Kasım 2023
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

TMO den 7500 ton buğday çalmışlar
Siyasal yaşantımızda az veya çok, kamuoyuna yansıyan veya yansımayan çok değişik yolsuzluklara rastlandığına tanık olmuşsunuzdur veya duymuşsunuzdur.  Ama 21 yıllık AKP-RTE iktidarında kamuoyuna yansıyan yolsuzluklara rastlamadığımız gibi, bağımsız yargıda yargılanan hiçbir bürokrata pek rastlayamadık.

 Bilgisayarımıza düşen Konya Çumra TMO sinde hiç görülmemiş bir buğday hırsızlığını yansıtan daha doğrusu Balıkesir Milletvekili Turan Çömez’in videoda anlattığı buğday hırsızlığını duyunca çok şaşırdık.  Çalınan buğday birkaç kg değil, birkaç ton da değil binlerce ton buğday devletin silolarından çalınmış. İçinizden belki de, “ekmek fiyatları arttıkça buğday hırsızlığı olacak tabi” diyebileceğinizi tahmin ediyorum.

Uzatmadan Balıkesir Milletvekili Turan Çömez’in anlattıklarına bir kulak verelim de binlerce ton buğdayın çalınma olayını siz de duyasınız. Mutlaka siz de çok şaşıracaksınız. Bende saklı olan videoda Turan Çömez buğday hırsızlığını nasıl anlattığını bir dinleyelim:

“Birkaç gün önce gündeme geldi, müsaadeniz olursa onu da paylaşacağım. Konya Çumra Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO)silolarından geçtiğimiz günlerde 7500 ton buğday çalındı. Ben köy çocuğuyum, rahmetli babamla buğday hasadı yapardık. Bizim orda gezginler vardı Roman vatandaşları falan bu gezginler dolaştıkları harmanlardan bir teneke iki teneke buğday alırlardı. Biz bunu çalma olarak nitelendirmezdik, hayır bereket olarak görürdük, ihtiyaçları var alır götürürlerdi. Bu bir teneke değil, bir araba değil, bir ton değil, 7500 ton buğday biliyor musunuz 300 tır, bütün Türkiye duysun 300 tır çalınmış.

Bunun üzerine ben kalktım Bandırma TMO ne gittim, yetkililerle görüştüm. Dedim arkadaş burada işlem nasıl çalışıyor, buradan bir buğday kamyonunun çıkması için hangi işlemler yapılıyor. Dediler ki, bir, önce tır gelir, tır a buğday yüklenir, sonra kantara gelir tartılır kayıtlar alınır, sonra numune alınır ondan sonra TMO nin bürolarında buğdayın teknik analizi yapılır, tetkiki yapılır laboratuar sonuçları alınır, ondan sonra muhasebe müdürü onay verir, ondan sonra en sonunda da TMO nun müdürü onay verir. Tam altı tane kademeden geçer. Tüm bu tüm kâğıtlara kapıdaki bekçi bakar ondan sonra çıkar.

Onlara dedim ki, tüm bu işlemleri bir günde yaparak kaç tane tır çıkar, dedim, 30-40 tır çıkabilir dediler. En optimum şartlarda 30 tır çıkabilir. 300 tır 10 gün boyunca bu ülkede sen, bu insanların millete devlete emanet ettiği bu kadar buğday nasıl çalınır Allah aşkına.

TOM Ofisi ne diyor bu işe?

Konya Milletvekilimiz Ünal Karaman bu işin peşine düştü, emniyete gitti TMO ne gitti, sordu soruşturdu, cevap yok. Yahu milletin hakkını hukukunu çalıyordunuz, bankalardan çalıyorsunuz, nerden aklınıza geliyorsa çalıyorsunuz, nerden aklınıza gelirse çalıyorsunuz, bu iş neren aklınıza geliyor da TMO den buğday çalıyorsunuz; bu kadar mı rezili çıkar memleketin…”.

TMO den 7500 ton buğday çalmışlar

Toplumların siyasal tarihinde, devlet katındaki her türlü yolsuzluk,  usulsüzlük, rüşvet ve hırsızlık çok utanılacak bir eylem olduğu için tıpkı zina gibi sürekli gizlenir,  toplumun bilmesi istenilmez. Nitekim görülmemiş buğday hırsızlığında olduğu gibi 21 yıllık AKP-RTE iktidarında bütün bu tür yasa dışı, ahlak dışı olaylar eylemler kamuoyuna yansıtılmaz gizlenir; ne ki mahkeme kararı ile yasaklama getirilir. Yani iktidarın aleyhinde görülen bu tür eylemler, oyla iktidara gelen iktidarca halkın bilmesini istemezler, üstü örtülür, hele günümüzde artık iktidarın güdümünde olan yargı ile anında mahkeme kararı ile yasaklama getirilir. Türk milleti adına karar veren hiçbir savcı ve yargıç da, “bu işte millet malının çalınması zarara uğratılması söz konusu olduğundan davayı, talebi ret” ettiğine tanık olmadık. Böyle bir karar verildiğinde de, iktidarın güdümünde olan yargının savcısı yargıcı hemen istenilmeyen uzak bir ile ilçeye atanıverir.   

 İletişim araçlarının çok geliştiği çeşitlendiği bu iletişim çağında her türlü hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık olayları internetle sosyal paylaşımın katkısı ile hızla çeşitlenmekte ve artmakta. Telefonla dolandırıcılık yapanlardan tutun da hele şu son günlerde tanınmış sporcuların ellerinde bavullarla milyonlarca doları hiçbir resmi kayda geçirmeden bir dolandırıcıya teslim ettiklerine ne dersiniz. 

Ne yazık ki toplum olarak cehaletin girdabında çağdaş bilgi, ilim ve kültürden mahrum olduğumuzun acı örneklerini yaşıyoruz.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Emeklilerin basın açıklaması

Emekliler maaşların azlığından hayat pahalılığından yakındılar

2021 Tüm Emekliler Sendikası üyesi emekliler hayat pahalılığı, maaşlara zam ve öteki hakları konusunda Ankara ulus Meydanı’ndaki Atatürk anıtı önünde ellerinde dövizler ve sloganlar eşliğinde basın açıklaması yaparak taleplerini ilgililere duyurmaya çalıştılar. Biz de bu taleplerinin tam metnini aşağıya alarak ilgililere duyurulmasında yardımcı olmak istedik.  

2024 Yılı merkezi hükümet bütçe tasarısı komisyondan geçti ve 4 Aralık 2023 itibariyle TBMM de görüşülmeye başlayacak.

Bütçe metinleri, basit, rakamların alt alta toplandığı metinler değildir. Bütçe metinleri önümüzdeki gelecek yılın tahminlerinin bilimsel olarak yaptığı bir ülkenin gelirlerinin kimlerden ve nasıl toplanacağı, toplanan gelirlerin hangi kesimlere ne kadar pay ayırılacağının önceden belirlendiği ve bütçelerin, siyasi iktidarın hangi sınıfın çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini gösteren en somut ekonomik ve siyasi metinlerdir.

21 yıllık AKP iktidarının daha önce hazırladığı tüm merkezi hükümet bütçeleri gibi bu 2024 merkezi hükümet bütçesi de saraydaki tuzu kuru bir grup danışman tarafından emekçileri, emeklileri, yoksulları, küçük üreticileri yok sayan, biz halkı işsizliğe, açlığa ve yoksulluğa terk eden, çalışanların ve emeklilerin temsilcilerinin görüşlerine başvurulmadan hazırlanan belgedir.

Daha önceki hazırladıkları bütçelerde de olduğu gibi 2024 bütçesinde de biz emeklilerin insanca yaşamak istiyoruz” haykırışımızın karşılığı yok. Sağlık hakkımız yok. Kısaca bu bütçede sosyal devlet yok, emekçiler, emekliler, küçük üreticiler, işsizler, yani halk yok.

Bu bütçede var olan ise uluslararası sermayenin ve 5 li çetelerin Mehmet Şimşek eliyle uygulatacakları en vahşi haliyle neoliberal politika var.

Yoksuldan alıp Londralı tefecilere ve bir avuç rantiyeye (getirimci) kaynak aktaracak bu bütçe ancak hukukun ortadan kalktığı, demokratik hak arama yollarının engellendiği bir toplumda uygulanabileceği için son günlerde anayasa da eksik ve kısıtlı da olsa var olan hak arama yollarını ortadan kaldırmaya yönelik sözde yeni anayasa yapılma amaçlı her türlü siyasal girişimlere başvurdukları, hatta bu amaçları doğrultusunda yargı kurumlarının en üstünde yer alan Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Yargıtay gibi üst mahkemeleri dahi birbirine karşıt duruma getirerek, hukuka duyulan veya duyulacak olan güveni de yok etmeyi amaçladıkları gözlenmektedir. 

Kur korumalı mevduat hesaplarıyla, başta beşli çete olmak üzere yandaşlara araç garantili köprüler. Yollar, maliyetinin birkaç katına hastaneler vs. yollarla bütçenin tüm kaynakları mutlu azınlığa ve alınan yüksek faizli dış borçlarla Londralı tefecilere aktarıldığı aşikârdır.

Daha önceki bütçelerde olduğu gibi 2024 merkezi hükümet bütçesinde de bizim payımıza düşen ise; bütçe gelirleri çok kazanandan çok alınarak toplanması gerekirken, yine bütçe gelirlerinin büyük bir çoğunluğu dolaylı vergilerden sağlanacak. Yeni bütçenin yükü her zaman olduğu gibi iğneden ipliğe yapılacak zamlarla çalışanların, emeklerinin, yoksulların sırtına yüklenecek.

Son aylarda görüldüğü gibi, yıl içinde 2 kez olarak ödediğimiz vergilerin tekrar 2 kez, yani yılda 4 kez ödeme zorunluluğu getirilmesinin yaşanması, gelecek yeni yıl ve ya yerel seçimler sonucu bizlerin neyle karşı karşıya kalacağımızın belirtisi olarak da görmek mümkündür. (motorlu taşıt vergisi gibi).

Emekliler maaşların azlığından hayat pahalılığından yakındılar

Sarayın daha önce hazırladığı tüm bütçeler gibi 2024 merkezi hükümet bütçesi de yine devasa bir açıkla bağıtlanacak. Örneğin 2018 bütçesi 762 milyar TL olarak ve 66 milyar TL açığa bağıtlanmıştı ve bu oran da tutturulamamıştı. 2019 bütçesi de 969 milyar TL. öngörülmüş ve 93 milyar TL açıkla bağıtlanmıştı. 2022 bütçesi de 139,1 milyar TL açık verdi.

Bütçe gelirlerini büyük oranda dolaylı vergilerden sağladıkları için bu sebeple sürekli olarak başta akaryakıt, elektrik, doğalgaz olmak üzere tüm temel tüketim ürünlerine sürekli zam yaparak bütçe açığını zenginlerin değil, halkın sırtına yıkıyorlar. 

Yoksullaştırmaya karşı demokratik haklarını kullanıp sesini çıkarmak, kendini ifade etmek isteyen herkesi terörist, dış güçlerin maşası, gayri milli vs. diye yaftalayarak, en basit barışçıl bir şekilde de olsa kendini ifade etmesi kolluk güçleriyle, o da olmazsa iktidarın sopasına dönüştürülmüş olan yargı marifetiyle engelleniyor. 

Basının da özgür olduğu bir sosyal hukuk devletinde bu vahşi neoliberal politikaları uygulayamazlar. Tek adam iktidarı 2024 yılında da idarenin sopasına dönüştürüldüğü yargı eliyle emeklilerin doğru örgütlenme şeklinin sendika olduğu iş ve istinaf mahkemelerinin kararlarında da kabul edildiği halde sendikamızı bir kez daha kapatmaya çalışarak, emeklilerin sendika çatısı altında bir araya gelip örgütlü bir şekilde haklarını aramasını engellemeye çalışacakları çok yakın.

AKP iktidarının 21 yıllık karnesi bizi hiç yanıltmıyor. 2024 bütçesinde de yokuz. Kendi yanlış ekonomik politikalarının sonucu olarak derinleşen ve artık saklanamayan ağır ekonomik krizin faturasının bize kesilmesi ile yoksulluk sınırından sonra açık sınırı altına itilen biz emekliler 2024 bütçesi ile daha da yoksullaştırılmak isteniyoruz, yeter artık, yeter yeter. Biz milyonlarca emekli açlık ve yoksullukla baş başa yaşama savaşı veriyoruz, sözün bittiği yerdeyiz, düşün artık bizlerin de memleketimizin de sırtından…İnsanca yaşamak biz milyonların hakkı değil mi?

Şu an buradan ilan ediyoruz, aşağıda sıraladığımız taleplerimiz ve bedelini peşin olarak ödediğimiz primler, vergiler ve çalışırken ülke kalkınmasına kattığımız değerlerle hak ettiğimi tüm insanca yaşam haklarımız için sonuna kadar direneceğiz, direneceğiz… Sefalete asla teslim olmayacağız, bu böyle biline…

YAŞAM HAKLARIMIZ İÇİN ÖNCELİKLİ TALEPLERİMİZ

1-En düşük emekli maaşı insanca yaşayacağımız bir seviyede, açlık sınırı üstünde olmalıdır. 

2-Emeklilere ocak, nisan, temmuz ve ekim aylarında olmak üzere yılda dört ikramiye ödensin. İkramiyeler dul ve yetim maaşı alanlara da aldıkları maaş oranı kadar değil, tam ödensin.

3-Temel gıda maddeleri ile elektrik, doğalgaz ve akaryakıt fiyatlarına yapılan yüksek oranlı zamlar nedeniyle düşen satın alma gücümüzde meydana gelen kaybın telafisi için  syyanen derhal zam yapılsın.

4-Emekli maaşlarının iktidar tarafından tek taraflı belirlenmesi yerine anayasada gerekli düzenlemenin uluslararası tüm metinlerde geçtiği gibi, herkes sendika kurabilir” şeklinde düzenlenmesi ve ardından TBMM de emekli sendikaları statü yasasının çıkarılarak bizlere toplu sözleşme masasında belirlenmesini istiyoruz.

Bunun için anayasanın sendika hakkını tanımlayan 51. Maddesi ile toplu sözleşme hakkını tanımlayan 53. Maddesine “emekliler” ibaresi eklenerek sendika kurma hakkı anayasal güvence altına alınmalı ve ilgili yasalarda gerekli değişiklikler yapılarak “emekli sendikaları statü yasası” derhal çıkarılmalıdır.

5-Aylık bağlanma oranının (ABO) eski sisteme %70 e döndürülmesini mutlaka istiyoruz.

6-Gerçek bir intibak yasası derhal çıkarılarak 2000 öncesi ve 2000 sonrası emekliler arasındaki maaş eşitsizliği giderilsin.

7- 10 banka 6 sigorta şirketiyle TOBB ve ona bağlı odaların çalışanlarının olduğu 17 emekli sandığına bağlı yaklaşık 300.000 bin emekli de SGK çatısı altına alınarak yaşadıkları kimi mağduriyetler giderilsin.

8-Emekli maaşlarından muayene, ilaç vs tüm sağlık kesintilerine son verilsin.

9-Şehir içi şehirlerarası tüm toplu taşıma araçlarından emeklilere ve eşlerine ücretsiz ulaşım hakkı sağlansın. 

10- Temel gıda maddeleri ile elektrik, su ve doğalgaz faturaları üzerinden alınan KDV kaldırılsın.

11- Hastanelerde geriatri (yaşlılık) bölümleri açılsın. Var olanlar takviye edilsin.

12-Emekli maaşlarının yatırıldığı kamu veya özel bankalar maaş promosyonlarını (özendirme) günün koşullarına göre değerlendirmeli. Her 6 ayda bir maaş artışına göre promosyonlar tekrar güncellenmesi gereklidir.

13- Çalışanlar geçmiş yıllarda olduğu gibi artık emekli olduklarında kıdem tazminatlarıyla bir daire satın almak koşulları ortadan kaldırılmıştır. Biz emeklilere ucuz konut sağlayacak ve şartlar geliştirilmelidir. 

14- Emekli yurttaşlara yaşamlarının sonbaharında hak ettikleri saygı gösterilsin. Yalnız yaşayan hasta ve bakıma ihtiyacı olan emekli ve yaşlı yurttaşlar için devlete ait huzurevi sayısı artırılarak, bakım hizmetleri yaygınlaştırılmalıdır.

Buraya sıralayıp aktardığımız tüm bu taleplerimiz bizlerin insanca yaşam koşullarımız için olmazsa olmazlarımızdır. Her koşulda takipçisi ve gündemde tutucu savunucusu olacağız”.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Futbolcuların buharlaşan dolarlarından  nasıl bir hukuki sonuç çıkar?
Bazı futbolcuların,  milyon dolarlarına milyonlar katmak amacıyla bir özel bankanın müdiresine hiçbir ciddi teminat almadan emanet ettikleri yüklü dolarlarının karşılığında kendilerine vaat edilen fahiş faizleri alamadıkları gibi ana paralarını dahi kaptırmaları olayından,  bir hukukçu olarak asla dolandırıcılık suçunun çıkmayacağını düşünüyoruz. 


Bu eylem; olsa olsa,  o da iade edilmeyen ana paralar açısından,  sadece TCK nın 155 maddesine uyan güveni kötüye kullanmak suçuna vücut verebilir. 


TCK'nın dolandırıcılık suçunu tanımlayan 157. maddesinde,  dolandırıcılık suçu; hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp,  onun veya başkasının zararına olarak,  kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak şeklinde tanımlanmıştır.  


Bu tanımlamaya göre; somut olayımızda dolandırıcılık suçunun işlenmiş olduğundan bahsedebilmek için; fail ve/veya failler tarafından, hileli davranışlar icra edilmeli, ağır ve yoğun bir şekilde ustalıkla sergilenen yalanlar; mağdur olan futbolcuları,  kendilerine fahiş faiz kazandırılacağı konusunda aldatmalı ve hiçbir kuşku duymadan ellerindeki dolarlarını fail veya faillere teslim etmelidirler. 


Basit yalanlar,  hileli davranışlar olarak kabul edilemez. Yalanların nitelikli ve inandırdı ve aldatıcı olması zorunludur. bunun sonucunda da, dolandırıldıklarını iddia eden futbolcular,  kendilerine vaat edilen fahiş faiz getirisinin garanti olduğu konusunda, hiçbir kuşku duymadan,  ciddi bir şekilde aldatılmış olmalıdır. 


Dolandırıcılık suçunun unsurlarından olan hile,  nitelikli bir yalandır.  Hile teşkil eden yalan,  ağır ve yoğun olmalı,  ustalıkla sergilenerek mağdurun yalanı kontrol ve irdeleme veya yetkili uzman kişilere ve kurumlara kontrol ettirme imkanını ortadan kaldırmalıdır.  


Nitelikli bir yalan yoksa,  dolandırıcılık suçunun unsurları yok demektir. 


Basit bir yalan; dolandırıcılık suçunun unsuru olan hileli davranış olarak kabul edilemez.  


Sadece yalan söylemek,  dolandırıcılık suçunun hile unsurunun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir.  


Dolandırıldıklarını iddia eden futbolcuların; milyon dolarlarına,  kısa sürede ve  çalışmadan faiz olarak  milyon dolarlar ilave ederek köşeyi dönme arzu ve iştahları, ihtirasları ve aç gözlülüklerinin gözlerini kör ederek, sağlıklı düşünme yeteneklerini yitirmeleri,  hukuken korunamaz ve bir banka müdiresinin basit yalanlarını, aldatıcı nitelikte, nitelikli bir yalan haline getiremez.  


Bir zamanlar, ben ekonomistim faiz neden enflasyon sonuçtur denildiğinde inanılmayan bu beyan gibi, elinde sihirli değnek bulunmayan bir banka müdiresinin fahiş faiz getirisi vaadine de asla inanılamaz, ihtiraslarının ve aç gözlülüklerinin esiri olarak buna inanan futbolcular da bunun sonucuna katlanmalıdırlar. 


Paralarını fahiş faiz vaadiyle kaptıran bazı futbolcuların dolandırıcılık suçunun mağduru olarak kabul edilmeleri, hukukun himayesinin şemsiyesi altına alınarak korunmaları,  etik olarak da asla savunulamaz. 


Bir kumar oynamışlar ve bu kumarı  kaybetmişlerdir  ve bunun sonucuna da katlanmalıdırlar. 


Ancak, fahiş faiz vaadiyle teslim ettikleri ana paralarını alamamaları halinde, ana paralarıyla sınırlı olarak, ortada gerçekten bir güveni kötüye kullanma suçunun varlığından bahsedilebilecektir, dolandırıcılık suçundan değil.

Güner Yiğitbaşı

28/11/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Sizlerde hiç gurur ve onur yok mudur?
Değişim naralarıyla KILIÇDAROĞLU'na savaş açarak,  ortaklaşa çaba ile eski yönetimi devirip iş başına gelen Özgür ÖZEL, perde arkasındaki Ekrem İMAMOĞLU ve onlardan bağımsız Mansur YAVAŞ'a sesleniyorum tabi.  


Sizler de hiç gurur ve onur yok mudur?


İyi Parti'nin genel başkanı hanımefendi;   partiniz CHP'ye bayrak açmış, CHP ile giriştiği seçim ittifakını eleştirerek ayaklarıyla çiğnemiş ve sivri diliyle söylemediğini bırakmamış, hayatı boyunca evlatlarına da vasiyet ederek,  İyi Parti'ye yaptığı iyiliği asla unutmayacağına söz verdiği halde,  seçimlerden sonra kendi başarısızlığının suçlusu olarak hedefe koyarak ağır eleştiriler yaptığı KILIÇDAROĞLU'nu üzme pahasına, onun iyi niyetli ittifak çabalarını yok sayarak,  ona sahip çıkmadan, İyi Parti'nin bitmiş ve tükenmiş,  önüne gelene çemkiren,  hiçbir olumlu  politika üretemeyen,  bu konuda bir çaba da sarf etmeyen AKŞENER'den hala ne bekliyorsunuz da onu ziyaret ediyorsunuz, onurlandırıyor ve şımartıyorsunuz?


Evet neden?


Siz,  kendinize değil de,  partisine hakim olamayan, her gün gelen istifalarla eriyen bitip tükenen, kamuoyunda sürekli güven kaybeden, hata üstüne hatalar yapan, parti içinde akçeli işlerden pis kokular yayılmasına sebep olan  AKŞENER'e güvenerek mi değişim sloganı ile bayrak açtınız ve iş başına geldiniz, iş başına gelir gelmez 2024 yerel seçimleri için ittifak ve işbirliği amaçlı olarak, bu hanımefendiyi ziyaret ederek onurlandırıyorsunuz ?


Hanımefendiyi onurlandıracağız diyerek,  aslında kendi onurunuzdan ve özgüveninizden  fedakarlık yaptığınızın farkında değilsiniz.  


Sakın kimse, bu yazıyı KILIÇDAROĞLU'nu savunmak amacıyla yazdığım iftirasına kalkışmasın.  


Al birini vur öbürüne.  


Geçenlerde değişimci yeni genel başkan Özgür ÖZEL;  önümüzdeki dört yılın sonunda yapılacak seçimlerde,  parisi CHP için %30 oranında oy biçmiş.  Yani, günümüze göre y dört senede, yaklaşık %3-5 gibi bir oy artışını hedefine koymuş.  


Yetmez efendim.  CHP'yi ilk seçimlerde iktidara taşıyacağı vaadiyle iş başına gelenlerin,  dört yılın sonunda CHP için öngördükleri %30 oy oranı yetersiz ve hiç de iddialı bir oran değildir.  


Bu nedenle, kendilerine güvenemeyen, niçin iş başına geldikleri konusunda ben de soru işaretleri yaratan, dört yılın sonu için %30 oy öngören yeni yönetimin, bitmiş tükenmiş, seçimlere kadar başına daha  nelerin geleceği kuşkulu olan İYİ Partinin genel başkanı hanımefendiden medet umuyor olmalarını, kendilerine güvenemediklerini, şimdi çok iyi anlıyoruz.  


Yerel seçimlerde;  partilerden ziyade,  adayların kişiliklerinin, denenmiş başarılarının,  kabiliyetlerinin ve iş başındayken yaptıkları iyi icraatlarının öne çıktığını ve seçmeni partilerinden bağımsız olarak ikna etmenin, partiler arası kurumsal ittifak ve işbirliğinden ziyade, sandıkta seçmenler arasında bir işbirliğinin sağlamasının kolaylığını gözetmeden, sandıkta bir işbirliği sağlama çabası içine girmeden, parti gözetmeksizin seçmenin sandıkta işbirliğini sağlayamadan,  en başta İstanbul ve Ankara olmak üzere büyükşehir belediye başkanlıklarının yeniden AKP'ye kaptırılacağını, bunun sonucunda, seçmenlerin parası olan  belediyelerin tüm mali imkanlarının,  AKP yandaşı vakıf, cemaat ve mütahitlere yeniden  hortumlanarak, inek gibi sağılacaklarını seçmenlerle açıkça paylaşmadan, seçmeni bu konuda ikna etmeden,  kolaycılığa kaçılarak, hala;   taban yerine, tavanda partiler arası kurumsal ittifak ve işbirliği arayışında ısrar edilmesini, bu işbirliği için de,  eski gücünde olmayan ve iç sorunlarıyla boğuşan, tabanını kaybeden  İYİ Parti ve onun genel başkanının tercih edilmesini,  anlamakta gerçekten zorlanıyoruz.

Güner Yiğitbaşı

26/11/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Bu Millet Tunç Soyer'e Atatürk'e Ve Laik Cumhuriyet'e Sahip Çıkmalıdır
İçişleri Bakanlığı,  İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer'in,  9 Eylül kutlamaları sırasında Mustafa Kemal Atatürk'ten alıntı yaptığı sözlerini,  Osmanlı Devleti ve son padişah Vahdettin'e hakaret sayarak hakkında soruşturma açmıştır. 

Ne kadar vahim değil mi?

Tunç SOYER; hakkında soruşturma açılmasına gerekçe yapılan,  Atatürk’ten, onun yazdığı Nutuk’tan alıntı yaparak sarf ettiği sözleri,  durduk yere kullanmamıştır,  bayram değil seyran değil,  eniştem beni niçin öptü durumu yoktur ortada, kurtuluş zaferi kutlanan İzmir ilinin belediye başkanı sıfatıyla,  İzmir'in kurtuluşu töreninde 9 Eylül kutlamaları sırasında,  günün mana ve öneminin bir gereği olarak yaptığı konuşmada sarf etmiştir,  tarihi bir gerçek olan ATATÜRk'e ait olan bu sözleri. 

Bu nedenle, Tunç SOYER hakkında açılan bu soruşturma, Tunç SOYER'in şahsında;  en başta sevgili ATATÜRK olmak üzere, iç ve dış düşmanlara karşı yapılan kurtuluş savaşından sonra şehit kanlarıyla kurulan bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyetine,  Türk Milletine ve İzmir halkına yönelik olarak açılmış,  haksız, mesnetsiz, yüz kızartıcı ve Türk Milletinin Laik Türkiye Cumhuriyeti ve sevgili ATATÜRK ile olan aidiyetine müdahale eden,  çok talihsiz bir soruşturmadır.  

Açılan bu soruşturmayı, ATATÜRK tarafından; iç ve dış düşmanlara karşı şehit kanlarıyla kazanılan kurtuluş savaşı sonrasında  kurulan Laik Türkiye Cumhuriyetinin bir ferdi olarak, şiddetle kınıyorum. 

ATATÜRK Türkiye’sinde oynanmaya başlanan ve neredeyse sona yaklaşan;  ATATÜRK'e, onun kurduğu laik cumhuriyetin kuruluş değerlerine yönelik karşı devrimin bir halkası olan bu soruşturmaya,  millet olarak,  yasal koşullarda şiddetle karşı çıkmak ve Tunç SOYER'in yanında yer olmak zorundayız. 

Aksi halde çok geç kalınmış olacak ve sıra,  ATATÜRK'ün gençliğe hitabesine gelecek ve bu hitabede yer alan; ”. . . . . İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar,  bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.  Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş,  bütün tersanelerine girilmiş,  bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.  Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere,  memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar,  gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.  Hatta bu iktidar sahipleri,  şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.  Millet,  fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.  Ey Türk istikbalinin evladı! İşte,  bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen,  Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır.  Muhtaç olduğun kudret,  damarlarındaki asil kanda mevcuttur. ”sözlerini sarf etmek, ATATÜRK'ün gençliğe hitabesini okumak ve yazmak dahi suç sayılacaktır. 

Demedi demeyiniz, şakası yok;  bu Laik Cumhuriyet ve ATATÜRK devrimi karşıtlarının.

Güner Yiğitbaşı

22/11/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Nedir bu meral hanım aşkı?
Hala İYİ Parti ve MERAL Hanım sevdası ve ısrarı. 


Evet Özgür ÖZEL'e sesleniyorum. 


Meral Hanım'ın kendisine ve partisine bir faydası mı kaldı ki, Meral hanımla görüşeceksiniz ve desteğini isteyeceksiniz?


Yapmayın lütfen. Siz,  İyi Parti ve MERAL hanımın eriyip yok olmasına rağmen,  ısrarla bu hanımefendinin peşinden gitmeye devam ettikçe,  aslında kendinizin ve partinizin güçsüzlüğünü,  çökmekte olan bir partiden dahi medet umduğunuzu ilan ediyorsunuz. 


Siz,  değişim diyerek yola çıkarken,  MERAL hanıma mı güvendiniz?


İyi Parti kan kaybettikçe, bırakınız başkasına kan vermeyi, dışarıdan  kan takviyesine ihtiyaç duyan bu partiden ve liderinden,  takviye kan istiyorsunuz. Sizin yaptığınız politika falan değil, kendinize,  partinize ve de seçmenin sağ duyusuna güveniniz ve saygınız yok sanırım. 


Meral hanım değil miydi? İMAMOĞLU ve YAVAŞ aşkı yüzünden masayı deviren seçimin kaybına neden olan. 


Şimdi ne yapıyor bu hanımefendi?


İMAMOĞLU ve YAVAŞ'dan adeta nefret ediyor ve onların seçilmemesi ve onlardan öç almak için,  partisinin yok olmasını göze alarak karşılarına aday çıkaracağım diyor. 


Siz de;  hala,  bu kafa yapısındaki,  ne yaptığını bilmeyecek durumdaki hanımefendiye bizimle işbirliği ve ittifak yap diyerek,  adeta yalvaracak durumdasınız. 


Yapmayın, tekrarlamayın bu hatayı, ders almadınız mı hala?


Özgür ÖZEL'e tavsiyemiz;  bırakın AKŞENER'in peşinden koşmayı ve kendinizi ve partiniz CHP'yi  daha fazla küçük düşürmeyiniz. 


Özgür ÖZEL,  CHP, İMAMOĞLU ve Mansur YAVAŞ olarak sıvayın kollarınızı.  İMAMOĞLU ve YAVAŞ'ın başarıları ortada, İstanbul ve Ankara halkı kendilerine sunulan hizmetlerden  ve başkanlarından memnunlar, AKŞENER'e rağmen, zaten eriyen ve çok azalan İYİ Parti seçmenleri de sandığa gittiklerinde İMAMOĞLU ve YAVAŞ'a seve seve oy vereceklerdir, seçim ittifakını ve işbirliğini sandıkta sağlamak varken, nedir bu AKŞENER ve İyi Parti ile ittifak ve işbirliği yapma konusundaki ısrarınız anlamakta zorlanıyoruz. 


Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş.

Güner Yiğitbaşı

18/11/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Yüzüncü yüz yılda yeniden Laik Cumhuriyet

Yüzüncü yılda Atatürk ve Cumhuriyet konferansı
10 Kasım Atatürk’ün 85. Ölüm yıldönümü ve Cumhuriyetin 100. Yılı etkinliklerinden “100. Yılda Yeniden Laik Cumhuriyet” söyleşisi yapıldı. 11 Kasım 2023 günü Cumhuriyet Gazetesi Kültür Merkezi’ndeki söyleşide konuşmacı olarak Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı M. Hüsnü Bozkurt, yaptığı konuşmada Atatürk ve devrimleri konusunda şu konuşmayı yaptı:
“-Bizim Cumhuriyetimiz dünyadaki pek çok cumhuriyetten farklı bir cumhuriyet, pek çok cumhuriyet var. Bizim Cumhuriyetimiz, daha M. Kemal Atatürk Samsun’da yola çıkarken laik bir devlet yapısı bina etmek üzere hazırlanmış, çok önceden tasarlanmış. O kadar çok önceden tasarlanmış ki Erzurum Kongresinde Mazhar Müfit Kansu’ya “bak bir sen bileceksin, bir Süreyya bilecek bir de ben kutsal bir sır olarak bunu saklayacaksınız, zaferden sonra devlet şeklimiz Cumhuriyet olacaktır. Her şey önceden düşünülmüş. Bir laik Cumhuriyet olarak kadınlar ve erkekler Cumhuriyeti olarak kurulmuş, o amaçla yola çıkılmış ve o amaçla üç yıl içerisinde 22 günlük bir mücadele antiemperyalist bir bağımsızlık savaşı verilmiş.
Bu nedenle Cumhuriyetin 100. Yılında laik Cumhuriyet” dememizin nedeni, geçen yüz yılda ama özellikle son 70 yıllarında, en çok da son 20 küsur yılında Cumhuriyetin laik özelliğini, demokratik özelliğini, sosyal devlet olma özelliğini ve nihayet çok önceden çok zarar gördü ama, Yargıtay eliyle yapılan darbeden sonra hukuk devletinin artık ortadan kaldırıldığı süreci yaşarken, laik devlet olmadıkça bunların hiçbirinin olamayacağını daha önce anlamamız gerekiyor. Yani siz laik devlet değilseniz ne demokratik devlet olabilirsiniz ne sosyal devlet olabilirsiniz ve ne de hukuk devleti olabilirsiniz, mümkün değil. Demokratik laiklik demokrasinin olmazsa olmazıdır. Ama bu devletin olmazsa olmazıdır. Hiçbir din devletinde laiklik yoktur, dolayısıyla hukuk devleti de yoktur. Bu nedenle bu laik cumhuriyet son derece kıymetlidir.
Mustafa Kemal 9 Mayıs 1935 de CHP dördüncü büyük kurultayında diyor ki: “Kurtuluş Savaşımıza başladığımız yılın 15. Yılındayız. Cumhuriyetimizin 12. Yılındayız. Lise çağlarımda bu konuşmayı okuduğum zaman, baktım M. Kemal 19 Mayıs 1919 da çıkmış niye 15 yıl diyor 14 demesi lazım, hayır M. Kemal Kurutuluş Savaşımıza başladığımızın, kendisinin beraberinde olan arkadaşlarının söylediği 15. Yılındayız diyor 1918’i işaret ediyor, Mondros Mütarekesi. Mondros’tan itibaren filen Osmanlı Devleti yok. Onun yerine bir cumhuriyet kurma fikriyle altı ay İstanbul’da sayısız görüşmeler yapıyor, üç defa Vahdettin’le görüşüyor. Şimdi “Vahdettin’in M. Kemal’i Anadolu’ya gönderdi diyenler, nasıl anlatıldığını tutanaklara nasıl anlatıldığını hatırattan baksınlar. Bu millet sürüdür, bu sürüye bir çoban lazım o çoban da benim paşa” diyor. Hani “paşa paşa git de milleti kurtar” diye öyle bir şey yok, kimsenin kafasında da böyle bir şey yok. M. Kemal’in Cumhuriyetten yıllar sonra Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay’ın değişik konuşmalarında, diyorlar ki, “M. Kemal biz olmasaydık da bunu mutlaka yapardı” diyor, “ama o olmasaydı hiçbirimiz bunu yapamazdık” diyor. Böyle bir Cumhuriyetin yurttaşlarıyız.

Osmanlı bilime ilgisiz kaldığı için battı.

Osmanlı 30 Ekim 1918 de fiilen ortadan kalktı diyoruz. Ama aslında en güçlü olduğu söylenmeye çalışıldığı hatta şu aziz milletin Osmanlı iktidarı olanların da Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’yı boğdurduğunu öğrendiği, Muhteşem Yüzyıl falan dizi yapıldığı, aslında Kanuni’nin 46 yıllık saltanatının son 10 yıldan itibaren, yani 1550lerden itibaren Avrupa bambaşka bir çağa girerken Avrupa 1517 den itibaren dinde reformu konuşurken, Roma Katolik kilisesinin nüfusu kırılırken hemen akabinde Fransa’da Kalven mezhebinin kendi kiliselerini kurup Protestanlık ve Anglikanlık mezhebi yerleştirirken, Osmanlı’da bırakın böyle arayışları, bunların esamesi okunmuyor, tam tersine Kanuni Sultan Süleyman’ın o döneminde medresede hiçbir pozitif bilimle ilgili en ufak bir ders yok. Genellikle dini bilimler fıkıh, kelam, kıyas vs bunlar dini konular dini yönelimler toplumsal aydınlanmayla ne alakası var.
1517’den itibaren Avrupa bambaşka bir sürece giriyor, 1450 de Gutenberg matbaayı icat etmiş matbaa ile İncil her dile çevrilip basıldıkça o İncilin ne menem bir şey olduğunu herkes okumuş görmüş anlamış, onunla beraber bilimde sanatta özgürleşmeye geçilmiş. Dün Feisbug’da Ali Ercan Hoca dünyanın yüz bilim adamı diye bir paylaşım yapmış orada baktım dünyanın yüz bilim arasında Kindi var, El Bruni var, Cezmi var, el Cabiri var, İbni Sina var, kim bunlar İslam’ın mültezile bilimi, yani akla uymayan dine uymaz anlayışının yetiştirdiği genellikle Farisi, genellikle Arabi bilim insanları. İbni Sina dünyada tıp kurucusundan birisi, Galenos, Hipokrat ve İbni Sina diye bütün Avrupa fakültelerinde okutulur. Cbiri kuran adama Cebri olduğu söylenir, İbni Haldun sonra Gazli’den itibaren bin yıl İslam dünyasından pozitif bilimler adına dünyaya katkı sunmuş bilim literatürüne girmiş ilk adam 1937 de Hulusi Behçet’tir. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji yani cildiye bölümünün hocası Hulusi Behçet hastalığını geliştirmiştir.

Osmanlı ilk otomobili ilk otomobili “şeytan aracı” diye denize attı.
Yüzüncü yılda Atatürk ve Cumhuriyet konferansı

Dünyada Nobel alan ilk pozitif bilimlerdeki bilim insanı Aziz Sancar’dır. İkisini de yetiştiren laik Cumhuriyettir. Onun için yüzüncü yılda laiklik çok değerli. Avrupa böyle yürüyor, Osmanlı nerede? Osmanlı dünyanın ikinci rasathanesini, “meleklerin bacaklarını dikizliyorlar” diyor şeyhülislam. Donanmaya topa tutturuyor ve yıkıyor. Sanırım Kraliçe Viktorya olması lazım, İstanbul’da bir Anglikan kilise kurmak için Padişah Abdülmecid’e müracaat ediyor. Abdülmecid de İstanbul’da Taksim’le Galatasaray arasında bir araziyi tahsis ediyor, on yıl sürüyor kilisenin yapılması. O arada Abdülmecid ölüyor yerine Abdulaziz geliyor, 1868 de galiba kilise açılışı yapılacak, kraliçe sultana son model bir otomobil armağan ediyor. Saraydan bir adamı İngiltere’ye götürüyorlar, otomobil kullanmayı öğretiyorlar. Otomobil geldikten arabayı kullandıktan ilk cuma namazı selamlığına Abdülaziz giderken, sokakta giden arabayı kim görse, “şeytan aracı” diyerek kaçıyor. Arabaya “zatulhareke” adını, koyuyorlar, “insan olmadan hareket eden şeytan aleti”. Çekiyorlar sarayın bahçesine arabayı; çağırıyor şeyhülislamı, “şuna bir bakıver bir fetva ver, ne yapacağız bu işi”. Şeyhülislam günlerce eve kapanıyor, hatıratında yazıyor, “padişah bir şey istedi, baktım Kuranı Kerime 6236 diyen var, 6666 diyen var, bu ayetlere tek tek bakıyor, Kuran’da bunun için hiçbir ayet yok, anımsatan da yok, o ayetle, ilgili yorumlayan da yok. İnsansız hareket eden alet yok böyle bir şey. O zaman diyor, “Allah bunu yazmış olamaz” diyor, Allah yamadığına göre Allah’ın yarattığı bir şey değil. Şeyhülislam, bir de hadislere bakayım, diyor, orada da yok. Peygamber de “bu Allah’ın yarattığı bir şeydir” derdi. “Olsa olsa bunu şeytan yaratmıştır, “zatulhareke şeytan aletidir”. Arabayı Sarayburnu’ndan denize atıyorlar. Düşünün 19. Yüzyıl, Avrupa aydınlanma çağına girmiş, sokak aydınlatmaları başlamış, Ceyms Vatt bilmem neleri (elektrik ampul), makinalı tarım yapılmaya başlanmış, tekstilde dünya değişmiş. Zatulhareke yallah denize. Sonuç bu.

Böyle bir devleti yıktı, tabi ki Mustafa Kemal Kuvayi Maliyeciler değil, kendisi yıktı, niye, çağın buluşundan biliminden kopup hurafelere inanıp gömüldü. Doğmalarla hareket ettiğinden battı.
Abdülmecit Avusturya imparatoruna buna elçi gönderiyor, diyor ki, “ya imparator hazretleri haşmetmehap siz hangi savaşa girseniz kazanıyorsunuz, biz de her savaşta yenilip yenilip dönüyoruz, sizin müneccimler çok yetenekli bana bir müneccim gönder”
Bu çağın değişimini dünyanın değişimini, bilimin gelişimini göremeyen halbuki İslam ilk 500 yılında, yani Gazali’ye kadar yüz büyük bilim adamı arasında Ainştayn 10. Sırada, ilk 10 içinde bir tane, ondan sonra en az dört beş tane Müslüman diye bildiğimiz bilim insanları var. Nasıl oluyor, çünkü Gazali’den itibaren yani onuncu ve on birinci yüz yıldan itibaren akli din anlayışını bırakmışlar, nakli din anlayışına dönmüş. Bu da egemenlerin işine gelmiş. Çünkü akılla yorumlandığı zaman Kuran, yani inanalar için söylüyorum, o zaman akla uymayan “dine uygun değildir” diyor bir şekilde yorum yapılıyor. İnsan aklı buna yetmez, Kuran ne yazıyorsa o dur” diyorsan işte böyle oluyor. Kuranda yok, demek ki bu şeytan aleti at denize; bana bir müneccim gönder, falan.
Böyle bir devlet, işte 1918 de, bu nedenle çağın gerisine düştüğü için, son 200 yıl içinde yani 1800 lerden itibaren son 100-150 yılda, evet II Mahmut 1827 yılında okular açıyor, Abdülhamid harbokullarını açıyor, 1773 de deniz lisesi kuruluyor, harbokulları falan bunlar tamam doğru. Ama çağ o kadar gelişmiş ki, sizin kurduğunuz okullar kurulduğu an bile Avrupa’daki okulların çok gerisinde kalmış, hızla ilerliyor.
1968 de Tıbbiye ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçtik, askeri yurtta kalıyoruz, Kara Kuvvetleri hesabına okuyorum, ikinci sınıftan üçe, üçten de dörde geçince iki aylık kamplar var, Tuzla Piyade okulunda kamp yanaşık düzen falan temel askerlik eğitimi görüyoruz. Sonradan atışa götürdüler bizi, ama bayağı bir eğitim yaptırdılar. Kırıkkale piyade tüfeğinin atış alanı 1800 metre. Amerikalıların bize yardım diye gönderdikleri piyade tüfeklerinin menzili 1400 metre. Araştırdım o zaman sordum, bir albay var, dedim albayım bize verdiğiniz tüfekler M-1 Amerikan piyade tüfeği 1400 m menzili var diyorsunuz, halbuki bizim kendi piyade tüfeğimiz 1800 m bu diyor “Mustafa Kemal tüfeği”. Ne demek Mustafa Kemal tüfeği? Mustafa Kemal, 1937 de Kırıkkale Silah Fabrikası kurulduğunda çağırıyor, “bana dünyanın en uzun menzilli piyade tüfeğini yapacaksınız. 1937, 20 yüzyıl savaş konseptinde savaşları belirleyen meydan muharebeleridir. Bir an için hayal edin, o meydan muharebeleri iki ordu karşı karşıya geliyor, bir tarafta bir ordu öbür tarafta bir ordu. Bir taraftaki 1800 m’yi vuruyorsa elinde 1400 m silah olanın hiçbir şansı yok, sapır sapır dökersin sen. Adam bunu görüyor, o zaman bana dünyanın en uzun menzilli silahını yapın” diyor.
Şimdi bu kadar ileri görüşlü bu kadar, 1923 de Cumhuriyet kuruluyor, ekmeklik buğdayın yok, aşın yok, elinde şekerin olmadığı için iskorpitten her doğan çocuğu yüzde 60’ı bir yaşına gelmeden ölüyor, tel yok, çivi yok, bir şey yok.  1926 da gidiyorlar Kayseri’de uçak fabrikasını kuruyorlar. 1930larda dünyada uçak üretildiği, ihraç eden 500 yerden biri Türkiye, 240 uçak üretiliyor Kayseri’de. Bunların hepsi satılıyor, hala Danimarka Havacılık Uçak müzesinde TKH 5 ambülans uçakları var, dünyanın ilk havacılık ambülans uçakları üretiliyor, “Türk havacılığına teşekkürlerimizle” diye sergileniyor. Bu kadar ileri görüşlü bu kadar misyoner bir adam. “İstikbal göklerdedir” diye söylenen boşa söylenmiş bir söz değil.
Çok genç subayken Almanya’da bir tatbikata katılıyor, bakıyor ki, uçaklar var, çok önceki yıllar. Bizim ordunun o zaman uçaktan haberi yok. Şimdi Ulu Hakan Abdülhamid Han diyebilirsiniz, Abdülhamid diye bir adam var, donanmanın dehşetini görünce donanma bana darbe yapar korkusu ile tam 30 yıl donanmayı Haliç’te hapsediyor, bırakmıyor. Donanma dediğin donanma Hint Okyanusuna her çıktığında kıytırık Portekiz’den dayağı yiyip yiyip dönüyor. Niye, Fatih Sultan Mehmed 1453 de İstanbul’u fethetmiş, ipek ve baharat yollarının kontrolü Osmanlının eline geçince Batı’nın o zenginlik kaynağı kurumaya başlamış, bunun üzerine özel İspanya, o zamanın en emperyal devletlerinden biri, hemen yanındaki Portekiz büyük gemiler yapıp keşfe çıkmışlar Kristof Kolomb, Amerika Vespuçi, Magellen, Vasgo de Gama falan öyle. Mecellan Boğazı Ümit Burnunu dolaşıyorlar, adam Hindistana gidiyorum diye Amerika’ya gidiyor. Hikâye uzun ama o nedenle dünyada çağ değiştirip Doğu Roma İmparatorluğunu sonlandırıp ipek yolu ve baharat yolunu eline geçirip Osmanlı verimliliğinden yaralanamıyor, ama öbür tarafta İspanyol denizciler gidiyorlar Latin Amerika’yı işgal ediyorlar, İnka, Astek, Maya medeniyetinin birikmiş altınını toplayıp getiriyorlar, Avrupa’nın bu günkü kalkınmışlığının ve zenginliğinin temel nedenlerinden biri o talandır.
Bu akıldan ve bilimden kopmanın doğal sonucudur. Öyle olunca Mustafa Kemal ve arkadaşları tam 10 ve 0n yıldan fazla cepheden cepheye koşturarak bu nedenle yıkılmakta olduklarını gördüklerinde vatanlarını kurtarmak için Trablusgarp’ta, Şam’da, Galiçya’da, Kanal’da, Sarıkamış’ta, Balkanlarda savaşmışlar Osmanlı devletini kurtarmak için. Hayır böyle olmuyor, Mustafa Kemal diyor ki, o zaman “anası Türk olan tamamen milli bir devlet kurmaktan başka çare yoktur” diyor, orda şekil veriyor. Onun için bizim cumhuriyetimiz 29 Ekim 1923’te kurulmadı, 29 Ekim 1923’te ilan edildi. O Cumhuriyet Mustafa Kemal’in daha öğrenciliğinde var, Samsun’a çıktığında var, Amasya Tamiminde var “vatanı milletin azim ve kararı kurtaracaktır”, Erzurum Kongresi’nde var, Sivas Kongresi kararlarında var, Meclis açılışında var.
Böylece Cumhuriyeti kurduk, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti kurmadan önce 1 Kasım 1922 de yani bir yıl önce daha işgal devam ediyor Anadolu’da, İngilizler Yunanlılar Trakya’da hani biz 9 Eylül’de düşmanı denize döktük de azıcık tatil yapalım çok yorulduk Cumhuriyeti bir sene sonra yapalım diye yapmadık, edecek durum yok, işgal devam ediyor. 6 Ekim 1923’te son İngiliz askeri İstanbul’u terk ediyor.

Osmanlı büyük ilk dört devletten biriydi

Dolayısıyla o ortam o süreç içinde Mustafa Kemal ve arkadaşları kurtarmak istedikleri bu devletin yıkıldığını gördükleri için niye yıkıldığı için kafa yormuşlar. “Yav bu devlet niye yıkılıyor”, kafa yoruyorlar. Büyük güçlerin yükselişi ve çöküşü diye bir kitap var oraya bakın; mesela 15. Yüzyıldan 16. Yüzyılın ortalarına kadar dünyada dört büyük güçler var, biri Osmanlı Devleti. Bunların içinde en etkili olan en merkezlerinde olan da Osmanlı, biri Çin, biri Rus, biri Britanya. Britanya bir ada devleti, Çin bir kıta devleti ama uzak doğuda, Rus pensliği daha yeni, Osmanlı üç kıtada hakimiyeti olan ve o çağın en ileri teknolojilerini kullanan bir devlet. Hani hep söylenir “kardeşin katli vaciptir” kuralını çıkarmış adam, Fatih Sultan Mehmet dediğin adam da oturmuş, “yav benim bütün ecdadım bu İstanbul’u uğraştı uğraştı alamadı, bakalım niye alamadı” bakıyor bakıyor surları geçemiyorlar. Oturuyor Topkapı Sarayına orada çizimleri var, o surları kaç santim çapında bir topla delebiliriz” diye hesaplarını yapıyor. O topu döktürecek usta yok. İstanbul’un fethi bazılarının söylediği gibi “Çanakkale Savaşı’nı biz melekler geldi de tepelerine koca koca kayaları attı da Balkan Savaşı gibi tepelerine çıkan melekler Fatih Sultan’a dönmüşler”. Akılla fikirle o günkü bilimini doğrulayarak bir cihan İmparatorluğu kurmuş, işte ne kadar atalarımızsa Osmanlı, diye. Peki ne oldu sonra o imparatorluk 16. Yüzyılın ortasından itibaren akıldan ve bilimden koptuğu için 200 yıl içinde çökmüş.

Cumhuriyet ve Kemalizm

 Bu Cumhuriyet bir devrimdir, her devrim gibi bu devrimin de bir ideolojisi var. O ideolojinin adı Kemalizm. Şimdi Kemalizmi, “öyle bir ideoloji yok Mustafa Kemal öldükten sonra tek parti sürsün diye icat ettiler” falan filan diyerek bu millete unutturdular. Dünyadaki bütün -izmleri- okuduk, Enver Hoca’nın Enverizmini okuduk, size samimiyetle söylüyorum, 68 kuşağında o yıllarda Nutuk okuyan kimseyi görmedim. O zamanki jargon Mustafa Kemal Gardırop devrimcisi. Halbuki bana sorsanız, tartışmasız dünyanın en önemli devrimlerinden biridir Atatürk devrimi Anadolu Devrimi, adını ne koyarsanız koyun. Ben Kemalist Devrimi demeyi tercih ediyorum.

Osmanlı 1683 de Cumhuriyete kadar savaş ve toprak kaybetti

Yüzüncü yılda Atatürk ve Cumhuriyet konferansı
O Kemalizm’le kurulan bu Cumhuriyet şu Anadolu insanı var ya, bu Anadolu insanının tam 600 yıllık insanın alfabesizleştirerek cahilliğine tam 400 yıl “etraki bi idrak” denilerek aşağılaşmışlığına tam 300 yıl cepheden cepheye koşturulup koşturulmuşluğuna, tam 239 yıl 1683 Viyana’dan ta 1922 Dumlupınar’a kadar tam 239 yıl yenile çekile yenile çekile o yenilmişlik duygusuna o gönensizliğe o özgüvenliğini yitirmişliğine 18. Yüzyıldan itibaren canhıraş bir şekilde arayıp bir türlü yazamadığı o reçeteyi Mustafa Kemal diye bir evladıyla Samsun’dan çıkıp 3 yıl 3 ay 22 günde çocuğuyla kadınıyla erkeğiyle reçetesiyle yazdığı bizim Cumhuriyetimiz. En özgüvence böyle tarif edilebilir ve o Cumhuriyeti kuran yaratan bu millet. Yeter ki bu milletin önüne akılla bilimle yönetecek ve akla bilime yöneltecek önderlikler geçirilebilsin. Geçirildiği zaman bu başarılıyor.

Dolayısıyla böyle bir Cumhuriyetin yurttaşlarıyız, ha yüzüncü yılda ne durumda olduğumuzu her gün görüyorsunuz. Çare ne? Çare yine Kemalizm. Bizim Cumhuriyetimiz bir direniş hakkının Cumhuriyete dönüşmesidir. Halkın direniş hakkının, Saray teslim olmuş iken, “sen teslim ol ben teslim olmuyorum” diyen Anadolu insanının yarattığı eserdir bizim Cumhuriyet. Evet Mustafa Kemal’di tabi ki öyle, O olmasaydı bu olmazdı, tartışmasız, ama sonuçta Mustafa Kemal de bunu bu milletin azim ve kararını harekete geçirerek yaptı. 19 Mayıs 1919 da geçti Samsun’a. Meclis ne zaman açıldı 1920 de, düzenli ordu ne zaman kuruldu Ocak 1921, 1921 Ocağa kadar 19 ay Anadolu’yu karış karış gezdi Mustafa Kemal. Alevi dedeleri, köylülerle, marabalarla yani kısaca halkın tüm kesimleri ile görüştü. Milletin azim ve kararını harekete geçirmeye çalıştı. Samsun’dan Ankara’ya giderken Çorum’da tarlasını siren çiftçiyle görüştü. Görüşmelerle kongrelerle Türk insanını ayağa kaldırdı, sonunda 26 Ağustos 1922 de 204 bin kişilik bir taarruz ordusunu 239 yıl sonra harekete geçirdi zafere ulaştırdı. İngiliz Genel Kurmayının “altı ayda aşarsa Türkler bu tahkimatı altı günde sevinsinler” dedikleri tahkimatlar sadece altı saat içerisinde tarumar oldu, Yunan ordusu iki gün içinde darmadağın oldu ve Trokopis dahil ütün komutanlar esir alındı.

Kemalizm’e Cumhuriyete sahip olmalıyız

Bu akıl ve bilim meselesi. Dolayısıyla bu Cumhuriyetin değeri bilinmiyorsa, Mustafa Kemal diyor ya “beni görmek demek ille yüzümü görmek demek değildir, fikirlerimi beğeniyorsanız bu kafidir” falan. Hepimizin Mustafa Kemal olma zamanı, beklememeliyiz, her birimiz Mustafa Kemal olmalıyız, toplumun önüne düşmeliyiz. “Kanaat önderi” falan filan diyorlar, hayır ben bir toplu örgütün başındayım, Atatürkçü Düşünce Derneğinin Anadolu ve Rumeli Müdafaa Hukuk Cemiyeti olduğuna inanıyorum, bugün. Bunu yapmaya çalışmalıyız, herkes b ulunduğu mevziden bunu yapmaya çalışmalı, hemen ADD ne üye olmanızı istiyorum, bir yerde güç biriktirmeliyiz. Başka yerde olmaz. İnanın ki olmaz. Adam Anayasa Mahkemesinin durumunu manşete çekiyor, “gelin bunları öldürün diye katliam çağrısı yapıyor, niye köpeksiz köyde çomaksız geziyorlar. Hepimiz benim başında bulunduğum dernek toplumun önüne geçip siyasette yol gösterip yön vermeliyiz. Böyle salonlarda konuşarak olmuyor bu iş. Sokağa indirmemiz lazım siyaseti, başka yolu yok.” Mustafa Kemal de oturaydı o zaman İstanbul’da padişaha da gelin olaydı, damat olaydı sarayda Harbiye Nazırlığı yapaydı”. Adam kahveye koyacak şeker yok, Erzurum Kongresinde elbisesi yok, validen aldığı ceketle katılıyor. Fotoğrafları kemerinden üç delik daha açtırmış zayıflamış, kemer alacak parası yok ayakkabısının altı delikti. Şu devlet 294 kişilik ordunun nerede ise yüzde 30 unun ayağında çarık bile olmadan kazanıldı, dünyada örneği yok, 31 Ağustos günü “ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri”, 9 Eylül’de Belkahve’de, “bir rüya görmüş gibiydim İsmet” diyor. 3 yıl 3 ay 22 günde rüyada görsen inanamazsın, Kocatepe’den İzmir kaç km 400km 10 gün değil, önünde de Yunan gidiyor, şehirleri köyleri yakıyor mücadele de devam ediyor, son şehitler on şehit Kahramanlar semti, İstiklal Harbinin son şehitleri de Bandırma’da.
Şu memleketin ekmeğini yiyip suyunu içip Mustafa Kemal’e minnet duymayan yemin ediyorum adam sınıfına alınacak adam değildir. Bunu çıkıp sokaklarda haykırmamız gerekir, hepimiz bunu haykırmalıyız. Bunun başka yolu yok, benim derneğimin kurucusu bu gazetenin yazarı Türkiye’nin en ileri hukuk bilim adamı Anayasa Hukukçusu Muammer Aksoy, “Muammer Aksoy’u bu zindana sığdıramazsınız” denilen adam, bu derneği kurduktan sekiz ay sonra iki kurşunla katledildi. Benim Derneğimin kurucusu Bahriye Üçok paramparça edildi. Bu derneğin fikir babalarından bu gazetenin yazarı Uğur Mumcu paramparça edildi. Yine bu gazetenin yazarı (Cumhuriyet) Ahmet Taner Kışlalı paramparça edildi. Atatürkçü Düşünce Derneği de Cumhuriyet gazetesi de bedel ödeyip duruyoruz. Ne yapacaklar bize iki kurşun da bize sıkarlar, sıkmayanın Allah belasını versin, bu yolda bedel ödemeyi göze almıyorsak bizim bu memlekette Cumhuriyetçiyim, Atatürkçüyüm” diye gezmeye hiç hakkımız yok. Madem öyleyiz, madem bunun kıymetini biliyoruz bunu göstermeliyiz. Tabi size söylemiyorum genel olarak söylüyorum, bunun için ne lazımsa onu yapmalıyız. Çünkü karşımızdaki güç böyle Mustafa Kemal öyle diyor, 20 Temmuz 1920 yola daha yeni çıkmış Hakimiyeti Milliye gazetesine bir demeç veriyor diyor ki,” düşman falan ya da filan millet değildir, düşman bütün dünyayı zapturaptına almış her yerde de iktidara gelmiş olan kapitalizm belası ve onun çocuğu emperyalizmdir. Mecliste bizi boğmak isteyen kapitalizme bizi yutmak isteyen em emperyalizme karşı heyeti maliyece mücadele etmeyi meslek edinmiş insanlarız” diyor. Bizim karşımızdaki vallahi Tayip Erdoğan değil, billahi Yargıtay bilmem ne değil, bu bir emperyal plandır, şu Türkiye’ye doldurulan emperyal bu planın bir parçası, iktidarda tutulan da o emperyalin parçası, hatta kimse kusura bakmasın, yeri geldiğinde muhalefeti dizayn eden de bu adam. Buna isyan etmeliyiz nerdeyse ordan. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılını onurla ve gururla kutlayalım. Laik Cumhuriyet laik olduğu zaman ancak yaşama şansı var. Bu coğrafyada üniter ulus devletimiz yoksa, Cumhuriyetimizin laik hukuk sitemi ortadan kaldırılmışsa ve ulusal birliğimiz bütünlüğümüz zedelenmişse bunun solculuk sağcılık bilmem necilik olursa olun arkası yok. İstediğiniz kadar solcu olun, istediğiniz kadar sağcı solcu olun bir vatanınız o vatanı üstünde dalgalanan özgürce bayrağınız ve o vatanın bütünlüğü yoksa hiçbir ideoloji kar etmez sana, onun için bunun üçünü kaybetmemeliyiz, bu üçüne sahip olmayan devletlerin hali meydanda bakın Suriye’ye, Irağa bak, Libya’ya bak, Mısıra bak. Afganistan’a bak kan revan içinde ve ülkemizin Laik Cumhuriyete katletmek isteyen emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine yem etmemeliyiz. Atatürk öyle Atatürk oldu. Mustafa’ydı Mustafa Kemal oldu, sonra Gazi ve mareşal oldu, sonra Atatürk oldu. Atatürk olma nedeni nedir, sadece savaş kazana bir komutan olması değil, sadece devlet kuran bir devlet adamı değil, sadece o devlete kadını erkeğini insandan sayan bir o devleti devrimlerle aralıksız devrimlerle çağın devleti yapmasıdır, o nedenle Atatürk’tür. O zaman hepimiz Atatürk’e layık olmalıyız, Cumhuriyetimizin 100. Yılı kutlu olsun.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Erdoğan Laf Cambazlığı Ve Demagoji Yapıyor
Can ATALAY'ın hak ihlaline uğradığına ilişkin kararı nedeniyle Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay 3. Ceza Dairesi arasında vuku bulan hukuk dramı ve anayasanın açıkça ihlali eylemi üzerine durumdan vazife çıkaran partili ve taraflı Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; bu tartışmada tarafsız olduğunu açıklayarak,  arabuluculuğa ve hakemliğe soyundu ve olay daha bir trajikomik duruma çevrildi. 


ERDOĞAN diyor ki; ” Anayasa'nın 104'üncü maddesi,  Cumhurbaşkanı olarak bize 'yürütmenin' başı olma yanında,  devlet başkanı sıfatıyla devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin etme görevi de vermektedir.  Dolayısıyla biz bu tartışmada taraf değil,  hakem konumundayız. " 


ERDOĞAN;  yine,  çok usta bir şekilde,  laf cambazlığı ve demagoji yapmaktadır bize göre. 


Anayasanın 104 maddesi; Cumhurbaşkanına  Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin etme görevi vermiştir doğrudur ama,  Anayasa Mahkemesinin anayasaya göre kesin ve bağlayıcı olan kararlarına uymayan,  anayasaya aykırı olarak bu kararı yok sayan Yargıtay 3. Ceza Dairesinin anayasayı ihlal girişimi olan bu eylemini; anayasanın 104 maddesine göre,  ERDOĞAN tarafından giderilmesi gereken iki devlet organı arasında çıkan bir düzensizlik ve uyumsuzluk olarak nitelendirmek asla mümkün değildir. 


Anayasanın 104. maddesinin Cumhurbaşkanına verdiği bu görev; her ikisi de yargı organı içinde bir yüksek mahkeme olan Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında çıkan bir uyumsuzluğu ve anayasal bir  tartışmayı kapsamamaktadır. Aslında,  anayasanın 153. maddesine göre kesin ve bağlayıcı olan Anayasa Mahkemesinin kararına uymayarak yok sayan Yargıtay ve ilgili dairesinin bu eylemi, bir uyumsuzluk ve basit bir tartışma olmayıp,  doğrudan anayasayı ihlal suçudur. Bu nedenle bir suç oluşturan Yargıtay hakimlerinin bu uyumsuzluklarının giderileceği ve hesabının sorulacağı makam,  Cumhurbaşkanlığı makamı değil Yüce Divandır. 


ERDOĞAN; elmalarla armutları toplamaya çalışmaktadır. 


Anayasanın Cumhurbaşkanı sıfatıyla ERDOĞAN'a verdiği görev; yasama, yürütme ve yargı organları arasında çıkacak olan uyumszlukları gidermek ve bunların düzenli ve uyumlu çalışmalarını sağlamaktır. 


Anayasanın 104.  maddesi;  Cumhurbaşkanı sıfatıyla,  ERDOĞAN'a;  anayasanın uygulanmasını temin etme görevini de vermiştir. ERDOĞAN;  anayasanın kendisine verdiği,  anayasanın uygulanmasını temin etmek görevini görmezlikten gelmektedir. 


Göreve başlarken şerefi ve namusu üzerine yaptığı anayasanın 103. maddesinde yer alan yemin metninde; Anayasaya,  hukukun üstünlüğüne,  demokrasiye,  Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağına dair verdiği söz de yer almaktadır. 


Tüm bu anayasa metinlerini, anayasanın ERDOĞAN'a verdiği görev ve sorumlulukları alt alta koyduğumuzda, Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında ortaya çıkan tartışmada,  ERDOĞAN hakem değil, bal gibi taraftır. Hiç kaçamak güreşmesin, hiç laf cambazlığı ve demagoji yapmasın ERDOĞAN.  


Anayasaya bağlı kalacağına dair yemin eden ve anayasanın 104. maddesine göre anayasanın uygulanmasını temin etmekle görevlendirilen ERDOĞAN;  uygulanmasını temin etmekle görevli olduğu anayasanın 153 maddesine göre kesin ve bağlayıcı olan Can ATALAY'ın hak ihlaline uğratıldığına ilişkin kararının uygulanmasını da temin etmekle görevlidir ve bu konuda Anayasadan, anayasanın 153 maddesinden ve Anayasa Mahkemesinden yana taraftır. Asla tarafsız değildir, bu konuda hakemlik yapamaz, anayasayı uygulatma görevini yapmakla mükelleftir. ERDOĞAN; anayasal görevinin ve yaptığı yeminin gereğini,  ben bu konuda  tarafsızım diyerek yapmayıp hakemliğe soyunmak suretiyle, Yargıtay'ın anayasayı ihlal girişimine ortaklık yapmaktadır.

Güner Yiğitbaşı

13/11/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

“…toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi, kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur.”

Anıtkabir mermer taşını öpen kadın üstüne anımsamalar

Bugün 10 Kasım 2023 günü Atatürk’ün ölümünün 85. Yıldönümünde Anıtkabir’de onu anmak, onun manevi ruhunda saygı duruşunda bulunmak için Tandoğan’dan yeni adıyla Anadolu Meydanı’ndan Anıtkabir’e doğru giden insan seliyle birlikte yürümeye başladım. 80’e dayanan yaşımla birlikte 80 kg lık bedenimi bacaklarım zorlukla taşıyordu. Yolda üç yerde polis kontrol bariyerlerinden geçerek yürürken, yol kenarlarına konulan banklarda oturan, benim gibi yorulan yaşlılara da rastlıyordum. Bankta oturan orta yaşlı iki bayan sigara içiyorlardı, onlara espri olsun diye, selam verdikten sonra, “doktordan duydum sigara insanın akciğerini mahvediyormuş” diyerek takıldım. Öylesine takıldığım bu iki bayandan biri hemen cevabı yapıştırdı: “Kardeş iyi de doktor da içiyor ne yapacağız”. Ne diyeceğimi şaşırdım, gülümseyip yoluma devam ettim.

Anıtkabir’e giden yolu boydan boya plastik bariyerlerle ikiye bölmüşler, bölünen yolun yarısından Anıtkabir tarafından gelenler giderken, diğer yarısını da Anıtkabir’e gidenler kullanıyordu. Binlerce kişiden oluşan insan seli yollarda akarken, içlerinde kucaktaki çocuktan, bir iki bastonla giden yaşlılara, engellilere, kadınlara, gençlere, yaşlılara rastlarken yurdun her tarafından gelen insanlar ellerinde bayraklarla iki taraflı akıp gidiyorlardı. Yolun inişi iyi de çıkışı biraz zor geliyor insana, yola giderken. Nihayet Aslanlı yolun önündeki merdivene geldik, ama merdiveni tırmanmak yorulduğumda bana daha zor geliyordu. Bir gözüm merdiven basamaklarında ise öbür gözüm sözleştiğimiz grubumuzu arıyordu sanki. Gerek kalabalıktan gerekse bacaklarımın taşımaya direnmesinden dolayı zorlukla merdivenin başına çıktım, nöbet tutan kocaman mermer askerlerin yontusunun konduğu mermer kaideye oturdum. Önümden her yaştan, her cinsten türlü giysiler giymiş çeşit çeşit insan seli sevgi saygı ile akıp gidiyordu.

Anıtkabir mermer taşını öpen kadın üstüne anımsamalar
Kadın mermer taşını öpüyordu

Yorgunluğumu gidermek için asker heykellerinin bulunduğu mermer kaidede oturdum, gelip geçen bir sel gibi binlerce akıp giden insanları seyrediyordum, kalabalığın arasından köylü giysili yaşlı bir kadın belirdi, yanıma doğru yaklaştı sağ tarafımdaki mermer kaideye doğru eğilip dudaklarını mermere dayadı mermeri iki üç kez öptü. Buna çok şaşırdım, şaşkın şaşkın kadının mermer taşını öpüşünü seyrediyordum, huşu içinde sanki Hac’daki Hacer ül Esvet taşını öpüyormuş gibi mermer taşını saygılı öptü ve hiçbir şey olmamış gibi çok doğal bir şekilde arkasına dönüp insan seline karıştı gitti.
Kadın gittikten sonra şaşkınlığım geçti, eyvah dedim, kadını mermeri öperken neden fotoğrafını çekmedim diye söylendim. Atatürk’ün Türk kadınlarına Cumhuriyetle birlikte verdiği değeri, devrim ruhunu kadınlarımız anlamış olmalı diye düşündüm, gözlerim dolu düşünüyordum. Böylece birlikte ziyaret edeceğimiz CUMOK grubumuza katılmayı anımsadım, ama grubumuzdaki arkadaşları bulamadım.

Anıtkabir mermer taşını öpen kadın üstüne anımsamalar
Gerçekten de Cumhuriyetten önce, bizde, kadının adı sanı toplumda geçmez, kadın konuşmada, paylaşımda-mirasta, mahkemelerde tanıklığı bile önemsenmezdi. Eşsiz Atatürk getirdiği Cumhuriyet devrimleri ile Türk kadınına vatandaşlık hakkını verdi, kadını insan olmanın bilincine erdirdi.
Orta Asya’da iken Müslümanlıktan önce Türk kadını erkeği ile eşit koşullarda eşit haklara sahip at üstünde sevişir, at üstünde dövüşürdü. Müslümanlıktan sonra, dinsel bağnazlık yüzünden yüz yıllarca Türk kadını toplumdan dışlanıp kafes arkasına itildi. İslam Peygamberi “Cennet kadınların ayağı altında” diyerek kadınları yüceltmişse de kadınlar cariye olarak bir mal gibi alınıp satılıyor Tanzimat devrine kadar kadınlar esir pazarlarında bir mal eşya gibi satılıyordu.
II. Mahmud’un padişahlığı zamanında 1831 yılında ilk nüfus sayımı yapılırken Hristiyanlar, çingeneler, hayvanlar bile sayıldığı halde Türk kadınları önemsenmediği, küçük görüldüğü için sayılmadı. Osmanlı padişahları bile Türk kadınlarını beğenmediği için, horladığı için çoğunlukla Hristiyan kadınları ile evleniyorlardı. (O nüfus kayıtlarında 47.002 çingene görülüyor)(1). Benim küçüklüğümde 1950li yıllarda bile, evimizde kızımız bacımız para-başlık parası ile evlendirildikten sonra arkasından o kız için “satıldı” derlerdi. Kadınlar erkek toplumuna katılamaz, “eksik etek” diye dışlanırdı. Erkekler tartışmalar konuşmalarda “benim sözüme mi bir eksik eteğin, bir karının sözüne mi inanıyorsun” diyerek kadın küçümsenirdi. Yine 1950li yıllara kadar, sokakta bir kadın karşıdan karşıya geçerken asla bir erkeğin önünden geçmezdi, ne ki daha önceleri sokakta bir kadın bir erkeği görse saklanırcasına yere çömelirdi. Kadınlar için “saçı uzun aklı kısa” denmez miydi? “Avradın karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” denmez miydi? “Bir kızı serbest bırakırsan ya abdala ya cıngana (çingene) gider” diyerek kadın kişiliksiz hale getirilir baskı altında tutulurdu.  (Gerçi şimdilerde bazı erkeklerin saçı kadınların saçını bile geçti).

Anıtkabir mermer taşını öpen kadın üstüne anımsamalar
Jön Türkler, 20. yüzyılın başlarında kölelik karşıtı bir duruş sergiledi. II. Abdülhamid'in şahsi köleleri 1909'da serbest bırakıldı ancak hanedan üyelerinin kölelerine bir müdahalede bulunulmadı. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nde köleliği yasal olarak sona erdirdi. Türkiye, köleliğin sona ermesine ilişkin 1926 tarihli Milletler Cemiyeti'nin bir sözleşmesini onaylamak için 1933'e kadar bekledi. 1930'lu yılların başında kızların yasa dışı yolla satıldığı ihbar edildi. Köleliği açıkça yasaklayan mevzuat, 1964'te kabul edildi.(2)

Şimdi fazla uzatmadan, İlk Mecliste kadın hakları konusu görüşülürken kadına değer verilmesini isteyen Milletvekili Tunalı Hilmi Bey konuşmasını yaparken bazı gerici milletvekilleri ona “şeriat” falan diyerek, gürültü çıkararak nasıl da tepki veriyorlar, tutanaklara bir göz atalım:
“Tunalı Hilmi Bey- Arkadaşlar, mübarek cihadımızın bu millete bıraktığı analar bugün erkeklerden fazladır, (gürültüler ayak patırtıları), Ayaklarınızı vurmayınız beyefendiler, benim mukaddes analarımın, benim mukaddes bacılarımın başına vuruyorsunuz ayaklarınızı. İstirham ederim benim anam babamdan yüksektir. (Ayak sesleri) tekrar ediyorum, analar cennetten bile yüksektirler (patırtılar ve gürültüler) müsaade buyurun arkadaşlar, analar bacılar (şiddetli patırtılar) kadınlara intihap hakkı verin demiyorum. Fakat arkadaşlar analarımı bacılarım (gürültüler) hakikate tahammül edemeyen kulaklar?
Emin Bey- (oturduğu yerden) Hilmi Bey, milletin hissiyatı ile oynama. Şeriata hürmet ediniz sedaları
Tunalı Hilmi Bey – (Devamla) “İntihap hakkı verin demiyorum, (gürültüler) analara intihap hakkı veriniz demiyorum. Şeriata hürmet ederim. Müsaade edin arkadaşlar, kanaatimi söyleyeyim.
Emin Bey – (oturduğu yerden) Öyle kanaat olmaz!
Tunalı Hilmi Bey – (Devamla) “Ne olduğunu anlamayan arkadaşlar, susunuz sözün anlaşılsın. Analara, bacılara... (şiddetli gürültüler) Analara, bacılara hakikate tahammül edemeyen kulaklar...”(3)
Şimdilerde her yıl erkekler tarafından öldürülen binlerce kadınlar varken, 6 yaşındaki çocuklar bile evlendirilirken, kadın haklarını koruyan İstanbul Sözleşmesinden Cumhuriyet tarihinin en tutucu iktidarlarından AKP-RTE yönetimince neden çekilindiği düşünülürse, kadını dışlayan küçümseyen zihniyetin günümüzde bile devam ettiği görülebilir. 
Türkiye'de ilk kez kadınlara seçme-seçilme hakkı, Batı’nın çok ülkesinden önce Atatürk Cumhuriyetinde 5 Aralık 1934'te tanınırken, Avrupa’da nice ülkesinde bundan yıllar sonra tanınmıştı. 
Atatürk 31 Ocak 1923 günü kadınlar için İzmir’de şunları söylemişti:
“Bir toplum, cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmekle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur. Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi, kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur. Bir toplumun bir uzvu faaliyette bulunurken öteki uzvu atalette olursa, o toplum felce uğramış demektir”.
Bizim toplumumuz için ilim ve fen lüzumlu ise, bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın elde etmeleri gerekir... Bundan dolayı kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim basamaklarından geçeceklerdir... Kadınlar toplum yaşamında erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır.”(4)
İşte Anıtkabir’de mermer kaideyi huşu içinde saygı ile öpen Türk anası, Atatürk’ün Türk kadınına Cumhuriyetle birlikte verdiği kadın haklarına bir saygı-teşekkür ifadesi olarak onun mezar taşını öper gibi öpüyor, Atatürk’e içten sevgisini dile getiriyordu.

Cevat Kulaksız  

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com
Son notlar

(1)Bu sayımda nedense Hicaz sayılmamış. Osmanlıda 1831-1881-1882-1893-1905-1906-1914 yıllarında nüfus sayımı yapılmış. https://tr.wikipedia.org/wiki/1831_Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu_n%C3%BCfus_say%C4%B1m%C4%B1

(2)(https://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu%27nda_k%C3%B6lelik)

(3)https://onedio.com/haber/ataturk-un-gecesini-gunduzune-kattigi-ugrunda-buyuk-kavgalar-verdigi-kadin-haklari-mucadelesi-971944?gad_source=5&gclid=EAIaIQobChMIvv-J26G6ggMVepJoCR06xQxcEAAYASAAEgLmkvD_BwE

(4)https://onedio.com/haber/ataturk-un-gecesini-gunduzune-kattigi-ugrunda-buyuk-kavgalar-verdigi-kadin-haklari-mucadelesi-971944?gad_source=5&gclid=EAIaIQobChMIvv-J26G6ggMVepJoCR06xQxcEAAYASAAEgLmkvD_BwE

Bugün Sevgili Atamızın Ölümsüzleştiği Ve Yüreklerimizde Yeniden Doğduğu Günün 85 Nci Yıl Dönümüdür
Sevgili Mustafa Kemal ATATÜRK; 

1881 yılında Selanik’te doğarak bu fani dünyaya adımını atmış ve  Osmanlı Devletinin; 1914-1918 yılları arasında cereyan eden Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında,  en başta başkent İstanbul olmak üzere;  emperyalist devletler tarafından işgal edilip paylaşılması nedeniyle başlattığı kurtuluş savaşını kazanarak,  çöken Osmanlı Devletinin küllerinden,  bugünkü,  modern,  demokratik,  laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetini kurup, din, eğitim, harf, hukuk, kılık kıyafet,  ekonomi ve sosyal alanda gerekli devrimleri yaptıktan sonra,  kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyetini, en başta laiklik olmak üzere, tüm ilke ve devrimleriyle,  yarının büyükleri ve idarecileri olacak olan Türk Gençliğine ve Türk Milletine emanet ederek,  10. Kasım. 1938 tarihinde saat 09. 05 de bedenen aramızdan ayrılmıştır. 

ATATÜRK için, bilerek ölmüş demiyor ve sadece bedenen aramızdan ayrılmıştır diyoruz. 

Zira,  Sevgili ATATÜRK'ümüz; ülkemize yaptıklarıyla, kurduğu cumhuriyetle, fikir ve düşünceleriyle asla ölmemiş,  her fani gibi,  sadece bedenen bu fani dünyadan göçüp gitmiş olup,  taht kurmuş olduğu Türk Milletinin gönlünde ve kalbinde,  eserleri,  ilkeleri, devrimleri ve tüm benliğiyle yaşamaya devam etmektedir.  Dünya yerinde durdukça da,  yaşamaya devam edecektir. 

Bize göre,  10. Kasım. 1938 tarihi,  ATATÜRK'ün ölüm tarihi değildir. 10. Kasım. 1938 tarihi, Sevgili ATATÜRK'ün,  fanilikten çıkarak,  Türk Milleti için ölümsüzleştiği ve Milletinin kalbinde, gönlünde ve tüm benliğinde yeniden doğduğu gündür. 

Bu nedenle,  biz,  10 Kasım günlerinin,  ATATÜRK'ün ölüm yıl dönümü olarak anılmasını kabul etmiyor, 10 Kasımları ATATÜRK'ü doya doya yaşadığımız ve bu ülke yararına yaptıklarını anma ve şükranlarımızı sunma günü olarak kabul ediyor ve onu ve ilkelerini bağrımıza basıyoruz.  

Sevgili ATATÜRK'ümüz;  Gençliğe Hitabesinde öngördüğü gibi,  bazı harici ve dahili bedhahlar ve karşı devrimciler tarafından,  unutturulmaya,  yaptığı devrimler ve ilkeleri ortadan kaldırılmaya, kendisinin kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı koltuğunda oturan zat; ATATÜRK'e hakaret ederek,  galiz küfürler sarf eden, keşke Yunan galip gelseydi diyen vatan haini, insanlıktan nasibini almamış nankör  Fesli Kadire methiyeler düzüp, ona resmi kıyafeti ve makam aracıyla vip ziyaretler yaparak hediyeler sunsa ve bağlılığını ifade etse, 10 Kasımlarda ve 29 Ekimlerde Cuma hutbelerinde ATATÜRK'ün adını anmasa ve  ondan  dua ve şükranlarını esirgese, ATATÜRK karşıtlığı ve düşmanlığı içeren bu davranışına,  ATATÜRK'ün koltuğunda oturmakta olan partili Cumhurbaşkanı tarafından dolaylı olarak güç ve destek sunulsa da, demokratik ve laik bir hukuk devleti olarak ATATÜRK'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin saygınlığı yok edilerek Cumhuriyetin temel değerleri yok edilse de, tüm bu  demokrasi, cumhuriyet, laiklik ve ATATÜRK düşmanlarına inat,  Sevgili ATATÜRK'ümüzü,  her zaman olduğu gibi,  dostlarımıza güven, iç ve dış düşmanlara korku salacak büyük bir sevgi ve coşkuyla, içimizden gelen şükran duygularımızla,  85.  DOĞUM (YAŞ) GÜNÜN de de,  coşkuyla, şükran ve minnetlerimizle ve rahmetle anıyor ve bağrımıza basıyoruz. 

Teşekkürler,  çok yaşa Sevgili ATATÜRK,  iyi ki doğdun ve iyi ki; sonsuza kadar varsın,  Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte ilelebet yaşayacaksın,  nice yıllara ve nice 10. Kasım doğum günlerine,  seni minnetle anıyor ve sana sonsuz sevgi, saygı ve şükranlarımızı sunuyoruz. 

Sevgili ATATÜRK; senin Gençliğe Hitabende büyük bir öngörüyle söylediğin gibi;  İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar,  bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.  Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş,  bütün tersanelerine girilmiş,  bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.  Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere,  memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar,  gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.  Hatta bu iktidar sahipleri,  şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. 

Ama; 

Sevgili ATATÜRK; Türk milleti sana söz veriyor;  avuçlarını yalarlar. 

Etnik kökeni, dini ve mezhebi ne olursa olsun, NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE. 

SELAM OLSUN,  Sevgili ATATÜRK'ün kurmuş olduğu,  laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetine sahip çıkan tüm evlatlarına.

Güner Yiğitbaşı

10/Kasım. 2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Bu Bir Devlet Krizidir
Yasama yürütme ve yargının tek kişiye endeksli olduğu,  tek adama dayalı Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminde,  her türden yargı krizine ve sürprizine alışmış ve bu krizlere karşı bir  bağışıklık kazanmıştık ama, bu kadarını asla hiç düşünememiştik. 


Anayasanın açık hükmüne göre kararları kesin ve yargı dahil her kurum ve kişiyi bağlayan,  uyulması zorunlu olan Anayasa Mahkemesinin Can ATALAY hakkında verdiği hak ihlali kararını tartışmaya açan ve anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla yok sayan Yargıtay 3. Ceza Dairesi,  adeta on şiddetinde  bir yargı depremi yapmış ve Anayasa Mahkemesinin bu kararı alan ve sayıları yanılmıyorsak on olan çoğunluğu teşkil eden üyeleri hakkında görev suçu işledikleri iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuştur. 


Yargıtay 3. Ceza Dairesinin anayasaya aykırı olan bu direnişi, bir anayasa ihlali ve hukukun üstünlüğüne yönelik bir yargısal isyandır. 


Anayasa Mahkemesinin görev ve yetkilerinin sınırını çizmeye ve Anayasa Mahkemesinin  görev ve yetkilerinin  sınırlarını aştığı konusunda denetim yaparak hüküm vermek,  Yargıtay 3. Ceza Dairesinin görevi ve haddi değildir. Yargıtay 3. Ceza Dairesinin yapması gereken, beğense de beğenmese de,  Anayasa Mahkemesinin kararına uymaktır. 


Aslında, anayasanın emredici hükmüne göre Anayasa Mahkemesinin Can ATALAY kararına uymayarak direnen ve bu kararı tartışmaya açarak yok sayan Yargıtay 3. Ceza Dairesinin üyeleri,  anayasal bir suç işlemişlerdir ve bir suç duyurusu söz konusu olacaksa,  biz bu suç duyurusunun;  kararına uyulmamakta direnilen Anayasa Mahkemesi tarafından, suç işleyen Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri hakkında yapılmasını beklerken, Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri tarafından, mağdur konumundaki Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunularak, baskın çıkılmaya  çalışılmıştır. 


Yargıtay 3. Ceza Dairesinin; yargı krizini de aşan ve bir devlet krizine yol açacak olan bu anayasal darbe girişimi,  bu dairenin boyunu aşan bir girişim olup; bu darbenin ip uçları,  Adalet Bakanı tarafından; milletvekili seçilen  Can ATALAY'ın,  anayasanın 83. maddesinden yararlanamayacağına ilişkin beyanıyla açık bir şekilde kamuoyuna verilmiştir.   


Yargıtay 3. Ceza Dairesinin boyunu aşan Anayasa Mahkemesinin kararına yönelik direnişi ve bununla da yetinmeyerek örneği görülmeyen suç duyurusu, siyasal iktidar ile yargının ortaklaşa almış olduğu bir karara yönelik üzerinde önceden çalışılmış ve planlanmış bir senaryonun uygulanmasına geçilmesidir. 


Yargıtay 3. Ceza Dairesinin bu kararı;  anayasal düzenimize siyasal iktidar ve yargı eliyle ortaklaşa yapılan darbelerin bardağı taşıran son damlasıdır. 


Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri; görev suçlarından dolayı Yüce Divan sıfatıyla kendilerinin üye oldukları ve görev yaptıkları  on beş üyeli Anayasa Mahkemesinde yargılanmaları gereken, Can ATATLAY kararına imza atan  on üyesinin Anayasa Mahkemesinde yargılanmalarının fiilen ve hukuken imkansız olduğunu bilmiyorlar mı? Suçlu olan on üyenin sanık sandal yasında oturduğu bir yargılamayı on beş üyeli Anayasa Mahkemesinin genel kurulu beş üyesiyle nasıl gerçekleştirecektir?


Yapmayın,  lütfen kendinize geliniz, bu kadar da pervasızlık, anayasa tanımazlık ve hukuksuzluk olamaz. 


Bugün Anayasa Mahkemesi tarafından verilen sansür yasasına onay kararı da bizim hoşumuza gitmedi eleştiriyoruz ama kesin ve uyulması gereken bir karar olduğu için de karara saygı duyuyor ve kabul ediyoruz. Yargıtay 3. Ceza Dairesi gibi bu kararı yok mu sayacağız. Herkes kendi kafasına göre Anayasa Mahkemesi kararlarını kabul etmezse Devlet diye bir teşkilat kalmaz güçlü olan istediğini yapar. Bu nedenle devletin temeli adalettir. Bu adaleti de en başta yargı organları;  verdikleri kararlarla ve Anayasa Mahkemesinin kesin ve uyulması zorunlu olan kararlarına  uyarak sağlamak zorundadırlar. 


Ülkenin yargısına paralel olarak ekonomisini de yok ettiğinizin farkında mısınız?

Güner Yiğitbaşı

08/11/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Mütercim Mehmed Rüştü Paşa zamanındaki gariplikler ve günümüz
Osmanlı Devleti’nin birbirinden ilginç sadrazamları (başbakan) vardı. Bunlardan Osmanlının 186. Sadrazamı Mütercim Mehmed Rüştü Paşa (1881-1882), Gerileme Devrinde dört padişah devrinde yedi kez sadrazam olmuş, defalarca serasker (Genel Kurmay Başkanı) olmuş Cumhuriyetin yedi kez Başbakanı olmuş Süleyman Demirel gibi yedi kez gelip gitmiş, asker ocağına er olarak girmiş, muntazam tahsil görmediği halde özel gayreti ile kendi kendini yetiştirmiş Fransızca, Arapça, Farsça öğrenmiş, yabancı dil bildiği için şahsi gayreti ile en yüksek makamlara yükselmiş.
Mehmed Rüştü Paşa (1881-1882) Sinop İlimizin Ayancık eski adıyla Ayandon kazasının Çanak Köyünün Geriş mahallesinden 1811 de doğmuş, Göbel oğullarından Hasan Ağa’nın oğludur. Babası kayıkçılık yapan fakir bir kişidir. 1825 yılında ll. Mahmud’un Yeniçerileri kaldırıp yerine kurduğu Asakair-i Muntazam’ya girer. Zamanla Kolağalık (Ön yüzbaşı) rütbesine yükselir, zamanla binbaşı olur. Mehmed Rüştü daha sonra Fransızca bildiği ve çeşitli çeviriler yaptığı için beğenilir Tarabya Karakoluna binbaşı rütbesi ile tayin edilir. Okullarda okumadığı halde Fransızca merakı ve bazı çeviriler yaptığı için adı “mütercim” olarak anılır ve devlet katında takdir görür. (O zamanları yabancı dil bilen çok az kişi olduğu ve bulunamadığı için devletin elçileri yabancı dili iyi bilen Rum, Ermeni, Musevi vatandaşlardan seçilirdi. Ve Osmanlı Avrupa ile yaptığı bazı antlaşmalarda yabancı dil bilen temsilci çıkaramamıştı).
Bir gün Mütercim Mehmed Rüştü’nün babası Kayıkçı Hasan, oğlunu Tarabya Karakolunda ziyarete gelmiş. Mehmed Rüştü’nün babasının kılık kıyafeti ve konuşması hal ve hareketi ortama pek uymadığı görülünce, oğlu Mehmed Rüştü babasının bu tavrından rahatsızlık duymuştur. Kendisinin Tarabya gibi asri bir ortamda “modern görüntüsünü” güya babası gölgelediğini düşünen Binbaşı Mehmed Rüştü Bey babası Kayıkçı Hasan’a şöyle der:
“Baba bir daha geleceğin zaman eve gel, karakola gelme” demiş. Kayıkçı Hasan, Oğlu Binbaşı Mehmed Rüştü’ye bu sözünden oldukça incinmiş ve hatta çok kızmış ki ona şöyle beddua etmiş:
“Allah sana ekmek versin de ekmeğine tuz vermesin” (ağız tadı vermesin) demiş. Mütercim Mehmed Rüştü Paşa, yıllar sonra başına gelen sıkıntıları görünce “babamın bedduası tuttu” diye söylenirmiş. Yazımıza konu olan ayrıntılar okuduğum o devirle ilgili kitaptan yararlandım(1)
Avrupa, Rönesansın aydınlanma itici gücü ile sanayi devrimi, bilgi ve kültür devrimleri yapıp her sahada hızla ilerlerken, Osmanlı ise en alt tabakadan en yüksek katına kadar eğitimsizliğin cehaletin içinde hızla geriliyordu. Aynı kitapta, Mütercim Mehmed Rüştü Paşa’nın ikinci Seraskerliği (Genel Kurmay Başkanı) zamanında devlet içindeki çarpıklıktan cehaletten şöyle bir örnek alıntılanır.

Osmanlı devlet dairelerini aylarca dolaşan tek bir evrak

“Tophanece ihtiyacı olan top arabası ağaçlarına dair, Babıali’ye yazılan bir istem yazısı, birkaç ay sonra Serasker Mütercim Mehmet Rüştü Paşa’nın eline geçer, bu ağaç istem yazısı Babıali’den Maliyeye, Maliyeden Babıali’ye, oradan Bahriye’ye, Bahriye’den Maliye’ye, Maliye’den Defterdarlığa ve Efkaf’a, oralardan Maliye’ye, Maliye’den tekrar Babıali’ye gönderilerek uzun uzadı yazışmalar olur yazılar toplandığında ağaç kalınlığında bir tomar şekline girdiğini görünce hayret eder.
Aynı yazı-işin yine bir daireye havalesine lüzum görüldüğünden havale olunur. Evrak yine dönüp dolaşıp tekrar Seraskeriye’ye gelir. Aynı yazı ile tomarın iki kat kalınlaştığı görülür.
Mütercim Mehmed Rüştü Paşa üçüncü defa serasker olduğunda bahsi geçen tomar yine karşısına çıkar. Göz gezdirince “top arabası ağaçlarının” bölümü unutulup, meselenin “Ormanlar Nizamnamesi” ne intikal ettirildiğini görür. Tomarı yanan sobaya atar ve daireleri boşuna meşgul etmekten kurtarır.  Mehmed Rüştü Paşa Ziya Paşa’ya bir sohbetinde bu durumu örnek vererek şunları anlatır:
Bizim devletin nizami durumunda dairelerin vazifeleri o kadar bozuk ve karmaşıktır ki bu dairelerin çarkı içine düşen bir evrak, başı kıçına uygun olarak çıkıp kurtulursa bahtiyar sayılmalıdır.  Ben ki serasker olduğum halde bu yazı konusunu araştırdığım halde bu duruma gelmişse artık öteki işler bundan kıyas edilmelidir”. (Sf. 325)
Görüldüğü gibi Osmanlı devlet çarkında küçücük bir istem yazısı ne hallerde dolaşıp hayli israfa neden oluyor. Bu çok küçük bir örnek ve devlet çarkı böylesine kötü imiş ki Osmanlı bilimden uzaklaştıkça gerilemiş, ülke ülke kaybetmiş, sonunda cehaletle batmış. 

        “Nihayet biz de söz anlamayacak hale geldik”

Bu başlığı yararlandığım kitaptan aynen aldım. Normal zamanlarda bir gün, Mütercim Mehmed Rüştü Paşa zamanın kötü idaresinden uzun uzadıya bahsedip, şikâyet ettiği sırada zamanın hukukçusu Seyfeddin Efendi:
-Efendim devletin yüksek makamlarında hizmetlerde bulunduğunuz. Niçin ıslah buyurmadınız” diye sorar. Mehmed Rüştü Paşa bu soruya karşılık şu cevabı veriri:
-Hakkın var. Fakat ben sana hakikati söyleyeyim de dinle: Biz elimize dürbün alıyoruz. Uzaktan denizin ortasında bir gemi görüyoruz. Dümeni, yelkeni bozulmuş, batacak bir halde çalkalanıyor. “Canım bu geminin içinde adam yok mu? Halin vahametini görmüyorlar mı? Diyerek gemiyi kurtarmaya koşuyoruz. İçine giriyoruz. Bir de ne görelim geminin içindekiler, ellerine defler, davullar, zurnalar almışlar çalıp çağırıyorlar.
“-Yahu bu ne hal? Batıyorsunuz, kurtarmaya niçin uğraşmıyorsunuz? Diyoruz, onlar:
“-Ey, çok söyleme. Keyfine bak” diyorlar. Göbek atarak, rakı vererek bizi de kendileri gibi sarhoş etmeye çalışıyorlar. İçlerinden bir kimseye meram anlatmanın imkânı olmadığını anlayınca biz de onlarla hemhal oluyoruz. Vur patlasın, çal oynasın alemlerine dalıyoruz. İşte iktidar mevkiine geldiğimiz vakit bir iş göremeyişimiz, söz anlatacak adam bulamayarak nihayet biz de söz anlamayacak bir hale gelmekte oluşumuzdandır”.
Kendi söz ve eylemlerinin sonucu olarak senelerce mazul (ayrılmak azledilmek) kalmasından dolayı kabahati kendinde bulmaz, padişaha kusur isnat ederdi”. (Saf 318)
Osmanlıda devlet katında cehalet ve gerileme, devlet çarkında böylesine bozuk iken bir alt tabakadan halkın arasından örnek vererek eğitim ve cehaletin etkisini bir kez anımsayalım.

       Osmanlıda Nane nasıl yetişiyormuş ve dolu nasıl önleniyormuş

Yine Gerileme Devrinin yenilikçi Tanzimatçı Padişahı ll. Mahmud’un hekimbaşısı Behçet Efendi’nin 1862 yılında yazdığı “Hezar Esrar” adlı bir tıp kitabında nane yaprağının başka biçimde nasıl yetiştirileceğine ilişkin çok garip bir görüşü var. Batı’da bilim kitapları basılıp, bilimsel buluşlar yapılırken Osmanlıda böylesine garip hurafe kitapları yayınlanıyor, toplumun cehaletine cehalet katılıyordu. Bunu o devrin aydını görülen Behçet Efendi kitabında yazıyor:
- Sinek tersinden nane yaprağı nasıl yapılır?
“-El cevap: Sinek tersine (pisliğine) bulanmış bir ip nane yaprakları verir” !
Yenilikçi Tanzimat Padişahı ll. Mahmud’un hekimbaşısı Behçet Efendi aynı kitabında dolu yağmasını nasıl önlendiğini şöyle açıklıyor:
-Timsah ya da maymun derisi alınır, bir köyün bir yerine asılırsa, bu köye dolu düşmez.(2)

Mütercim Mehmed Rüştü Paşa zamanındaki gariplikler ve günümüz
Düşünün Batı matbaayı 390 yıl önce bulmuş, harıl harıl şehir şehir matbaa yayılıyor, bilim kitapları basılıyor, matbaa bile 270 yıl Osmanlıya gecikmeyle getirilmiş. Ama Osmanlıda çok geç gelen matbaada yayınlanan kitaplarda da böylesine cehalet fışkırıyordu. Ne yazık ki günümüzde bile bilime öncelik verileceği yerde, böylesine garip nice hurafeye inanan pek çok insanımız vardır. Türbeleri, yatırları ziyaret eden, şeyhleri, şıhları, tarikatları önder kabul eden binlerce insanı düşünelim. Ölülerden medet ummanın çağ dışılığını öğütleyen Atatürk, “yaşamda en iyi yol gösterici bilimdir” diye öğütlemişti... 
Mütercim Mehmed Rüştü Paşa zamanındaki gariplikler ve günümüz


Ne ki günümüzde bilimi es geçen AKP-RTE iktidarının bir akademisyeni- profesörü “biz cahillerin ferasetine güveniyoruz” demişti.   İnanamayacaksınız belki, Osmanlıdan da beter hurafecimiz çıktı, daha yakın zamanda IŞİD terörünün tırmandığı günlerde dinci teröristlerle yatmanın (zina) sevap olduğuna inanan söyleyen hurafeden de öte sapkın kadınlarımız var(3). Tüm bu olumsuzluklar güya dine sarılıp bilimi es geçmekten kaynaklanmaktadır; gerileme yönetimin son 20 yılındaki süreçte yaşanmakta, bu nedenle de ekonomimiz, yaşantımız bozulmakta, geriye gitmektedir. Sonuç olarak bilimi demokrasiyi es geçen dışlayan süreç böyle devam ederse, Osmanlı gibi çağın gerisinde kalırız, tarihin derinliklerine savruluruz.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com
Son notlar

(1) Mütercim Mehmed Rüştü Paşa İbrahim Yıldırım Yüzleşme kitap 2021)

(2)Bu hurafe örnekleri, kitaptan nakleden Cumhuriyet’te yazan Sayın Özdemir İnce’nin 7 Kasım 2023 günlü köşesindeki yazıdan alınmıştır)

(3) Esra Elönü 1982 yılında İstanbul Beşiktaş'ta doğdu. Gaziaosmanpaşa İmam Hatip Lisesi'nden mezun olup Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini kazanan Esra Elönü, lise öğreniminin ardından üniversite eğitimine devam etmedi. Gazeteci Yazar Esra Elönü birçok televizyon programında da sunuculuk yaptı.

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget