Eylül 2014
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Tünay Süer: Başına taş mı düştü?
“PKK’lıların, Bitlis-Diyarbakır karayolu üzerindeki polis noktasına roket ve uzun namlulu silahlarla saldırıları sırasında, takviye ekibini taşıyan zırhlı araç devrildi, meydana gelen kazada 5 polisimiz yaralandı” dediler bizlere.
Ardından 3 canı kaybettiğimizi öğrendik.
Biliyorsunuz bir gün önce de Diyarbakır’ın Kayapınar ilçesinde akşam saat 23.00’da 2 polis aracına yönelik gerçekleştirilen saldırıda 1 polisimiz ölürken, 2 polisimiz de yaralanmıştı. Halen hastane köşelerinde canları ile uğraşıyorlar.
                                                     ***
Şu birkaç aydır gerek askeri, gerek polise ait kaç araç nasıl oluyor da kaza ile devriliyor?
Bunların hiç birisinin kaza olduğuna inanmıyorum.
Bizlere karşı kaza süsü veriliyor ve evlatlarımız pisipisine kalleşçe öldürülüyorlar.
Türk Milleti galeyana gelmesin diye saklanıyor bence.
Suç sadece bu cani katil sürüsünde değil tabi.
Onlara her türlü tavizi veren ilk önce AKP iktidarında sonra halen iktidarla işbirliği içinde bölünmeyi destekleyen YCHP ve MHP dedir
                                                        ***
Askere ve polise emir verilmiş;
“Aman açılımına zarar gelmesin ne yaparlarsa sadece seyredin.”
Olacak iş midir bu yani? Sabır taşı olsa çatlar be!…
Askeri taşlarlar, yol keserler, mahkeme kurarlar, okulları, kutsalımız olan bayrağımızı, devletimizin kurucusu ulu önderimizin heykellerini yakarlar, çocukları, askerleri, işçileri kaçırırlar, şantiyeleri basıp iş olanaklarını yakıp yıkarak kullanılmaz hale getirirler, hangisini sayayım?
Sanki oralar bizim toprağımız değil de işgal etmişiz havasında senin devletin, benim devletim derler.
Askerlerimizin oralarda, biz vatanseverlerin buralarda sinirden psikolojimiz altüst oldu ve dünya dar gelmeye başladı.
Meydanı boş bulan hainler her istediklerini yapacaklar ve bizler sadece seyredeceğiz.
Açılımınız da siz de batın inşallah!
                                                      ***
Aslında Türk askerine savaşma izni verilse pire gibi ezerler bu şerefsizleri. Bunu hainlerde biliyor, yedi düvelde.
Meydanı boş bulan hainler var ya, aslında erkek gibi askerimizin karşısına çıkamazlar.
Ödlektirler çünkü.
Ancak kalleşçe arkadan vurmayı ve pusu kurmayı iyi becerirler.
Olanlar karşısında askeri güçlerimizin elini kolunu bağlamak hainliktir, alçaklıktır. Onların şehit olmalarını istemektir, bile bile öldürtmektir. Askerîn gururu ile oynamaktır.
Buna hiç kimsenin hakkı yoktur, kendinize gelin beyler!
Tarih karşısında suç işlenmektedir.
Dünyanın hangi ülkesinde teröre karşı gelinmez ve terörle mücadele edilmez?
Neyin açılımı ve neyin barışıdır bu?
Barış iki ülke arasında çıkan mütareke ile yapılır.
Biz kiminle savaşıyoruz?
Kendi ülkemizde başkaldıran eşkıya ile mi?
Bu durumda Cumhuriyeti kuran parti CHP’nin dut yemiş bülbül misali suskun ve bu süreci destekler olması büyük kitleleri çılgına döndürmektedir.
Aman açılıma zarar gelmesiymiş!
Açılımınız batsın emi?
İnsanın inanası gelmiyor.
Atatürk’ün kurduğu partiye bakın eşkıyaya sahip çıkıyor neredeyse.
                                                        ***
Bu kadar taviz ve suskunluk karşısında şımaran terör örgütü de azdıkça azıyor.
Hele bakın neler diyorlar;
Terör örgütü yöneticisi olduğunu söyleyen Mustafa Karasu denen soytarı;
“Ya çözüm olacaktır ya da Kürt halkı bu mücadeleyi yürütecektir, sürdürecektir. Yapılanlar uyarı niteliğindedir.
Suruç’ta kıyametin koparılması gerekiyor. Sadece Suruç’ta değil Van’da, Diyarbakır’da, Ağrı’da, Muş’ta, Tunceli’de, Bingöl’de kıyamet koparılmalı” diyor
Halkı nasıl kışkırttığını görüyor musunuz?
                                                        ***
Bunca askerimizin, polisimizin öldürülmeleri;
Uyarı amaçlıymış!
Oysa bunlar katil ve cani sürüsü, kalleşler, korkaklardır.
IŞİD’ den tek farkları kafa kesmiyorlar.
Topunun Allah Belasını versin.
(Ulan biz sizi bir çözeriz ki feleğinizi şaşırırsınız ya! Siz dua edin Tayyip’e!)
                                                            ***
HDP Eş başkanı Demirtaş Washington’da Kobani’nin düşmek üzere olduğunu ve kentte büyük bir katliam yaşanacağını söyleyerek Türkiye’yi olayları seyretmekle suçluyor ve ;
“Lafa gelince, biz Kürtler ve Türkler etle tırnak gibiyiz diyenlere seslenmek istiyorum. Bugün kardeş miyiz değil miyiz onu ölçme günüdür” diyor.
Yahu bunlar ne utanmaz, arlanmaz insanlar be!
Sana sormak gerek şimdi tam sırası Selahattin Bey.
İnsan kardeş dediğine pusu kurar mı?
Devletine başkaldırır mı?
Askerini, polisini sırtından bıçaklar mı?
İşine gelince kardeş, işine gelmezse düşman!
Neymiş efendim IŞİD’e karşı çıkan unsurlarla birleşeceğiz takviye edeceğiz.
Bunun anlamı Türk Ordusu PKK ile yan yana savaşarak PKK ve PYD’yi destekleyecek.
Binlerce vatan evladımızı kalleşçe şehit etmişler, halen yapmadıkları yok ve yardım istiyorlar.
Hadi canım sen de, ne senden ne de senin gibilerden kardeş olmaz.
Aslında Tayyip karışmayacak, varsın ikisi de birbirlerini yesinler dünya bu mikroplardan kurtulur ne güzel. Ne var ki insanı üzen arada suçsuz insanların telef olmalarıdır.
                                                 ***      
Doğu ve Güneydoğu’da eşkıya hüküm sürmeye başlamış, CHP Genel Başkan Yardımcısı Tanrıkulu HDP Washington temsilciliğinin düzenlediği toplantıya katılıyor. Bir basın mensubunun sorusuna; devletin Öcalan’la Kürt sorununun çözümü hakkında konuştuğunu biliyoruz da milyonlarca seçmenimiz olmasına rağmen bu süreç hakkında bir şey bilmiyoruz diyor.
Bu kadarına pes!
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik şartnamesine Türkiye’nin koyduğu çekincenin kaldırılmasını istiyormuş.
Sen CHP li misin yoksa PKK li misin? Sormazlar mı adama?
                                                        ***
Öte yandan PKK tehditlerine karşın muhalefet partilerinden beklediğimiz sert yanıtı AKP Genel Başkan Yardımcısı Yalçın Akdoğan yapıyor.
“Senin bir şey yapmaya gücün yetiyorsa git işini yap. Türkiye’ye niye meydan okuyorsun? Var mı bir gücün? O zaman niye Türkiye’den yardım istiyorsun? Uçmayı bilmiyor, çıkmış çatıya konuşuyor. Sen konuşacağına, git o zaman orada mücadele et”
Başımıza bu işleri açan kendileri değilmiş gibi konuşuvermiş. Şimdiye kadar besledikleri, koruma altına aldıkları IŞİD belasına bir gün olsun terörist diyemediler, PKK’nın hemen hemen her istediğini yaptılar Türkiye bölünme noktasına geldi, işler çığırından çıkmaya başladı.
Şimdi güya posta atıyorlar. Neden acaba?
Neden acaba’ nın cevabı eski başbakan Erdoğan’ın (Dünya Ekonomik Forumu) açılış toplantısındaki konuşmasından geldi;
"Ey dünya, IŞİD gibi bir terör örgütü çıkınca ayaklanıyorsun da, PKK gibi bir terör örgütü ortadayken niye ayaklanmıyorsun? Orada niye sesin çıkmıyor, ona karşı niye bir ortak mücadele verelim demiyorsun” diyor.(Günaydın be eski başbakan günaydın!)
Aman Allah’ım! Neler duyuyoruz.
Ya Erdoğan’ın başına taş düştü ya da dünyanın sonu geldi.
Böyle düşünenler olabilir elbette ama Erdoğan sıkışık durumda hem kendi ikbalini hem de Türkiye’yi ateşe attığının farkına varınca feryada başladı.
Bundan böyle neler olacak bekleyip göreceğiz.

Gündüz Akgül: Vesayet…
Vesayeti kaldırdık söylemi, son dönemlerin modası oldu…
Vesayet kaldırılmalı mı?..
Hukuk devletinde vesayet olmaz…
Elbette kaldırılmalı…
Yalnız kaldıranlar, yerine kendi vesayetlerini getirmemek koşuluyla…
Kankalar (AKP-Cemaat) yollarda birlikte yürüyüp yağmurda ıslanırken…
Ordu vesayetini kaldırıyoruz diyerek, Ordu’yu kurulan kumpasla yerle bir ettiler…
Kanıtı mı?..
17 Aralık yolsuzluk olayından sonra ortaklık bozulunca…
Büyük ortağın (AKP) itirafı…
AKP iktidara geldiği günden beri tüm vesayetleri kaldırarak kendi vesayetini kurmak için her yola başvurdu…
Sonunda kurmayı başardı…
Nasıl mı?..
AKP;
-Güçler ayrılığını (Yasama, Yürütme, Yargı) kabul eden Anayasa hükmünü göz ardı ederek, tüm güçleri yürütmenin şemsiyesi altında toplamayı sağladı…
-Tüm kamu kurumlarını yandaş hale getirdi…
-Eğitimi yazboz tahtasına çevirip, imam okullarına dönüştürerek arka bahçesini oluşturdu…
-İş dünyasında taraf olmayanları, denetim baskılarıyla bertaraf ederek biat etmelerini sağladı…
-Yazılı ve görsel medyada yandaş olmayan, biat etmeyen yazar-çizer takımı işinden oldu…
-Yasaklardan yana olmadığını söyleyip, 10 yaşındaki bebelere türban takmanın yolunu açarak din öncelikli ideolojisini, kendisine oy vermeyen %50’ye dayatmaya çalışırken bunu özgülük olarak pazarlamaya çalıştı…
-Alevi yurttaşların tüm isteklerine karşın, Cem Evlerinin ibadet yeri  olarak kabul edilmemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bağlayıcı kararına karşın, din dersinin zorunlu olmasının kaldırılması gerekirken her iki konuda da yasakların devamında sakınca görmeyerek çifte standarda imza atmanın şampiyonu oldu…
-Yasal haklarını kullanarak iktidarı protesto edenler hakkında, “Hükümeti devirmek” suçlamasıyla davalar açıldı…
-Kimden yapılırsa yapılsın iktidara tüm eleştirileri, hükümete darbe düzenlemek şeklinde değerlendirdi ve yandaş medyada bu konuda algı yaratmak için gerekeni fazlasıyla yaptı…
Yazmakla bitmeyen bu uygulamalar vesayet değil de nedir?..
Aksini savunan AKP ve yandaşları inandırıcı olamıyor…
AKP, oradan, buradan vesayeti sona erdirdik diye övünürken…
Bu gün ülke, tüm kurum ve kuruluşlarıyla, AKP’nin vesayeti altındadır…
Gün geçtikçe bu vesayetin dozu artmaktadır…
Vesayet kurulurken, Anayasaya aykırı çıkardığı yasalardan yararlanmaktadır…
Anayasa Mahkemesi (AYM), muhalefetin başvurusu üzerine bu yasaları iptal etmesine karşın, kararları geriye yürümediğinden,  yapılan uygulamalar yerli yerinde durmaktadır…
Anayasa ve yasa konusu olan işleri Yönetmelikle çözmeye çalışmaktadır…
Yakın zamanda ki iki canlı örneği;
-Torba yasa ile kaldırılan Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nun (DEİK), mal varlığının, Yönetmelikle Ekonomi Bakanlığı bünyesinde kurulan yeni kurula devredilmesi…
Ve…
-Yönetmelik değişikliğiyle Orta Öğretimde türbanın serbest bırakılması…
Bu yazdıklarım komplo teorileri değil, AKP vesayetinin gerçek kanıtlarıdır…
Hala AKP vesayeti yoktur, diyen yandaşlardan inandırıcı yanıt bekliyorum…


30.09.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet savcısı

Zorunlu Din Dersi - Deniz Kavukçuoğlu
Günlük konuşmalarda sıkça rağbet edilen söylemlerden biri de “dünyanın her yerinde...” ya da “dünyanın hiçbir yerinde...” diye başlayan çoğu gerçeğe aykırı, yalan yanlış gerekçelendirmelerdir.
Okullarımızda zorunlu din dersleri kapsamına 10 yaşındaki beşinci sınıf öğrencileri de alındı ya, başta Milli Eğitim Bakanı olmak üzere tüm iktidar sözcüleri benzer söylemlere başvuruyorlar, kamuoyunu aldatıyorlar.
“Avrupa ülkelerine bakın” diyorlar, hepsinde “zorunlu din dersi var!” Oysa bu söylemin aslı astarı yok!

***
Bir bakalım: Fransa, Slovenya ve Arnavutluk dışında hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinde okullarda din dersi veya bu dersin yerine konulan bir ders görülüyor. Güney Avrupa ve Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Finlandiya, Avusturya ve Almanya’da din dersleri mezheplere göre düzenleniyor. Katolik ve Protestan öğrenciler ayrı dersler görüyorlar. Bazı ülkelerde öğrencilere din dersi dışında “dinler üstü” bilgiler içeren seçenekler sunuluyor. Bu seçenek dersler “Ahlak (Etik)”, “Felsefe”, “Değerler ve Ölçüler” başlığı altında veriliyor. Örneğin, Portekiz, Belçika, Lüksemburg ve İspanya’da öğrenciler alacakları bu dersleri ders yılı başında belirliyorlar.
Din dersinin zorunlu olduğu Almanya’da öğrenciler kendi mezheplerine (Katolik veya Protestan) göre ders görüyorlar. Bazı bölgelerde okullarda İslam da ders olarak okutuluyor. Bremen ve Brandenburg eyaletlerinin ise özel bir durumu var. Bremen Sözleşmesi’ne göre 1 Ocak 1949 tarihinde bu eyaletlerde öğrenciler din derslerinden muaf tutulmuş, bu uygulama bugün de sürüyor.

***
Avusturya’da din dersleri zorunlu, Katoliklik ve Protestanlık dışında Ortodoksluk mezhebi ile Yahudi, İslam, Budizm dinleri de bu ders kapsamında yer alıyor. Avusturya’da, deneysel bir uygulama olarak 1997 yılından bu yana okullarda “dinler dışı” içerikte ahlak öğretileri de bir seçenek olarak öğrencilere sunuluyor.
Nüfusunun neredeyse tümü Katolik olan İtalya’da başka din ve mezheplerdeki öğrenciler de 1987’den bu yana Katolikliği işleyen zorunlu din dersine arzu ettikleri takdirde girebiliyorlar. Bunlar aileleri ve okul eğer anlaşırsa masrafları üstlenmek koşuluyla kendi din ve mezheplerinin işleneceği dersleri alabiliyorlar. Okullar din derslerine girmek istemeyen öğrencilere seçenek olarak “Yurttaş ve İnsan Hakları” dersini sunuyor. Bu derse girmek de öğrencinin arzusuna bağlı.

***
Yunanistan’da ise din dersleri konusunda Türkiye ile başa baş yarışabilecek bir bağnazlık sergileniyor. Yunan okullarında Ortodoksluk öğretimi zorunludur. Bu derse girmek istemeyen öğrenciler için tek seçenek olarak okulla ilişkisini kesmek kalıyor. Batı Trakya’daki durum ise farklı. Buradaki Müslümanların kendi dinlerini öğrenme hakkı 1923 Lozan Antlaşması ile güvence altına alınmış.
Bilindiği gibi Yunanistan’ın resmi sözlüğünden “Türk” sözcüğü çıkartıldı. Batı Trakya’daki Türk nüfusu “Müslüman nüfus” olarak adlandırılıyor. 2007 yılına kadar Batı Trakya’daki okullarda din dersleri Türkçe olarak verilirken çıkartılan bir yasayla bu derslerin Yunanca olarak verilmesi uygulamaya sokulmak istendi. Batı Trakya Türkleri bu uygulamaya karşı direnince yasanın uygulanması altı yıl gecikti. 2013’ten bu yana Batı Trakya okullarında İslam dini ve Kuran Yunanca olarak veriliyor.
Bu uygulama Türkiye’de 10 yaşından başlayarak Alevi çocukları Sünni-İslam derslerine zorlamak kadar insan hakları ile bağdaşmayan bir tutumdur.
Din dersleri konusuna arada bir değineceğiz.


 Deniz Kavukçuoğlu /Cumhuriyet

Karanlık Seviciler - Ataol Behramoğlu
“Ahretçilik” kavramını Prof. Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi” adlı çok önemli kitabında görmüştüm.
Türk Tarih Kurumu yayını olan bu kitap bildiğim kadarıyla bu kurumca bir daha yayımlanmadı.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki öğrenciliğim sırasında birkaç kez uzaktan gördüğüm bu saçları genç yaşta ağarmış Latince profesörünün vârisleri (sayın Prof. Oktay Sinanoğlu’nun ve sevgili Esin Af-şar’ımızın ağabeyidir) Atatürk ve Türkiye aydınlanma devrimi üzerine yazılmış bu eş-siz değerde kitabın kaybolup gitmesine izin vermemeli, yeni basımlarını sağlamalıdır.
                                                                           ***
Sözünü ettiğim kitapta (şimdi anımsaya-madığım) Latincesiyle verilen “Ahretçilik” kavramını “öbür dünyacılık” diye de adlan-dırabiliriz.
Ben bu kavramı “karanlık seviciler” diye adlandırabileceğimizi de düşünüyorum.
Yani, yarasalar gibi karanlıkta yaşamaya alışmış; aydınlıktan, ışıktan, aydınlık olan her şeyden ürken yaratıklar.
Düşünmek en çok korktukları, en istemedikleri şeydir.
Dünyaya sanki var olmak için değil, yok olmak için gelmişlerdir.
İyimser bir yorumla, bilinçaltlarında belki aşamadıkları bir ölüm korkusu yaşam korkusuyla karışmış, yaşayarak ve yaşamı yücelterek aşamadıkları için de ölüm korkusunu yücelterek onu aşmaya, engellemeye, bu korkudan kurtulmaya yönelmişlerdir…
Bir bakıma, katiline, celladına âşık olma arazının (sendrom), belirtisinin bir benzeri...
                                                                           ***
Karanlık seviciler ülkemizde uzunca bir süredir siyasal iktidarı ellerinde tutmaktadır.
Bu onlara, sadece Cumhuriyet tarihimizde değil, tarihimizin önceki yüzyıllarında da hayal bile edilemeyecek karanlıklar saçma, toplumu karanlığa boğma, bugünleri ve gelecekleri karartma olanakları sağlıyor.
Bu olanakları kendi bakımlarından başarıyla, ustalıkla, pervasızlıkla kullandıklarında da kuşku yok.
Çokça yinelendiği için herkesin bildiği, içindeki su sonunda kaynamaya dönüş-mek üzere ısısı azar azar yükseltilen ten-cere-kurbağa örneğini bir başka örnekle pekiştirecek olursak, Türkiye toplumu so-nunda tam karanlığa gömülmek üzere ışığı azar azar azaltılan bir mekânda toplanmış bir insan kalabalığına benziyor...
Bir gün tümüyle karanlıkta kalındığında, kimilerimiz belki ister istemez karanlık se-vici olacak, kimilerimiz de ümitsizlik içinde yitip gidecektir...
Her iki durumun örneklerinin bugün de görüldüğü gibi...
                                                                           *** 
Karanlık sevicilik, yaşam düşmanlığı, gelecek düşmanlığı, insanlık düşmanlığıdır.
Ergenlik çağına ulaşmamış kız çocuklarımızın başlarını da karanlıklarla örtmek, bu sevgili başların içindeki beyinleri de aydınlıktan yoksun bırakmak, karanlıklara gömmek içindir.
Çocuk düşmanlığı, kadın düşmanlığıdır.
Yurdunu, çocuğunu, insanını seven, eği-timci, siyasetçi, anne baba, yazar çizer, sa-natçı, insanım demekten utanç değil onur duymak isteyen herkes, karanlık sevicilerin bu son alçaklığına engel olmak için elden gelebilecek her şeyi, ama her şeyi yapmalı; ülkemizde evrensel aydınlanma değerleriy-le birlikte güzelim ülkemizin kendisinin de yok oluşu demek olacak bu yurt hainliğine, aydınlanma düşmanlığına, çocuk katilliğine geçit vermemelidir.
Ve son bir söz: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin din dersi zorunluluğunu kaldıran kararını kabul etmeyeceğini bildi-ren ve sayısız hukuk tanımazlığın altında imzası bulunan bu karanlık seviciler iktida-rını ben de evrensel hukuk açısından yasal görmüyor, açıkça destekledikleri İŞİD’çi katillerle aydınlanma ve yaşam düşmanlığında aynı suç ve erdemsizlik düzeyinde bulunduklarını düşünüyorum.

 Ataol Behramoğlu /Cumhuriyet

Ağlanacak Haline Bakmadan Konuşmak - Güner Yiğitbaşı
Yeni Başbakanımız Ahmet Bey konuşmalarıyla harikalar yaratıyor.

AKP İl Başkanlarını toplamış ve onlara hitaben konuşuyor, KILIÇDAROĞLU' na laf atıyor.

KILIÇDAROĞLU istifa etmeliymiş, Ahmet Bey'in konuşmasını gönülden ve  can kulağıyla dinlemediğimiz için, yanlış anlamadıysak, KILIÇDAROLU, kendisini genel başkanlığa imzalarıyla aday gösteren delege sayısından daha az oy alarak genel başkanlığa seçildi ya, imzalarıyla adaylığına destek verdikleri halde, seçimde oy verirlerken KILIÇDAROĞLU' na hangi delegelerin oy vermediğini, hangi delegelerin vetosuna uğradığını bilmeyen KILIÇDAROĞLU' nun, bu koşullarda genel başkanlık yapamayacağını, bu nedenle genel başkanlıktan istifa etmesinin gerektiğini buyurmuş.

İlahi Ahmet Bey, çok hoşsunuz, siz, KILIÇDAROĞLU' na akıl vereceğinize, kendinizin AKP Genel Başkanlığına nasıl seçildiğinizi şöyle bir düşünseniz daha iyi olacak.

Ahmet Bey, siz kendinizi, demokratik bir seçim sonucunda, sizi seçen delegelerin hür iradeleriyle kullandıkları oylarla genel başkan seçildiğinizi mi zannediyorsunuz?

Öyle zannettiğiniz ve büyük bir yanılgı içinde olduğunuzdan dolayı, kendi  ağlanacak halinize bakmadan, bize göre sudan bir sebeple, KILIÇDAROĞLU istifa etmelidir diyebiliyorsunuz.

Ama, gerçekler hiç de sizin zannettiğiniz veya zannetmek istediğiniz gibi değil Ahmet Bey. Sizi, şeklen AKP 1.Olağanüstü Kongresinde oy kullanan delegeler seçmiş gözükse de, delegelerin büyük çoğunluğu, hür iradeleriyle size oy vermediler. Sizin isminizi, AKP resmi tüzüğünde yer almamakla birlikte, resmi tüzüğe göre, AKP' nin en yetkili ve en üst organı olan Büyük Kongresinin de üzerine çıkan, fiilen AKP' nin Büyük Kongresinden de üstün yetkilere sahip olan,  tek kişiden ibaret, partinin tek seçicisi ve sahibi, zamanın AKP Genel Başkanı Tayyip Bey belirledi ve Büyük Kongre delegeleri de, beğenseler de beğenmeseler de, size oy vermek zorunda kaldılar ve siz AKP Genel Başkanı seçildiniz.

Ahmet Bey, siz,  yeryüzünde demokrasi ile idare edilen tüm ülkelerde bugüne kadar hiç tanık olunmamış bir ilki gerçekleştirdiniz ve AKP Büyük Kongresi  toplanarak delegelerin oy verme işleminden çok önce, resmen seçim yapılmadan ve henüz seçilmeden, seçilmiş bir Genel Başkan unvanını kazandınız ve tebrikleri kabul ederek rekorlar kitabına adınızı yazdırdınız. Sizin bu antidemokratik rekorunuzun ve başarınızın(!) dünya var olduğu sürece, bir daha, başka bir kimse tarafından  kırılamayacağından emin ve rahat olabilirsiniz.

İstişareler yapıldı ve benim adım öne çıktı diyerek kendinizi kandırmaya ve avutmaya çalışmayınız sevgili Ahmet Bey. Göstermelik olarak yapılan istişareleri, sizin, AKP Genel Başkanlığına antidemokratik bir usulle seçilmenize, demokratik bir tat vermek için ilave edilen bir sos olarak değerlendirebilirsiniz.

Sayın Ahmet Bey, sizin durumunuz KILIÇDAROĞLU' nun durumundan çok daha vahim. Siz, açıklamaya çalıştığımız ağlanacak halinize bakmadan, KILIÇDAROĞLU' na akıl veriyor ve istifa etmesi için yol gösteriyorsunuz.

KILÇDAROĞLU, hiç değilse, genel başkan seçildiği CHP Olağanüstü Kongresinde kendisine hür iradeleriyle oy veren ve genel başkan seçen yeterli  sayıdaki delegelerin gerçek sayısını biliyor, kendisini genel başkanlığa aday göstermek için imza veren, ancak daha sonra oy vermeyerek fire veren delege sayısını da biliyor, onların kim olduklarını varsın bilmesin, ama siz, AKP Genel Başkanı seçilmeniz için size oy atan delegelerin kaç tanesinin, hür iradelerine dayanan gerçek ve samimi  oyunu ve onayını aldığınızı, size gerçekten hür iradeleriyle, samimi ve gönülden oy veren delege sayısının, sizin genel başkanlığa seçilmenize yeterli sayıda olup olmadığını dahi bilemiyorsunuz ve hayatınız boyunca da bu gerçeği öğrenemeyeceksiniz.

Ahmet Bey, sizin mantığınıza göre düşünecek olursak, bu durumda, sıkıntı duyması ve istifa etmesi gereken genel başkanın, KILIÇDAROĞLU değil, sizin olmanız gerekmiyor mu?

Bu durumda sizin yerinizde biz olsaydık, kendimize yurt dışındaki bir üniversiteden kürsü ayarlar ve AKP Genel Başkanlığından istifa ettiğimiz gibi, tasımızı tarağımızı toplar, ülkeyi de terk ederdik sevgili Ahmet Bey.

27/Eylül/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Adalet gücü bağımsız olmayan bir milletin, devlet halinde varlığı kabul olunmaz (1920) Mustafa Kemal ATATÜRK
Gündüz Akgül: Sözleri Çarpıtıldı…
AKP, 12 yıllık iktidarı döneminde bir şeyi hiç aksatmadan yapıyor…
Biri yanlış bir şey mi söyledi…
Diğeri çıkıp bunu düzeltmeye çalışıyor…
En belirgin düzeltme de, “Sözü yanlış anlaşıldı veya çarpıtıldı” olmaktadır…
Bir zamanlar yanlışları düzletme Bakanı Hüseyin Çelik vardı…
Bu görevi çok başarılı! Yapıyordu…
O, artık yok…
Ama birileri mutlaka çıkıyor bu görevi yerine getiriyor…
AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal, “HSYK seçimlerini bir zümre kazanırsa biz de gayrimeşru sayarız.” Diyerek olmaması gereken bir yanlış yaptı…
Bu yanlış, ayni zamanda bağımsız yargıya (AKP döneminde bağımsızlığı kaldıysa) müdahaledir…
Bu yanlışın düzeltilmesi gerekir, Hüseyin Çelik olmadığına göre…
Görev, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’a düştü…
“ AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal'ın sözlerinin çarpıtıldı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) seçimine dönük kara propagandadır. Çok net söylüyorum. Bunlar kara propaganda seçime dönük iftira kampanyaları, yalan kampanyaları. Siz bu yalan kampanyalarına iftira kampanyalarına aldırmayın” Dedi.
El insaf Sayın Bakan…
Ö sözlerin çarpıtılan yeri hangisi?..
Adam açıkça yapılan seçimi meşru saymayız diyor…
Bu ne demektir?..
AKP’nin her ne şekilde olursa olsun kazandığı seçimleri meşru sayacaksın, yasa gereği yapılan HSYK üye seçimini AKP yandaşları kazanmadığı takdirde meşru saymayacaksın…
Bu düşüncenin neresi doğru…
Söylenişi de, içeriği de tamamen yanlış…
Yargı ile bu kadar oynamayın, yargıyı kendisine bırakın…
Günün birinde herkese gerekecek yargının bağımsız olması, yurttaşların güvenliğinin olmazsa olmazıdır…
Ayrıca Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, Cumhuriyet Gazetesinden Utku Çakırözer’le yaptığı konuşmada “Ülkenin kaderini 12 bin kişinin değil, 55 milyonun yapacağı seçim belirler.” Diyerek dolaylı yoldan Mahir Ünal’a destek vermiştir…
Yargıçlar ve Cumhuriyet Savcıları kendi Kurulunu seçiyor…
O Kurulun, AKP’ye veya başka birilerine yandaş olmaya değil, bağımsız yargıya sahip çıkma diye bir görevi vardır…
Bunu yapmıyorlarsa, onlarda yanlış yapıyorlar demektir…
Yargıç ve Cumhuriyet Savcısı meslektaşlarımın, bu şekilde ki bölünmeleri, onun grubu, bunun grubu nitelemesini içlerine sindirmelerini, bir türlü içime sindirmiyorum ve içim acıyor…
El birliği ile çıkın bu nitelemeyi ret ederek yargının onurunu koruyun…

27.09.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet savcısı

Eğer Türkiye, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının devrim sürecinden geçmeseydi ve o dönemde yetişen insanlar, onların yetiştirdikleri, bugüne kadar yaşayan kuşaklar olmasaydı, savaştan sonraki Batı emperyalizminin kurbanı olarak, Türkiye şimdiki Irak ve Suriye’ye dönüşebilirdi.

'Yarın'ı Baştan Tanımlamak Zorundayız! - Doğan Kuban
Yıllarca çarpışan ve ölen o kuşaklar yeni bir dünyanın nefesini en çok hisseden Osmanlılardı. Babası ulema ve Osmanlı döneminde ilkokul öğretmeni olan annem, babası Nakşıbendi memur olan asker babam, ailenin damatlarından ve bütün özellikleriyle Müslüman, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurucusu Raif Hoca idi. (Erzurum Milletvekili Raif Dinç).
Oğlu Galatasaray’da okudu. Operatör oldu. İngiltere’de ihtisas yaptı. Bir sosyalistti. Kızı Dame de Sion’da okudu. Amerika’da psikoloji doktorası yaptı. Hacettepe Üniversitesi’nin Psikoloji Bölümünü kuranlardandı. Bu geç ve çok dindar Osmanlıların Osmanlı saplantısı olmadı. Benim üniversite arkadaşlarımın çoğu Anadolu köylü ve kentlisi çocuklardı. Hiçbirinin karısı başını örtmedi. Osmanlı meraklısı da yoktu. Çünkü Osmanlı aydınlarının bütün çabalarına karşın Osmanlı devletinin temel yapısı ile ortaçağda kaldığını kendi yaşamlarıyla biliyorlardı.
Köylü kökenli eski kullar da Osmanlı heveslileri değil. Büyük kentlerin halkını o köy göçerleri oluşturuyor. Devrimci Osmanlıların kurtardıkları ülkenin son dönemde çatladığını görmek için bir iki gazete haberine bakmak yeterli. İslam tarihini, Osmanlı tarihini hiç öğrenmemiş, ya da kulaktan dolma öğrenmiş, İslamı da namaz, oruç ve haç’tan öteye bilmeyen pek çok yeni Osmanlı var. Bu gerici Osmanlı söylemini, Anadolu’da tozlanmış Osmanlı cehalet mirası yönlendiriyor. Ama arkasında bilgisizlik ve uluslararası bir emperyalist kurgu var. O kurguyu düzenleyenler için 1.5 milyar Müslüman tüketici ve petrol gibi doğal kaynaklar önemlidir. Fakat Müslümanlığın yok olmasına ancak seyirci olurlar.
Boğazları kesilen Müslümanlar ise ilgi çekici röportajlardır. Kimi fazla yobaz Hıristiyan ve Yahudi için de Tanrı’nın verdiği cezadır. İlginç olan, Kurtuluş Savaşı’nı batan bir imparatorluk enkazı üzerinde, Anadolu’da yapmak zorunda kalmış bir ülkenin aynı topraklarda oturan halkının bir bölümünün, bu yakın geçmişi unuttuğu gibi, ellerindeki telefon, karşılarındaki bilgisayar ve televizyon ekranlarına karşın, dünyadan da habersiz yaşamasıdır. Bu düzeyde bir kaygısızlığı ve cehaleti ancak uluslararası beyin yıkama mekanizmalarıyla açıklayabiliriz.
BÜTÜNLÜĞÜ KORUMALIYIZ
Fakat halkımızın bir tekini bile dışlama lüksümüz yok. Cumhuriyet ülküsüne inananlar için, Türkiye’yi bir bütün olarak korumak bir zorunluluktur. Bu iyisi ve kötüsü, cahili ve aydını, doğrucusu yalancısı ile birlikte olacak. Zaman içinde değişecek. Ama Osmanlı olamayacak. Ortaçağa geri dönmek istesek bile, ona izin verecek bir dünya kalmadı. Bu söylemi sürdüren cehaleti yok etmek gerek.
Gelişme süreçlerini, ekonomik ilkellik, kentsel kemiricilik, kültürel düzey açısından beğenmesek bile otomobillerin, gökdelenlerin, AVM’lerin, otellerin, yolların, köprülerin, öğrencilerle dolu hocasız üniversitelerin yarattıkları çağdaşlık imgeleri, camilerin, imam hatip okullarının imgelerinden binlerce kat güçlüdür. Kaçak inşaatlar, onların zengin ettiği insanlar, yurtdışında okuttukları çocuklar, başlarını örttükleri, inşallah-maşallah dedikleri zaman Osmanlı olmuyorlar. Belki Suudi oluyorlardır.
Medya sadece bir kafa karıştırıcıdır. Cahil toplum, cami fotoğrafı ile otomobil reklamını sosyete güzeli ile birlikte aynı sayfada gördüğü zaman, onların başka dünyaların işaretleri ya da simgeleri olduğunu anlamıyor. Bursa Ulucamisi, Mercedes, bilmem ne marka gömlek yan yana geliyor. Çağdaş dünya böyle, sinkretik ve homojen olmayan bir ortam. İletişimin yarattığı bir araç ve olgu kargaşası. Amacı dengeli, doğru, hoşgörülü, bilgili bir uygar toplumun yaratılmasına yardım etmek değil, toplumların küçük bir yüzdesini zengin etmek için uyutulmuş kalabalıklara mal satmak.
OSMANLI GİBİ YAŞAMAK MÜMKÜN MÜ
Türk insanının fiziksel çevresini üretenlerin parasal ortakları, dinsel cehaleti kaşımanın ne kendilerinin kârına, ne de ülkenin geleceğine hizmet edeceğini sanmaları akıl dışıdır. Turizm, tatile çıkan milyonlar, ülkenin en hızlı gelişen inşaat teknolojisinin sundukları, buzdolapları, çamaşır makineleri, televizyonlar, cep telefonları, AVM’leri dolduran binbir eşya, modern paketleme, billboard reklamları, sokakları dolduran yabancı adlar, ödenemeyen yabancı banka kredileri, yatlar, kotralar, marinalar, petrol istasyonları, havaalanları, gazetelerin otomotiv sayfaları, yabancı markalı giysiler toplumun karşılıksız aldığı çağdaşlık bilgileridir.
Bu olguların toplum yaşamı üzerindeki gücü, Türkiye’nin herhangi bir yaptırım gücünden binlerce kez güçlüdür. Kaldı ki bu olguların hiçbirine karşı toplumsal bir muhalefet zaten yok. Okullar ve üniversiteler bu görevlerini yapamayacak düzeyde bile olsalar, çağdaş dünyanın parçalarıdır. Ayrıca, Türkiye ekonomisinin bütünü ile ortak olduğu dünya, kimseye Osmanlı gibi yaşama olanağı tanımıyor.
Osmanlıların otomobilli ve AVM’li kentlerde oturan halklı versiyonunun tanımını yapan birisi de daha çıkmadı. Bunu dışarıdan ithal de edemeyeceğiz. Çünkü 14. Louis çağını isteyen bir Fransız henüz işitmedik. İngilizce konuşan Osmanlı toplumu da İngiliz sömürge imparatorluğunu anımsatıyor. Türkiye’de medya denen garip ortama yansıyan düşüncelerle herhangi bir gelecek programı gerçekleştirilemez.
Sadece bir olumsuzluklar komedisi yazılabilir. Piyasayı dolduran içi boş düşünce kırıntıları, değil toplumu ve onun geleceğini aydınlatmayı, kendi diplerini bile aydınlatmıyorlar. Bugün Osmanlı imgesi ya politik amaçlıdır ya da kadın modası bağlamında söz konusu olabilir.
Boş bir polemiktir. Giderek nüfusu artan bu büyük ülkede gelecek için hiç bir bilimsel öngörüsü olmayan ve programlarını toplumla paylaşmayan iktidarlar ancak cahil bir kamuoyu yardımı ile ayakta kalabilirler.
Türkiye uygarca yaşanabilir bir ülke olarak nasıl ve ne kadar ayakta kalabilir? Toplumun çağdaş dünyadan gördüklerini istemesi doğaldır. Fakat bunun politik, ekonomik, bilimsel ve teknolojik eşiklerini bilmesi olanaksızdır. Bunu sağlamak hükümetlerin çağdaş dünyaya ilişkin bilgiyi ve politikalarını toplumla paylaşmalarına bağlıdır. Bu olasılık Türk toplumunun bugünkü kültürel davranışlarında düzeyinde görülmüyor. Ve politik bilincinde halkta da idare edenlerde de sınırlıdır.
Ülkenin geleceği dünya ekonomik ve politik konjonktürünün ve dünyayı tehdit eden doğal gelişmelerin topluma duyurulmasına ve ülke çapında etkinliklerin planlamasına bağlı bir çıkış yolu aranması var. Bu sadece bizim sorunumuz değil. Dünyanın ortak sorunu. Fakat son yıllar bu uyanışın ne halkta ne de politikacılarda varlığını kanıtlamıyor.
Dünya tarihi yeni bir aşamaya girdi. Eski kapılar kapandı. Yeni çıkış yolları bulmak ve halka duyurmak yeni bir tür uygarlık ve can kurtarma savaşıdır. Dünya’nın tepe taklak olduğunu ya da olacağını kabul etmek başımızın üzerinde yürümeyi öğrenmek gerektiğini kabul etmek kadar zor. Bu bir metafor olsa da insanlara vaat edilen gelecek parlak değildir.
Fakat ülkenin görünüşü ‘Vur patlasın, çal oynasın!’ geleneksel vurdumduymazlığını anımsatıyor. Bu durum çağdaş bilim ve teknolojinin önerdiği çözümlerin sınırlarını zorlayana kadar umut var. Bunun varlığını topluma göstermek aydınların sorumluluğundadır. Einstein çok zaman önce ‘Eğer bu dünyada yaşayacaksak her şeye yeniden başlamak gerekecek!’ demişti. Aydının savaşı buradan başlıyor. İnsanlara geleceğin ne hazırladığını anlatma yollarını bulacaklar. Bu yeni bir devrimdir. Silahla değil, akılla olacak. Bu, bütün bilimsel buluşlardan daha zor görünüyor.

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

“Bizim cenahtan yapılan epeyce saygısızlıklar gördüm”
‘Kral değilim, bırakıp gideceğiz’ dedim…
Abdullah Gül (Çankaya Köşkü veda resepsiyonu- davetliler huzurunda….
“Bir turnusol döneminden geçiyoruz. Neler yazıldığını gördük, neler söylendiğini duyduk. Ben her şeyi biliyorum. Abdullah Bey, ben üzülmeyeyim diye interneti kapatıyordu, basın bültenlerini önümden alıyordu…Neyin ne olduğunu biliyoruz. Abdullah Bey kibarlığından söyleyemiyor. Kendisine çok yanlışlar, çok saygısızlıklar yapıldı.” Bu süreçte bazı yaşadıklarımızı, 28 Şubat döneminde bile bu kadarını görmedik"
First Lady-Hayrünisa Gül (Çankaya Köşkü veda resepsiyonunda, davetlilere…
"Zaman zaman görüyorum, yeni parti falan gibi söylemler. Yeni parti asla yok. Cumhurbaşkanımıza ve hükümetimize yardımcı olacağım”
“Bundan sonra da birikimlerimizi, tecrübemi yine davama, kendi kurduğum partinin başarılı olması için şüphesiz ki desteklemeye, aktarmaya çalışacağım”
Andullah Gül (2014…19 Eylül-Kayseri)
NOT(Yorumsuz) “İbreti insan koyar, insanlık alır.” derdi ninem. Alın işte ibret size!...
Bizim edebi geleneğimizde (gidenin) arkasından mersiye yazmak vardır.
Okuyanların, bu mersiyeden, kendilerine ibretler çıkarması beklenir
Geleneğe uyalım istedik biz de. Diyeceklerimiz varsa da o kısa Mersiye’den sonraya bırakalım dedik.
ŞEKVA!...
Bilmezdi gam nedir… Canan idi bu alemde Gül…
Gülistan aşkına, Gül’e meftun idi bilcümle bülbül
Bir sam yeli viran eyledi tacı ve tahtı;
Ne bülbül kaldı çevrede, ne de gülistan…
Kartal kesildi serçeler, bırakınca saltanatı…
Bitti meclis-i yaren, sustu bülbül, yekavaz terkedildi Gül.
“Düşmekle cevher sakıt olmaz kadr-ü kıymetten”* denilmiş amma;
Erbab-ı gönül, rütbe-i şahsa sadıkmış meğer;
Döndü devran, bitti deniz; kadr-i kıymetten düşüverdi Gül,
Düşmezdi dillerden Gül aşkına bülbüle naz…Gül’e niyaz
Lal oldu diller, anılmaz oldu kendi Gül’istanında Gül, …
“Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde”
******
*“Düşmekle cevher sakıt olmaz kadr-ü kıymetten” (Ziya Paşa)
Şekva; Şikayet Sakıt: Eksilmek Lal:Dilsiz
*****************
Bu Bölüm Yorumlu!...:
Parti marti değil de “yardımcı olma talebi” takıldı benim kafama. Gülesim geldi.
Ne çabuk “mazi” oluveriyormuş “ dün’ler”.
Beşer’dir şaşar!. Bilirdik amma; ”ne de çabuk; “nisyan ile malul” oluverirmiş beşerin “hafızası!”
İki hafta önce; “Bizim cenahtan saygısızlıklar gördüm” iki hafta sonra, “cenaha” destek sözü!... Vefa denilen hasletin özü bu olsa gerek!..
“Kral değilim, bırakıp gideceğiz!... dedim”. Ne yani… halefinin böyle bir eğilimi varda, bu duruşuna karşı tedbir amaçlı kamuya bir mesaj mı vermek istedin bu söyleminle!?....
Nerden çıktı bu“yardımcı olma!” vaadi-isteği-talebi!?...
İşi saygısızlıklara kadar vardıran cenah, “yardımcı olma” talebini kabul edecek mi!?..
Bir yer açma taleplerinin mesajı olmasın bu!?..Ya da; geri çekilme-teslimiyet… uzlaşma gözdağı… Hangisi!?...Söylemler arasındaki çelişki başka sorulara muhatap kılar insanı:
*Yemininizle tescillediğiniz görevinizdeki tarafsızlık ilkelerinin iktidar lehine çok kez çiğnenmiş olması bile, “saygısızlıkların” önünü alamamışken, bu mesajınız o ihtiras barajlarını aşıp Bab-ı Ali’ye Aksaray’lara ulaşır mı zannetmektesiniz!?..!...
*Beşer hafızasının “unutma kusuruna” sığınarak “yardımcı olma” talebinize olumlu yanıt mı beklemektesiniz?
Bence boşuna!... Biadın, sadakatın, “biraderlik bağlarının” gününde derilemeyen meyveleri artık hoşaf olmaz!... Zaten hoşaftan anlayanlarca çoktan paylaşıldı …
Hani; “bundan sonra da…” diye başlayan, ( ki bu söz “önce” olanları da teyididir) ve “birikimlerimizi, tecrübemi yine davama, kendi kurduğum partinin başarılı olması için şüphesiz…” diye devam eden sözleriniz var ya; bu söylemle çiğnenmiş anayasal hak ve yetkilerden ötürü, “yeminine rağmen, anayasada belirlenen tarafsızlık ilkelerine uymayan devletin başı…” olarak, yargılayacaktır tarih sizi.
Anayasa Mahkemesi’nden kesin döneceğine inandığınız yasaları bile onayladınız. Kararların geri dönük işlemeyeceği ilkesinden hükümeti yararlandırmak adına; yetkinizi kullandınız!..
Hükümetin Çankaya Noteri sıfatı bile, sevaplarınız hanesine yazılıp, “saygısızlıkların” önüne perde olamamış, özel takviyeli bunca hizmetleriniz bile takdir görmemişken; “yardımcılık” vaadiniz “vefa borcu” olarak karşılık bulacak öyle mi!?..
Hayrünisa Hanım Efendi’nin, gazetecilere dert yandığı o sitem dolu sözleri nereye koymalı!?.. Unutuvermiş görünmektesiniz.…
“28 Şubat döneminde bile bu kadarını görmedik" sözleri, darbeci suçlamasıyla “hakaret” aramaya yeterdi bu cümle bir başkasının ağzından çıksaydı!... Sevildiğinizi bilin!...
- Sizin düşürüldüğünüz bu durumların zerreciğini, bir empetiyle halkınız üzerinde de görmeyi aklınızın ucundan geçirdiniz mi hiç!?.. Öküz ölüp, ortaklık bitince, sizin adınıza ortaya döküverdiğiniz gerçekler düşündürmüyor, güldürüyor bizi!...
O kazandıkça herkesin, kaybettiğini artık anladınız sanmıştık!... Söylemleriniz yanılttı bizi.
Anlıyoruz ki, halkın sokaklarda attığı“sustukça sıra sana gelecek!.” naralarından hala bir sonuç çıkaramamışsınız...
Komik!... Beklide acınası bir durum!...
First Lady’nin omzuna; el teması ile; “yeter” ikazını görünce…güldüm. Üzüldüm mü yoksa!?.
Mazide kalan First Lady’nin, “intifada başlatıyorum!” sözleri ile, mazide kalan First Man’in “Cumhurbaşkanımıza ve hükümetimize yardımcı olacağım” sözlerinin, beynimde buluştukları o komik anı yeniden yaşıyor ve çok gülüyorum!...
First Lady tarafından sıkılmayan o iki elin sahiplerinden özellikle ikincisinin Sayın Gül için “cumhurbaşkanlığı son nokta olmalı sonra balık avlanmalı” tavsiyesine rağmen “yardımcılık” talebini tek karede düşününce... çok ama çoook gülüyorum!...
Ahmet Hakan’ın “Hayrunnisa GÜL'ÜN ASKERLERİYİZ” sloganına ve FUAT AVNİ Hayrunnisa GÜL OLMASIN? Kuşkulu sorusuna çok ama çoook gülüyorum.
Neylersiniz; ağlanacak halimize gülmek, bizim fıtratımızda var!...
******
Ağlanacak halimize güldüğüm için de, ayrıca, çok ama çooook utanıyorum!...
*
23 Eylül 2014
Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci- DENİZLİ (mehmethalilarik@gmail.com)

Kendinize geliniz lütfen! - Güner Yiğitbaşı
AKP Grup Başkan Vekili Mahir ÜNAL; 12.Ekim.2014 tarihinde yapılacak olan  meşru ve demokratik bir seçimle, yaklaşık on üç bin hakim ve savcının oylarıyla belirlenecek olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunan on üyeden oluşacak olan bölümünü, Adalet Bakanlığı tarafından desteklenen listesinin kazanamaması halinde, gayri meşru ilan edeceklerini ve buna göre gereğini yapacaklarını, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin bir milletvekili sıfatıyla, hiç utanmadan ve sıkılmadan kamuoyuna ilan etmiştir.

Bu zat, kendisinin ve temsilcisi olduğu AKP seçmeninin iradesini, kuvvetler ayrılığı ilkesini yok sayarak, sandıktan çıktıkları savıyla, Anayasamıza göre, Türk Milleti adına yargı yetkisini kullanan hakim ve savcılarımızın iradesinden üstün görüyor.

AKP Grup Başkan Vekili Mahir ÜNAL; Türkiye Cumhuriyetinin, bir Anayasasının olduğundan, Türkiye Cumhuriyetinin, bu Anayasa hükümlerine göre yönetilen, demokratik bir hukuk devleti olduğundan habersiz sanırım. Veya, AKP iktidarının  bir mensubu olarak, sandıktan çıkmayı biraz gözünde büyütüyor, sandıktan çıkmanın şımarıklığı içinde ve sandığın, demokrasi için gerekli, ancak yeterli olmadığı konusunda bir bilgi eksikliğine sahip. Veya, her şeyden haberdar ve bilgi sahibi olmasına rağmen, 12 yıl boyunca  girdiği her seçimi kazanan iktidar yorgunu AKP' nin bir mensubu olarak, iktidar sarhoşluğu içinde, kendilerini, bu ülkede Anayasaya rağmen her şeyi yapabilen bir diktatör olarak görüyorlar.

Hayır, Mahir ÜNAL ve o zihniyettekiler; bu ülke, hala, bir Anayasası olan demokratik bir hukuk devletiyse  ve o şekilde kalmaya da devam edecek ise,  Anayasaya ve yasalara göre, meşru bir şekilde yapılacak olan seçimler sonunda, hakim ve savcılarımızın özgür iradelerini temsil eden  oylarıyla belirlenecek olan HSYK üyelerini, sizden olmadıkları gerekçesiyle ve cemaatçi oldukları soyut iddiasıyla, gayri meşru ilan edemezsiniz, buna hak ve yetkiniz olamaz. Buna yeltendiğiniz, sözle dahi olsa, seçilen bu kişileri gayri meşru ilan ettiğiniz taktirde,  siz ve partiniz, bu ülkenin Anayasasını çiğnemiş ve gayri meşru hale gelmiş olursunuz, bu gerçeği size hatırlatmak isteriz.

Sizler, Türkiye Cumhuriyeti Devletini; iddia edilen her türlü yolsuzluklarınıza, hukuksuzluklarınıza ve baskılarınıza millet sesini çıkarmıyor ve tahammül ediyor düşüncesiyle, kendinizi, bu ülkede her istediğini keyfi olarak yapmaya hakkı olan kişiler ve ülkemizi de babanızın çiftliği mi zannediyorsunuz? Şayet öyle ise, yanlış ve çok tehlikeli bir yolda ilerliyorsunuz, büyük bir yanılgı ve gaflet içinde bulunuyorsunuz demektir.

Eski Genel Başkanınız ve eski Başbakan, yeni Cumhurbaşkanı ERDOĞAN, düne kadar, sandıktan çıkmakla övünerek, sandıktan çıkan sonuca herkes tarafından saygı gösterilmesini savunmuyor muydu, sandığı, demokrasi için gerekli olmaktan öte, demokrasinin yeterli tek kriteri olarak kabul etmiyor muydu, bunları ne çabuk unuttunuz?

Yine sizin eski genel başkanınız Tayyip Bey, daha iki gün önce, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Cumhurbaşkanımız sıfatıyla yaptığı konuşmasında; dini terör örgütü Müslüman Kardeşlerin desteğiyle, sandıktan Mısır Cumhurbaşkanı olarak çıkan Mursi'yi darbe ile devirerek gayri meşru ilan eden Sisi'yi, diplomatik saygı sınırlarını aşacak şekilde eleştirmedi mi? Her şeyiniz de olduğu gibi, sizin çifte standart seçim ve sandıktan çıkma anlayışınızı da anlamakta zorlanıyoruz. Siz hep kendinize mi Müslümansınız?

AKP olarak, iktidar olmanın nimetlerini ve devletin tüm  olanaklarını kullanarak, devletin kesesinden ödenen sosyal yardım ve sadakaları yoksul halkımıza dağıtarak, pek de adil olmayan koşullar içinde yapılan ve yine de meşru saydığımız demokratik seçimlerle iktidara gelmiş olduğunuz için;

Anayasayı rafa kaldırmanıza,

HSYK'yı ele geçirmek suretiyle, yargı erkini yürütmeye bağlayıp, yargı bağımsızlığını tamamen ortadan kaldırmak için, HSYK seçimlerini, var gayretinizle etkilemeye çalışmanıza,

Yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üzerini kapatmaya çalışmanıza, somut ve maddi delillere dayalı yolsuzluk ve rüşvet iddialarını, Hükumete karşı yapılmış bir darbe girişimi olarak nitelendirerek itibarsızlaştırmanıza,

Yanlış dış politikalarınızla, ülkemizi komşularıyla düşman haline getirmenize, ülkemizi, orta doğuda çıkacak olan olası bir çatışmanın tarafı ve bölgedeki İslami terör örgütlerinin hedefi haline getirmenize,

Musuldaki Türk Başkonsolosluk binasını basan IŞİD Terör Örgütü tarafından, 49 vatandaşımızın rehin alınarak, ülkemizin itibarının sarsılmasına neden olmanıza,

Ülkemizin insanlarını, din, mezhep ve etnik kökenlerine göre ayrıştırarak kamplara bölmenize,

Çözüm süreci adı altında, illegal PKK terör örgütü ile müzakere yaparak, ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Bölgelerini bölünme aşamasına getirmenize, PKK terör örgütü militanlarına fiili af çıkararak, onların bölgedeki her türlü yasa dışı bölücü ve terör eylemlerine göz yummanıza ve yasal gereğini yapmamanıza,

Bölünme aşamasına getirdiğiniz bu bölgelerdeki devlet okullarının, PKK militan ve yandaşları tarafından kundaklanarak yakılmasına ve bu yakılan devlet okullarının yerine, yasa dışı olarak Kürtçe eğitim yapan okulların açılmasına ses çıkarmayarak görmezlikten gelmenize,

Bu bölgelerdeki Atatürk heykellerine saldırılar yapılmasına ve benzin dökülerek yakılmasına sessiz kalmanıza, bu saldırıların önlenmesi için, ciddi tedbirler almamanıza,

Devlet Okullarını  imam hatip okullarına dönüştürerek, türban takma özgürlüğü adına,10 yaşındaki kız çocuklarının başlarına türban geçirmenize, bu icraatınızla, aslında bir oyun çocuğu olan bu konuda özgür bir seçim yapma olanağı bulunmayan 10 yaşındaki küçük kız çocuklarımızın, aile baskısıyla kapanmalarını sağlayarak, onların türban takmama özgürlüklerini yok etmenize,

Daha burada saymakla bitiremeyeceğimiz tüm olumsuz ve hukuksuz icraatlarınıza,

Rağmen, AKP' ye oy vermemiş olan bizler ve bizim gibiler, demokrasiye ve demokrasi için gerekli olan ancak yeterli bulunmayan meşru seçimlere olan saygımızdan dolayı, AKP iktidarına nasıl tahammül ediyor ve saygı gösteriyorsak ve kendimizi buna mecbur hissediyorsak, AKP Grup Başkan Vekili Mahir ÜNAL ve onun zihniyetindeki tüm AKP' liler ve yandaşları da, Hakimler Ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimlerinden çıkacak olan sonuca tahammül etmek ve saygı göstermek zorundadırlar.

Bunun başka yolu yoktur. Bizden hatırlatması, sizler, AKP olarak, demokratik ve meşru bir şekilde yapılacak olan HSYK seçimlerinin sonuçlarını gayri meşru ilan etmeye kalkar ve sorgulamaya başlarsanız, birileri de, sizleri örnek alarak, sizin yukarıda bazılarını saydığımız Anayasa ve yasa dışı eylem ve icraatlarınızı gerekçe yaparak, sizin iktidarınızın meşruiyetini sorgulamaya başlarlar.

Tayyip Bey'in, iki gün önce, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yaptığı konuşmada söylediği gibi, nasıl, dünya beşten büyükse, ülkemizin menfaatleri ve demokrasimizin ilke ve değerleri de, AKP'nin ilke, değer  ve menfaatlerinden üstündür.

26/Eylül/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Vatan, millet, ahde vefa, namus! - Tünay Süer
Birkaç gün önce Şanlıurfa'nın Suruç İlçesi'ndeki sınır hattında, (Suriye'nin kuzeyinde Rojava olarak bilinen bölge) aralarında HDP milletvekilleri İbrahim Ayhan, İbrahim Binici, Van Bağımsız milletvekili Aysel Tuğluk ile Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak'ın da bulunduğu gurup, halkı kışkırtarak olay yaratmaya çalışmışlardı.
IŞİD'ın Kobani saldırısını protesto etmek bahanesi ile Kobani'ye geçmeye çalışan ve güvenlik güçlerimizin uyarılarına rağmen dağılmayıp, taş atan kitleye, polis biber gazı ve basınçlı suyla müdahale etmişti.
Sonra jandarma komutanı ile Gültan Kışanak arasında tartışma olmuştu.
 HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız, TBMM’sine Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yanıtlaması istemiyle soru önergesi vermiş.
 “Söz konusu uzman çavuş bu gücü kimden ve nereden almaktadır?” diye sormuş.
Vay kara cahil vay!
Kimden alacak ey gafil! Tabii ki Türk Milletinden! Damarlarında dolaşan o asil kandan alıyor.
                                                           ***
Olayı televizyonlardan izledik.
Sınır tellerinin ardında öbek, öbek yığılmış, IŞİD denen beladan kaçmaya çalışan insan kitleleri. İçlerinde kimler var bilinmiyor, CIA casusları mı? Teröristler mi? Bulaşıcı hastalığı olanlar mı? Meçhul…
Bir avuç asker ve polis nizamı kontrol etmeye, bir yandan da aldıkları emiri canları pahasına uygulamaya çalışıyorlar.
Bu arada PKK’nın “Kobane’nin savunması için silahlanın”  diye verdiği emirle, HDP milletvekilleri de Suruç’a giderek, PYD’ye destek vermek isteyenleri sınırdan geçirmeye çalışıyor.
Düşünebiliyor musunuz, acaba askerlerimiz kaç saattir o b..tan yerdeler?
Yemek yediler mi?
Uyuyabildiler mi?
İçlerinde dişi ağrıyan veya kendisini halsiz hisseden kaç er var?
Her şeye rağmen görevlerini layığı ile yapmaya çalışıyorlar. 
Onlara demişler ki; Suriye’ye geçişleri önleyeceksiniz. “Kuş uçurtmayacaksınızdır bunun anlamı.”
Bu arada HDP Milletvekilleri orada çadır kuruyorlar ve sınır kapısı önünde yığılan kitleyi kışkırtmaya başlıyorlar.
Ne ala değil mi?
Sınır hattında görev yapan bizim Mehmetçik, Türkiye’ye girenleri karşılarken bir yandan da bu vatan haini provokatörlerle uğraşıyor.
Bu sırada koca koca taşlar atıyorlar kınalı kuzularımıza.
Onlar, kendilerini korumak için kalkanlarının ardına sığınıyorlar.
Polis tazyikli suyla müdahaleye başlıyor, tabi.
İşte tam bu sırada Gülten Kışanak denen kadın, askerlerinin önünde bulunan genç komutanın önüne dikiliveriyor ve başlıyor bağırıp çağırmaya.
Ve “Senin devletin bana söz verdi” diye ağzından tükürükler saçarak haykırıyor.
Genç komutan, Kışanak’a sakin bir tavırla “Burası benim devletimse, benim toprağımsa çıkın dışarı” diyor.
Ne diyecekti ya?
Buyurun hanımefendi, ne isterseniz yapın mı?
Hele bir tanesi var ki milletin vekili sıfatını taşıyan, bizim paramızla beslenen ve bu devleti yıkmak için elinden geleni yapan hainlerden teki olan, Aysel Tuğluk denen acuze, sınırı geçmeye çalışan PKK lılara yardım için askerimize kafası kadar taşları fırlatıyor.
“Hatırlarsak, 2011 yılında Sebahat Tuncel’de Silopi’de bir polis amirine tokat atmıştı.”
Bu görüntülerden sonra tereyağı gibi üste çıkmak için, utanmadan meclise soru önergesi veriyorlar.
Vallahi aslında ben bizim Mehmetçiğin sabrına şaşıyorum ve takdir ediyorum.
Helal olsun onlara.
Türk Askerinin, polisinin sabrını sınıyorlar sanıyorum.
                                              ***
Allah kahretsin, bu iktidar askerimizi sustalı maymuna çevirdi, lanet olsun!
Kimi kadın müsveddeleri polis amirine tokat atar, bir diğeri taş atar.
Atatürk heykelleri kırılır, bayrağımız yakılır, gönderinden indirilir, Molotoflarla, taşlarla saldırırlar, ne yazık ki aman çözüm sürecine zarar gelir diyerek askere müdahale izni verilmez.
Eee, gün gelir sabır taşı çatlarmış. İşte bundan korkarım. İşte o zaman kızılca kıyamet kopar.
Ey AKP iktidarı! O askerlerin anaları, babaları, kardeşleri var, sabrımızı fazla zorlamayın diyorum.
O asker ki gözü kara olduğu kadar merhametlidir, bir yandan atılan taşlardan korunmaya çalışırlarken, bir tarafta bebelere su içiriyorlar. Yaşlılara yardım ediyorlar Biraz utanmanız varsa utanın ve sabrımızı zorlamayın diyorum.
Herkesin kuzusu sizin uşağınız değil, orada askerlik yapıyorlarsa zaten ölümü göze almış
bu genç evlatlarımızın onuru ile kimse oynayamaz.
                                                           ***
Olanlar yetmiyor bir de Şırnak’ın Cizre ilçesinde bir gurup hain güya IŞİD'ın düzenlediği saldırılarını protesto etmek amacı ile Atatürk heykelini yakıyorlar. Elleri kırılasıcalar!
Ulan, siz o heykeli yakınca Atatürk yok mu olacak sanıyorsunuz bre cahil cümle!
Ula, ABD maşaları!
Sıkıysa göğsümüzden söküp alsanıza!
                                                               ***
Şöyle bir düşünecek olursak;
Bu hainler tarihler boyunca emperyalistlerle işbirliği yapmış, isyanlar çıkartmışlardır. Aralarında Ermeni dönmeleri de olan bu isyancılar, Osmanlıya da kazık atmış şeyhlerin, şıhların, derebeylerinin torunlarıdırlar. Kurtuluş Savaşından sonra Doğu Anadolu'daki Kürt ve Zazalar topyekûn isyan ederek ayrı devlet kurmak sevdasına kapılmışlardı.
Hep aynı terane, aynı baş kaldırı. Rahatlık dürtüyor bunları. 
Bakınız; “Sene 1937… Mustafa Kemal Atatürk, Başbakan Celal Bayar’la birlikte Tunceli’ye gelip Murat Nehri üzerindeki Singeç Köprüsü’nün açılışını yapacaktı. Köprünün ucunda karakol vardı. Bu haydutların dedeleri tarafından basıldı. 33 asker şehit edildi.  Bu yetmedi telefon hatları kesildi pusular kuruldu Mazgirt Köprüsü havaya uçuruldu jandarma taburu vuruldu 56 asker daha şehit oldu.
Sebep neydi?
Cumhuriyet rejimi işlerine gelmiyordu.  Feodal rejimlerini sürdürmek istiyordu eşkıya başları. Kendilerine karşı gelenleri çoluk çocuk öldürüyorlardı.
Düşünebiliyor musunuz o devrin o zor şartları altında telefon götürülmüş, köprüler yapılmış ve Atatürk açılışa gelecek. 
Hainlerin yaptıklarına bakın.
Atatürk oralara çok değer veriyor ve kalkınması için uğraş veriyordu oysa.
PKK bugün de aynı şeyleri yapmıyor mu?
Okulları yakıyor, her kalkınma hareketine zarar vermiyor mu?
Doktor gönderiyoruz öldürüyorlar, öğretmen gönderiyoruz öldürüyorlar.
İş sahası yapılacak şantiyeleri yakıp, yıkıp işçileri kaçırmıyorlar mı?
Bugün bunları inkâr edenler ve İnönü’yü, Atatürk’ü katil gibi göstermeye kalkanlar utanmalıdırlar.
Tunceli’ye halen Dersim diyenler aslında cumhuriyeti ve devrimlerini hazmedemeyenlerdir.
Ben bu arada Tuncay Özkan’a şaştım CHP parti meclisine girdi ve değişti.
Bir zamanlar “vatan, millet, ahde vefa, namus” diyen o adam gitmiş yerine bir başkası gelmiş adeta.
Dünya değişmiyor, aslında değişen ne yazık ki insanlar oluyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlık yolunu terk edip, Ortaçağda olmayı tercih ediyorlar.
  
Tünay Süer                                                  

Sivas Kongresinde Manda Meselesinin Görüşülmesi
Sivas Kongresi şüphesiz modern Türkiye Cumhuriyetinin en temel taşlarından biridir. Bir başka ulus böyle bir tarihi ve Demokratik bir kongreye sahip olsa üzerine kitaplar yazar, filimler çevirir ve bütün dünyanın önüne gururla sürerdi. Bizse saygı ile anma yerine ne yazık ki kongre yöneticileri ve katılanları nasıl karalayabiliriz arayışı içindeyiz.
4 Eylül 1919 günü başlayan Türkiye Cumhuriyetinin temel taşlarından biri olan Sivas kongresinde görüşülen en önemli konulardan biri; bir Avrupa ülkesinin Mandası yani sömürgesi olarak yaşamak mı yoksa fakrü zaruret içinde de olsa özgür bir ülke olarak yaşamaya çalışmanın mı tercih edileceğiydi. Bu konuda favori Amerikan veya İngiliz mandaterliğinin kabulü idi. Bu konuda rekabet çoktan başlamış ve Kongreyi ikna için delegeler mevzilerini almışlardı.
Mandacıların genel görüşleri şöyle özetlenebilirdi:
“Yirminci yüzyılda 50 milyon lira borcu, harap bir memleketi, pek mümbit olmayan bir toprağı ve ancak 10-15 milyon lira geliri olan bir kavim için bir dış himaye olmaksızın yaşamak imkanı olamazdı....Bağımsız yaşamaya mali durumumuz elverişli değildir kanaati yaygındı. Parasız ordusuz ne yapabiliriz? Onlar uçak ile havada uçuyorlar, biz henüz kağnı arabasından kurtulamıyoruz… Bugün bağımsızlığı kurtarsak bile yine günün birinde bizi paylaşırlar… Eğer İzmir Yunanistan’da kalsa ve aramızda bir savaş açılsa, düşmanımız Yunanistan’dan gemi ile asker getireceği halde, acaba biz Erzurum’dan hangi trenle taşımacılığımızı yapabiliriz? Bir de diyelim ki, biz dış ve iç tam bir bağımsızlık isteriz. Fakat acaba kendi başımıza yapabilecek miyiz? Yapamayacak mıyız? Ondan önce acaba bizi kendi başımıza bırakacaklar mı, bırakmayacaklar mı?”(1)
Daha önce Temmuz ve Ağustos aylarında Halide Edip, Bekir Sami ve Kara Vasıf Bey’ler’in bu konudaki önerilerini belirten telgrafları Mustafa Kemal tarafından reddedilmişti.(2) Bu telgrafları aldıktan sonra Mustafa Kemal sert bir tepki göstermiş ve şu sözleri söylemiştir:
“Biz muvaffak olacağız. Buna şüphem yok. Acaba zafere kavuştuğumuz ve memleketi kurtardığımız zaman Osmanlı ricalinin ileri gelenleri utanmak hissini duyabilecekler mi?…Öyle bir manda istenecek veya verilecekmiş ki, hakimiyet hakkına, hariçte temsil hakkımıza, kültür istikbalimize, vatan bütünlüğümüze dokunulmayacakmış. Buna ve böylesine Amerikalılar değil, çocuklar bile gülerler. Her şeyin başında Amerikalılar kendilerine hiçbir menfaat temin etmeyen böyle bir mandayı niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözümüze mi aşık olacaklar, bu ne hayal ve ne gaflettir? Hayır, paşalar hayır, hayır beyefendiler hayır, hayır hanımefendiler hayır, manda yok. Ya istiklal, ya ölüm var.
Mustafa Kemal’in bu şekilde direnç gösterdiği Türk milletinin yüzlerce yıllık geleceğini, esaret, kölelik gibi utanç verici, aşağılık bir duruma düşürecek bu gibi tekliflerin, nasıl bu kadar taraftar bulduğunu anlamak oldukça zordur. Ancak o dönemin ilerici, aydın kesimin ve bir kısım askerlerin içlerinde bulundukları ümitsiz durumu yansıtması bakımından da önemli bir olaydır. Kanaatimizce Mustafa Kemal ulusu için hiçbir şey yapmamış olsaydı bile, sadece bu ayıbı önlediği için ebediyen saygı ile anılmaya hak kazanmış sayılabilirdi. Bir ulus için eğer ölümden ağır gelen bir yaşam biçimi sorulursa, bu herhalde himaye veya sömürü altında esir bulunmak olacaktır. Türk aydınlarının Amerikan himayesine can attığı bu günlerde Paris, Londra ve Washington gibi başkentlerde Türk vatanı parçalanıyor Sevr Anlaşmasının maddeleri tartışılıyordu. Mesela Doğu Anadolu Ermeni’lere, batı Anadolu Yunanlılara peşkeş çekiliyor ve Anadolu yeniden Hıristiyanlaştırıyordu.
 Amerikan Mandasını isteyenlerin çok fazla güvendiği Amerika Cumhurbaşkanı Wilson, Türklerin değil ama Ermenilerin koruyuculuğu için Kongreden yetki istiyordu.(4) Bu meyanda nerede ise hiç Ermeni’nin bulunmadığı Trabzon tam bir dinsel bağnazlıkla, sırf Karadeniz’e çıkış sağlasın diye yeni kurulacak Ermeni devletine liman olarak tahsis ediliyordu.(5)
Sivas Kongresi, halk namına söz söylemeye yetkili 16 kişilik bir temsil heyeti seçmiş ve başkanlığına Mustafa Kemal Paşa getirilmiştir. Kurul üyeleri, aynı zamanda Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk cemiyetinin kurucuları olarak yetkili tutulmuşlardır. Artık her şey yurdun bütünü için düşünülecek ve ulusun maddi ve manevi tüm imkânları buna göre değerlendirilebilecektir.(6)

DİPNOTLAR:

(1)  E. Aybars, s.179; U. İğdemir, Sivas Kongresi Tutanakları s.50, 53, 58, 59; Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi-I, s.272-275
(2)  D. Avcıoğlu-I, s.264, 265
(3)  M. Müfit Kansu-I, 179, 180, 192
(4) General Harhord’un Anadolu Gezisi, s.155-158
(5) Amiral Webb’in raporu için bknz. Binbaşı Noel’in Kürdistan Misyonu, s.73, 74; Amerika’nın Türkiye Politikası için bknz. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, s.281-329
(6)  Bekir Sıtkı Baykal, Heyeti Temsiliye Kararları, s.7 (Türk Tarih Kurumu, 2. Baskı, Ankara-1989)

Dr. M. Galip Baysan

Mimarlık mirası olarak bugünden geleceğe, geçmişin kopyalarını mı bırakacağız? İlerde, bu çağı hiç yaşamadığımız sanılacak. Mimarlığın bir ülkenin uygarlık düzeyinin göstergesi olduğu göz ardı edilmemeli. Ayrıca, AOÇ’de yapılmış olan sarayın(!) da Selçuklu’yu yansıtacak bir özelliği yok.

 Ankara’da bir başkanlık sarayı yapılıyor. Eski başbakanın belirttiğine göre mimarisi Selçuklu tarzındaymış. Yapıldığı yer: Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ). Atatürk Orman Çiftliği Atatürk’ün mirası. Ankara’nın en önemli yeşil alanı; tarihi sit statüsünde korunması gereken bir alan. Oraya ilkin Adnan Menderes’in başbakan olduğu Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde göz dikilmiş. DP, Atatürk Orman Çiftliği’nden arazi satılabilmesi için 17 Nisan 1957’de bir yasa çıkarmış, ne var ki onu tam gerçekleştirmeye ömrü yetmemiş. Şimdi AKP iktidarı orayı bir ‘saray’la(!) tüketmeye başlamış bulunuyor. İnşaata çeşitli meslek kuruluşlarından karşı çıkanlar oldu; açtıkları davalarla yargıdan durdurma kararları alındı. Başbakan Erdoğan o kararları verenlere meydan okudu: “Güçleri yetiyorsa yıksınlar.” Kimse durdurmaya bile cesaret edemedi. Adını yeni başbakan açıklamış; basın sürekli olarak bir AK Saray’dan söz ediyor. Bir partinin adını taşıyamayacağına göre ABD başkanlarının ikamet ettiği “Beyaz Saray”dan esinlenilmiş olmalı.

Abdülhamit Köşkü
Bina önceleri “Yeni Başbakanlık Binası” olarak anıldı. Anayasa değişir de başkanlık sistemi gelirse buranın Başkanlık Sarayı olarak kullanılacağı anlaşılıyor. Zaten yeni cumhurbaşkanının Çankaya yerine, yapım biter bitmez buraya yerleşeceği bildiriliyor. İstanbul’da Çengelköy üstündeki Abdülhamid Köşkü de Başbakanlığın ya da müstakbel başkanlığın karargâhı olarak yeniden düzenlendi. Anlaşıldığı kadarıyla orası AK Saray’ın İstanbul şubesi olacak.

Gelelim, Ankara’daki sarayın mimarisine… Selçuklu tarzında olduğu söyleniyor. Yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye artık eski Türkiye değil, mimari olarak Ankara’ya bir Selçuklu başkenti mesajı vermemiz lazımdı. Binanın iç mimarisinde Osmanlı motiflerine dikkat ettik” demiş. Ankara, Cumhuriyetin başkenti… Niçin Selçuklu, niçin Osmanlı, niçin taklit? Selçuklu’dan ayakta kalmış, örnek oluşturabilecek saray yok; Osmanlı’nın ise hangi sarayını taklit ediyorsunuz? Topkapı’yı mı, Dolmabahçe’yi mi, Beylerbeyi’ni mi?

Asıl soru: Niçin taklit ediyorsunuz? Sanatın her dalında olduğu gibi mimarlıkta da taklit kabul edilemez. Mimarın görevi, çağdaş teknolojinin sağladığı olanaklarla çağdaş ihtiyaçlara uygun, yenilikçi, özgün eser ortaya koymaktır. Oysa bugün iktidar, tarihselci özentiyle bir mimarlık üslubu yaratma peşinde. Kamu kesimi, olabilirmiş gibi, SelçukluOsmanlı senteziyle yapılar üretmeye zorluyor mimarları. Bu durum mimarlığın özüne, doğasına aykırıdır. O doğrultuda yapılanların yoz mimarlık örnekleri olmanın ötesine geçemediği ortada: İşte ısmarlama tarzla yapılan okullar, adliye sarayları(!), hatta TOKİ apartmanları… Ayrıca, sanki Selçuklu’da, hatta Osmanlı’da adliye sarayı, apartman varmış gibi... Selçuklu’dan kalmış anıteserleri bile korumazken, Selçuklu’yu taklidin ne anlamı olabilir? Bir örnek verelim: Kurtarılması için Doğan Kuban’ın yıllardan beri çırpındığı Divriği Ulu Camisi ve Şifahanesi hâlâ korumasız.

İdeolojik yaklaşımlar
Geriye bakıp, tarihten formlar aktarmaya yeltenen ideolojik yaklaşımlar özellikle baskıcı rejimler döneminde birçok ülkede defalarca denenmiştir. Örneğin Hitler Almanyası’nda, Mussolini İtalyası’nda, Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde… Bir baskı olmaksızın gelişen bizim Birinci ve İkinci Ulusalcı Mimarlık akımları da çağdaş gidişten sapmış denemelerdir. Ahmet Haşim bu tarz yaklaşımları, “irticai mimarlık” yani gerici mimarlık olarak tanımlıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkesi Almanya’yı baskıcı rejim nedeniyle terk edip Türkiye’nin konuğu olmuş, ünlü mimar Bruno Taut da Mimari Bilgisi adlı kitabında şöyle der: “Her milli mimarlık fenadır, fakat her iyi mimarlık millidir.”

Kısacası, geleceğe bırakacağımız değerli mimarlık yapıtları üretmek yerine, geriye bakıp eski formları taklit/kopya yoluyla tekrarlamaktan medet ummak ülkemiz mimarlığına hiçbir şey kazandırmaz. Son zamanlarda devlet desteğiyle yaptırılmakta olan büyük camiler konusunda da durum farklı değildir. Ankara’da yapılan kent giriş kapıları da öyle… Hepsi tutarsız; mimarlık adına kaygı verici. Ülkenin parasına, çabasına, mimarlığına yazık. Mimarlık mirası olarak bugünden geleceğe, geçmişin kopyalarını mı bırakacağız? İlerde, bu çağı hiç yaşamadığımız sanılacak. Mimarlığın bir ülkenin uygarlık düzeyinin göstergesi olduğu göz ardı edilmemeli. Ayrıca, AOÇ’de yapılmış olan sarayın(!) da Selçuklu’yu yansıtacak bir özelliği yok. Bu konuda danışmanların, yetkilileri yanılttıklarını düşünüyorum.

Dolmabahçe Sarayı
Mademki geçmişten, tarihten söz ettik, biraz gerilere dönüp Dolmabahçe Sarayı’nın mimarlık öyküsüne bir göz atalım. O öyküde bugüne ışık tutacak ciddi dersler var. Sarayın yapımı Padişah Abdülmecit dönemine rastlıyor. 1839’da tahta çıkan Abdülmecit ilk yıllarını Çırağan Sarayı’nda geçirdikten sonra, Batı tarzında bir saray yaptırma arzusuna kapılır. Sarayın yapımı Osmanlı ekonomisinin bunalımda olduğu bir döneme rastlar. İmparatorluğun giderleri gelirlerinin çok üstündedir; bir yandan da sürüp giden Kırım Savaşı nedeniyle tarihte ilk kez, Avrupa’dan yüklü miktarda borç para alınmaktadır.

Yapının mimarı olarak Garabet Kalfa (Balyan) görevlendirilmiştir. Çalışmaların bitimine doğru Paris Operası dekoratörü Charles Séchan’a ulaşılır ve sarayın bazı bölümlerinin dekorasyonu için kendisi İstanbul’a davet edilir. Ekonomik bunalıma karşın sarayın yapımına büyük paralar harcanmaktadır; döşenmesi sırasında da göz alıcı, çok pahalı ürünler ithal edilir. Saray bu koşullar altında tamamlanacak ve Kırım Savaşı’nın bitiminde 10 Haziran 1956 günü törenle açılacaktır.

Yapım sürecine ilişkin çok önemli bir bulgu, Séchan’ın İstanbul’dan Paris’teki yakınlarına gönderdiği mektup ve fotoğraflardır. Sarayın arşivindeki bu belgeler, o dönemde yaşananların yanı sıra bir yabancı sanatçının, işveren Osmanlı Padişahı ve yakın çevresine ilişkin gözlemlerini aktarması bakımından ilginçtir.

İşte çok kısaca o gözlemlerden birkaçı:
“Boğaz kıyısına uzanan, görkemli ama çevreye uymayan yapılar bütünü…”
 “Türk müşterilerimiz bizim ‘ince zevk’ dediğimiz şeyden anlamadıklarından ötürü ‘stük sıva’ kullanmaktan vazgeçtim. Onlar daha çok biçim ve şekildeki şatafat ile debdebeden hoşlanıyorlar.”
 “Keşke sen de burada olup, benim gördüğüm bu görkemli ama tuhaf şeyleri görebilseydin.” “Osmanlı İmparatorluğu’nun mutlak iktidarı altında çalışan bu zavallı mimarlar (yerli mimarlar kastediliyor), düşünüyorum da ne kadar çelişkili ve mutsuzdurlar; çünkü özgür düşünmeye alışmış bu insanlar Padişahın yanılmazlığına inanmış Müslüman bir Osmanlı sanatçısı gibi baskı ve yönlendirmelerle hareket etmeyi kabul edemezlerdi.”(1)

Mektuplar bu tarzda sürüp gidiyor. Bazılarında da borç batağında debelenen ülkenin, Padişah’ın yanı sıra kimi hanedan mensuplarının, hatta sabık cariyelerin savurganlık ve borçları karşısındaki zor durumu anlatılıyor.

Ankara’daki yeni saray için harcanan değerlere bakınca, “Tarih tekerrür mü ediyor” diye sorabilirsiniz.

(1) Dolmabahçe Sarayı Dergisi, TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı, TemmuzEylül 2000, s. 91-105.

Doğan Hasol/Cumhuriyet

Eğitimin İdeolojisi Olur mu?
Ülkemizde TEOG sınavında yeterli not alamayan öğrenciler istemleri olmadığı halde İmam Hatip Lisesi’ne devam zorunda kalmışlardır. Bu durum laik bir ülkede dinin siyaset aracı olarak kullanılmasıdır. Dinin siyasette ve yönetimde etkin olduğu bir ülkede özgür iradeden bahsedilemez.

Okullarımız geçen hafta sorunlarıyla birlikte açıldı. 2014 2015 eğitim ve öğretim yılında ilk ve ortaöğretimde 16 milyon 400 bin öğrenci ders başı yaptı. Yaklaşık 900 bin öğretmen çocuklarımızı eğitecek. Birkaç ülke nüfusu büyüklüğünde öğrenciye kaliteli eğitim verilmesinin zorluğunu kabul ederken, biz ülkemizde eğitimin ideolojisine yönelik yeni açılımları hatırlatalım dedik.

Bir siyasal yönetimin görevlerinin başında, vatandaşlarına temel bir hak olan, eşit ve kaliteli eğitim vermek olduğu bilinen bir gerçek. Çünkü eğitim öğretim, birey olmanın, demokrasinin ve kalkınmanın temeli olarak, toplumun geleceğini şekillendiriyor.

Demokrasi ile yönetilen bir ülkede eğitimin ilk şartı, öğrencilerin benimsemediği türde eğitim programları uygulayan bir okula gitmek zorunda bırakılmamasıdır. Özellikle bu okul din eğitimi amacıyla kurulmuşsa öğrencilerin böyle bir okula gitmek zorunda olması özgür iradeye, dolayısıyla insan haklarına aykırı bir uygulamadır. Ülkemizde TEOG sınavında yeterli not alamayan öğrenciler istemleri olmadığı halde imam hatip lisesine devam zorunda kalmışlardır. Bu durum laik bir ülkede dinin siyaset aracı olarak kullanılmasıdır. Dinin siyasette ve yönetimde etkin olduğu bir ülkede özgür iradeden bahsedilemez.

AİHM ihlal kararı verdi
İkinci olarak, öğrencilerin belirli bir din ve mezhep esasına dayalı derslere devam etme zorunluluğu da insan hakları ihlalidir. Türkiye’de yaklaşık 30 yıldan beri sorun yaratan bu konunun, AİHM’nin geçen hafta verdiği önemli bir karar ile çözüleceğini umuyoruz. Mahkeme zorunlu olarak okutulan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersinin, sözleşmenin 1 No’lu protokolünün 2. maddesini ihlal ettiğine karar verdi. Zorunlu din dersinin “din ve vicdan özgürlüğüne” ve “eğitim hakkına” aykırı olduğunu, katılmak istemeyen öğrencilerin gerekçe göstermek zorunda bırakılmalarının da ayrımcılık oluşturduğunu belirtmiştir. Gerekçede; anayasanın laiklik ilkesi gereğince devletin dini alanlarda yaptığı düzenlemelerin “yansız ve tarafsız” olması gerektiği vurgulanmıştır. AİHM kararlarının uygulanmasının zorunlu olduğunun hatırlatıldığı kararın, şimdi hükümetçe uygulanması beklenmektedir.

Eğitimde kalitenin yükseltilmesi ve bu kalitenin ülkenin her köşesinde eşit ölçüde uygulanması, eğitimin diğer temel amacı olarak beliriyor. Günümüzde eğitimde verimlilik ve etkinlik uluslararası standartlara göre belirleniyor. TİMMS ve PISA sınavları Matematik, Fen ve okuduğunu anlama gibi bilgileri ölçerken, Türkiye’den sınava giren öğrenciler hep alt sıralarda, düşük düzeyde yer alıyor.

Öğrencilerin soyut konularda başarılı olmaları, sorgulama, muhakeme ve yaratıcı güçlerini harekete geçirecek bir eğitim sistemini gerekli kılıyor. Eğitim sisteminin tercihi siyasilere değil uzmanlara bırakılacak bir iştir. Oysa 4+4+4 sistemi, TEOG uygulaması, zorunlu din dersleri, zorunlu seçimli dersler, torba yasa ile getirilen 40 bin okul müdürünün görevden alınması vd. hep ideolojik bakış açısının ürünleridir.

Bilgili, donanımlı öğretmen varlığı
Eğitimin ve öğretimin kalitesi, öğretmen olma sorumluluğunu taşıyan, bilinçli, aynı zamanda bilgili, donanımlı öğretmenlerin varlığıyla doğru orantılıdır. Yıllarca atama bekleyerek umudunu kaybetmiş öğretmenlerin bir gün atansalar dahi başarılı olmaları, bilgilerini sürekli tazelemiş ve kendilerini siyasi baskı altında hissetmeleriyle bağlantılıdır.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın imam hatip ortaokulu ve lisesi açma ve klasik ortaokul ve liseleri dönüştürme konusundaki çalışmaları vargücüyle devam ederken, eğitimde kalitenin yükseltilmesine ilişkin etkin bir çalışması görülmüyor. Bakanlığın kalite yerine eğitimin dinselleştirilmesini yeğlediği görüyoruz.

7 Eylül 2013’te değiştirilen MEB Orta Öğretim Kurumları Yönetmeliği’nin birçok maddesi 13 Eylül 2014’te aynı amaca yönelik olarak tekrar değiştirildi. Düzenleme imam hatip liselerini meslek lisesi olarak görmemiş, üniversiteye öğrenci yetiştiren, tıpkı Anadolu ve diğer uzmanlık liseleri gibi liseler olarak kabul etmiştir. Gün geçmiyor ki iyi öğrenci yetiştirmesiyle ünlü bir ilkokulun ve lisenin imam hatip ortaokulu ve lisesine dönüştüğü, bir okul ya da lisenin ikiye bölündüğü veya içine bir imam hatip sınıfının yerleştirildiği haberi basında yer almasın. Bugüne kadar, öğrenci velilerinin ve mezunlarının “okuluma dokunma” eylemlerinin nazara alınarak uygulamadan vazgeçildiği ne yazık ki görülemedi.

4+4+4 olarak anılan sistem ile bütün okulların müfredat programları 2012-2013 öğretim yılında değiştirilerek Kuranıkerim ve Hz. Muhammed’in hayatı, din bilgisi gibi seçimlik dersler, diğer seçimlik derslerin yanında yer almıştı. Öğrencilerin seçimlik derslerden din eğitimine ilişkin dersleri, okulların yönlendirmesi ve velilerin isteği doğrultusunda seçtikleri gözden kaçmamaktadır. Bu şekilde zorunlu seçimlik hale gelen bu derslere esasen anayasada zorunlu kabul edilen Din ve Ahlak Bilgisi dersini de eklediğimizde, din eğitiminin Anadolu liseleri ders programlarında ne kadar yer aldığı anlaşılacaktır.

İmam hatip ortaokulları ve liselerinde Arapça konuşmanın zorunlu olması ve bazı okullarda Arapça hazırlık sınıfının açılması ve yaygınlaştırma çalışmaları, yeni uygulama olarak kaydedilmelidir.

Ortaöğretim Yönetmeliği’nin 13.09.2014’teki yeni değişikliğiyle Anadolu liselerinde mescit açılması zorunlu hale getirilmiştir. Okulöncesi eğitimin öğrencilerin ileriki yıllardaki başarısının anahtarı olduğu kabul edilirken, okul öncesi eğitimden vazgeçilmiştir. Buna karşılık, bu yıl Diyanet’in “okulöncesi eğitim ana sınıfları” açması gündeme gelmiştir. Okulöncesi dini eğitim olarak, Diyanet İşleri Başkanlığı Kuran kursu öğreticilerinin bir hafta eğitimden sonra sertifika alacaklarını ve eğitime ekim ayında başlayacaklarını duyurmuştur.

Dar gelirli aile çocuğu İHL’ye
Görüldüğü gibi eğitimde kaliteyi ararken, eğitimin dinselleştirilmesi siyaseti karşımıza çıkıyor. Din eksenli böyle bir eğitim ile özgür birey yetiştirmek olanağı yoktur. Dindar nesiller yetiştirmek amacını açıklamış olan siyasal iktidarın esasen böyle bir derdi de yok.

Ekonomik durumu iyi olan veliler, çocuklarını nitelikli öğretmenlerle iyi eğitim veren okullara hazırlıyorlar. Dar gelirli aileler ise TEOG sınavı ile bir Anadolu lisesini kazanamayan çocuklarını İHL veya bir meslek lisesine göndermek zorunda bırakılıyorlar. Sorun yine dar gelirli büyük çoğunluğun aleyhine çalışmakta. Milli Eğitim Bakanlığı okullarından yetişerek bir yerlere gelmiş olan bizler gibilerin önü kapanıyor mu, diye sormak istiyorum.

Prof. Dr. Aysel Çelikel ÇYDD Genel Başkanı/Cumhuriyet

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget