Geçen günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir yıl önce kurdurulmuş olan ve kızı Sümeyye Erdoğan’ın kurucuları arasında yer aldığı KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği) düzenlediği “Kadın ve Adalet” zirvesinde yine ortalığı karıştırıp gündemi değiştiren görüşler dile getirdi:
“Bazen kadın-erkek eşitliği diyorlar. Kadının kadına eşitliği, erkeğin erkeğe eşitliği önemli olandır. Kadın ile erkeği eşit hale getiremezsiniz. Fıtratları farklı... Kadınların ihtiyacı olan şey, eşitlikten ziyade eşdeğer olabilmektir. Yani adalettir. Buna ihtiyacımız var...”
İçinde eşitlik ilkesinin yer almadığı bir adaletten ve yasalara en üst düzeydekiler tarafından saygı gösterilmeyen bir ortamda hukuk devletinden söz edebilir miyiz?
Erdoğan, “kadınları eşit birer birey olarak” görmüyor. Kadın-erkek ayrımı yaptıktan sonra kadınların erkeklerle eşit olamayacaklarını, ancak kadınlar arasındaki bir özdeşlik ve eşitlikten söz edilebileceğini dile getiriyor. Kuşkusuz onun bu görüşünün arka planında İslamcı erkeklerin inanç kılıfına büründürmeye çalıştıkları bencilliklerini, gerici ve bağnaz bir ideolojiyle birleştirerek kadınlara bin yıldır oynadıkları oyunun izleri var. Bu oyunda hep “fıtrat, tesettür, mahremiyet, halvet, ihtilat” vb. kavramlar kullanılarak kadınlara sınırlamalar getirilmiş ve erkeğin kadından üstün olduğu meşrulaştırılmıştır.
Zaten onun da mezunları arasında bulunduğu ve yere göğe sığdıramadığı imam hatip okullarında öğrencilerin yüzde 80’inin “Hukuk sistemi içinde İslami hükümlerin yer alması gerektiğini” savunduklarını; yüzde 60’ın üzerindeki oranlarda “Kadın ve erkeklerin ayrı ayrı eğitim almalarını; toplu taşıma araçlarında ayrı oturmalarını” istediklerini; kısacası kadınerkek eşitliği ilkesine karşı yetiştirildiklerini Piar-Gallup Araştırması daha 1997 yılında ortaya koymuştu.
Zaten “ İslamın demokrasiye ihtiyacı yoktur” ya da “Bundan böyle neyin demokrasiye uyup uymadığı değil, neyin İslama uygun olup olmadığı sorulacaktır” diyen bir anlayışın demokrasinin temelinde, “Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır” ilkesinin yattığını benimsemesi beklenemez.
Oysa, bu anlayışın savaş açtığı “laik Cumhuriyet”, bu toplumun kadınlarına yeni, eşit, özgür ve yaratıcı bir kimlik önermiş ve bu öneriyi uygulamada somutlaştırmak için kamusal yaşamın kapılarını ardına kadar açmıştı. Türkiye’de “kadın hakları”nın temelinde “Türk Medeni Kanunu ve laik hukuk düzeni” vardır. Ama “Devrim Yasaları”nın kadınlarımıza tanıdığı özgürlükler, şimdi birer birer ellerinden alınmak istenmektedir.
Son 12 yılda uygulamaya sokulan her yaştan “kindar ve dindar nesil” yaratmak stratejisine ek olarak artık laik Cumhuriyetin kadınlarının yalnızca “ev kadını-anne” olmaları istenmektedir.
Adolf Hitler’in kadınlar için öngördüğü “Kilise, mutfak, çocuklar” formülü, Tayyip Erdoğan’da “Cami, mutfak, çocuklara” dönüşmüştür.
Erdoğan, cinsiyetçi-ayrımcı, kadının insan haklarına inanmayan tipik bir “Homongolos” örneğidir. O, çok önemli olaylarda sorumluluktan kaçmak için durumu hemen metafizik boyuta indirgemekte ve inanç alanından aldığı kavramlara sığınmaktadır. Örneğin iş kazalarında ya da maden ocağı facialarında işverenin/devletin ihmalleri yüzünden yaşamlarını yitirmiş olanlara ilişkin görüş belirtirken de hep işin “fıtratı”na vurgu yapmaktadır.
Kadın hakları tartışmalarında da benzer şekilde “kadının fıtratı”nı öne sürerek “kadın-erkek eşitliği gibi bir durumun söz konusu olamayacağını” söylemiştir. Çünkü o, olaylara ve insanlara “fıtrat”, ”inanç” ve “dogmalar” penceresinden bakan; inanç değerlerinin yaşamın tüm alanlarını kuşatmasını isteyen bir geçmişten gelmektedir. Bu ortaçağ kafası içinde ise ne “insan hakkı” ne de “demokrasi” yer almaktadır.
Erdoğan’ın bu kadar düşkün olduğu “fıtrat”ın anlamını Süleymaniye Vakfı, “Din ve Fıtrat Araştırmaları Merkezi” şöyle tanımlamaktadır: “Fıtrat, varlıkların yapısını oluşturan, geliştiren ve değiştiren kanunlar bütünlüğüdür. İnsanların, hayvanların, yerin, göğün, kurumların, kavramların, hasılı her şeyin yapısı ve işleyiş tarzı fıtrata göredir… ve fıtrat, dindir.”(Buradaki “kanunlar bütünlüğü” ile “şeriat hukuku”na gönderme yapılmakta, din ve şeriat özdeşleştirilmektedir.)
Öte yandan felsefenin önemli bir dalı olan metafizik “fıtrat”ı (insan doğasını) “doğuştan gelen nitelikler olarak tanımlıyor.”
Modern felsefe ise “insan doğası”nı (fıtrat) “Belli bir yer ve zamanda insanın doğal ve toplumsal çevresi içinde oluşturduğu davranışlara ilişkin özelliklerin tümü” olarak betimliyor. Yani bu anlayışa göre “doğa”nızı ya da “fıtrat”ınızı din ya da doğuştan getirdiğiniz nitelikler değil de nerede, ne zaman, hangi doğal ve toplumsal çevre içinde olduğunuz belirliyor.
İşte ünlü feminist-felsefeci Simon de Beauvoir da bu yüzden “Kadın olarak doğulmaz, kadın olunur” diyor. Cumhurbaşkanı’nın Süleymaniye ekolünden geldiği apaçık, ama keşke biraz olsun felsefi ve feminist yazın okusaydı. Acaba “fıtrat”ında bir değişiklik olabilir miydi(!) diye sormaktan kendimi alamıyorum...
Prof. Dr. Necla Arat Kadın Araştırmaları Derneği Başkan/Cumhuriyet
Yorum Gönder