Eğer Türkiye, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının devrim sürecinden
geçmeseydi ve o dönemde yetişen insanlar, onların yetiştirdikleri,
bugüne kadar yaşayan kuşaklar olmasaydı, savaştan sonraki Batı
emperyalizminin kurbanı olarak, Türkiye şimdiki Irak ve Suriye’ye
dönüşebilirdi.
Yıllarca çarpışan ve ölen o kuşaklar yeni bir dünyanın nefesini en
çok hisseden Osmanlılardı. Babası ulema ve Osmanlı döneminde ilkokul
öğretmeni olan annem, babası Nakşıbendi memur olan asker babam, ailenin
damatlarından ve bütün özellikleriyle Müslüman, Erzurum Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti kurucusu Raif Hoca idi. (Erzurum Milletvekili Raif Dinç).
Oğlu Galatasaray’da okudu. Operatör oldu. İngiltere’de ihtisas yaptı.
Bir sosyalistti. Kızı Dame de Sion’da okudu. Amerika’da psikoloji
doktorası yaptı. Hacettepe Üniversitesi’nin Psikoloji Bölümünü
kuranlardandı. Bu geç ve çok dindar Osmanlıların Osmanlı saplantısı
olmadı. Benim üniversite arkadaşlarımın çoğu Anadolu köylü ve kentlisi
çocuklardı. Hiçbirinin karısı başını örtmedi. Osmanlı meraklısı da
yoktu. Çünkü Osmanlı aydınlarının bütün çabalarına karşın Osmanlı
devletinin temel yapısı ile ortaçağda kaldığını kendi yaşamlarıyla
biliyorlardı.
Köylü kökenli eski kullar da Osmanlı heveslileri değil. Büyük
kentlerin halkını o köy göçerleri oluşturuyor. Devrimci Osmanlıların
kurtardıkları ülkenin son dönemde çatladığını görmek için bir iki gazete
haberine bakmak yeterli. İslam tarihini, Osmanlı tarihini hiç
öğrenmemiş, ya da kulaktan dolma öğrenmiş, İslamı da namaz, oruç ve
haç’tan öteye bilmeyen pek çok yeni Osmanlı var. Bu gerici Osmanlı
söylemini, Anadolu’da tozlanmış Osmanlı cehalet mirası yönlendiriyor.
Ama arkasında bilgisizlik ve uluslararası bir emperyalist kurgu var. O
kurguyu düzenleyenler için 1.5 milyar Müslüman tüketici ve petrol gibi
doğal kaynaklar önemlidir. Fakat Müslümanlığın yok olmasına ancak
seyirci olurlar.
Boğazları kesilen Müslümanlar ise ilgi çekici röportajlardır. Kimi
fazla yobaz Hıristiyan ve Yahudi için de Tanrı’nın verdiği cezadır.
İlginç olan, Kurtuluş Savaşı’nı batan bir imparatorluk enkazı üzerinde,
Anadolu’da yapmak zorunda kalmış bir ülkenin aynı topraklarda oturan
halkının bir bölümünün, bu yakın geçmişi unuttuğu gibi, ellerindeki
telefon, karşılarındaki bilgisayar ve televizyon ekranlarına karşın,
dünyadan da habersiz yaşamasıdır. Bu düzeyde bir kaygısızlığı ve
cehaleti ancak uluslararası beyin yıkama mekanizmalarıyla
açıklayabiliriz.
BÜTÜNLÜĞÜ KORUMALIYIZ
Fakat halkımızın bir tekini bile dışlama lüksümüz yok. Cumhuriyet
ülküsüne inananlar için, Türkiye’yi bir bütün olarak korumak bir
zorunluluktur. Bu iyisi ve kötüsü, cahili ve aydını, doğrucusu yalancısı
ile birlikte olacak. Zaman içinde değişecek. Ama Osmanlı olamayacak.
Ortaçağa geri dönmek istesek bile, ona izin verecek bir dünya kalmadı.
Bu söylemi sürdüren cehaleti yok etmek gerek.
Gelişme süreçlerini, ekonomik ilkellik, kentsel kemiricilik, kültürel
düzey açısından beğenmesek bile otomobillerin, gökdelenlerin,
AVM’lerin, otellerin, yolların, köprülerin, öğrencilerle dolu hocasız
üniversitelerin yarattıkları çağdaşlık imgeleri, camilerin, imam hatip
okullarının imgelerinden binlerce kat güçlüdür. Kaçak inşaatlar, onların
zengin ettiği insanlar, yurtdışında okuttukları çocuklar, başlarını
örttükleri, inşallah-maşallah dedikleri zaman Osmanlı olmuyorlar. Belki
Suudi oluyorlardır.
Medya sadece bir kafa karıştırıcıdır. Cahil toplum, cami fotoğrafı
ile otomobil reklamını sosyete güzeli ile birlikte aynı sayfada gördüğü
zaman, onların başka dünyaların işaretleri ya da simgeleri olduğunu
anlamıyor. Bursa Ulucamisi, Mercedes, bilmem ne marka gömlek yan yana
geliyor. Çağdaş dünya böyle, sinkretik ve homojen olmayan bir ortam.
İletişimin yarattığı bir araç ve olgu kargaşası. Amacı dengeli, doğru,
hoşgörülü, bilgili bir uygar toplumun yaratılmasına yardım etmek değil,
toplumların küçük bir yüzdesini zengin etmek için uyutulmuş
kalabalıklara mal satmak.
OSMANLI GİBİ YAŞAMAK MÜMKÜN MÜ
Türk insanının fiziksel çevresini üretenlerin parasal ortakları,
dinsel cehaleti kaşımanın ne kendilerinin kârına, ne de ülkenin
geleceğine hizmet edeceğini sanmaları akıl dışıdır. Turizm, tatile çıkan
milyonlar, ülkenin en hızlı gelişen inşaat teknolojisinin sundukları,
buzdolapları, çamaşır makineleri, televizyonlar, cep telefonları,
AVM’leri dolduran binbir eşya, modern paketleme, billboard reklamları,
sokakları dolduran yabancı adlar, ödenemeyen yabancı banka kredileri,
yatlar, kotralar, marinalar, petrol istasyonları, havaalanları,
gazetelerin otomotiv sayfaları, yabancı markalı giysiler toplumun
karşılıksız aldığı çağdaşlık bilgileridir.
Bu olguların toplum yaşamı üzerindeki gücü, Türkiye’nin herhangi bir
yaptırım gücünden binlerce kez güçlüdür. Kaldı ki bu olguların hiçbirine
karşı toplumsal bir muhalefet zaten yok. Okullar ve üniversiteler bu
görevlerini yapamayacak düzeyde bile olsalar, çağdaş dünyanın
parçalarıdır. Ayrıca, Türkiye ekonomisinin bütünü ile ortak olduğu
dünya, kimseye Osmanlı gibi yaşama olanağı tanımıyor.
Osmanlıların otomobilli ve AVM’li kentlerde oturan halklı
versiyonunun tanımını yapan birisi de daha çıkmadı. Bunu dışarıdan ithal
de edemeyeceğiz. Çünkü 14. Louis çağını isteyen bir Fransız henüz
işitmedik. İngilizce konuşan Osmanlı toplumu da İngiliz sömürge
imparatorluğunu anımsatıyor. Türkiye’de medya denen garip ortama
yansıyan düşüncelerle herhangi bir gelecek programı gerçekleştirilemez.
Sadece bir olumsuzluklar komedisi yazılabilir. Piyasayı dolduran içi
boş düşünce kırıntıları, değil toplumu ve onun geleceğini aydınlatmayı,
kendi diplerini bile aydınlatmıyorlar. Bugün Osmanlı imgesi ya politik
amaçlıdır ya da kadın modası bağlamında söz konusu olabilir.
Boş bir polemiktir. Giderek nüfusu artan bu büyük ülkede gelecek için
hiç bir bilimsel öngörüsü olmayan ve programlarını toplumla paylaşmayan
iktidarlar ancak cahil bir kamuoyu yardımı ile ayakta kalabilirler.
Türkiye uygarca yaşanabilir bir ülke olarak nasıl ve ne kadar ayakta
kalabilir? Toplumun çağdaş dünyadan gördüklerini istemesi doğaldır.
Fakat bunun politik, ekonomik, bilimsel ve teknolojik eşiklerini bilmesi
olanaksızdır. Bunu sağlamak hükümetlerin çağdaş dünyaya ilişkin bilgiyi
ve politikalarını toplumla paylaşmalarına bağlıdır. Bu olasılık Türk
toplumunun bugünkü kültürel davranışlarında düzeyinde görülmüyor. Ve
politik bilincinde halkta da idare edenlerde de sınırlıdır.
Ülkenin geleceği dünya ekonomik ve politik konjonktürünün ve dünyayı
tehdit eden doğal gelişmelerin topluma duyurulmasına ve ülke çapında
etkinliklerin planlamasına bağlı bir çıkış yolu aranması var. Bu sadece
bizim sorunumuz değil. Dünyanın ortak sorunu. Fakat son yıllar bu
uyanışın ne halkta ne de politikacılarda varlığını kanıtlamıyor.
Dünya tarihi yeni bir aşamaya girdi. Eski kapılar kapandı. Yeni çıkış
yolları bulmak ve halka duyurmak yeni bir tür uygarlık ve can kurtarma
savaşıdır. Dünya’nın tepe taklak olduğunu ya da olacağını kabul etmek
başımızın üzerinde yürümeyi öğrenmek gerektiğini kabul etmek kadar zor.
Bu bir metafor olsa da insanlara vaat edilen gelecek parlak değildir.
Fakat ülkenin görünüşü ‘Vur patlasın, çal oynasın!’ geleneksel
vurdumduymazlığını anımsatıyor. Bu durum çağdaş bilim ve teknolojinin
önerdiği çözümlerin sınırlarını zorlayana kadar umut var. Bunun
varlığını topluma göstermek aydınların sorumluluğundadır. Einstein çok
zaman önce ‘Eğer bu dünyada yaşayacaksak her şeye yeniden başlamak
gerekecek!’ demişti. Aydının savaşı buradan başlıyor. İnsanlara
geleceğin ne hazırladığını anlatma yollarını bulacaklar. Bu yeni bir
devrimdir. Silahla değil, akılla olacak. Bu, bütün bilimsel buluşlardan
daha zor görünüyor.
Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet
Yorum Gönder