplantılarında, açılış törenlerinde, CHP’nin ikram ettiği bu fıstıklı lokumları büyük bir zevkle yiyecekler.
İhraçların, disipline vermelerin, Şişli Belediyesi’ndeki kavgaların üzerinde hoplaya, zıplaya tepinecekler.
Seçmenin dikkatini yolsuzluklardan, rüşvetten, adam kayırmalardan, israftan, hukuksuzluklardan kaçırmak için CHP’de yaşananları sabah akşam anlatacak, anlattıracaklar.
Erdoğan ve Davutoğlu, “Demokrasi diye bağırıyorlar. Ama kendi milletvekillerinin konuşmalarına bile tahammülleri yok. Konuşanı atıyorlar. Demokrasi anlayışları işte bu” diye CHP ile dalga geçecekler.
“Demokrasi yok diye bizi suçlayacaklar, ama kendi milletvekilleri eleştirince, disipline sevk edecekler. İşte bunların demokratlığı” diye alaylı alaylı konuşacaklar.
Seçim meydanlarındaki kalabalıklara, “Şişli Belediyesindeki kavgalara, Belediye Başkanı’nın ve Yardımcısına bakın. Neler olmuş, neler” diye Başkan ve Yardımcısının açıklamalarını, karşılıklı suçlamalarını uzun uzadıya, bire bin katarak anlatacaklar.
Bu kavgaya taraf olan milletvekillerinin, diğer ilçe belediye başkanlarının açıklamalarını, sözlerini köpürterek kullanacaklar.
“Bunlar daha Şişli’yi yönetemiyor, Türkiye’yi nasıl yönetecek” diye yüklenecekler.
Sadece Erdoğan ve Davutoğlu değil, medyadaki kulları da, padişahtan çok padişahçı tavırlarıyla bu konuları suyunu çıkarıncaya dek işleyecek.
Kimse kalkıp, “AKP, Erdoğan, Davutoğlu ve medya kulları bunlar olmasa da, bir şeyler bulup yine CHP’ye yüklenirdi” demesin.
Malzeme vererek onların işini kolaylaştırılmasın yeter.
Malzeme verilmesin ki, hiç olmasa taban ve kararsızlar etkilenmesin.
Unutmayın, Türkiye’de seçmen kendi içinde kavga eden partilerden olumsuz etkilenir.
CHP’lilere yalvarıyorum, Allah aşkına Erdoğan’a ve Davutoğlu’na şu son 6 ayda zevkle kullanacakları daha fazla fıstıklı lokum gibi malzeme vermeyin.
Sorunların çözümünü seçimlerin sonrasına bırakın.

Gürbüz Evren /Gerçekgündem

Hangisine inanalım?
AKP ve Anayasa mahkemesi tarafından “laikliğe aykırı eylemlerin odakları oldukları” gerekçesiyle kapatılan önceli partilerin Atatürk ilke ve devrimlerinin karşıtları olduklarını ülkede bilmeyen yoktur…
Kanıtı mahkeme kararları…
AKP, 12 yıllık iktidarının ilk dönemlerinde, AB’ne sıkı sarılarak çağdaş uygarlıktan yana olduğu görünümüyle oy toplamada büyük başarı göstermişti…
Sonraki yıllarda, ayağını yere sağlam bastıkça karşıdevrimci uygulamalarına kademeli olarak hız vermeye başladı…
Bu gün geldiği noktada, artık açıktan karşı devrimcilik yapmakta hiçbir sakınca görmemektedir…
Ne var ki ilk dönemlerde yerini sağlama almak adına söyledikleri söylemlerin bir kandırmaca olduğunu, bu günkü söylemleriyle, yine kendisi kanıtlamaktadır…
Anayasanın 174. Maddesiyle güvence altına alınan devrim yasalarından Eğitim Birliği Yasasını (Tervhidi Tedrisat Kanunu)   yok sayarak, Eğitimi din ağırlık hale getirdikten sonra, şimdi sıra dil devrimine gelmiştir…
Yazılı medyaya yansıyan haberler göre;
24 Nisan 2012 günü düzenlenen “Anayasanın Dili” Sempozyumu'nda Başbakan sıfatıyla konuşan Erdoğan, "Diller arasında bir ayrıma gitmek, açık söylüyorum bir ırkçılıktır. Zaman zaman söyleniyor, 'Türkçe ile felsefe, bilim yapılmaz, bilim dili kurulmaz' deniyor. Bunların tamamı ırkçılık kokan açıklamalardır. Irkçılık ihtiva eden bir düşünüş biçimidir. Dünyadaki tüm diller gibi Türkçe de zengin kelime hazinesiyle, bu dili konuşan herkese sonsuz, sınırsız, engin bir muhayyile sunabilecek güce sahiptir" derken…
24.12.2014 günü 49. TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri Töreni'nde Cumhurbaşkanı sıfatıyla konuşan Erdoğan, "Şu anda Türkçenin mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca ya da İngilizce, Almanca, Fransızca kelime ve kavramlara başvuracaksınız. Bu sorunlar devlet eliyle değil bilim insanları eliyle aşılacak sorunlardır" diyerek 2,5 yıl önceki konuşmasının aksini söyledi…
Şimdi soruyorum…
-Başbakan Erdoğan’a mı?
-Yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan’a mı?
İnanacağız…
Hangisine?..
Amaç herhangi bir dili savunmak değil, Atatürk devrimlerini unutturmaktır…
Sayın Cumhurbaşkanı, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ve devrimlerinin, size oy verenlerin bir bölümü dâhil o kadar çok sevdalısı vardır ki bizlere unutturamazsınız…
91 yıllık Cumhuriyet tarihinde, Cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle, değerleriyle, devrimlerle bu kadar oynayan, yok sayan bir iktidara rastlanmamıştır…
Çok partili döneme geçişten sonra, iktidarı ele geçiren sağ partiler kendi politikalarını uygulamak için birçok hatalar yaptılarsa da, Cumhuriyetin kuruluş felsefesini daima dokunulmaz kabul ettiler…
AKP’nin bu tür davranışları kabul edilemez…
AKP’nin bu günlere gelişine yardımcı olan, liberallerin, “yetmez ama evetçilerin”, dönek solcuların kulakları çınlasın...
Unutmayın ki hepimiz ayni gemideyiz…

25.12.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Günümüzün Modası, Darbe ve İhanet - Gündüz Akgül
AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde her aşamada dile getirilen iki kavram, AKP’nin vazgeçilmezi haline gelmiştir…
Darbe ve İhanet…
-İktidarın hukuka uygun olmayan uygulamalarını protesto etmek için Toplantı ve Gösteri Yürüyüşler Yasasının verdiği haklarını kullanan…
-Yolsuzlukları dile getiren…
-Yandaş kadrolaşmayı açıklayan…
-Anayasaya aykırı olarak tüm güçlerin (Yasama, Yürütme, Yargı) tek elde toplandığını söyleyen…
-Ülkenin tek adam diktatörlüğüne götürülmek istendiğini savlayan…
-Eğitimin dinselleştirilmek istendiğini ileri süren…
Her kes, her kurum, her sivil toplum kuruluşu, AKP’ye darbe yapmakla suçlanıyor…
Kadınların her türlü yaşam tarzına müdahale ederek, nasıl yaşamaları gerektiğini, kaç çocuk doğuracağını, Sezaryen, kürtaj ve doğum kontrolünün uygun olup olmadığının belirlemeye çalışan AKP, itiraz edenleri İhanetle suçlamaktadır…
Her iki durumda da kanıt var mı? Bilimsel ve tıbbı durum neyi gerektiriyor, yasalar ne diyor, kadının vücudunu ilgilendiren bu konuda kadının kendi iradesi göz ardı edilerek, sözlü ve yazılı demeçlerle, yandaş medya ve medya sözcüleri aracılığı ile yurttaşlarda haklılarmış gibi algı yaratılmaya çalışılmaktadır…
AKP, darbe ve ihanet suçlamalarıyla insanları korkutup susturmaya, kadın hakkında ki düşüncelerini uygulamaya koymaya çalışmaktadır…
Bu durumun demokrasi,  özgürlük ve insan haklarıyla bağdaşır yanı olmamasına karşın, ısrar ve inatlar koro halinde demokrasi ve özgürlük şampiyonu olduklarını haykırmaktadırlar…
Yurttaşların büyük çoğunluğunda “taraf olmayan bertaraf olur” korkusu o kadar yerleşmiş ki AKP’nin, demokrasi ve özgürlük savlarına inanmayanlarda seslerini çıkarmamaktadır…
Bu gidişin elle tutulur yanı yoktur…
Günün birinde yurttaşlar bu korkularını yendikleri anda, AKP’yi sandığa gömmeleri kaçınılmaz hale gelecektir…
Tarihte bunun örnekleri çoktur…
İşte ANAP, DYP ve diğerleri…

24.12.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

İhanet nedir?
Değerli okurlar sizce ihanet nedir?

Cevap veriyoruz.

İhanet;

Ülkemizin menfaatleri aleyhine çalışmaktır,

Ülkemizin askerini ve polisini sırtından vurmaktır,

Ülkemizi bölmeye çalışmaktır,

Bölücü PKK teröristlerinin eylemlerine göz yummaktır,

Halkımızı dinlerine, mezheplerine ve etnik kökenlerine göre ayrıştırmak ve bölmektir,

Ülkemizin iç ve dış itibarını ayaklar altına almaktır,

Ülkemizi komşu ülkelerle düşman haline getirmektir,

Ülkemizin, halkın vergileriyle oluşan hazinesini, kendi zevki, lüksü ve siyasal menfaatleri için çarçur etmektir,

İşçilerinin çalışma koşullarını çağın gerisinde tutarak, onların can güvenliklerini sağlayamamak ve toplu ölümlerine sebebiyet vermektir,

Ülkenin, tarihsel ve doğal zenginliklerini, ormanlarını, ağaçlarını yok edip koruyamamaktır,

Ülke insanının özgürlüklerini baskı altına alıp özgürlüklerini kullanamaz hale getirmektir,

Ülke insanının özel yaşamına karışmak ve bu alana dayatmalarda bulunmaktır,

Laik eğitime son vermektir,

Hergün yerli yersiz her yerde bağıra bağıra konuşarak ve bu konuşmalarını televizyonlardan yayınlatarak sürekli olarak halkı rahatsız etmek,sinirlerini bozmaktır,

Yolsuzluk ve rüşvet iddialarına muhatap olmaktır,

Anayasayı uygulamayarak rafa kaldırmaktır,

Yargı kararlarına saygı duymamak ve o kararları uygulamamaktır,

Kuvvetler ayrımını kabul etmeyerek, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini tek elde toplamaktır,

Ülkesinin insanını, vasıtalı vergilerle ekonomik olarak boğmaktır,

İşsizliğe çare bulamamaktır,

Ülkenin gelir dağılımındaki adaletsizliği sonlandıramamaktır,

Ülkenin kadınlarının can güvenliklerini, erkeklerin vahşetinden koruyamamaktır,

Hayır bilemediniz, bunların hiçbiri ülkemizde ihanet değildir.

Sizlere ipucu verip biraz yardımcı olalım da, ihanetin ne olduğunu çıkarın ve rahatlayın değerli okurlar.

İşte sizlere üç adet ipucu sözcük; doğum kontrol hapı, prezervatif, spiral.

Artık ihanetin ne olduğunu bilmelisiniz.

Tamam, bu sefer elimizden kaçmaz, bildik, dediğinizi duyar gibi oluyorum.Haydi cevaplayın öyleyse.

İhanet; kocanın karısını, karının da kocasını aldatmasıdır,

Hayır yine bilemediniz, sizi daha fazla merakta bırakmadan cevabını biz verelim.

İhanet; resmi nikahlı karı kocanın, doğum kontrol hapı, prezervatif ve spiral gibi gebeliği önleyen vasıtaları kullanarak, yasal ve hakça yatağa girip çiftleşmeleridir. Tayyip Bey'in ifadesiyle, doğum kontrolü, ihanetin ta kendisidir.

Tayyip Bey söylediği için, şaşırmadınız değil mi?

Sizler, tuzu kuru olan Tayyip Bey'e sakın inanmayın ve ihanetten asla vazgeçmeyin, bu işsizlik ve pahalılık ortamında ihanet etmekten başka bir çarenizin olmadığını sakın unutmayın.

23/Aralık/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Menemen Olayı ve Şehit Asteğmen Kubilay
Tam 84 yıl önce, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapanmasından beş gün sonra 23 Aralık 1930 günü, Nakşibendî tarikatı mensubu bir grup insan, Menemende gerici bir ayaklanma başlatmışlardır. Zaman zaman irticaı teşvik eden unsurlarca mümkün olduğu kadar göz ardı edilmeye, unutturulmaya çalışılan bu olay; Cumhuriyet döneminin en önemli irtica olayı kabul edilmelidir. Belki çapı o kadar büyük değildir, ancak böyle akıl dışı iddialarla ortaya çıkan 5–6 kişilik bir grubun yerli halk tarafından böylesine içten desteklenmesi düşündürücüdür ve fanatik dinci kesimin harekete geçtiği zaman neler yapabileceğinin en önemli göstergesidir. Bu nedenle çağımız Türkiye’sinde Laiklik, özgürlükler ve insan haklarına saygı duyan herkesin mutlaka bilmesi ve unutmaması gereken bir olaydır. Bu gün size biraz bu olaydan bahsetmek istiyoruz.
Olayların temelinde Saltanattan Cumhuriyet dönemine geçiş ve Atatürk İnkılâpları olarak adlandırdığımız inkılâplara karşı, bu konularda tamamen cahil halkın ve din adamlarıyla onların yanında bütün karşıt güçlerin yarattığı atmosfer bulunmaktadır. Serbest Cumhuriyet fırkası bu kesimler için bir umuttu. Onlara göre; tepeden inme bir şekilde halkın önüne konan zorlamalar, bu parti iktidara gelince değiştirilebilecekti. Mesela şapka kaldırılacak, kıyafet serbest bırakılacak, tekke ve zaviyeler, eski yazı, Hilafet, Şeyhülislamlık gibi kurumlar hatta saltanat tekrar geri gelebilecekti. Kadın erkek eşitliği ne demekti? Hiç kadınla erkek bir olurmuydu. Kadının yeri evi ve çocukları olmalıydı ve kocasına itaat etmeli ve onu memnun etmeye çalışmalıydı. Böylece bozulan aile düzeni yeniden özlenen seviyeye getirilebilecekti. Serbest Fırka bu nedenlerle birkaç ay içinde çığ gibi büyüdü. Bu gelişmelerin ardından Partinin kapatılma ihtimali belirince bazı tarikatlar bundan büyük rahatsızlık duydular.
 Yargılama sırasında olayın Nakşibendî Tarikatının lideri Şeyh Esat ve yandaşları tarafından planlandığı ve Manisa’da günler öncesinden hazırlanan Derviş Mehmet adında bir kişinin liderliğinde bir grup tarafından icra edildiği anlaşılmıştır. Bu grup Şeyh Esat’ın Manisa’daki örgütlenmeyi yapan temsilcisi Laz İbrahim tarafından yönlendirilmekteydi. Dördünün ismi Mehmet (Muhammet), ikisinin ismi Hasan olan bu grup günlerce Manisa çevresindeki köylerinde, birlikte içki ve uyuşturucu âlemleri yaptıktan sonra yine hep birlikte 23 Aralık sabahı Menemene gelmiş ve saat 0620de sabah namazı için Müftü camiindeki cemaatin arasına katılmışlardır.
  Burada bir not olarak şu hususu da ilave etmek isteriz. Aslında grup 7 kişi olarak yola çıkmıştı. Belirtildiğine göre bir de köpekleri varmış ve köpeğin de ismi Kıtmir imiş. Bu size ünlü dinsel “Yedi uyuyanlar” efsanesini hatırlatmıyor mu? Yedinci kişi Çakıroğlu Ramazan grupla birlikte gelmemiş, daha önce aralarından kaçarak ayrılmıştır. İfadeler Camiye gelinmeden önce çifter çifter esrarlı sigara içildiğini belirtmektedir.
  Namazdan hemen sonra Derviş Mehmet; mihraba asılı bir durumda olan ve üzerinde “La İlahe İllallah, inna fetehnake” ayeti yazılı yeşil bayrağı alarak kendisinin Mehdi olduğunu, arkasında 70.000 kişilik Halife Ordusu bulunduğunu, öğlene kadar bu bayrağın altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söylemiş ve bütün Müslümanları eylemlerine katılmaya davet etmiştir. Hep birlikte cami dışına çıkan grup yüksek sesle tekbir getirerek yürümeğe başlayınca diğer camilerden de çıkan ve işine giden pek çok insan ne olduğunu anlamak için toplanmaya başlamışlardır. Gelişmelerin olumsuz bir yöne doğru kaydığını gören bir Jandarma subayı, durumu Alay Komutanlığına bildirmiş ve Komutanlık o an eğitime gitmekte olan yedek subay, Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay ve askerlerini şehre göndermiştir.
  Durumun pekiyi olmadığını gören Kubilay, gözdağı vermek için (mermileri olmadığından) askerlerine süngü taktırmış, hem halkı ve hem de askerlerini korumak istediğinden bizzat kendisi nümayiş yapan grupla temasa geçmiş ve onların yaptıklarının kanunsuz olduğunu, dağılmaları gerektiğini söylemiştir. O anda hiç beklenmedik bir çıkış yapan Derviş Mehmet silahını ateşleyerek Kubilay’ı vurmuştur. Yaralı Asteğmen acı içinde kendisini Caminin Musalla taşı arkasına atabilmiş ancak oraya yetişen asiler çılgınca haykırışlar ve tekbir sesleri arasında çantalarından çıkardıkları bir bağ bıçağının testereli kısmıyla Türk subayının başını kesip ayırmış ve bayrak sopası üzerine dikmişlerdir. Baş, bayrak direğinde durmayınca çevredeki bir dükkândan getirilen bir iple sıkıca bağlanmış ve kalabalık avuç avuç şehidin kanını içen, tekbir getiren kendisinin Mehdi olduğunu ve bu nedenle kendisine kurşun işlemeyeceğini iddia eden Derviş Mehmet’in peşinde dolaşmaya başlamıştır.
  Kalabalığın yaptıklarını gören Bekçi Hasan Kubilay’ı kurtarmak için ateş edip birini yaraladıysa da karşı ateşle o da ve hemen arkasından diğer bir bekçi Şevki de açılan ateşlerle şehit edilmişlerdir.
  Durumun ciddiyetini anlayan Alay komutanı gönderdiği silahlı birliklerle çevreyi kuşattı. İsyancılara teslim olmaları ihtarı yapıldı. Teslim olmayı reddeden, bana kurşun işlemez..korkmayın diye direnen Derviş Mehmet, açılan ateş sonucu  yere serilen ilk insanlardan biri oldu. Bütün suçlular yakalandı ve dava ile ilgili görülen 105 sanık General Mustafa Muğlalı Başkanlığında kurulan Sıkı Yönetim mahkemesinde yargılandı. Esat Hoca İstanbul’dan getirildi, 90 yaşındaydı. Yargılama sırasında öldü.
   Mahkemenin kararı 29 Ocak günü açıklandı. 36 kişi idam, 41 kişi çeşitli hapis cezalarına mahkûm edildiler, 40 kişi de beraat etti. TBMM yaşları küçük olduğu için 6 idam cezasını hapse, ikisini de 2 yıl hapse dönüştürdü. İdamların çoğu Kubilay’ın şehit edildiği yerde infaz edildi. Bir idamlık infaz anında firar etti. 15 gün kadar dağlarda saklandı. Yakalanınca o da Menemende idam edildi.(Detaylı bilgi için bakınız. Kemal Üstün, Menemen Olayı ve Kubilay, Çağdaş Yayınları, İstanbul- 1977)
  Dinsel bağnazlık ve uyuşturucu karışımı ayinlerle kontrollerini kaybeden fanatik bir grubun isyan ederek askerlere ateş edip, Asteğmen Kubilay’ı önce yaralamaları, sonra da vahşice öldürmeleri daha sonra da iki Emniyet Mensubu görevlinin ard arda öldürülmeleri inanılması güç bir olaydı. Askerler Milli Mücadele döneminde de subaylara yönelik bu tip çılgın davranışlarla karşılaşmışlardı. Ancak cehaletten kaynaklanan bu tip dinsel fanatik davranışların gerilerde kaldığına inanılıyordu. Hele yeşil bir bayrak altında, tekbir sesleri arasında şehirde tur atan, cinayetler işleyen bu gruba yerli Halkın karşı çıkacak yerde sessiz kalması, hatta isyancıları destekler gibi görünerek onlara katılması Mustafa Kemal Paşa’yı ve Ordu mensuplarını çok üzmüştü. Mustafa Kemal Paşa Orduya hitaben olayı telin eden bir bildiri gönderdi. Kazım (Özalp) Paşa olayı ve Mustafa Kemal Paşanın reaksiyonunu şu sözlerle anlatmaktadır:

“Bu haber Ankara’da bir bomba tesiri yaptı. Derhal köşke çağrıldım. Mustafa Kemal Paşa görülmemiş şekilde kızgın, üzgün ve heyecanlıydı. Başvekil İsmet Paşa, Milli Müdafaa Vekili Zekai Bey (Apaydın) Ordu Müfettişi Fahrettin Paşa (Altay) da köşke geldiler. Mustafa Kemal Paşa çok sinirli bir durumda söze başladı:  
“Bu ne haldir, mürteciler hükümet meydanında ordunun subayını din adına boğazlayabiliyorlar. Binlerce Menemenliden kimse çıkıp mani olmuyor, bilakis tekbirle teşvik ediliyorlar. Yunan idaresi altındayken bu hainler neredeydiler? Onların namusunu ve dinini kurtaran Ordunun bir subayına reva gördükleri bu saldırının cezasını yalnız hain katiller değil, hepsi en ağır şekilde çekmelidir. Bu, Cumhuriyetin ve bizim başımızı kesmektir. Bundan bütün Menemen sorumludur. Bu kasaba da “Vilmodit” ilan edilmeye müstahak olmuştur. Fransızca olan “Ville Maudite” kelimesinin karşılığı cezalandırılmış şehirdir. Vilmodit kasaba demek, o kasabanın bütün halkı şehir dışına çıkarılır, aileler birer ikişer memleketin başka şehirlerine dağıtılır, tam boşaltılmış şehir tümüyle yakılır, bugünkü ve yarınki nesillere ibret olmak üzere hükümet meydanında büyük bir siyah taş, sütun olarak dikilir. Derhal harekete geçmeliyiz, dedi. Vakit kazanmak ve havayı biraz yumuşatmak için “acaba ayrıntılı raporların gelmesini beklesek mi?” diye bir görüş ortaya attım. Aramızda bir-iki gün beklemeyi, Paşa’nın tepkisinin ne ölçüde değişebileceğini görmeyi uygun gördük. Ancak normal kanuni işleri hemen başlattık. Paşa bir daha “Vilmodit”ten bahsetmedi. Derviş Mehmet ve arkadaşları yakalandı., kurulan Divanı Harp’te mahkeme edilerek idam edildiler. Mustafa Kemal Paşa bu olayı hiçbir zaman unutmadı. Bir daha da çok parti denemesine girişmedi”. ( Kazım Özalp, Atatürk’ten Anılar s.47–48, T.İş Bankası, Ankara–1992)
  Şehitlere Tanrıdan rahmet ve ülkemizde bir daha bu tip acı irticai olaylarla karşılaşılmamasını yürekten dileriz.( Bu yazıyı  6-7 sene önce ilk yazdığımızda bu dilekte bulunduk ama Komutanlar ve sivil aydınlar aleyhinde bildiğimiz amaçlarla yapılan tutuklamalar ve günümüze kadar uzanan karmakarışık yargılamalar bu ülkenin mürtecilerden daha çook çekeceğini göstermektedir.) 

Dr. M. Galip Baysan

Alenen Suç İhbarı Ve Şikayet'inde Bulunuyorum
Yeter be!

Paralel yapı, paralel yapı, hükumete darbe teşebbüsü, haşhaşi, bunların inlerine gireceğiz,  inlerine sözlerini dinlemekten bıktık ve usandık.

Bir yıldır hep aynı lafları duymaktan içimiz karardı ve daraldı. Artık, bu sözleri duyunca; imdat, kurtarın bizi diye bağırmak geliyor içimizden.

Meydanlardan, kapalı salonlardan sürekli yankılanan ve kulağımızı tırmalayan, hep aynı ve benzer laflar.

Sizler; kimi ve/veya kimleri, kime şikayet ediyorsunuz, bu sözleri ve şikayetlerinizi söylemeden önce, öyle fazla gerilere değil, şöyle iki sene öncesine bir baksanıza, şimdi paralel yapı,haşhaşi olarak suçladığınız ve  şikayet ettiğiniz cemaat ile kol kola ve sıkı fıkı olduğunuzu, güle oynaya çok iyi bir çift oluşturduğunuzu, gül gibi geçinip gittiğinizi, birbirinize övgüler dizdiğinizi, teşbihte hata olmaz, sadece birlikte aynı yatağa girmediğinizi, çok açık ve net bir şekilde göreceksiniz, sizlerde hiç utanma duygusu yok mudur beyler?

Biz halk olarak, artık, bir zamanlar aranızdan su sızmayan sizin o eski ortağınız  cemaat ile giriştiğiniz kişisel kavgalarınızı izlemek ve birbirinize utnmadan ve sıkılmadan söylediğiniz çirkin lafları ve suçlamaları duymaktan bıktık ve yarattığınız bu durum nedeniyle dünyaya rezil olduğumuz için ülkemiz adına utanıyoruz.

Birlikte mesut ve bahtiyar olduğunuz 17 ve 25.Aralık.2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan önceki yıllarda, Ergenekon, Balyoz ve diğer soruşturma ve davalarında savcılık yaptığınızı, şimdi, paralel illegal yapı olarak suçladığınız emniyet ve yargıdaki cemaat yapılanmasından yararlanarak, aleyhlerine birlikte kumpas kurduğunuz subaylarımızı ve aydınlarımızı hukuk dışı yollarla ve haksız şekilde zindanlara atarak yaptığınız adaletsizliği nasıl unuttunuz, büyük Allah ayağınızı dolandırdı ve cemaatle aranıza kara kedi girdi ve bardağı taşıran son damla olan 17 ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile cemaatle kanlı bıçaklı oldunuz ve iktidarınıza yönelik bu yolsuzluk ve rüşvet suçlamasının şokuyla, cemaatin devlet içinde illegal olarak örgütlendiğini ve paralel yapı oluşturduğunu, birdenbire gaipten bir ses duyarak, anlayıverdiniz.

Gecikerek de olsa, bu anlayışınızdan dolayı sizleri gerçekten kutluyoruz, bravo sizlere!

Aslında, başından itibaren herşeyin farkında idiniz ve her şeyi, şimdi yasa dışı silahlı bir suç örgütü kurup yönettiklerini iddia ettiğiniz ve haklarında 14 Aralık operasyonunu başlattığınız, bu operasyon kapsamında hakkında yakalama kararı çıkarılmasına karar verilen ve yakalanarak yurdumuza iadesi için kırmızı bülten çıkarma hazırlığı içine girdiğiniz Amerikada yaşayan Fetullah GÜLEN ile birlikte büyük bir uyum ve işbirliği içinde hareket ettiniz, onları tetikçi olarak kullanarak kulağınızın üzerine yattınız, sizin beyanınızla, sözde askeri vesayeti sonlandırarak, onun yerine, askeri vesayeti de arattıran kendi sivil vesayetinizi oluşturdunuz Şimdi, kalkmışsınız, aldatıldık, yanılmışız diyorsunuz ve yasa dışı bir örgüt olmakla suçladığınız cemaat ile yaptığınız işbirliği ve ortaklığınızı inkar ediyorsunuz ve suçluluk psikolojisi içinde halkımıza yalan söylüyorsunuz.

Halkımızı bu yalanlarınıza  inandırmak ve şayet, cemaat tarafından devlet içinde paralel bir yapı olarak oluşturulan bir suç örgütü varsa, bu suça iştirakinizi, yardım ve yataklığınızı inkar etmek ve perdelemek için, bir yıldır, illegal paralel yapı teranesi ile sürekli ortalığı inletiyor ve gerçekten halkımızın sinirlerini bozuyorsunuz.

Yeter artık.

Bizler, sade bir vatandaş olarak, şayet gerçekten var ise, cemaatin devlet içindeki illegal yapılanmasını göremeyebiliriz, yargıda ve emniyette cemaat mensuplarının kadrolaştığını bilemeyebiliriz, ama sizler devletsiniz, hükumetsiniz, devletin tüm istihbarat birimleri ve olanakları sizin emrinizde, emniyet teşkilatına dışarıdan veya naklen atanan ve/veya bir makamdan diğerine yer değiştiren emniyet kadrolarındaki tüm amirlerin bu atanmalarında sizlerin imzalarınız var, aynı şekilde, yargıda çöreklendiği iddia edilen cemaatçi hakim ve savcıların özel yetkili mahkemelere atanmalarında, en azından Adalet Bakanınızın ve Adalet Bakanınızın müsteşerının oyları ve imzaları var, bu atamaları herhalde Fetullah GÜLEN Amerikadaki ikametgahından imzalayarak gerçekleştirmedi, ortalığı niçin boş bıraktınız, atanmalarına imza koyduğunuz ve şimdi cemaatçi olduklarını iddia ettiğiniz emniyet amirleri, müdürleri, komiserleri, hakim ve savcıları niçin incelemediniz, o makamlara gelebilecek liyakatta insanlar olup olmadıklarını niçin araştırmadınız? Tabi, bu araştırmalara hiç gerek görmediniz, sizlerin de işine gelen buydu çünkü. Hanımlarının başlarının örtülü olması, atanmaları için yeterli kriterdi sizler için. Hanımının başı örtülü olsun canımı yesin mantığı geçerli idi.

Bırakınız palavrayı beyler, artık, illegal paralel yapı, haşhaşi bunlar ve benzeri lafları duymak istemiyoruz, bu sözleri dinlemek zorunda da değiliz.Çevre ve ses kirliliği oluşturan, insanları sinir hastası yapan ve sizlerin devlet yönetimindeki aczinizi ve yetersizliğinizi gösteren, işgal ettiğiniz makamları derhal terketmenizi gerektiren ve dolaylı bir suç itirafı olan beyanlarınıza son veriniz.

Bizim isteğimiz; ortada devlet içine çöreklenmiş ve illegal faaliyetlerde bulunmuş, silahlı suç örgütü mertebesine gelmiş, Gülen Cemaatinden türemiş illegal bir yapı ve örgüt varsa, bunlar yargı önünde hesap vermeliler, ancak bunların suç ortağı olan, devlet içindeki yapılanmalarına attıkları imzaları ile yardım ve yataklık yapan, zamanın başbakanı ile bakanlarının da, Türk Milleti adına yagı yetkisini kullanan bağımsız yargı önünde hesap vermeleridir.

Bu nedenle, 14.Aralık.2014 tarihinde başlatılan, Fetullah GÜLEN tarafından oluşturulduğu iddia edilen suç örgütü soruşturması kapsamında değerlendirilmek üzere, Fetullah GÜLEN suç örgütüne mensup oldukları iddiasıyla haklarında soruşturmalar açılan, tutuklanan veya tutuksuz olarak soruşturmaları ve davaları devam eden, açığa alınan, meslekleriyle ilişkileri kesilen tüm emniyet görevlilerinin atanmalarında imzaları bulunan, onların denetimlerinden ve gözetimlerinden sorumlu olan zamanın başbakanı ve ilgili bakanlar hakkında, Anayasanın 100. maddesi uyarınca, gereğinin taktir ve ifası için, bir seçmen ve hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir vatandaşı olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına suç ihbarında ve şikayette bulunuyorum.

21/Aralık/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Devlet Adamı Olmak Zor İştir - Gündüz Akgül
Bugün yazılı ve görsel medyaya yansıyan haberde, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun 9. Sınıf öğrencisi kızının, matematik dersinden düşük not alması ve yazılı kâğıdını görmesi istemesi üzerine, öğretmenin kâğıdı vermediği ve kâğıttan fotokopi çekilebileceğini söylediği, daha sonrada öğretmenin sınıftan alındığı bildiriliyordu…
Bu haberi okuyunca, bir anıyı anımsadım…
Aşağıda okuyacağınız bu anıda, devlet adamı olmanın ne kadar zor olduğunu görecek ve büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, bunu nasıl başardığını gururla öğreneceksiniz…
İşte o anı:
-Yıl 1934 Milli Eğitim Bakanı Niğdeli Abidin Özmen’dir. Bakanın makamına Atatürk’ün yaverlerinden biri, yanındaki iki çocukla girer ve Bakana bir zarf uzatır…
Zarf Atatürk’ten gelmiştir. Bakan zarfı açar ve mektubu okumaya başlar…
Atatürk; “Yaver Bey’le, size iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderiyorum. Bu çocukları, uygun göreceğiniz bir liseye (parasız yatılı olarak) kaydını yaptırıp…”  Bakan, bunu Atatürk’ten verilmiş bir emir kabul ederek Orta Öğretim Genel Müdürünü çağırtır ve Genel Müdüre şu emri verir. “Yaver Bey’in yanındaki bu iki çocuğun evraklarını alınız ve bu çocukları H.P. Lisesi’ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp, her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının, veli ve ödeyen hanesine Atatürk’ün ismini yazdırarak bana getiriniz” der…
Bakanın emri yerine getirildikten sonra kısa bir mektup yazarak Yaver Bey’le Atatürk’e yollar…

Mektupta şunlar yazılıdır. “Muhterem Atatürk; Yaver Bey’le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkındaki emirlerinizi aldım. Ancak arkasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi birisi bulunduğu için, bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da emirleriniz gereği H.P. Lisesi’ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzlar ekte takdim ediyorum…”

Atatürk mektubu okuyunca, Başbakan İsmet İnönü’ye telefon ederek “Bak senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı” diyerek olayı anlatır. İnönü Bakan adına özür diler…

Atatürk; “Yok özür dileme. Çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve gösterebilse” diyerek büyüklüğünü gösterir…
Sevgili dostlar,
Devlet adamlığı budur…
Büyük önder, Müdürü görevden alacağına, onun bu hareketini takdir etmektedir…
Vay benim güzel ülken vay…

21.12.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

AKP aldığı yüzde 30’luk, yüzde 33’lük GERÇEK OY oranı ile Türkiye’nin düzenini hallaç pamuğu gibi atıyor…
Altını üstüne getiriyor…
Hırsızlık, yolsuzluk, yağma, talan, yalan onun iktidarında zirve yaptı. Doruğa çıktı.
Ormanlar, bitiriliyor, ağaçlar kesiliyor… Ağaç katliamı yapılıyor… 3. Köprü için tamı tamamına 1 milyon beş yüz bin ağacın kesildiği ve 2 milyon yedi yüz bin ağacın da kesileceği söyleniyor… Bilim adamları, hava kirliliğini önleyen ormanların yok edilmesiyle toplu ölümlerin olabileceğini vurguluyorlar durmadan. Şu anda 6 ilimiz için tehlike çanları çalmakta, 20 ilimiz ise hassas düzeyde…
Ama muhalefet uyuyor…
Muhalefet, “Tuncel’inin adı Dersim olsun mu, olmasın mı, Cumhuriyet düşmanı Seyit Rıza’nın heykelini dikelim mi, dikmeyelim mi, Şeyh Said’i aklayalım mı, aklamayalım mı” tartışmaları ile geçiriyor ömrünü… AKP’ye değil, Cumhuriyete, Atatürk’e muhalefet yapıyor…
Oysa AKP, bilinçli, planlı – programlı bir şekilde, hedefine, yani FEDERAL İSLAM CUMHURİYETİ’ne doğru emin adımlarla ilerliyor… Tüm Türkiye’nin sistemini, toplumsal yapısını dönüştürmek için mücadele veriyor?
O, tüm Türkiye’nin sistemini, toplumsal yapısını değiştirmek için ayağa kalkar da Milli eğitimi unutur mu hiç? İhmal eder mi?
Elbette unutmaz. Elbette ihmal etmez. Çünkü suyun başı orası… Genç kuşakları “KİNDAR ve DİNDAR” yapmanın kaynağı orası…
Yedi bin yıllık Türk geleneklerini, Türk kültürünü, Türk tarihini ARAPLAŞTIRMAK, IŞİD’leştirmek için elinden geleni ardına koymuyor…
Ortada ne Cumhuriyet kaldı, ne Atatürk, ne Kurtuluş Savaşı, ne laiklik, ne demokrasi…
Her yerde faşizm kol geziyor… Dinci faşizm, herkese, her şeye meydan okuyor… Türk milletine deprem yaşatıyor…
Yüzde 70’lik çoğunluğu görmüyor, duymuyor, önemsemiyor… Adam yerine koymuyor…
 “Ben yaptım, oldu, bitti… İster beğen, ister beğenme” diyor…
Analar, babalar feryat içinde…
Beş - beş buçuk yaşındaki bebeleri ana kucağından alıp okullara gönderiyorlar… Önlerine de kendilerinden büyük din kitaplarını koyuyorlar… Tıpkı karikatür gibi… Kitaplar kocaman… Kitap çocuktan büyük… Sosyal medyada boy boy görüntülendi bunlar…
5 yaşındaki çocuklara cennet – cehennem öğretiyorlar…
Anneler, babalar isyan içinde… Anneler, babalar şaşkın…
Daha bir sistem yerleşmeden öteki sisteme geçiliyor… Milli Eğitimi deneme tahtasına, “Yap – boza” çevirdiler… Ne uygulama var, ne günlük yaşama uyarlama var ne de ön çalışma yapılıyor…
12 yılda tam beş bakan değişti… Bu bir rekor…
Her sistem değişmesinde, her bakan değişmesinde öğrenciler, veliler, öğretmenler sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Sisteme uyum problemleri yaşıyorlar…
AKP, bu güne değin tüm toplum düzeninde gerçekleştirdiği siyasal İslamcı değişikliklerin iki katını, üç katını Milli eğitimde gerçekleştirdi…
Laik eğitime, öğretime, bilime, milliyetçi düşüncelere, görüşlere savaş açtı. Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin kararlarına karşın din dersini mecburi kıldı ve anaokullarına değin indirdi.
Milli Eğitimin “Milli”sini sildi, yok etti…
Şimdi eğitim kurumlarını kız – erkek okulları diye ayrıştırarak, okullara haremlik, selamlık sistemini getirmeyi, karma eğitimi kaldırmayı düşünüyor.
Bu eğitim sisteminin Ortadaoğu’da yaratıcısı ve uygulayıcısı da IŞİD zaten…
Manavgat’ta toplanan 19. Milli Eğitim Şurasının ilham kaynağı ve kılavuzu IŞİD oldu.
Hâkim olduğu Irak ve Suriye kentlerinde IŞİD, kızların, erkeklerin birlikte okuduğu karma eğitime son vermiş, kadınların sokağa çıkmasını, pazara gitmesini bile yasaklamıştı.
Eğitim Bir-Sen adlı yandaş sendikanın genel başkan vekili Ahmet Özer, 29.11.2014 tarihinde, “Karma eğitim dayatmasını asla demokratik anlayışa uygun bulmuyoruz. Velilere seçme hakkı tanınmalıdır. 2-6 Aralık 2014 tarihlerinde yapılacak Milli Eğitim Şûrası’nda sendika olarak karma eğitim uygulamasının kaldırılması ve din eğitiminin okul öncesinden verilmesi gibi birçok önerimiz olacak. Karma eğitim dayatmasının kaldırılmasını istiyoruz. Biz bunu asla demokrat anlayışa uygun bulmuyoruz…” diyerek bu Ortaçağ uygulamasına yeşil ışık yakmıştı…
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı da bu öneriye balıklama atlayarak, “Kız ve erkek okulu açmaya engel yok” diye hemen fetvasını vermişti…
Milli Eğitimin yasalarını, yönetmeliklerini değiştirdiler. Okullarda mescit uygulamasının önünü açtılar. Liseli öğrencilerin evlenmesine yeşil ışık yaktılar.
Hepsinden önemlisi tüm okulları imam hatiplere dönüştürdüler. Önümüzdeki yıl öğrenciler, ya sınavları kazanıp Anadolu liselerine gidecekler ya da imam hatiplerin yolunu tutacaklar…
AKP, yattı kalktı, sınav sistemini değiştirdi. Tarihte en çok sınav sistemini değiştiren iktidar unvanını aldı. Onun döneminde bol bol soru çalındı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip bile “soruların çalındığını, bu sayede Fethullah takımının önemli yerlere adamlarını getirdiğini…” itiraf etti.
Çocuklarımız, AKP’nin bu uygulamaları ile “SINAV, SORU MANYAĞI” oldular. Yarış atına döndüler…
Milli Eğitim Bakanlığı, “Ücretsiz ders kitapları dağıtımı”nın arkasına sığınarak, her yıl bu piyasadan 300 – 400 milyon liralık kitap aldı ve en büyük müşteri durumuna geçti.Yandaşlarını zengin etti...
Bir taraftan ücretsiz ders kitapları dağıtırken, bir taraftan da "İlköğretim, devlet okullarında parasızdır" ifadesini yasadan çıkararak, gerçek niyetini ortaya koydu…
Milli Eğitim perişan bir durumda… Milli Eğitim içler acısı…
Milli Eğitim bütünüyle şeriatçı militanlar yetiştirmeyi planlıyor şimdi… Elimizi çabuk tutalım, Ortaçağ düzenine karşı çıkalım… Yoksaa…
Bir zaman gelecek yargıçlarımız, savcılarımız, öğretmenlerimiz, valilerimiz, kaymakamlarımız imam olacak…
Bir sabah kalkacağız, 5 yaşındaki çocuklarımızı çarşaflara sarmak için, çarşafçı dükkânlarına koşacağız… İranlı bayanın dediği gibi “İslam devriminden bir gün sonra, hepimiz, kendimizi çarşafçı dükkânlarında bulduk…” Aslında siyasal İslamcı hareket o kadar çabuk ilerliyor ki, bir zaman gelecek, şeriatçıların devrim yapmasına da gerek kalmadan, karanlığın içine gömüleceğiz…
Hani demişti ya Cumhurbaşkanı “İsteseniz de istemeseniz de Osmanlıcayı öğreneceksiniz…”
Elinizi çabuk tutmazsanız, bu Ortaçağ yolculuğuna karşı koymazsanız “İsteseniz de istemeseniz de çarşafları hem kendiniz giyeceksiniz, hem de bebelerinize giydireceksiniz…”

 Ali Eralp

Baş Hırsızdan Oğul'a - Mehmet Halil Arık
Ey oğul!...
El verdim emek verdim!. Muteber evlat ol. Sürdür babanın hünerini. At bin kılıç kuşan, hünerin görünsün… gemicikler yürüsün!..
Ey oğul; unutma, ulu sözüne bakmayan ulur kalır!.
Ya Allah!... Ya Fettah!...
Yol buldum, tezgah kurdum. Ortak oldum, ortak buldum…Baş oldum; baş koydum. Engelleri kırdım, yasaları ayarladım..
Babadan oğla geçer dedim. Bilirsin; bu sözümle neyi kastettim.
Sen benim eserimsin!... Aç gözünü uyar canını. Fırsatları değerlendirmeyi bilmelisin. Tembihlerimi kulağını açıp dinlemelisin. Satıcı ol, alıcı ol, kalıcı ol, bulucu ol ama salak olma!
Yol verdim Emek verdim, kulak verdim, bilgi verdim, boş vermedim, Sen de günlerini say, servetini say, büyüklerini say ama, yerinde sayma!
Hurilerle oyaladım, Cennet ile avuttum, Cehennemle korkuttum. Yol buldum, yoluna koydum
Durmak yok!.. Yol’a, yol’maya, soy’maya devam!... Duran düşer!...
Ey oğul;
Öfken kabarık, İhtirasın şımarık olsun!... İki güçten besle ihtirasını: din ve kin!.. Kulakların duysun; ihtirasın doymasın. Her yerde bulun, görünme… Maşa kullan, sürünme. İş yürüsün, kervan yürüsün…, ihtirasın büyüsün, oyun sürsün. Aldırma, tebaa sürünsün. Yeter ki; ölmeyecek kadar, eli ekmek görsün. Aç ayı oynamaz deseler de; yarı aç insan sadakatın eridir.
Ey oğul;
Unutma; en iyi yutan; yutturmasını bilendir!...
En uygun yan’daş, ağzı laf yapan, acındırıp ağlayan, mazlumu oynayan, dümeni tutan, deveyi hamuduyla yutan, fıtrata uyandır. El versin ele vermesin!... Baş bilsin; baş olmaya yeltenmesin.
Ey oğul;
Unutma, her dün bu güne, her bu gün yarınlara gebedir.
Tersten de estiği olur rüzgarların. Sen dedin ben yaptım diyenlerden uzak dur!.. Baktın öyle diyenler kesti yolunu, hiç bekleme, çekinme, durma, duraklama… taş at, çamur at, trenden at, tuzak kur!... Dövdür; sövdür!.. Hapislere attır, süründür. Dün kıl’dı, kul’du, tüy’dü; yün’dü deme!...
Haddini bilsin!...Uslanmayı öğrensin-yaslanmayı bellesin!...
Ayni bağın gülü, aynı dağın bülbülünden olsun yol’daşların… Yandaş, yalaka dönek, binek, dalkavuk yarasa olsun, akıllı vicdanlı, izanlı, düşünen, konuşan, soran’lardan olmasın.
İlken iyi belle. Soy’daşlık değil; kul’daşlık olsun. Aynı yoldan geçmiş, aynı sudan içmiş olsun. Hintli olsun demiyorum ama, hin olsun; cin olsun!... Leb’den anlasın, nem kapsın. Ama, utanmasın!. İlla edep desin; amma arlanmasın!...Hani demem o ki; ey oğul; El versin de, ele vermesin!..
Ey oğul!..
Gözün hem aç hem açık olsun. Doymasın. Üçün beş, beşin yüz olacaksa, söndürme ihtirasın ışığını.Hiç bir makam, hiçbir mal, mülk, para tatmin etmesin seni!..Hiç bir saraya sığmayasın!.. Elindekilerle doymayasın; insafa gelip uyanmayasın!.. Sağ ol; kul ol; kıl ol; yandaş ol; paydaş ol, ama saf olma.
Hazırdan yeme!... Hırsızın aptalı kesesinden yiyendir!..
Sabırlı ol; kibirli ol… tedbirli ol!... Her daim, karşına, bir minare çıkabilcekmiş gibi hazır tut kılıfını, …
Ey oğul;
Tek, çoktan güçsüzdür. Yol’daş al, yandaş bul!.. Paylaş!... Her paydaş biada erdir. Bu iş için muteberdir. 1 onların 3 senin!... Çok verip azdırma, az verip kızdırma!...
Gayretinin bedeli say alıp götürdüklerini. Sen büyüksün!.. Büyük düşün!... Fenerini büyük olsun, masken sağlam.
Çaldıklarınla güç, paylaştıklarınla gönül al!... Çalıyo… çalışıyo!...sözü teslim edilmiş milyarların anahtarıdır. Şalvarın ipi sende oldukça, tek sahibi sensin içindekinin!.. Unutma ki; hırsızın paylaştığı gönlünün bereketidir.
Aklın esir almasın öfkeni ve nefsini. Vicdanı uğratma semtine. Çaldıkların ham armut olur dizilir boğazına, söküp atmazsan vicdanı.
İhtirasın öylesine büyüsün… ki, bir lokmada yutulacak kadar küçülsün gözünde dünya.
Ey oğul!...
İnsaf, vicdan, edep düşmanıdır çalanın. İlkeni kaybedersen; yeşilken çorak olur; çöllere dönersin.
Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acıma! Acırsan acınacak olursun. Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Öfken korkuna delil olmasın.
Ey oğul;
Durmak yok, yola devam sözümüzün altındaki o derin muhabbeti unutma ki; gücünü kaybedip yakalanmayasın!...
Haftan kutlu olsun!...
17-25 ARALIK

Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci – DENİZLİ
mehmethalilarik@gmail.com

İslamda bilim,felsefe,resim,heykel,musiki yasaksa ve kadınlar toplumdan soyutlanacaksa gelecek neyin üzerine kurulacak   

Doha’da Dünya Yüzme Olimpiyatı’nı seyrettim. Salonda Doha’lı seyirci yoktu. Burası içki düşmanlarının işlettiği bir meyhaneye benziyordu. Müslüman ya da Doha’lı sporcu da yoktu. Bir ülke kendi halkının katılmasının söz konusu olmadığı ve mayolu Hıristiyan kadın yüzücüleri sergileyen bir uluslararası yarışma neden düzenler?

Kadınlar olmasa gelecek neyin üzerine kurulacak?
Bir kaç yıl önce çöl ortasında kış olimpiyatları türünden komediler de sergilediler. Zengin Müslümanlar bu çelişkileri neden yaşıyorlar? Araba satarlar, kadınlar şoförlük edemez. Fotoğraf makinesinin en son modelini satarlar. Fotoğraf çekmeyi yasak ederler. Bunları Arabistan’da, Avrupa ve Amerika’da gördüğüm için biliyorum. Petrol satan, fakat bir şey üretmeyen ülkeler, kendi ülkesinin polisi olan ordular, bilimsiz, sanatsız toplumlar. Bu altı kaval üstü şeşhane kültürünün nasıl sonlanacağını hayal edemiyorum.
Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün ölümünden önce Roma’da süvarilerimiz, Berlin’de güreşçiler dünya birincilikleri kazandılar. Savaş yıllarında İstanbullu kürekçiler Avrupa şampiyonlarında derece aldıkları zaman Türkiye nüfusu 20 milyonu bulmamıştı.
Türkiye’nin çağdaşlaşma programında spor önemli bir ağırlık taşıyordu. Ben sporun spor için yapıldığı yıllarda yaşadım. Günümüzde Türkiye futbol, basketbol ve voleybolda varlık gösteriyor.. Fakat sadece para ve prestij getiren etkinlikler var. Atletizm yok. Oysa atletizm, çok boyutlu, çalışma ve disiplin gerektiren, sağlık kazandıran toplumsal bir spor dalı. Spor, eğitime entegre edilmiş ve devletin sorumluluk taşıdığı bir örgütlenme alanı. Atletizmde Türk atletlerinin başarısızlığı bu anlayışın Türkiye’de anlaşılmadığını anlatıyor. İdari kadro tamam ama sonuç yok!
MAHLER’İN İKİNCİ SENFONİSİ
Doha’da ev sahipsiz yarışları seyrettikten sonra, tesadüfen, Leipziger Gewandhaus’da, karizmatik orkestra şefi Riccardo Chailly’nin yönettiği Mahler’in ikinci senfonisini dinledim. Onun on senfonisinin dünyayı değiştirdiğini yazan bir kitap okumuştum. İkinci senfoninin çok büyük bir korosu var. Bunun 1000 kişiyi bulduğu söylenir. Leipzig’deki konserde de olağanüstü büyük bir koro vardı. Berlin ve Leipzig’den gelen korolar birleştirilmişti. İkinci senfoni, Beethoven’in dokuzuncusu gibi koro ile bitiyordu. Olağanüstü bir ve dikkat ve disiplin içinde çalan Avrupa orkestralarını hep hayranlıkla dinlerim. Onlar Avrupa kültürü denen disiplin mekanizmasının en etkili göstergeleridir. Türkiye de Mahler’in adını işiten çok kimse olabilir, ama dinleyen olasılıkla azdır. Dinleyenlerden kaçı hoşlanır, anlar, onu da bilmiyorum.
Ama çıplak kadın yüzücüleri misafir eden Doha’lı garip Arapların orada bir konser salonu inşa edeceklerini ve Mahler’i kadın ve erkek korosu ile çaldıracaklarını hayal etmiyorum. Doha’da, Dubai’de, Abu Dabi’de, Suudi Arabistan’da ne orkestra var, ne müzik var, ne de konservatuvar var. Acaba yüzücü olmaması da aynı kültür saplantısından mı kaynaklanmıyor?
Doha’da dünya çapında ne üniversite var ne de bilim adamı. Bunlar yokluk zincirleri. Doha’da filozof da yok, matematikçi de yok. Bütün İslam tarihinde, eğer sultanlar için uğurlu günleri saptamak ilmi olan İlm-i Nücum (Astroloji) olmasaydı, 12.yüzyıldan sonra İslamda ne bilim var ne matematik, olacaktı.
Sevgili okuyucular,
Bu gözlemler sadece Doha’da değil, İslam ülkelerinde de aynı. 220 milyon nüfuslu Endonezya’ya bakın. 19. yüzyılda sömürge döneminde Hindistan’dan İngiltere’ye, Kuzey Afrika’dan Fransa’ya gidip bilim öğrenen Müslümanlar vardı. Doha yarışlarında babası Hollanda’ya yerleşmiş ve Hollandalı bir kadınla evlenmiş Hollandalı bir yüzücü vardı. Dünya birincisi oldu. Sihir Hollanda’da mı acaba?
Türkiye Cumhuriyeti 15 yılda her tür bilim adamı yetiştirmeye başladı, ama Atatürk ölüp 2. Dünya Savaşı Amerikalıların egemenliği ile sonlanınca çıktığımız yükseklikten geriye kayarak bugünlere geldik. Doha da Türk yüzücü, İstanbul’da Mahler konseri olamıyor.
BU DURUMDAN KURTULACAĞIZ
Sevgili okuyucular,
Türkiye’de bunları konuşan var. Fakat bir Türk gazetesini okumak, içeriği açısından çoğu kez utandıracak kadar ilkel bir kültür çorbasına düşmek demek. İslam dünyası, Mercedes alıyor, yüzme havuzu satın alıyor, ve dekolte yüzücüler sergiliyor. Sporla ilgisi yok. Gökdelen, alışveriş merkezi, İngilizce öğretim, ama arkası boş. Çağdaş dünya sofrasında benim de tuzum olsun diye, çelişkiler içinde kıvranıyor. Alay konusu oluyor.
1.5 milyar Müslüman, dünyanın sadece müşterisi. Türkiye ekonomisi petrol satıcı değil. Petrol alıcı. Biz de Doha’daki çelişkileri yaşıyoruz. Aramızda kimileri Afganistan, Pakistan, Yemen ya da Endonezya gibi olacağımızı düşünerek yas tutuyor. Bir bölümü de Türkiye’nin bu ilkelliğin üstesinden geleceğini düşünüyor. Ben de bu ikincilere katılıyorum. Çünkü biz benzer bir durumdan yüz yıl önce geçtik. Ve petrol satarak geçinmiyorduk. Ne var ki bunu saptamak sorunları çözmüyor. Ama gazeteler ya da politikacılar gibi yazı-tura atarak geleceği bekleyemeyiz. İş bize kalsa zor olabilir..
Bu gözlemleri yazarken Ali Akurgal, Osmanlıca ve Arapça eğitimi ile ilgili düşündüklerimi yazmamı istediğini iletti. Toplumun kültürel tutarlılığı kalmadığı için, söylenen sözler ve alınan kararlar üzerinde fazla düşünmüyorum. Ama İngilizce konusunda olduğu gibi, Osmanlıca ve Arapça konusunda da düşündüklerimi özetleyebilirim.
OSMANLICA VE ARAPÇA ÖĞRETME MECLİS’TEN BAŞLASIN
Dünyada üç gelişmiş dilin sözcüklerini bir torbaya atarak bir kültür dili yaratmış toplum yok. Hele bu toplumun yüzde doksanı okuma yazma bilmiyorsa. Şimdi Osmanlıca öğreteceklermiş. Bence önce Meclis’ten başlamalı. Bunlara Tursun Bey’in ‘Tarih-i Ebu-l Feth’ adlı kitabını verin. Farsça bilmedikleri için anlamazlar. Kaldı ki Arapça bildiklerinden de emin değilim. Osmanlıcayı Osmanlılar da bilmiyordu. Yeniçeriler mi öğrendi. Sokollu mu öğrendi? Devşirme ağalar mı öğrendi? Harem kadınları mı öğrendi? Yüzde doksanı okuma bilmeyen köylüler mi öğrendi? Padişah mı biliyordu?
Osmanlıca’yı sadece Arapça alfabe bilmek sananlar var. Osmanlıca bir dil değildir. Esperanto gibi başarısız, uzun süreli bir denemedir. Sevdiğimiz bir şiir dili geliştirmişti. Fakat bir edebiyat, bir tarih ve bir felsefe dili olmamıştır. Dünya Firdevsi, Hayyam ya da Mevlana’yı bilir, ama Fuzuli ya da Baki’yi öğrenmeye değer bulmamıştır. Aruz vezni ile birkaç şiir klişesi yazmak bir Osmanlı yazını yaratmadı. Cehaletin Türkiye’nin eğitimini allak bullak edeceğini yakında göreceğiz. Ne Arab’ın ne de Osmanlı’nın bugünün insanına söyleyeceği bir şey yok. Arapça çağdaş dünyaya ilişki bir şey okumak söz konusu da değil.
Bakalım 500 yıl Osmanlı esperantosunu (pardon kimine göre Osmanlı Türkçesi) 100 kişiye öğretecek 100 hoca çıkacak mı? Karagöz oyununun parçası olanlar, şimdiden kimsenin bir şey öğrenmeyeceğine emin olabilirler. Ama toplumun boşa gidecek çabaları ne olacak?
‘Nizam-ı yaften-i mevadd-ı ticaret ba- Rusya ve mübadele-i temessükat ve icmal-i in keyfiyeti umur-ı mükaleme’.. Ahmed Vasıf Efendinin ‘Mehasinü’l asar ve Hakaikü’l Ahbar ‘ kitabından.
Kuran öğrenmek istiyorsak, Arapça yüzlerce yıl anlayamadığımız kutsal kitabın Türkçesi var. Herkese İngilizce de öğrettiğinize göre, Arapçadan daha iyi anlayabileceğiniz İngilizcesi var.
Bu eğitimin iflası olacaktır. Ne Osmanlıca ne de Arapça okunacak bir şey yok! Bu konuyu haftaya tarihi gelişim içinde, yine anlatacağım.

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Liderlik Sınavı - Güner Yiğitbaşı
Lider, dürüst ve namuslu olmalıdır.

Liderin dürüst ve namuslu olması önemlidir, ancak kesinlikle yeterli değildir.
Dürüst ve namuslu olmak, bırakınız lider olmayı, insan olmanın da en gerekli ve vazgeçilemez bir özelliğidir.

Bu itibarla, bir siyasal partiye liderlik yapan kişinin, dürüst ve namuslu olması, dürüst ve namuslu kişiliği ile övünerek liderlik yapmaya çalışması, seçmen tarafından yeterli görülmemektedir.

Lider; zaten, liderliğin ön koşulu olarak, dürüst ve namuslu olmak zorundadır.

Bir kişinin, gerçek bir parti lideri olabilmesi ve insanların güvenini ve desteğini kazanabilmesi için; esasen olması gereken namuslu ve dürüst kişiliğine ilaveten; politika da, ülke ve ülke insanının menfaatleri için yapıldığına göre, lider olan kişi, herşeyden önce, dinine, ırkına, cinsiyetine ve diğer farklı özelliklerine bakmadan ve bir ayırım gözetmeden koşulsuz ve samimi olarak insanı sevmeli, dirayetli, kararlı, cesur, iş bitirici olmalı, parti içi demokrasi kadar, yeri geldiğinde parti içi disiplinin gereği olan radikal kararları zamanında alıp uygulamaya geçirebilmeli, parti içinde bir sorun çıktığında, sezgilerini kullanarak, tarafsız bir şekilde değerlendirmeler yaparak, haklıyı ve haksızı ayırd ederek, en seri şekilde ve korkusuzca gereğini yapabilmeli, liderliğini yaptığı partinin ve toplumun menfaatlerini, kendi şahsi menfaatlerinden, kendi ikbal ve koltuğundan üstün tutabilme özelliklerine sahip olmalıdır.

Bir parti liderinin dürüst ve namuslu olması, ön koşul olmasına rağmen, namus ve dürüstlük yeterli olmadığı içindir ki; özellikle ülkemizde, halkın büyük çoğunluğu, ön koşul olan dürüst ve namuslu olmayı gözardı ederek, iyi veya kötü yönde olsun, cesur, kararlı ve dirayetli bir tutum sergileyen ve irade ortaya koyan, iş bitiren liderlere daha yakın durmakta ve hatta onlar hakkında makul şüpheye dayalı yolsuzluk ve rüşvet iddiaları ortaya saçılsa dahi, “çalıyor ama çalışıyor” diyerek, o liderin iktidarda kalmasına göz yumabilmektedir.

Lafı nereye getireceğimizi anlamış olmalısınız.

Bundan önce kaleme aldığımız, daha iki gün önceki makalemizde; Şişli Belediyesinde, seçilmiş belediye başkanı Hayri İNÖNÜ ile eski başkan Mustafa SARIGÜL ve oğlu Emir SARIGÜL arasında çıkan ve CHP'yi yıpratan ihtilafı konu etmiş ve CHP liderinin, Şişlinin seçilmiş belediye başkanı Hayri İNÖNÜ'den yana tavır alarak, masaya kararlı bir şekilde yumruğunu vurup meseleyi kesin olarak çözmesi gerektiğini yazmıştık.

Daha yazımızın mürekkebi kurumadan, Mustafa SARIGÜL ve oğlu hakkında, Hayri İNÖNÜ ve ailesine yönelik, daha ağır ithamlar basında yer aldı, baba ve oğul SARIGÜL'lerin, Şişli Belediye Başkanı Hayri İNÖNÜ'yü tehdit edip hakaret ettikleri iddia edildi.

Bu sorunu kökünden çözmek ve SARIGÜL ailesinin, Şişli Belediyesi üzerine çöken olumsuz ve partiye zarar verdiği kesin olan gölgesine son vermek için, CHP lideri ve partinin ilgili kurullarının; bu iddianın, kesinleşmiş bir mahkeme kararıyla tescil edilmesini beleme lüksleri yoktur, seçilmiş belediye başkanı olan ve bu ülkenin en köklü ve tanınmış İNÖNÜ ailesinden gelen Hayri İNÖNÜ'nün; söylentisi, gerçekleşmesinden daha beter ve kendisini küçük düşürecek olan yalan bir iddiada bulunmasının, hayatın olağan akışına da ters düşeceği gerçeğini ve parti menfaatlerini göz önüne alarak, tırmanan bu sorunu, derhal ve gerekirse ameliyat ederek, kesin bir şekilde çözmek zorundadırlar.

Sayın Mustafa SARIGÜL, belediye başkanı olarak uzun süre Şişli'ye hizmet etmiştir, ancak, Şişli ve Şişli Belediyesi, babadan oğul'a geçecek şekilde SARIGÜL'lerin babalarının çiftliği değildir. Mustafa SARIGÜL, uzun süreli başkanlığı döneminde ister istemez oluşan ilişkileri sebebiyle mutlaka yıpranmış ve tarafsızlığını kaybetmiştir, bu nedenle Şişli için SARIGÜL soyadını taşımayan taze kan yöneticiler gerekli olup, Hayri İNÖNÜ'nün, SARIGÜL'lerin gölgesi altında kalmadan rahat ve huzurlu bir şekilde çalışması sağlanmalıdır. Partinin menfaatleri de bunu gerektirmektedir.

Sayın KILIÇDAROĞLU; kendisinden en küçük bir şüphe duymadığımız dürüst ve namuslu bir lider olmasının yanında, yukarıda belirttiğimiz diğer lider özelliklerine de sahip, gerçek bir lider olduğunu gösterebileceği bir sınavla karşı karşıyadır.

19/12/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Eğitimde Reform İhtiyacı ve Reform - Galip Baysan
Günümüzde yandaş basın yayın kurumlarının “reform” diye yutturmaya çalıştıkları ilkokullara, hatta birinci sınıflara kadar mecburi kıldıkları din eğitiminin sonucunun ülkemizi ne duruma götüreceğinin en belirgin örneği Atatürk’ün daha Milli Mücadele döneminde başlattığı reform hareketleridir. Bu konuları iyi bilmeden eğitimde bir şeyler yapıyor görünmek, mesela  din eğitimini mecburi kılmak veya Osmanlıcayı öğretme dayatmaları,  irticayı canlandırma gayretlerinden başka bir şey kabul edilemez.
Milli Mücadele döneminde, eğitimde yapılacak işler de belli gibidir ve tıpkı diğer konularda olduğu gibi daha savaşırken, muharebe meydanlarında Ulusun eğitimi için ihtiyaçlar tespit edilmiş, çareler düşünülüp tasarlanmıştır.. 1921’de Yunan Ordusu Batı Anadolu’da büyük zafer kazanır; Afyon’u, Kütahya’yı (17 Temmuz) ve Eskişehir’i (19 Temmuz) ard arda işgal ederken, 16-21 Temmuz 1921 günleri arasında Ankara’da bir “maarif Kongresi” toplanıyor ve ulusun eğitiminin geleceği tartışılıyordu. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa konferansı 16 Temmuz günü bizzat kendisi bir konuşmayla açmış ve öğretmenleri göreve davet etmiştir:
“Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin tarihi tedenniyatında (geri kalmışlığında) en mühim bir amil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafatından ve evsafı fıtriyemizle (milli vasıflarımızla) hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelebilen cümle tesirlerden tamamen uzak, seciyei milliye (milli karakterimiz) ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Çünkü dehayı millimizin inkişafı tamı ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Laalettayin (gelişigüzel) bir ecnebi kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin muhrip (tahrip edilmiş) neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür zeminle mütenasiptir. O zemin milletin seciyesidir.(1) Milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes bir vazifeyi deruhte eden heyeti mübeccelenizin (yüksek heyetinizin) bugünün vaziyetini nazarı itibare alacağından ve her müşkülatı iktiham ile (her zorluğun üstesinden gelerek) bu yolda gayet metinane yürüyeceğinden şüphem yoktur. Vazifeniz mühim ve hayatidir. Bunda muvaffak olmanızı Cenabı Haktan temenni ederim.”(2)
Acaba hangi komutan, hangi devlet adamı siyasi ve askeri durum bu kadar kötüye giderken, ulusun geleceği ile öylesine yakından ilgilenmiş, yok olma tehlikesi kapıda iken bu kadar ümit dolu konuşmuştur?
Bu konuşmanın yapıldığı dönemde eğitim kurumlarının durumu özetle şöyledir:
1927 istatistiklerine göre bütün ülkede 46.000 köy vardır. Ortalama olarak alınırsa her vilayette 1179 köy olduğu söylenebilir. Bu köylerin (sadece 44’ünde okul mevcut olup), 1135’inde okul yoktur. İlkokulların şehirlerde ve kasabalarda toplandığı da hesaba katıırsa, savaş yıllarında Anadolu köylerinden % 98’inin okulsuz olduğu ortaya çıkar.(3)
Halide Edip 1922’de Büyük Taarruz öncesi Batı Cephesinde M. Kemal Paşa’nın kendisine ve eşi Dr. Adnan Adıvar’a, Türkiye’nin gelecek günlerdeki atılımlarından söz ederken şöyle dediğini ifade etmektedir:
 “Sen, Tıbbıye ile Ordu’nun en önce Garplaşmasından( Batılılaşmasından) dolayı ilerlediğini söylerdin. Biz şimdi bütün memleketi garplılaştıracağız.”(4)
Hatta bu konuşmada, Latin harflerini kabul imkânından da bahsedilmiştir. Bunu yapmak için sıkı tedbirler gerektiğini sözlerine eklemiştir.(5)
Ülkede savaştan sonra ne yapılacağı az çok biliniyordu. En büyük engel cehaletti. Halkın, ulemanın cehaleti Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını rahatsız ediyordu. Gazi endişesini savaştan sonra Konya’da (21.3.1923’te) lise öğretmen ve öğrencileri ile yaptığı konuşmada şu sözlerle dile getiriyordu:
 “Ulusu yüzyıllarca kendi benliğine sahip yapmayan, kendi hakkında habersiz ve bilgisiz bulunduran hep bu cehalettir. Hükümdarların, şunun bunun milleti esir ve köle gibi kullanmaları, bütün ülkeyi kendi özel mülkleri gibi kabul etmeleri hep milletin bu cehaletinden yararlanmaları sayesinde olmuştur. Gerçek kurtuluş istiyorsak, her şeyden evvel, bütün kuvvetimiz ve süratimizle bu cehaleti yok etmeye mecburuz. Burada cehli (bilgisizliği) yalnız okuyup yazma manasına almıyorum; üç buçuk-dört sene evvel, kendisini esaret ve ölüme boyun eğmesi hakkında hükümdarının verdiği emirlere, yayınladığı fetvalara, gönderdiği ordulara karşı ayaklanmakla bu bilgisizliği yırttığını ve bu cehilden (bilgisizlikten) sıyrıldığını ispat etti.  Hepimize düşen görev, dimağları bir daha bu bilgisizliğe düşmemek için hazırlamaktır.”(6)
Mustafa Kemal cehaletle savaşmaya kararlıdır. 14 Ekim 1925’de İzmir Erkek Öğretmen Okulunda yaptığı konuşmada söylediği şu sözler onun bu savaşı öğretmenlerle birlikte yürütme azminde olduğunun işaretidir.
 “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak muallimlerdir. Muallimden (öğretmenden), mürebbiden (eğiticiden) mahrum bir millet, henüz millet namını almak istidadını (yeteneğini) kesbetmemiştir (kazanmamıştır). Ona alelade bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle ulus olabilmek için mutlaka mürebbilere, muallimlere muhtaçtır. Onlardır ki, bir heyeti içtimaiyeyi (tüm bir toplumu) hakiki bir millet haline koyarlar.”(7)
Aynı yıl 18 Ekim’de Konya’da öğretmenlerle yaptığı bir konuşma da şu sözleri söylemiştir:
 “Muhterem arkadaşlar, Yürütmekte olduğumuz teceddüd (yenilik), tekamül (gelişme) ve medeniyet yolunda sizlerden mürekkep bir Türk ordusuna istinat ettikçe behemehal muvaffak olacağımıza imanım katidir. Şimdiye kadar olduğu gibi, birbirimize istinad ederek ve hep beraber milletin iradesine dayanarak yürümeye devam edeceğiz. Milletimizin katına (ulaşmaya) mecbur olduğu merhameler (aşamalar) büyüktür. Vasıl olunması (ulaşılması) zaruri olan hedefler çoktur. Behemehal bu merahil katolunacak (herhalde bu evreler aşılacak), en nurlu hedeflere varılacaktır. Onun için birbirimize vereceğimiz işaret: ileri, ileri, daima ileridir.”(8)

DİPNOTLAR:

(1)  Söylev ve Demeçler II, s.20
* M. Kemal Paşa’nın bu sözlerinden açıkca anlaşılacağı gibi askerler, hiçbir zaman % 100 batılılaşma veya batı örf ve adetlerinin, Türk’ün kendine özgü bazı vasıflarını kaybedecek şekilde alınmasına taraftar olmamışlardır. Bu durum, halen değişmemiştir. Parola: çağdaşlaşmaya akılcılığa evet, taklitçiliğe hayırdır.
(2)  Söylev ve Demeçler II, s.21
(3) Ayaz Nevzat: Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitimi, s.153-184 (Milli Eğitim Basımevi, Ankara-1948): Atatürk’ün Milli Eğitim Politikası, s.41-42 (Genkur. Basımevi, Ankara-1980)
(4)  Türk’ün Ateşle İmtihanı, s.264
(5)  Tek Adam 3, s.315
(6)  Atatürk’ün Milli Eğitim Poltikası, s.81; Söylev ve Demeçler II, s.159
(7) Söylev ve Demeçler II, s.243
(8)  Aynı eser, s.245


Dr. M. Galip Baysan

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget