26 Ağustos 1922 günü başlayan Büyük Taarruz, Mustafa Kemal Paşanın üstün savaş yeteneği sayesinde süratle gelişmiş ve 30 Ağustos günü Yunan Ordusunun büyük bir kısmının imhası ve kaçamayanların teslim olması ile ve büyük bir zaferle sonuçlanmıştı. Bu gelişmeler sırasında Mustafa Kemal ve arkadaşlarını en fazla rahatsız eden konulardan birincisi düşman birliklerinin yeni bir mevzi kurmasına fırsat vermeden takip ve imhasını sağlamaktı. İkinci husus; gelişmelere Avrupalı güçlerin müdahalesine imkân vermeden sonuca ulaşmak, üçüncü ve en önemlisi de çekilen Yunan birlikleri ve kaçakların Ege Halkına zarar vermesini önlemekti. İlk iki amaca ne kadar başarı ile ulaşıldıysa da sonuncusunda maalesef ki pek başarılı olunamadı.
Yunan Kuvvetleri çekilirken Batı Anadolu çok büyük kayıplara uğradı. Yunanlıların ağzından düşmeyen bir cümle “ Bir gün Anadolu’dan çekilmek mecburiyetinde kalırsak Anadolu’da taş taş üstüne bırakmayacağız, geride ancak enkaz kalacaktır” şeklinde idi. Bu genel anlayışı fiiliyata dökmek için özel bir çaba harcanmış ve Anadolu’daki askeri birliklerinde “özel yakma ekipleri” kurmuşlardı. Dünyanın hiç bir medeni ordusunda mevcudu olmayan böyle bir yakma, yıkma ve tahrip ekipleri, ihtiyaçları olan özel malzeme ile donatılmışlardı.
Çekilen Yunan birliklerinde daha önceden oluşturulmuş olan bu özel “yakma ekipleri” Büyük Yunan hezimetinden sonra en başarılı Yunan askerleri olarak faaliyet gösterdiler. Deniz’e kadar olan geniş alandaki bütün Türk şehir ve kasabalar yakıldı, insanlar büyük bir kıyıma uğratıldılar.
Uygulanan taktikler hep aynı idi. Şehir veya kasabalardaki Yunan ve yerli Rum askerlerinin bir kısmı Türk askerlerinin gelişini kollarken, diğer bir grupla şehir kuşatılıyor, orada yaşayan gayrimüslimler süratle tahliye ediliyorlardı. Türkler Cami, samanlık, okul gibi kapalı yerlerde toplanıyor veya evlerinden çıkmama talimatı alıyor, kıpırdayamaz hale getiriliyorlar, bu arada askerler /çeteler evlere dalıp altın, gümüş gibi değerlerden istediklerini alıyor ve evleri gaz dökerek tutuşturuyorlardı. Şehirden veya kurulan çemberden çıkmak isteyenler kurşunlanıyor ve alevler içinde kalmaya zorlanıyorlardı.
Bu olayların çoğu Yunanlıların destekleyicisi Batılı güçlerin bilgisi dâhilinde olmasına rağmen ne yazık ki Batı kamuoyuna hiçbir şekilde duyurulmuyordu. Batı dünyası Yunanlıların başına gelen bu felaketle o kadar yoğun bir şekilde üzgündü ki, Türklere karşı yapılan her hareket sanki onları mutlu ediyor gibiydi.
O günlerde İzmir’e gelen bir İngiliz gazetecisi Bayan Grace Mary Ellison Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istemiş, İzmir’de görevli İngiliz memur ve askerlerin bütün itirazına rağmen Türk makamlarından gerekli izin alındıktan sonra Ankara’ya doğru trenle yola çıkmıştı. Bayan Ellison yol boyunca zaman zaman durmuş ve incelemeler de yapmıştı. Bu konudaki izlenimlerini daha sonra “An Englishwomen in Ankara” adlı bir kitapla yayınladı. Yunanlıların Egede yaptığı kıyımları anlatan aşağıdaki satırlar onun bu anılarından alınmıştır.
“Manisa’daki 14.000 evden 13.000’i yanmış, 1.000 kadar sağlam ev kalmış, Alaşehir’de 4.800 evden sadece 100 kadar evin kaldığı görülüyordu.” (1)
Camilere doldurulup yakılmış insanları gördükçe Bayan Ellison isyan eder:
“Fransa’da buna benzer yıkılmış yerlerin bulunacağını bana iddia edemezsiniz. Ben, Fransa’nın savaş sırasında her yerini gezdim. Orada insanlar bir köy yıkılmışsa ötekine göç edebiliyorlardı. Evet, Almanlarda orada çok yıkım yaptılar, bunu küçümsemiyorum. Ama onlar hiçbir zaman kadınları ve çocukları ateşe vermek için kilise’ye sokmadılar. Köylerin toptan yakılması, davarların öldürülmesi, normal savaş kurallarından sayılmamalı. Kadınların boğazlarının kesilmesi, Yunanlıları uygarlığın çok dışına çıkarmıştır.” (2)
İngiliz gazeteci, bu vahşet haberlerinin batı basınına duyurulmamasından, sansürden de şikâyetçidir. Ankara’dan Bursa’ya gelirken yanında bir Amerikalı gazeteci ile yolda gördükleri karşısında kızgınlığa kapılırlar.
“Arabamız geçtiğimiz köylerdeki yıkıntılardan, Yunanlıların barbarlığından söz ederken arkadaşımın sıkıntıları patlama derecesine geliyordu. “Biz dürüst davranmadık” diye bağırdı. “Ben ne Yunanlıyım, ne de Türk taraflısıyım. Ve şu anda Hıristiyanlıkla da işim yok. Fakat bu gördüklerimiz hakkında ses çıkartmayışımızı, anlayamıyorum. Siz ve ben acele edelim. Bir değişiklik olarak biraz gerçeği yazalım!” Ona bir şeyler yapılmasına, hiç olmazsa Ankara hakkında gerçeklerin biraz bilinmesine boşuna çalıştığımı söyledim. Eğer yazılarımda Yunanlıların yaptığı mezalime ait bir kelime varsa, yazı işleri müdürünün makası hemen işe koyuluyor ve gerçekler söylenmemiş ve duyulmamış olarak kalıyordu.” (3)
“İstanbul’da Amerikalı ve İngiliz özel muhabirleri, birkaç casus aracılığı ile, dedikodu ve kulak dolması sözleri bir araya getirip (dış dünyaya) gönderdiklerini içtenlikle, itiraf etmişlerdir... İstanbul’da yabancı basın mensupları Rumlardan para alıyor, her gazete muhabirinin Yunanlılar tarafından para desteği gördüğünü öğreniyorum.” (4)
Ünlü yazar Ernest Hemigway de bu gruba dâhildir. Batı’da Yunan ve Ermeni cinayetleri konusunda bir tek kelime duyurmadığı halde, Yunanlıların kaçışı sırasında gördüklerinden Hıristiyanlık adına acı duyduğunu, Trakya’dan göçen Rumlarla birlikte yürüdüğünü yazılarında dramatik bir şekilde anlatacaktır. (5)
İzmir’e Mustafa Kemal Paşa ile röportaj yapmak için gelmiş olan ve orada bulunan gazeteci ve yazarlardan Halide Edip (Adıvar) Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Asım Us ve Falih Rıfkı (Atay) İstanbul’a dönüşlerini Batı Anadolu üzerinden Bursa’ya doğru yaptılar. Daha sonra gördükleri yıkım ve felaketleri “İzmir’den Bursa’ya” adlı bir kitapta topladılar. Bu Türk yazarları da tıpkı meslektaşları İngiliz Gazeteci gibi büyük bir hüzün ve nefretle gördükleri feci sahneleri okurlarına aktarmaya çalıştılar.
Falih Rıfkı Atay’ın izlenimlerinden bir bölüm şöyledir: “Henüz çürümeyen cesetler ve neredeyse henüz tüten yangınlar içinden geçiyorduk. Yanıp külleri savrulan Manisa’ya, cetlerimin şehrine iki eli böğründe bakakaldık. Yunanlılar çekilişlerinde yok edici bir Tahrip yapmışlardı. Yanmayanlar, vakit bulup da yakamadıkları, yaşayanlar fırsat bulup da öldüremedikleri idi. İki millet arasında yalnız birinin arta kalacağı bir boğazlaşma geçmiş olduğunu görüyorduk. Yunanlılar Batı Anadolu’yu Türkler için oturulmaz bir çöle çevirmek istemişlerdi...” (6) ve başardılar.
DİPNOTLAR:
(1) Grace Mary Ellison, An English women in Angora, S:74-75 (Hutchinson Co. London –1923): Türkçesi Bir İngiliz Kadını Gözüyle Kuvay-ı Milliye Ankarası, S.69-71 (Milliyet Yayınları, İstanbul –1973), Ayrıca Bknz. Bilge Umar İzmir’de Yunanlıların Son Günleri S.267-345 (Bilgi Yayınevi Ankara –1974).
(2) Aynı Eser, S.74,79.
(3) Aynı Eser, S.123, An English Women S.260.
(4) Aynı Eser, S.141.
(5) Michael Lewlyn Smith: Anadolu Üzerindeki Göz ( İonian Vision), S.348 ( İstanbul-1978)
(6) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, S.331 (İstanbul-1984)
Dr. M. Galip Baysan
Yorum Gönder