Ocak 2023
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

101. Madde Hükümet Sisteminden Bağımsız Yorumlanmalıdır
19/01/2023 tarihinde “ERDOĞAN ÜÇÜNCÜ KEZ ASLA ADAY O - LA -MAZ – NOKTA. ”başlıklı bir makale yazmıştık. Pek ilgi görmedi. Öğünmek gibi olmasın,  çok tutarlı gerekçeler sunmuştuk,  bugüne kadar kimsenin değinmediği. 


Anayasanın 101. maddesi ne diyor?


”Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. ”. 


Anayasanın 101. maddesi,  hükümet sisteminden bağımsız olarak, hükümet sistemi ne olursa olsun,  bir kimse; en fazla iki defa, Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil eden,  adı üzerinde,  cumhurun başkanı olan cumhurbaşkanı seçilebilir diyor. 


Yasa maddelerini;  lafzı yanında,  ruhuyla, gayesiyle, gai metotla da yorumlayarak sonuca varmak zorunludur. 


ERDOĞAN; eski sistemle seçildiğinde de, yeni sistemle seçildiğinde de, yani her iki dönemde de, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve milletini temsil etmiş,  Cumhurbaşkanına tanınan yetki ve imtiyazlardan yararlanmış, ona yönelik hakaret fiilleri cumhurbaşkanına hakaret sayılarak cezalandırılmıştır. 


Anayasanın 101. maddesi;  çok açık ve yalın olarak, hem lafzıyla ve hem de ruhuyla,  ”bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” demekte ve hükümet sisteminden dem vurmamaktadır. 


ERDOĞAN seçildiği iki dönemde de,  Cumhurbaşkanı yetkilerini kullanmış ve imtiyazlarından yararlanmış, Cumhurbaşkanı sıfatıyla büyük elçileri atamış, yabancı devletlerin büyükelçilerini kabul etmiş, rektörleri atamış ve saire yetkilerini kullanmış Cumhurbaşkanlığı sarayında oturup mesai yapmış, Cumhurbaşkanı olarak Cumhurbaşkanlığının uçaklarını,  lüks otomobillerini kullanmış,  yaşamını bedava Cumhurbaşkanı sarayında sündürmüş, istediği muhalifine korkusuzca hakaret etmiş, kendisine yönelik hakaretler, Cumhurbaşkanına hakaret sayılarak davalar açılmış ve cezalar kesilmiştir.  


O zaman,  ne demeye,  ben yeni hükümet sisteminde bir kez seçildim saçmalığı yapılıyor, anlamak mümkün değil. 


Hükümet sistemi değişmiş olabilir. Devletimizin anayasadaki şekli değişmemiş olup, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yerinde aynen durmuştur. Bu nedenle,  Devletimizi ve milletimizi temsil eden  Cumhurbaşkanları sıfırlanarak,  sil baştan seçilmeye başlamamıştır. 


Önemine binaen;  “ERDOĞAN ÜÇÜNCÜ KEZ ASLA ADAY O - LA -MAZ – NOKTA. ”başlıklı yazımızı aşağıda aynen ve yeniden yayınlıyoruz. 29/01/2023Güner YİĞİTBAŞI


ERDOĞAN ÜÇÜNCÜ KEZ ASLA ADAY O - LA -MAZ - NOKTA. 

Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; anayasanın 116. maddesine göre; Cumhurbaşkanlığının bu ikinci döneminde,  Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmemesi halinde, normal koşullarda üçüncü kez aday olup cumhurbaşkanı seçilemez.  Buna,  anayasanın 101. maddesinde açıkça yer alan; ”Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. ”hükmü engeldir. 


Niçin mi?


ERDOĞAN'ın, Anayasanın 101 maddesinde yer alan; emredici kuralına rağmen, Haziran 2023 de yapılacak olan seçimlerde, üçüncü kez cumhurbaşkanı adayı olabileceğini savunanlar,  gerekçe olarak, neyi ileri sürüyorlar?


Diyorlar ki; ”101. maddede yer alan;  “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. ”kuralından sonra anayasada yapılan değişiklik sonucunda, sistem değişmiş, önceden var olan parlamenter sistem yerine,  cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi getirilmiştir. ERDOĞAN; yeni sistemde bir kez aday olup seçildiğine göre, önümüzdeki seçimlerde koyacağı adaylık,  üçüncü değil,  ikinci adaylığıdır ve 101. maddeye aykırı değildir. ” 


Hayır efendim, bırakınız bilerek yalan söylemeyi, afaki ve cahilce konuşmayı. 


Devlet ve Hükümet kavramlarını; kimse,  birbirine karıştırmaya ve kafa karışıklığına sebep olmaya kalkışmasın lütfen. 


Devlet başka, Hükümet başka olup, ikisi ayrı kavramlardır. 


Devlet bir üst kavram olup; Hükümet ise,  devletin bir organıdır. Devlet kalıcı,  hükümetler ise, değişken ve  gelip geçicidir. 


Devletin; Yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç ayrı organları vardır. 


Hükümet; daha kapsayıcı ve bir üst kavram olan Devlet'in; üç ayrı organından, millet adına yürütme görev ve yetkisini kullanan sadece birisidir. 


Parlamenter ve Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemleri, Devlet ve devletin şekli olan Cumhuriyet kavramlarından bağımsız, devletin Yürütme organının oluşum şeklini ifade eden Hükümet etme şekilleridir. 


Devletin yürütme organının; şeklen,  parlamenter veya Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olması, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin; anayasanın 1.  maddesinde belirtilen;  Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir hükmünün  yerine ve önüne geçemez. 


Anayasamız, Türkiye Devletinden bahseder ve devletin şeklinin de cumhuriyet olduğunu açıkça belirtmiştir. 


Cumhuriyet dışında bir devlet şekli asla olamaz. 


İddia edildiği gibi, devlet ve devletin şekli değişmemiştir. 


Devletimiz ve şekli olan Cumhuriyet yerinde durmaktadır. 


Anayasamızın hükümleri açıktır. Anayasamızın 104.  maddesine göre, Cumhurbaşkanı Devletin başıdır.  Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir. 

Cumhurbaşkanı,  Devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder, 


Yani, Cumhurbaşkanı; Devletin başıdır ve Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder. 


Anayasanın 103 maddesinde yer alan Cumhurbaşkanının göreve başlarken yaptığı yemin metni de; ”Cumhurbaşkanı sıfatıyla,  Devletin varlığı ve bağımsızlığını, . . . . ”şeklinde, Devletin varlığı ve bağımsızlığını diye başlayarak devam eder. 


Parlamenter sistemden, adında cumhurbaşkanı sözcüğü geçen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçmekle, değişen hiçbirşey olmamış,  şekli cumhuriyet olan Türkiye Devleti yerinde kalmıştır. 


Cumhurbaşkanı;  öncelikle,  Devletin şekli olan Cumhuriyetin, yani cumhurun birliğini temsil eden bir kişidir. Anayasanın 101. maddesine göre; hükümet şekli ne olursa olsun, bir kişi ancak iki kez Cumhurbaşkanı seçilebilir. 


Kaldı ki; ERDOĞAN, Cumhurbaşkanlığının ilk döneminde de, anayasayı delerek, parlamenter sisteme fiilen  son vermiş ve ülkeyi, de facto,  bugün olduğu gibi tek başına yönetmiş bir kişi olarak, iki dönemini de Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin cumhurbaşkanı gibi tüketmiş olup, bugünkü anayasa ve sistem,  BAHÇELİ'nin dediği gibi, ERDOĞAN'a uydurulmuştur. 


Açıkladığımız nedenlerle; ERDOĞAN'ın üçüncü kez cumhurbaşkanlığına aday olması, anayasa hukuku açısından olduğu kadar, vicdanen de asla mümkün değildir. 


ERDOĞAN; iki kez seçilme hakkını, hukuken de,  fiilen de kulanmış olup, anayasaya aykırı olarak ERDOĞAN'ın üçüncü kez adaylığına göz yumacak olan Yüksek Seçim Kurulu, peşinen anayasayı ihlalden yargılanmayı göze almalıdır.

Güner Yiğitbaşı

19/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Seçim Bir Süreç Ve Bütündür
Süreç; Bir şeyin yapılış,  üretiliş biçimini oluşturan sürekli işlemler,  eylemler dizisi olarak tanımlanmaktadır. 


Seçim de; yapılışı itibariyle, bir eylemler dizisidir, yani bir süreçtir. 


2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 6. maddesine göre de, seçim bir süreç olup, seçimin bir başlangıcı, yani seçim sürecinin başlangıç günü (tarihi) vardır, sonrasında da bu süreci tamamlayan seçim, yani oy verme günü (tarihi) vardır. 


Oy verme gününden geriye doğru hesaplanacak altmış günlük sürenin ilk günü seçimin başlangıç tarihidir. 


Peki oy verme günü nedir? Bir önceki seçimin yapıldığı tarihten itibaren beş yılın dolmasından önceki son Pazar günü oy verme günüdür. 


Seçim öne alınırsa, öne alınan ve seçim günü olarak belirlenen tarih, oy verme günüdür. 


Cumhurbaşkanı ERDOĞAN seçimi normal zamanından öne alarak,  bir seçim tarihi belirlerse, ki; bu tarihin,  14. Mayıs. 2023 olacağı anlaşılmaktadır. Bu takdirde seçimin başlangıç tarihi; 14. Mart. 2023 olmaktadır. 


Anayasanın 67/son maddesi ne demektedir?


“Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler,  yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz. ”


Anayasa 67/son seçim kanunlarında yapılacak olan değişikliklerin, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde (yani bir yıl dolmadan)yapılacak olan seçimlerde uygulanmayacağını hüküm altına almıştır. oy verme gününden bahsetmez anayasamız. Yapılacak olan seçimden bahseder. Seçim; oy verme gününden (14. Mayıs) geriye doğru hesaplanacak altmış günlük sürenin ilk günü olan (14. Mart) seçimin başlangıcı gününden oy verme gününe (14. Mayıs) kadar uzanan bir bütün ve süreç olduğundan, Anayasanın 67/son maddesi ve seçimin sadece oy verilen günü kapsayan bi işlem olmadığı keyfiyeti birlikte yorumlandığında, 14. Mayıs. 2023 tarihinde yapılacak olan, daha doğru bir ifadeyle, 14. Mart. 2023 tarihinde başlayarak,  14. Mayıs. 2023 tarihinde oy verme ile sonuçlanacak olan seçimde,  6. Nisan. 2023 ten sonra yapılacak olan seçimlerde uygulanma kabiliyeti olan yeni seçim kanunu,  asla uygulanamaz.  


Anayasanın;  seçimlerin genel yönetim ve denetiminin yargı organlarınca yapılacağına ilişkin 79. maddesinde de;  Seçimlerin başlamasından bitimine kadar, yargının denetimi altında olduğu açıkça belirtilmiş ve seçimlerin sadece oy verme gününden ibaret sayılamayacağı, seçimin altmış günlük bir süreç ve bütün olduğu kabul edilmiştir.

Güner Yiğitbaşı

27/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Anayasa komisyonuna gittiniz de ne oldu?
Altılı masanın bileşeni iki parti CHP ve İYİ Parti,  Cumhur İttifakının başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğinin görüşüldüğü Anaya Komisyonuna katıldılar ve ortak bir değişiklik önergesi verdiler. 


CHP ve İYİ Partinin ortak değişiklik önergesi, Cumhur İttifakının bileşenleri AKP ve MHP'nin ortak oylarıyla reddedildi ve bunun üzerine CHP ve İYİ Parti Anayasa Komisyonunu terk ettiler. 


Siyaset, cesur ve ferasetli insanların yapabilecekleri bir iştir. 


CHP ve İYİ Partililer bilmiyorlar mıydı?


Muhalefet ‘in bugüne kadar meclise sundukları tüm önergelerin  ve keza tüm yasa tekliflerinin, Cumhur ittifakı meclis çoğunluğu tarafından reddedilerek, kabul edilmediklerini ve  yasalaşamadıklarını. 


Meclis çoğunluğunu elinde tutan ve demokrasinin; çoğunlukçu değil, çoğulcu bir rejim olduğunu içlerine sindiremeyen, demokrasi kültüründen nasibini almayan iktidardaki Cumhur İttifakının; muhalefetin değişiklik önergesini reddedeceklerini, CHP ve İYİ Partililer niçin öngöremiyorlar, niçin bu feraseti gösteremiyorlar?


Madem ki; değişiklik önergenizin kabul edilmemesi halinde komisyonu terk edecektiniz, o zaman niçin değişiklik önergenizin reddedileceğini öngöremediniz de komisyonu terk etmek zorunda kaldınız, bile bile kendinizi ezdirdiniz ve dayak yediniz?


Siz, muhalefet olarak,  Allah birdir önergesi verseniz, Cumhur İttifakı oy birliğiyle hayır Allah bir değildir diyerek sizin bu Allah’ın bir olduğuna ilişkin önergenizi dahi gözlerini kırpmadan reddedeceklerdir. Cumhur İttifakının, muhalefetin hiçbir önerge ve yasa teklifinin mecliste kabul ettirilmeyeceğine ilişkin yeminli olduklarını, bugüne kadar ki tutumlarının da bu olduğunu,  niçin öngöremiyorsun?


Kimden ve niçin korkuyorsunuz?


Ülkemizde başörtüsü yasağının kalktığını ve başörtüsü sorunu diye bir sorun kalmadığını, bu konuda bir anayasa değişikliğine gerek bulunmadığını, meseleyi kamuoyuna anlatmanız halinde, mütedeyyin kesimden hiçbir oy kaybına uğramayacağınızı bildiğiniz halde, bu korkaklığınız nereden kaynaklanıyor, atın artık üzerinizden şu ERDOĞAN kompleksini ve korkusunu. Cesur olun, cesur. 


Gelelim ERDOĞAN'ın; anayasanın 101. maddesine aykırı olarak üçüncü kez cumhurbaşkanlığına adaylığı konusuna. 


Ne demek oluyor?ERDOĞAN mağdur olmasın diye, bu adaylığı sorun yapmayacağız söylemi. 


ERDOĞAN'ın mağduriyetini düşünüyorsunuz da, ERDOĞAN anayasaya aykırı olarak aday olursa ve Allah korusun bir de seçilirse, Milletin mağduriyeti ne olacak? Onu hiç düşünmüyorsunuz. ERDOĞAN seçimleri kazanırsa, kendinizin de siyasi hayatınızın yok olacağından habersiz gözüküyorsunuz. 


Hayır efendim, Yüksek Seçim Kurulu,  anayasayı ihlal ederek,  ERDOĞAN'ın üçüncü kez adaylığına onay verse dahi; bu onay,  anayasayı ihlali ve bu ihlal eylemine YSK'nın da ortaklığını asla ortadan kaldıramaz. 


Seçimlerden sonra   bu anayasa ihlalinin yasal gereğinin yapılabilmesi, bu anayasa ihlaline ortak olunmaması için; Altılı Masa'nın,  ERDOĞAN'ın anayasaya aykırı olarak üçüncü kez adaylığına şiddetle muhalefet etmesi ve bu adaylığa ilişkin olarak Yüksek Seçim Kuruluna kesinlikle itiraz başvurusunda bulunarak, bu anayasa ihlalini hukuken tescil ettirmeleri, tarihe not düşmeleri zorunludur. 


İtiraza rağmen; YSK,  anayasayı ihlal fiiline ortak olarak ERDOĞAN'ın üçüncü kez adaylığına onay verirse, Altılı Masa seçimleri kazanarak iktidar olduğunda, bu anayasa ihlalinin gereğini yapmaya hak kazanmalıdır.

Güner Yiğitbaşı

25/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Otuz Senedir Yokluğunu Hissettiğimiz Sevgili Uğur Mumcu
Uğur Mumcu'yu,  otuz sene önce bugün,  Ankara’daki evinin önünde uğradığı hain bir bombalı suikast sonucunda kaybettik. 


Aradan geçen bu otuz sene gibi uzun bir zamana rağmen;  onun,  suikast eylemini doğrudan gerçekleştiren,  katil veya katillerini, yani aracına o bombayı fiilen yerleştiren veya yerleştirenleri,  kişi bazında açık bir belirleyip hak ettikleri cezayı veremedik. 


Ancak,  Uğur MUMCU'yu yok etmeye karar veren ve ona yönelik bu hain saldırıyı planlayarak uygulamaya koyan perde arkasındaki azmettirici kişilerin kimler ve temsil ettikleri zihniyetin ne olduğunu, benimsedikleri ideoloji, kafa yapılarını ve dünya görüşlerini,  çok iyi biliyoruz. 


Bunlar;  Uğur MUMCU ve onun gibi laik, hukukun üstünlüğüne dayalı özgür demokrasiyi savunan aydınlarımızın yok edilmesinden yarar sağlayacak olan, Atatürk ilke ve devrimlerine, hukukun üstünlüğüne,  demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetine, Cumhuriyetin temel ilkelerine karşı olan,  tüm karşı devrimciler ve çıkar gruplarıdır. 


Bu itibarla, bize göre;  Sevgili Uğur MUMCU'nun otomobiline bombayı fiilen koyan veya koyanları yakalayarak hak ettikleri cezayı verememekten dolayı üzülmek yerine, bu hainleri yetiştiren ve azmettiren bu karşı devrimcilerle mücadele ederek,  onları etkisiz kılmakla,  Uğur MUMCU'ya olan vefa borcumuzu yerine getirmiş ve onu  katledenlere hak ettikleri cezayı vermiş olacağız. 


Çok iyi biliyoruz ki; esasen, onun fiili katillerini yakalayarak ceza vermekle yetinmek,  Uğur MUMCU'yu mutlu kılmayacaktır. Bu nedenle, Uğur MUMCU'yu gerçekten seviyorsak, özlüyorsak, onun mutlu olmasını ve mezarında rahat uyumasını istiyorsak, bu ülke için yaptıklarının yarım kalmasını istemiyorsak, onu katleden bombayı elleriyle tutan ve Uğur MUMCU'nun aracına yerleştiren o zavallı robotları değil,  o hain suikasta karar veren ve planlayan, onun gerçek katilleri olan perde arkasındaki, ancak  hepimizin malumu olan karşı devrimcilerle mücadele etmek, Atatürk devrim ve ilkelerine dayalı laik ve demokratik Cumhuriyete sahip çıkmak zorundayız. 


Uğur MUMCU'yu halkımızın çoğunluğu,  Cumhuriyet Gazetesinde köşesi olan,  kitaplar yayınlayan araştırmacı ve muhalif bir gazeteci yazar olarak tanırlar.  


Uğur MUMCU; kitaplar yazan araştırmacı bir gazetecidir ama,  her şeyden önce Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, ülkesini seven, hukukun üstünlüğünü, insan hak ve özgürlüklerini yılmaz bir şekilde savunan, yolsuzluklarla mücadele eden,  iyi eğitim almış, Ankara Hukuk Fakültesini bitirmiş cesur bir hukukçu ve devrimcidir. 


Uğur MUMCU;  12 Mart 1971 muhtırası öncesinde altmışlı yılların sonlarında ve 12 Mart öncesinde,  mezun olduğu Ankara Hukuk Fakültesinin İdare Hukuku Kürsüsünde  asistan olarak akademisyenlik yapmış olup,  bu satırların yazarı bendeniz de, Ankara Hukuk Fakültesinde öğrenci iken,  3. sınıfta okuduğumuz idari yargı dersinde onun öğrencisi olma şerefine ve mutluluğuna erişmiş bir kişiyim.  Bana, idari yargıyı sevdiren ve önemini kavratan,  idari yargı konusunda öğrendiklerimin tümünü,  Sevgili Uğur MUMCU'nun,  Danıştay kararlarından örneklerle uygulamalı olarak vermiş olduğu çok değerli anlatımlarına ve öğrettiklerine  borçlu olduğumu,  burada belirtmeyi, kendim için şerefli bir görev sayıyorum. 


Demokratik ve  laik cumhuriyetimize yönelik tehdit ve tehlikelerin had safhaya ulaştığı ülkemizin içinde bulunduğu bugünkü koşullarında; Uğur MUMCU'ya sahip olamamak,  bu ülkenin en büyük kaybı,  karşı devrimcilerin ise,  büyük kazancı olmuştur. 


Uğur MUMCU;  işte, yıllar öncesinde,  bu kayıp ve kazanç hesaplarını çok iyi yapan zihniyet tarafından katledilmiştir. 


Demokratik ve laik, bağımsız Cumhuriyet karşıtlarının, karşı devrimcilerin, liboş ve döneklerin, her türden çıkar çevrelerinin korkulu rüyası, demokratik ve laik Cumhuriyetin yılmaz savunucusu, laik ve demokratik cumhuriyeti savunduğu mevzide uğradığı hain bir suikast sonucunda, vatanına yapmakta olduğu üstün hizmetleri yarıda bırakarak zamansız bir şekilde bizlerden koparılan güzel ve dürüst insan değerli hocam UĞUR MUMCU’yu, ölümünün otuzuncu yıl dönümünde,  minnetle ve rahmetle anıyor, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetine yaptığı katkıları nedeniyle;  kendisine,  ülkem ve şahsım adına,  sonsuz teşekkürlerimi arz ediyorum. 


Mekanın cennet olsun, nurlar içinde yat,  Sevgili Uğur MUMCU.

Güner Yiğitbaşı

24. Ocak. 2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Erdoğan Seçimlerin Yenilenmesine Niçin Mi Kendisi Karar Verecek?
Anayasanın 116. maddesine göre; Türkiye Büyük Millet Meclisi,  üye tam sayısının beşte üç çoğunluğuyla,  seçimlerin yenilenmesine karar verebilir. 


Anayasanın 116. maddesine göre; diğer bir alternatif olarak, Cumhurbaşkanının da, seçimlerin yenilenmesine karar verme yetkisi vardır. 


Anayasanın 116. maddesine göre;  seçimlerin yenilenmesine,  cumhurbaşkanı karar verirse, anayasanın 101. maddesindeki kural çalışır ve aynı kişi, yani ERDOĞAN;  ikiden fazla cumhurbaşkanı seçilemeyeceği için, önümüzdeki seçimlerde üçüncü kez aday olamaz. Ancak; Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde,  Cumhurbaşkanı bir defa daha, yani üçüncü kez aday olabilir. 


Anayasada yer alan 101 ve 116. maddeler,  bu şekilde bir düzenleme yapmıştır. 


ERDOĞAN ise; anayasanın 116. maddesine göre, seçimlerin yenilenmesine meclis tarafından karar verilmesini,  asla istemiyor. İstese bu yolu pekala çalıştırabilir. 


Niçin mi?


İlk neden şudur. Altılı masanın; seçimlerin,  eski seçim yasasına göre yapılması için, 6. Nisandan önce yapılmasını istemeleri, aksi halde mecliste oylanacak erken seçim kararına onay vermeyeceklerini açıklamış olmalarıdır. 


Bu nedenle, seçimlerde;  altılı masaya darbe vurmak için çıkardığı yeni seçim yasasının uygulanmasını sağlamak amacıyla, yeni seçim yasasının uygulanmasına olanak veren 6. Nisan tarihinden sonra yapılacak olan seçime altılı masa onay vermeyeceğinden,  ERDOĞAN; öne alınan seçime, meclisin değil,  kendisinin karar vermesi yolunu tercih etmektedir. 


İkinci nedene gelince; ERDOĞAN ve yandaşları neyi savunuyorlar? 


Anayasanın 101. maddesinde yer alan;  bir kişinin iki kereden fazla cumhurbaşkanı seçilemeyeceği hükmü, ERDOĞAN için geçerli değildir. Zira, ERDOĞAN yeni bir sistem ola cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde ilk kez cumhurbaşkanı seçilmiştir, iki kez seçilenlerin üçüncü kez seçilemeyeceklerine ilişkin kural,  ERDOĞAN'a uygulanamaz. Önümüzdeki seçimlerde ERDOĞAN üçüncü kez değil ikinci kez aday olacaktır. Buna da 101. madde engel değildir, diyorlar. 


ERDOĞAN bu fikirde olup, adaylığına onay verecek olan Yüksek Seçim Kurulundan da bu konuda onay çıkacağından çok emindir. 


Bu nedenle ERDOĞAN; üçüncü kez aday olamaz itirazlarına rağmen, Yüksek Seçim Kurulunun onay vereceğine güvenerek, kendisi için en kolay yol olan seçim kararını kendisinin alması yolunu seçmiştir. 


Bu yolu seçmeyip, aday olabilmek için meclisin seçim kararı alması yolunu tercih edecek olursa,  bir açık vermiş olacaktı. Nedir o açık?


Hani; sistem değişti, ERDOĞAN iki kez aday olma hakkını kullanmadı tezi var ya, bu tezleri çürüyecekti. Seçim için, Meclisten karar çıkmasını tercih etseydi, üçüncü kez aday olduğunu kabul etmiş ve bu nedenle adaylığının önünü açmak için,  meclisten seçim kararı alma gereğini duymuş olduğu kanıtlanacaktı. İşte ERDOĞAN elinde tuttuğu bu tezi ve olanağı harcamak istemedi. 


Sıkı durun asıl önemlisi de; ERDOĞAN kendisinin alacağı bir erken seçim kararıyla, anayasaya rağmen, bu adaylık benim üçüncü değil ikinci adaylığımdır tezini yutturup kabul ettirerek, Allah korusun yeniden cumhurbaşkanı seçilebilirse, bir sonraki seçimlerde, bu sefer kaçacak bir delik kalmadığı için, mecburen meclisten bir erken seçim kararı aldırarak,  bize göre dördüncü, kendine göre üçüncü kez cumhurbaşkanı seçilme hakkını da,  elinde tutmak istemektedir. 


Ne hırs değil mi?


Vallahi,  şeytanın aklına gelmezdi bu hesaplar. 


Bu nedenle Türk Halkı; oylarıyla,  ERDOĞAN'ın bu hırsının önüne geçerek,  onun ileriye dönük planlarını yerle bir etmelidir. 


Bunu oylarıyla yapmaya mahkumdur Türk Halkı.

Güner Yiğitbaşı

23/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Nerede O Eski Valiler
(Bu makale, 04/07/2010 tarihinde yazıp yayınladığımız,  yaklaşık 13 sene öncesinin yazısıdır. Güncelliğini hala muhafaza ettiği için,  aşağıda aynen yayınlıyoruz. Sanırım değişen hiçbir şey yok, daha da kötüye gittiğimiz zamanları yaşıyoruz. 21/01/2023 Güner YİĞİTBAŞI)


Meslektaşım ve  yazar değerli dostum Gündüz AKGÜL,  Hakimiyeti Milliye Gazetesinde yayınlanan son yazısında,  en başta valilerimiz olmak üzere,  AKP döneminde yoğunlaşan üst düzey bürokratların siyasallaşmasını dile getirmiş ve bürokrasinin siyasallaşması halinde devletin çökeceğini,  çok güzel ifade etmiş.  Sayın AKGÜL' ün yazısında yer verdiği görüşlerine katılmamak mümkün değil. 


Aslında,  her iktidar döneminde,  karakteri zayıf olan,  makam ve mevkiyi;  en başta insanlık onuru olmak üzere,  her şeyin üzerinde gören,  mevki ve makam için insanlık ve meslek onurunu hiçe sayan bürokratların varlığına tanık olmakla birlikte,  özellikle AKP iktidarı döneminde,  meslek ve insanlık onurunu siyasal iktidara terk eden bu tür bürokratların çoğaldıklarına,  üzülerek tanık olmaktayız. 


AKP iktidarının kendilerinden olmayan ve kendilerine biat etmeyen hiç kimseyi,  liyakatli olsalar dahi,  belirli mevki ve makamlara getirmek istememesi,  bunda etkin rol oynasa da,  insan kalitesinin düşmesi de bürokrasinin siyasallaşmasında etkin rol oynamaktadır. 


Değerli valilerimizi bir kenara koyarsak,  partizan siyasal iktidarlar yüzünden, Valilik makamının otuz kırk yıl öncesinin Tahrirat Katipliği kadar bir değer ve ağırlığının kalmadığını söyleyebiliriz. 


Aslında,  Valilik istisnai bir memuriyet olup,  Vali,  görev yaptığı ilde,  Hükumetin olduğu kadar,  Devletin de temsilcisidir.  Bu itibarla,  Valilerimizin partizan değil,  tarafsız olmaları ve siyasal iktidarların kuklası ve yardakçısı olmamaları asıldır.  


Siyasal iktidarlar kalıcı olmayıp,  bir dönem Hükumet olduktan sonra,  yerlerini başka siyasal partilere bırakıp görevden uzaklaşmaktadırlar.  Kalıcı olan ise,  T. C.  Devletidir.  Bu itibarla,  Valilerimiz; eylem ve icraatlarıyla,  gelip geçici olan siyasal iktidarların değil,  Devletin valisi olduklarını gösterdikleri ve  tarafsız kaldıkları sürece,  vatandaş nezdinde inandırıcı ve itibarlı olacaklarını,  asla unutmamalıdırlar. 


AKP iktidarı döneminde özellikle dikkatimizi çeken bir hususa değinmek istiyoruz.  Ne zaman bir toplu Valiler Kararnamesi çıkarılsa,  AKP iktidarının başı olan Başbakan veya İçişleri Bakanı,  yeni görev yerlerine atanan Valilerimizi,  sanki AKP  İl Başkanlarını toplar gibi,  Ankara' ya çağırıp toplamakta ve onlara hitaben bir konuşma yaparak,  Valilerimize adeta direktif verip,  kendilerinden AKP iktidarına bağlılık göstermelerini ima edip,  adeta bu atamaların diyetini talep etmektedir. 


Kaymakamlık kursunu yeni bitirip ilk kez Kaymakamlığa atanan çiçeği burnunda genç idarecileri,  kur' a ile  atandıkları yeni görevlerine göndermeden önce,  İçişleri Bakanının,  genç Kaymakamlara mesleki bir takım öğütlerde bulunması doğal ise de,  yıllarını idarecilikle geçirip Valilik makamına ulaşmış olan ve çoğu, ilk kez valilik görevine atanmış olmayan kararnameye giren tüm valileri toplayıp,  onlara direktif,  öğüt ve nasihat vermek,  politikacı olan Başbakan ve İçişleri Bakanının hadlerine olmasa gerek. 


Bize göre,  üç büyük kentimiz olan İstanbul,  Ankara ve İzmir illerimizin Valilerinin durumları daha da içler acısı.  Bu kentlerimize atanan valilerimizin,  iktidarın güven duyacakları kişiler olmaları bir yana,  bu valilerimiz valilik falan yapmamaktadırlar.  Onların yaptıkları;  en başta Başbakan olmak üzere,  siyasal iktidarın ve Hükumetin bakanlarını,  ileri gelenlerini karşılamak,  illerinde kaldıkları sürece,  onları gece gündüz demeden gölge gibi takip ederek,  her gittikleri yere onlarla birlikte gidip onlara refakat etmek,  onlara şirin görünüp hata yapmamak,  daha sonra hava limanına gidip onları yolcu edip uğurladıktan sonra rahat bir nefes almak veya nefes almaya fırsat dahi bulamadan,  yeni misafirler için hava limanına doğru yola çıkmaktır. 


Sözün kısası,  ülkemizde Kaymakamlık ve Valilik gibi mülki idare amirliği yapmak zor bir zanaat dır.  Bu mesleklerde kalıcı olmanın ve yükselmenin tabiatında,  siyasal iktidarlar ile iyi geçinmek ve siyasal iktidarlara yaranmak var herhalde.  Ancak,  bunun dozunu iyi ayarlamak ve dozunu kaçırmamak da idarecilerimize düşen bir görev ve sorumluluk olsa gerek. 


Bu satırların yazarı olan bendeniz de,  Ankara Hukuk Fakültesinde okurken Kaymakamlığa heves etmiş ve biraz da ekonomik ihtiyaçtan olsa gerek,  İçişleri Bakanlığından burs alıp burslu okumuş ve Hukuk Fakültesini bitirip idareciliğe adım attıktan sonra,  bu mesleğin,  siyasal iktidarlardan kaynaklanan ülkemizdeki sakıncalarını ve zorluklarını görerek,  idarecilik mesleğini zamanında terk edip,  hakimlik ve savcılık mesleğine çark etmek suretiyle,  ne kadar isabetli bir karar verdiğimi yıllar sonra anlamış idim.  


Ancak,  Fetullah Gülen damgalı Abant Platformu’nda konuşan Kırklareli Valisi Cengiz Aydoğdu' nun,  “DP’nin 1950’de iktidara geldiğinde CHP’yi kapatıp,  İnönü’yü de tarihteki huzurlu yere göndermemiş olması en büyük talihsizliktir” diyerek,  AKP iktidarına yaranan tavrına ve idarecilik mesleğine yaptığı ihanete tanık olunca,  bu ülkenin,  onurlu, tarafsız ve yürekli idarecilere ihtiyacının olduğunu düşünerek,  ben ve benim gibi tarafsız kişilerin idarecilik mesleğinden kopmaları nedeniyle doğan boşlukların,  Cengiz” AYDOĞDU gibi partizan idareciler tarafından  doldurulmuş olmaları karşısında,  idarecilikten kopmakla,  acaba hata mı yaptım diye düşünmeden edemedim.

Güner Yiğitbaşı

04. 07. 2010

Güner YİĞİTBAŞI 

Hukukçu

O Zat Padişahın Sol Taşağı Mıdır?
Yazı başlığına takılmayınız, lütfen. 


Taşak, ayıp ve müstehcen bir sözcük değildir. 


Bu nedenle, ben bir hukukçu olarak,  çok rahat bir şekilde kullanıyorum bu sözcüğü. 


Erkeklerin; üreme organlarının altında,  ikiz olarak bulunan,  sahip oldukları el, ayak, burun, kulak gibi,  organlarından birisidir. 


İkiz olan bu organın sol tarafındaki bölümü,  sağ tarafına nazaran biraz daha iri ve sarkıktır.  


İşte,  erkeklerin soldaki sağdakine göre biraz daha irice olan taşaklarına bir benzetme yapılarak, yaptığı önemsiz işlere rağmen böbürlenen, kendini beğenmiş kişiler için toplumda sıkça kullanılan tanınmış bir deyimdir, ”Padişahın sol taşağı” deyimi. 


Peki, bu deyimi şimdi niçin gündeme getiriyoruz?


Lep demeden leblebiyi anlayan okurlar anlamış olmalılar. 


Evet, çok doğru anladınız. 


Ülkemizin, şimdilik son başbakanı olma şerefine nail olan Binali YILDIRIM'ın oğlu Erkan YILDIRIM'a,  Erzurum'a yaptığı ziyaretinde,  ilin valisinden dahi üst düzeyde olan devlet adamına uygulanması gereken vip protokol uygulanmış olmasından dolayı yazıyoruz bu makaleyi. 


Genç yaşta,  dolar bazında milyonlara, gemi filolarına sahip olan, ülkemizden çok uzak ve şaibeli  ülkelere yaptığı ziyaretleri,  Covidle mücadele amaçlı olarak, maske yardımı yapmak için gittim demek suretiyle savuşturmaya kalkışan ve bu ülkeye yaptığı ziyarette,  iddialara göre kuşkular bulunan Erkan YILDIRIM'ın; Binali YILDIRIM'ın oğlu olma ve kaynağı meçhul zenginliği dışında,  hangi  üstünlüğü, devlet katında hangi makam ve rütbesi vardır da, Erzurum ilinin valisi ve Alay Komutanı albay karşısında,  bir koltuğa kaykılarak  ve elinde tespih sallayarak oturabiliyor?


Demokratik bir ülkede bunu anlamak asla mümkün değildir. 


Aslında biz, ilin valisi ve Albay’ını karşısına alarak, nezaket kuralları dışında koltuğa kaykılarak oturan ve elindeki tesbihi sallayan Erkan YILDIRIM'dan çok, Erzurum İlinin valisini ve albay'ını kınıyoruz, kendi saygınlıklarını düşünecek kadar kendilerine saygıları yoksa da, devletin Valisi ve Albay’ı olarak, temsil ettikleri devletin saygınlığını düşünmek asli görevleridir. 


Evet; Erzurum Valisine soruyoruz buradan; 


Devlet katında, sizden üst düzeyde veya size eşit bir makama sahip olmadığı ve o protokolü hak etmediği halde,  o zat'a; padişahın sol taşağı deyimini hatırlatacak şekilde,  böbürleneceği, kendisini sizden üstün göreceği,  padişahın sol taşağı muamelesi yaptınız ve karşısında eğilip büküldünüz. ?

Güner Yiğitbaşı

20/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Erdoğan Üçüncü Kez Asla Aday O - La -Maz - Nokta
Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; anayasanın 116. maddesine göre; Cumhurbaşkanlığının bu ikinci döneminde,  Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmemesi halinde, normal koşullarda üçüncü kez aday olup cumhurbaşkanı seçilemez.  Buna,  anayasanın 101. maddesinde açıkça yer alan; ”Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. ”hükmü engeldir. 


Niçin mi?


ERDOĞAN'ın, Anayasanın 101 maddesinde yer alan; ”Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. ” emredici kuralına rağmen, Haziran 2023 de yapılacak olan seçimlerde, üçüncü kez cumhurbaşkanı adayı olabileceğini savunanlar,  gerekçe olarak, neyi ileri sürüyorlar?


Diyorlar ki; ”101. maddede yer alan;  “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. ”kuralından sonra anayasada yapılan değişiklik sonucunda, sistem değişmiş, önceden var olan parlamenter sistem yerine,  cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi getirilmiştir. ERDOĞAN; yeni sistemde bir kez aday olup seçildiğine göre, önümüzdeki seçimlerde koyacağı adaylık,  üçüncü değil,  ikinci adaylığıdır ve 101. maddeye aykırı değildir. ” 


Hayır efendim, bırakınız bilerek yalan söylemeyi, afaki ve cahilce konuşmayı. 


Devlet ve Hükümet kavramlarını; kimse,  birbirine karıştırmaya ve kafa karışıklığına sebep olmaya kalkışmasın lütfen. 


Devlet başka, Hükümet başka olup, ikisi ayrı kavramlardır. 


Devlet bir üst kavram olup; Hükümet ise,  devletin bir organıdır. Devlet kalıcı,  hükümetler ise, değişken ve  gelip geçicidir. 


Devletin; Yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç ayrı organları vardır. 


Hükümet; daha kapsayıcı ve bir üst kavram olan Devlet'in; üç ayrı organından, millet adına yürütme görev ve yetkisini kullanan sadece birisidir. 


Parlamenter ve Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemleri, Devlet ve devletin şekli olan Cumhuriyet kavramlarından bağımsız, devletin Yürütme organının oluşum şeklini ifade eden Hükümet etme şekilleridir. 


Devletin yürütme organının; şeklen,  parlamenter veya Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olması, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin; anayasanın 1.  maddesinde belirtilen;  Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir hükmünün  yerine ve önüne geçemez. 


Anayasamız, Türkiye Devletinden bahseder ve devletin şeklinin de cumhuriyet olduğunu açıkça belirtmiştir. 


Cumhuriyet dışında bir devlet şekli asla olamaz. 


İddia edildiği gibi, devlet ve devletin şekli değişmemiştir. 


Devletimiz ve şekli olan Cumhuriyet yerinde durmaktadır. 


Anayasamızın hükümleri açıktır. Anayasamızın 104.  maddesine göre, Cumhurbaşkanı Devletin başıdır.  Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir. 

Cumhurbaşkanı,  Devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder, 


Yani, Cumhurbaşkanı; Devletin başıdır ve Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder. 


Anayasanın 103 maddesinde yer alan Cumhurbaşkanının göreve başlarken yaptığı yemin metni de; ”Cumhurbaşkanı sıfatıyla,  Devletin varlığı ve bağımsızlığını, . . . . ”şeklinde, Devletin varlığı ve bağımsızlığını diye başlayarak devam eder. 


Parlamenter sistemden, adında cumhurbaşkanı sözcüğü geçen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçmekle, değişen hiçbir şey olmamış,  şekli cumhuriyet olan Türkiye Devleti yerinde kalmıştır. 


Cumhurbaşkanı;  öncelikle,  Devletin şekli olan Cumhuriyetin, yani cumhurun birliğini temsil eden bir kişidir. Anayasanın 101. maddesine göre; hükümet şekli ne olursa olsun, bir kişi ancak iki kez Cumhurbaşkanı seçilebilir. 


Kaldı ki; ERDOĞAN, Cumhurbaşkanlığının ilk döneminde de, anayasayı delerek, parlamenter sisteme fiilen  son vermiş ve ülkeyi, de facto,  bugün olduğu gibi tek başına yönetmiş bir kişi olarak, iki dönemini de Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin cumhurbaşkanı gibi tüketmiş olup, bugünkü anayasa ve sistem,  BAHÇELİ'nin dediği gibi, ERDOĞAN'a uydurulmuştur. 


Açıkladığımız nedenlerle; ERDOĞAN'ın üçüncü kez cumhurbaşkanlığına aday olması, anayasa hukuku açısından olduğu kadar, vicdanen de asla mümkün değildir. 


ERDOĞAN; iki kez seçilme hakkını, hukuken de,  fiilen de kulanmış olup, anayasaya aykırı olarak ERDOĞAN'ın üçüncü kez adaylığına göz yumacak olan Yüksek Seçim Kurulu, peşinen anayasayı ihlalden yargılanmayı göze almalıdır.

Güner Yiğitbaşı

19/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Erdoğan Erdoğan'a Karşı
Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan;  bugün (18. 01. 2023) partisinin TBMM Grup Toplantısı'nda;  Adnan Menderes'in, 14 Mayıs 1950'de "Yeter söz milletin" diyerek sandıktan zaferle çıktığını hatırlattıktan sonra,  "Milletimiz 73 yıl sonra aynı gün,  6'lı masa diye karşımıza çıkan bu darbe şakşakçılarına 'Yeter' diyecektir' diye konuşarak;  21 senedir bu ülkeyi tek başına ve tek yetkili olarak yönetmeye çabalayan 21 yıllık muktedir AKP Genel Başkanı ve partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN'a, yani bizzat kendisine karşı bayrak açmıştır, bilmeden. 


Günlük hayatta, sıkça kullandığımız, aslında ; her türlü benzetmeyi yapma serbestisini değil,  bilakis benzetme yaparken dikkatli olunması ve hata yapılmaması gerektiğini vurgulayan, ancak insanların yaptıkları ilgisiz benzetmelerinden sonra, benzetmede hata yapılabilir savunması olarak kullandıkları, ”Teşbihte hata olmaz” diye bir söz vardır. 


İşte ERDOĞAN; bugün,  meclis grubunda;  Adnan Menderes'in 14 Mayıs 1950'de "Yeter söz milletin" diyerek sandıktan zaferle çıktığını hatırlatarak,  "Milletimiz 73 yıl sonra aynı gün,  6'lı masa diye karşımıza çıkan bu darbe şakşakçılarına 'Yeter' diyecektir' diye konuşarak,  teşbihte hata olmaz sözünü hatırlattı bize. 


Evet, teşbihte hata olmaz. Konuşurken ve geçmişle bugün arasında bir benzetme yaparken, dikkatli olmak ve hata yapmamak gerekir. 


Partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN ise; bugün yaptığı konuşma ile teşbihte büyük hata yapmıştır. 


ERDOĞAN diyor ki; ”Adnan Menderes,  14 Mayıs 1950'de "Yeter söz milletin" diyerek sandıktan zaferle çıktı”


Güler misiniz, ağlar mısınız, ne alaka?


ERDOĞAN;  bizleri, zır cahil ve  enayi sanıyor olmalı. 


Üzülüyorum ve utanıyorum,  bu beyanların sahibi tarafından yönetiliyor olmaktan. 


Hak etmiyor bu millet, bu saf ve enayi yerine konulmayı. 


ERDOĞAN da çok iyi biliyor ki; 14. Mayıs. 1950 seçimlerinde, Menderes liderliğindeki eski Demokrat Partisi, muhalefet partisi olarak girdiği seçimi kazanarak, iktidardaki CHP'ye karşı zafer kazanarak,  muhalefetten iktidar koltuğuna oturmuştur. 


Menderes tarafından 14. Mayıs. 1950 seçimlerinde yenilen ve muhalefete düşen iktidardaki CHP; tartışma dışı olan ATATÜRK dönemini çıkardığımızda, 1938 den 1950'ye kadar,  sadece 12 sene iktidarda kalmış ve ülkeyi yönetmiş ve çok güzel işler başarmıştır. ERDOĞAN ve partisine baktığımızda, ülkeyi kesintisiz ve tek başına, iki trilyon dolar mali kaynakla,  21 yıl yönetmiş olup, ülkeye beton dışında üretime dönük hiçbir tesis kazandıramadığı gibi,  o beğenmediği tek partili CHP döneminde yapılan tüm sanayi tesislerini sata sata bitirmiştir. 


Bu duruma göre, ERDOĞAN; 14. Mayıs. 1950 de seçim kaybederek muhalefete düşen CHP'den 9 sene daha fazla,  neredeyse CHP'nin iki katı süre ülkeyi yönettiği halde,  ülkeyi her alanda felakete sürüklemiştir. 


Keza, 14. Mayıs. 1950 de seçim kaybederek iktidardan muhalefete düşen CHP ve onun lideri İNÖNÜ; kendi partisinin ve ikbalinin yararlarını düşünmeden, adeta bindiği dalı kesercesine,  ülkeyi çok partili demokratik düzene kendi elleriyle taşıyarak, 1950 seçimleri öncesinde muhalefetin önünü açarak, özgür ve eşit koşullarda ülkeyi seçimlere taşıyarak, demokrasiye sunduğu bu demokratik katkının sonunda, bir ideal uğruna seçim kaybederek muhalefete düşmeyi göze alabilmiştir. 


Bugün ERDOĞAN'a bakıyoruz; ülkeyi,  tek başına tam yetkiyle ve tek imzayla kayıtsız ve şartsız idare ederek, adeta  esir almış ve 21 yıllık iktidarına ve ikbaline doymamış, koltuğu bırakmamak için, hak etmediği halde,  anayasaya aykırı olarak üçüncü kez aday olmaya hazır beklemekte olup,  seçim kazanmak için muhalefetin önüne taş koymakla, engel çıkarmakla meşgul, seçimlerin eşit ve güvenli bir şekilde yapılacağına dair de hiçbir çabası bulunmamaktadır. Elinden gelse, İNÖNÜ'nün aksine, mevcut çok partili hayata son verecek ve tek parti ve tek aday olarak seçimlere girip seçilmeyi,  içine sindirebilecektir. 


ERDOĞAN; 14. Mayıs. 1950 seçimleri üzerinden kendisine hak etmediği bir  paye çıkararak,  Menderes benzetmesiyle, "Yeter söz milletin" derken, biraz sıkılmalı ve  utanmalıdır. 


ERDOĞAN; talihsiz bir şekilde, kendisini onun  yerine koyduğu rahmetli MENDERES'in;  zaferle çıktığı 14. Mayıs. 1950 seçimlerine,  iktidar değil, muhalefet partisi lideri olarak girdiğini ve iktidar partisini yenerek, muhalefette iken iktidar olduğunu bilmiyor mu? 


ERDOĞAN'a sormak ve hatırlatmak lazım, şu anda iktidarda olan, bu ülkeyi çok kötü yöneten CHP midir, yoksa kendisinin  lideri olduğu AKP midir?ERDOĞAN; seçim kazanarak, kimin iktidarına son vererek iktidar olacaktır, ERDOĞAN'ı iktidardan indirerek, yine aynı ERDOĞAN'ı iktidar koltuğuna oturtma gibi, bir abes düşüncesi mi vardır?


"Yeter söz milletin" diyerek, 14. Mayıs. 1950 anlamında bir seçim; muhalefet karşı değil, iktidara karşı kazanılır. 


Halk da;  “yeter söz milletin” sözünü, iş başındaki kötü iktidarı sandığa gömmeye,  iktidardan düşürmeye azim ve kararlıysa söyler ancak. 


ERDOĞAN; size Tanrı söyletmiş olmalı. Amacınız farklı da olsa, bu sözü kendi açınızdan yerinde kullanmamış olsanız da, sonuç itibariyle çok doğru söylemişsiniz,  muhalefetteki halkımızın çoğunluğu, size ve iktidarınıza karşı,  14. Mayıs. 2023 de "Yeter söz milletin" diyerek,  sizi iktidardan indirecektir, hiç merak etmeyiniz.

Güner Yiğitbaşı

18/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Felsefeyi dışlayan İslam ülkeleri bilimde geri kalmıştır.

Bilimin kapısı felsefe ile aralanır
“Felsefe, düşüncenin mikroskobudur. Her şey onun gözünden kaçmak ister ama onun gözünden hiçbir şey kaçmaz. Paçavradan saray giysisini, giysiden kadını yaratır. Şişe kırıklarından billur sürahiyi tekrar yaratır”. Victor Hugo
“Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir”. Socrates

Felsefe ile bilimin kapısı aralanır, felsefesiz bilim olmaz, felsefe ile sorgulanır, sorulur, neden, niçin, nasıl gibi sorular sorularak sonuca ulaşılmaya çalışılır. Ne yazık ki İslam ülkeleri, yüzyıllardan beri günümüze kadar felsefeye ilgisiz kalmıştır. Gerçekten de dünyanın en geri ülkeleri İslam ülkeleri değil midir? Biz okullardan felsefe derslerini azaltırken veya kaldırırken, bu yazıyı yazdığım gün bir gazetede “Uluslararası Felsefe Olimpiyatı Atina’da yapılıyor” diye bir haber okumuştum.
Eski antik dönemlerde başlayan felsefe, Rönesans dönemindeki ile devamlılığını sürdüren felsefi konular her zaman farklı görüş ayrılıklarına sebep olmuştur. Her dönem farklı felsefi yaklaşımlar ele alınmıştır. Felsefe hayatımıza yenilikler katar ve yaşamımıza yön verir, bilimsel buluşlarda felsefenin katkısı yadsınamaz bir gerçektir.
Felsefe eski Yunan dilinden gelmektedir. Felsefe bir yaşam tarzı olmuştur eski Yunan topluluğunda. Felsefe bilgelik arayışıdır veya düşünme sanatı olmaktadır. Eski çağlarda filozof diyerek adlandırdığımız insanlar birtakım konular hakkında düşünceler türetirler. Farklı çağlar ve aynı dönemler içinde bir konu için birden fazla düşünce ortaya çıkabilir. Düşünürler ve filozoflara göre, felsefenin esas amacı soruyu yöneltmek ve sorgulamaktır. Birçok filozof felsefenin gelişmesinde büyük adımlar atmıştır.

Bilimin kapısı felsefe ile aralanır

Rönesansla Avrupa’nın aydınlanma dönemi, felsefecilerin, sanatçıların sorgulayan, eleştiren görüşleri ile itici bir ivme kazanarak Batı’nın aydınlanmasını sağlamıştır. Endülüs (İspanya) İslam’ında İbni Rüşd gibi felsefeyi savunan bilim adamları çıkmışsa da İmam Gazali’nin İslam’da felsefeyi dışlayan yasaklayan görüşleri yüzünden tüm İslam ülkeleri tarih boyunca felsefeye ilgisiz kalmış, hele Gazali’nin felsefe ve felsefecileri “kafirlikle” nitelendirmesi, hemen hemen Tüm İslam ülkelerini etkilemiştir. Bazı dinci çevrelerce “büyük İslam Bilgini” diye vasıflandırılan Gazali’nin felsefeyi kötüleyip din kurallarını ön plana çıkarması “İçtihat Kapısı kapanmıştır” sonucunu doğurmuş, böylece yaratıcı felsefi düşünce ve bilime götüren sorgulama ile bilimsel çaba ve buluşlar da İslam dünyasında yok edilmiş, günümüze kadar devam eden İslam Orta Çağının oluşmasına ve tüm İslam ülkelerinin geri kalmasına neden olmuştur.    Felsefeye önem vermeyen toplumlar tarihte görülmüş ki, bilimde de geri kalmışlardır. O nedenle tüm İslam ülkelerinin çağımızda bile çağdaş dünyadan geri kalmalarını bir düşünelim. Felsefeyi dışlayan hatta medreselerde yasaklanma düşüncesi Osmanlılarda da süregelmişti. Osmanlı aydınları çocuklarına, yakınlarına, topluma felsefeden uzak durmalarını öğütlemişlerdi.
Dikkat edilirse, Avrupa’da, bilimin, Rönesansın yayılmasında, çok büyük etkisi ve katkısı olan matbaa 1450 yılında yani İstanbul’un alınasından önce bulunuyor, matbaa Avrupa’nın tüm beldelerine, şehirlerine dalga dalga hızla yayılırken, Osmanlı’da matbaa için, “gavur icadı Kuran basılmaz” deniliyordu. Sözde bazı Osmanlı aydınları da yazdıkları şiirler, yazılarla bilime felsefeye karşı duruyorlardı.
Şair Nabi (1642-1712) yazdığı(1) kitabında oğluna şiirleri ile öğüt verirken dizelerinde oğlu Ebulhayr Mehmet Çelebi’ye yazdığı şiirlerinde “felsefeden uzak durmayı” öğütlüyor.
Matlabu eyle ma’ani-i umur
Vadi-i felsefeden eyle ubur”
(İşlerin anlamlı Olmasını talep et. Felsefe vadisinden uzak dur)
Hikmet ü felsefeden eyle hazer
Evliya nüshasına eyle nazar”.
(Hikmet ve felsefeden sakın, Evliyanın eserlerine nazar kıl)
Nabi’nin yukarıda aldığımız kitabından şunları alıyoruz: “Felsefeden uzak dur” uyarısı, yüzyılın ilim zihniyeti ve ilme bakışıyla yakından ilgilidir. Bu yüzyılda (XVI-XVII) medreselerin ders programlarından müsbet ilimlerin bilhassa matematik ve felsefenin çıkarılması, saray üzerinde büyük tesirleri olan Kadızadelerin önemli olumsuz icraatları arasındadır. (Osmanlı’da nasıl devleti geri bırakan Kadızadeler denilen dinci gerici bir grup vardıysa, Atatürk Cumhuriyet Devrinde de Fetullah Gülen (Fetocu’lar) denilen gerici bir grup iktidarın da destekleyip kollamasıyla T.C. Devletini geri bırakmak için her türlü eylemi yapıyordu).
Osmanlıda Kadızadelerin ele aldığı ilk mesele müsbet ilim ve matematik okumasının caiz olup olmaması idi. Sonra işi azıtarak çeşitli istekler öne sürmek suretiyle hasımlarını öldürmeye kadar vardırmışlardır. Osmanlıda böylece artık felsefi ilimlerle uğraşmayı kim başına bir bela olarak alabilirdi.
Her ne kadar Kadızadeler Kıbrıs’a sürgüne gönderilmişlerse de artık ilme hız verme felsefi ilimlere yönelmeye kimsede şevk ve azim kalmamıştı. Felsefenin kaldırılmasın ilişkin bir padişah fermanı olmamakla birlikte, havanın olumsuzluğu ve okutulacak felsefe hocasının bulunmaması ile felsefe programlarından kaldırılmış, dinsel ağırlıklı eğitim verilmişti.
Osmanlı İmparatorluğunun gerilemeye başladığı XVI-XVII. Yüzyılın bazı sözde aydınları da yazdıkları şiirler yazılarla felsefeye karşı duruyorlardı. İslam’daki biat tartışmasız iman-inanç düşüncesi nedeni ile, felsefenin bilimin sorgulayıcı, şüpheci araştırıcı düşüncesi dışlanmış, bu düşüncede olanlar “kadirlikle suçlanarak sonuçta bilim ve kültürden yoksun kalınmış, böylece Osmanlı ve İslam diyarlarının günümüze kadar geri kalmasına neden olunmuştur.
Kâtip Çelebi, XVI. Asır sonlarına kadar felsefenin Osmanlı medreselerinde okutulduğunu belirtmiş daha sonra “bazı şeyhülislamların dini akitlere muhalif olduğundan bahisle felsefe tedrisatını men ettiklerini ve bunun yerine zaten medreselerde okutulan hidayet ve ekmel-i kaydırarak bununsa Osmanlı Medreselerinin fikri inkırazına sebep olduğunu” yazmakta.  (sf. 57)
Yine Osmanlı aydınlarından Sümbülzade Vehbi (1718-1809) bir uzun manzumesinde (Buraya Osmanlıca yazılan şiirin Türkçe metnini veriyoruz). “Yüce Allah’ın hikmeti-zatında-gizlidir, filozofların sözleri vehim ve hayalden ibarettir. Gerçi ilk anda akla uygun görünürse de çoğu nakliyete, hadise- aykırıdır. …Felsefeyle uğraşma, gece gündüz onu düşünme. Gökbilimi, tabi bilimleri, bunların iyi kötü özelliklerini ben de okuyup zevk almış, felsefe mesleğine yönelmiştim. Onların bütün delilleri vesikasızdır (sahtedir).; Allah’ın hikmetini kul bilemez. Onu ne “Kanun” adlı eserin sahibi İbn-i Sina ne Aristo ne de Eflatun anlar. O, aklın on mertebesi” yalanı ki Aristo bunu söylemiştir. İnsan aklının kabul edeceği bir şey değildir. Araz ve cevheri bulsan da alma, görünüşe bakıp değersiz bir şey olarak kalmaz”.
Osmanlı aydınlarından Şair Nabi (1642-1712) Aynı kitabının 56’ncı sayfasındaki Osmanlıca yazdığı mısralarında oğluna öğüt verirken şunları söylüyor: “İlim öğren, işlerin anlamlı olanını talep et, felsefe vadisinden uzak dur. Hikmet ve felsefeden sakın, Evliyanın eserlerine nazar kıl”
Görüldüğü gibi güya devrin aydını görülen Osmanlı uleması felsefeyi öteki müsbet ilimleri, dünyanın kabul ettiği felsefeci ve bilim adamlarını yadsıyor, “felsefeden uzak dur” diyor.
Sümbülzade Vehbi Osmanlıca yazdığı dizelerde oğluna din bilgilerini överken, oğlunun “geometri (hendese) ve musikiye meyl etmemesi”ni de tavsiye etmektedir.
Osmanlıda bu felsefe ve bilim dışı süreç devam ederken, o yıllardan yaklaşık 500 yıl geriye İspanya’da parlayan Endülüslü Müslümanlardan doğan İslam Dünyasının en seçkin bilim, tıp, felsefe bilim aydını İbn-i Rüşd dönemine gidelim.

Bilimin kapısı felsefe ile aralanır

İbn Rüşd (1126-1198), tam adı ile, Ebu'l-Velid Muhammed ibn Ahmed ibn Muhammed ibn Rüşd, 14 Nisan 1126 yılında Kurtuba'da doğmuştur. Endülüslü Arap felsefeci, hekim, fıkıhcı, matematikçi ve tıpçı olan İbn Rüşd'e göre tek filozof Aristotales'tir.
En çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı, bugün batıda pek çoğu unutulmuş Arapça tercümeleri ve şerhleriyle ünlüdür. 1150 yılından önce Avrupa'da Aristo'nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görmeyip incelenmiyordu.
İbn Rüşd'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latinceye tercümesi ile Batı'da Aristo'nun mirası yeniden keşfedilmiştir. İbn Rüşd'n Aristo üzerinde çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsamaktadır. Bu dönem içinde erişemediği "Politika" dışında bütün eserlerine şerhler yazılmıştır.
Orta Çağın Avrupalı skolastiklerinin kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü Dante, İbn Rüşd'ü İlahi Komedya da diğer büyük pagan filozoflarla birlikte "intifatın üne borçlu olduğu" Limbo'da göstermiştir.
İbn Rüşd'ün siyaset, din, hukuk, tıp ve felsefenin pek çok alanında 150'den fazla eser kaleme aldığı bilinmektedir. Özellikle Aristotales'in Organon külliyatı üzerine yazdığı birçok şerh bulunmaktadır.
Bu şerhlerin boyutları küçük, orta ve büyük olmak üzere üç çeşittir. Küçük ve orta şerhler, ekseriya eserin tamamının şerhi olmakla birlikte bazı kapalı ifadelerin sayfalar boyu analiz edildiği çalışmalardır.
İbn Rüşd, İsaguci adı ile Organon'un altı kitaplık külliyatına giriş mahiyetinde bir eser kaleme almıştır. Benzer bir örneği İbn Sina'nın Şifa Külliyatına yazdığı el-Medhal isimli çalışmasında görülmektedir.
Felsefe üzerine sayısız eseri bulunan İbn Rüşd, 1198 yılında Marakeş, Fas'ta vefat etmiştir.(2)
“Düşüncelerin Kanatları vardır, kimse onların insanlara ulaşmasına engel olmaz” diyor İbn-i Rüşd. İbn-i Rüşd’ün yaşadığı yıllarda şimdilerde İspanya’da olan İber Yarımadasındaki Endülüs’te devrin sultanları bilime, felsefeye ve sanata büyük değer verirlerdi.  İbn-i Rüşd’ün doğduğu Cordoba aynı bölgede olup bilim ve sanat merkezlerinden biriydi. Ailesinden ve çevredeki aydın kimselerden eğitim alan İbn-i Rüşt Aristo gibi eski bilginlerin kitaplarını çok okur onlarla ilgili yorumla yazardı. Endüslüs’te yaşayan Rüşd bir Arap filozofu olup mantık, matematik, tıp alanında ayrıca astronomi, edebiyat, fizik, siyaset, tabiat bilimlerinde kendini iyi yetiştirdi.
Endülüs’ün o zamanının sultanı Ebu Yakup Yusuf da kendini iyi yetiştirmiş felsefeye bilime meraklı, aydın bir sultandı. İbn-i Rüşd’ü sarayına davet etti. Sarayına devrin en büyük kütüphanesini kurdu, İbn-i Rüşd bu kütüphanede çalışmalarını sürdürdü, kitaplarını orada yazdı.
İbn-i Rüşt, çağının en seçkin bilgini idi, felsefeci, hekim, fıkıhçı, matematikçi ve tıpçı olup 150’den fazla kitap yazdı. Doğduğu Cortoba şehrinde zaman zaman da Endülüs (İspanya) kentlerinde kadılık yapardı. Onun tıp alanında da engin bilgisi olduğunu gören devrin sultanı onu saraya hekim olarak aldı.
İslam tarihinde pek çok bilim adamı cahiller tarafından dedikodusu yapılırdı hele İbn-İ Rüşd’ün felsefeye karşı aşırı ilgi duyması, çevresindeki tutucu bağnaz kişiler tarafından “dine karşı” diye eleştirilmeye kötülenmeye başlandı, böylece sarayın da gözden düşmesine ve sonunda sürgün edilmesine neden oldular.

Cenazesi eşekle taşınan bilim adamı İbn-i Rüşd

Bilimin kapısı felsefe ile aralanır

İbn-i Rüşd Merakeş’te vefat edince doğduğu şehir olan Kurtuba’ya gömmek isterler. Cenazesi giderken, onu bir eşeğin üzerindeki heybenin bir gözüne İbn-i Rüşd’ün cesedini koydular, dengelemek için de heybenin öbür gözüne onun özellikle felsefe kitaplarını doldurup götürdüler. Bir bilginin cesedinin eşekle götürülmesi çok hazin bir şey, felsefeye düşman olan bağnaz insanlar böylece onu aşağılamış mı oluyorlardı.(3)

Bilimin kapısı felsefe ile aralandığına ve felsefesiz bilim olamayacağına göre, ne yazık ki İslam tarihinde felsefe dışlanmış, felsefeci bilim adamlarına önem verilmemiş, felsefe ile ilgilenen bilim adamları daima dışlanmış, ne ki aşağılanmışlardır. Felsefeci İslam Bilgini İbn-i Rüşd’ün cenazesini eşekle taşınmasında olduğu gibi, Felsefeci İslam bilginleri hor görülmüş, sanki dine karşı imiş gibi algılanmışlar.
İslam’da felsefeye bilime ilgisizlik Nizamiye Medresesi Müderrisi İmam Gazali ile (1058-1111) başlamış, günümüze kadar felsefe dışlanması devam etmiştir. Şimdilerde bile felsefe liselerden mecburi ders olmaktan çıkarılmış, yer yer seçmeli ders haline getirilmiştir.
İmam Gazali’nin (1058 – 1111), tam adı Ebû Hâmid Muḥammad ibn ... ve Farsça konuşulan ülkelerde İmam Muhammed-i Gazali olarak bilinir... felsefeye karşı görüşlerini yansıtan Tehafütü’l Felasife, yani “Felsefenin Tutarsızlığı”  ya da “Filozofların Tutarsızlığı” adlı ünlü kitabını yazıp İslam beldelerine “felsefenin dine karşı bir görüş uygulama olduğunun” fikrini yaydığı için bu konuda görüşleri ve verdiği eserlerle toplumu İslam beldelerini etkilediği için, ondan sonra gelen İslam Bilginleri de böylece “İslam’da İçtihad Kapısı’nı Kapanmış” günümüze kadar bu olumsuz görüş devam edegelmiş “İslam’da “skolastik” geri düşünce yenilememiştir. Böylece İslam ülkelerin düşünme ve yaratıcılık yeteneği zayıflatılmış, bu olumsuz düşünce de İslam ülkelerinin günümüze kadar geri kalmasına neden olmuştur. Gerçekten de bu felsefe düşmanlığı ile “İçtihat Kapısının kapanmasıyla İslam ülkelerinde her şey Tanrıya bırakılmış, insanın düşünme, sorgulama, yaratma yetisi adeta yok edilmiştir. Onun için “500 yıldır İslam ülkelerinin bilime hiçbir katkıları olmamıştır”.(4)
Hemen hemen Gazali ile aynı çağlarda yaşayan Endülüs’ü Felsefe bilim adamı İbn-i Rüşd, Gazali’nin Felsefeyi dışlayan görüşlerinin yanlışlığı nedeni ile karşı durmuş, insanda imanla birlikte akılcı sorgulayıcı düşüncenin ön plana çıkmasını savunmuştur. Ne yazık ki, İbn-i Rüşd’ün felsefe ile dini, aqkıl ile vahyi uzlaştıran, insanların ufkunu açan görüşleri İslam dünyasında rağbet bulup geniş bir ekole dönüşemez.

Bilimin kapısı felsefe ile aralanır

Fakat Batı ülkeleri İbn-i Rüd’ün felsefeyi ve akılcılığı öne çıkaran kitaplarını Arapça’dan Batı dillerine çevirince onun ne kadar değerli bir bilim adamı olduğunu anlayıp onun görüşlerinden yararlandılar, böylece o Rönesans’ın doğmasına da etkili olmuştur, denilebilir. İbn-i Rüşd’ün fikirleri Rönesansla birlikte modern bilim ve düşüncenin oluşumunda önemli rolü olduğunu fark eden Avrupa Birliği onun “Avrupa’nın fikri mimarlarından biri” olarak kabul etmiştir (sf 34)
İmam Gazali’nin “İçtihat kapısı kapanmıştır” görüş ve düşüncesi,İslam dünyasının yükselişini zamanla sonlandırmış, akıl ve bilim kapısını kapatmış, felsefe kafirlik sayılmış, böylece insan aklının teslim alındığı dolaysıyla İslam ülkelerini geri bırakan, çağ dışı geri bir düşünce günümüze kadar gelmiştir. Bu dönemde akıl değil “naklin”, yani Tanrısal esinin vahyinin temel alındığı bir görüş hâkim olmuş, felsefe ve akıl ön plana çıkarılamadığı için tüm İslam ülkeleri çağın gerisinde kalmışlar, yaratıcılık yetenekleri adeta yok edilmiştir.
Sonuç olarak, felsefesiz laik devlet olamaz, laiklik ve demokrasi felsefe ile mümkündür. Öyleyse aydınlanmak ileri gitmek, çağdaşlaşmak için felsefeye, laikliğe, bilime önem verip Atatürk’ün önerdiği gibi, “yaşamda en iyi yol gösterici bilimdir” sözü doğrultusunda bilimle yoğurulalım. Yoksa dincilik yarışı ile sonumuz Talibancılıktır.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Son notlar

(1)Hayriname’ye göre XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı

(2)https://kidega.com/yazar/ibn-rusd-126076/?gclid=CjwKCAiAwomeBhBWEiwAM43YICjqi-WTiZo6wiNAFwHMw90Ko9x9F-3SLhMgIVxnq9t0lXF4MP7dhRoC4n8QAvD_BwE

(3) “Düşüncelerin kanatları vardır. Kimse onların insanlara ulaşmasına engel olamaz”. Gece Kitaplığı 2020 sf. 29)

(4) (Bu sözü Türkiye’den çıkıp Kimya Nobel ödülü alan Prof. Dr. Aziz Sancar söylemişti)

Yazacak o kadar çok şey var ama...
Ülkemiz tam bir kaos içinde debelenip duruyor. 


Çok şiddetli esecek bir fırtınadan önceki;  hareketli ama,  yine de olabilecek en sakin bir ara dönemi yaşamaktayız şu anda. 


Yazmak için klavyenin başına oturdum, yazacak o kadar çok şey var ama, inanın yazmak gelmiyor artık içimden. 


Yazacaksın da ne olacak, derdini kime anlatacaksın, tüm ülke gerçeklerine gözünü kapatıp kulaklarını tıkamış, tek düşüncesi ve çabası iktidarı bırakmamak olan siyasal iktidara akıl mı vereceksin Güner? Diye soruyorum ve yazmak için hala çaba içine girdiğimden dolayı,  kızıyorum kendime. 


Anayasayı rafa kaldırmış, ülkeyi çetelerin tahakkümüne terk etmiş, ülkenin sınırlarını ardına kadar açarak, ülkeyi uluslararası illegal çetelerin hesaplaşmasının arenası haline getirmiş, önümüzdeki seçimlerin huzur ve güvenlik içinde yapılacağına ilişkin olarak halka güven verememiş, enflasyonu patlatmış, halkın çoğunluğunu açlığa mahkum etmiş, ülkenin ana muhalefet partisi liderini paramiliter Sadat adlı illegal örgütün açık tehdit ve saldırısına muhatap kılmış, ana muhalefet partisi liderinin can güvenliğini dahi tehlikeye sokmuş, can güvenliğine yönelik endişeyi ensesinde hisseden ana muhalefet partisi liderinin meclis kürsüsünden açıkça vasiyetini halka açıklamak zorunda bırakan bir siyasal iktidar ile yüz yüzeyiz. 


Bu koşullarda ne yazsak,  ne söylesek nafile. 


Karşımızda, seçimleri kaybettiğinde dahi, iktidarı teslim edeceği konusunda ciddi şüpheler uyandıran bir siyasal iktidar mevcut olduğu için, üç beş ay sonra yapılacak olan seçimleri de,  maalesef bir umut olarak göremiyoruz. 


Üçüncü kez Cumhurbaşkanı adayı olamayacağı anayasa hükmüne göre çok açık olan saray yönetimi, taraflı Yüksek Seçim Kurulunu da arkasına alarak, ne yapıp yapacak ve üçüncü kez aday olacaktır. 


Bu nedenle,  bu konuda ısrarcı olmadan, iktidarın, vaktinden önce yapmayı karar altına alacağı seçim tarihine evet demekten başka bir çare kalmamıştır, bu iktidardan kurtulmak için, bırakınız bir ay, bir hafta, bir gün, bir saat önce yapılacak olan bir seçim dahi altın değerindedir. 


Evet, yazacak çok şey var ama, inanın hiçbir faydası yoktur yazacaklarımızın. 


Bir saat önceye dahi alınsa,  ülkenin menfaatine olacak olan seçimler son umudumuz. 


Ya, tamamen dibe vurmadan suyun yüzüne çıkacağız. Ya da,  maalesef tamamen dibe vurduktan ve çok acılar çektikten sonra, ama er veya geç,  suyun yüzüne çıkacağız. 


Kimse unutmasın,  bu Dünya kimseye kalmamıştır.

Güner Yiğitbaşı

17/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Yine mi sen?
Yine mi sahne aldın, yine mi sen? Anti laik,  gerici, yobaz ve bağnaz açıklamalarına devam ederek, toplumun vicdanını yaralamaya devam ediyorsun?


Yetmedi mi? Kendinin de Profesör olarak görev yaptığın üniversitelerimizi,  fuhuş yuvası,  fuhuş evleri olarak niteleyerek, üniversitede okuyan milyonlarca genç kızımızı fahişe olarak suçlayarak hakaret etmen yetmedi mi de, bu sefer yeniden sahneye çıkarak, müzik yapan başörtülü kadınlarımızı hedef alıyorsun?


Evet, Üniversiteleri fuhuş yuvası ve evi olarak suçlayan, ne yazık ki; kendisi de fuhuş evi olarak nitelendirdiği üniversitelerimizden birisi olan Sakarya Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görevli Profesör Ebubekir SOFUOĞLU'dan bahsediyoruz. 


Siz okurlarım bilirler. Bu adam; üniversiteler fuhuş yuvasıdır diyerek, milyonlarca genç kızımızı fahişelikle suçlayarak hakaret ettiği için, kamuoyunun vicdanını sızlatmış ve tüm kamuoyu infiale kapılmıştı, infiale kapılanlardan birisi de, üniversitede iki kız okutmuş olan bendenizdi. Bu nedenle, iki kız babası ve hukukçu kimliğimizle, bu öğretim üyesinin haksız ve suç teşkil eden bu beyanlarına kayıtsız kalamamış ve bir makale yazarak, bu sözlerinden dolayı kendisini eleştirmiştik. Eleştiri amaçlı bu makalemizde, bu profesöre; madem öyle, üniversiteler fuhuş evleri ve fuhuş yuvasıdır,  fuhuş evleri olarak yaftaladığınız üniversitelerin birinde öğretim üyesi olarak görev yaptığınıza, burada okuyan genç kızlarımız size emanet edildiklerine göre,  o zaman siz de gavat ve pezevenk olmuyor musunuz diyerek ironik bir soru sormuştuk,  amacımız ve kastımız asla hakaret değildi kendisine. 


Kastımız; bu soruyu sorarak,  kendisinin dikkatini çekmek ve bu haksız beyanının kendisi açısından doğurabileceği kabul edilemez sonucu hatırlatmaktı.  Doğrudan, hakaret kastıyla sen gavat ve pezevenksin dememiştik. 


Ama bu tipler, başkalarına çok rahat hakaret ettikleri halde, kendilerine yönelik hakaret oluşturmayan hakaret kastı içermeyen beyan ve eleştirilere dahi,  asla tahammül edemezler. Bunlar sadece kendilerini düşünürler. 


İşte, bu zat, kendisi milyonlarca genç kızımıza yönelik hakareti için,  yargı önünde hesap vermediği halde, bizim hakkımızda,  bu makalemizden dolayı, hakarete uğradığı iddiasıyla suç ihbarında bulundu ve  mahkemeye verdi bizi. Sakarya Asliye Ceza Mahkemesinde,  basit yargılama usulüne göre yargılandık. Yargıç; aslında hakaret kastı taşımayan ve hakaret içermeyen makalemizdeki sözler nedeniyle,  hakaret suçunun oluştuğunu kabul etmekle birlikte, bu eylemi, şikayetçinin ağır haksız fiili nedeniyle işlediğimizi kabul ederek, ceza kanununda yer alan cezasızlık maddesini hakkımızda uygulayarak, ceza verilmesine yer olmadığına karar verdi. Yapılan itiraz üzerine genel hükümlere göre yapılan ikinci yargılama sonunda; yargıç değişikliği ve genel hükümlere göre yapılacak ikinci yargılamada, basit yargılama usulüne göre verilen ilk hükmün bağlayıcı olmadığına ilişkin yasa hükümden yararlanılarak, hakkımda bu sefer cezasızlık hükmü uygulanmayarak, istinafa başvuru hakkımı da ortadan kaldıracak şekilde ayarlanmış bir para cezasına mahkum edildim, kesin hüküm verildi yani hakkımda. 


Şaşırmadım tabi. Şikayetçinin temsil ettiği;  anti laik, kadın düşmanı, kadını hor gören, kadını erkeklerle eşit bir birey olarak kabul etmeyen siyasal İslam’ın ve onun emrindeki bağımlı yargının iktidarda olduğu bu düzende, aksine bir karar beklemek büyük bir saflık olurdu zaten. 


Hakkımda verilen mahkumiyet kararı kesin olduğu için,  biz de, uğradığımız bu hak ihlali nedeniyle, konuyu Anayasa Mahkemesine taşıdık ve Anayasa Mahkemesinin kararını bekliyoruz. 


İşte,  bu adam ve temsil ettiği zihniyet yeniden sahne almış ve bu sefer de;  müzik yapan başörtülü kadınları hedef alarak,  “Kıyametin yaklaştığı anları yaşıyoruz” diyerek kehanette bulunmuş. 


Az kaldı, inşallah 2023 seçimlerinde; kadınlarımızı horlayan, toplumdan dışlayan,  üniversitede okumalarına ve namuslarıyla müzik yapmalarına  dahi tahammül edemeyen bu siyasal İslamcı, ATATÜRK düşmanı, anti laik ve gerici zihniyetin her alandaki iktidarına sandıkta demokratik yollarla son verilecek ve üniversitelerimiz de,  çağın dışında kalmış öğretim üyelerinden,  yasalar çerçevesinde temizlenecektir. 


Biz de, 2023 seçimlerinden sonra değişecek yeni iktidarın kuracağı, yargının bağımsız olduğu demokrasinin tüm kural ve kurumlarıyla işlediği yeni düzende, bana büyük bir haksızlık yaşatan Profesör Ebubekir SOFUOĞLU ile bağımsız yargı önünde, yasal olarak hesaplaşacağım. 


Son söz olarak, buradan;  Türk kamuoyuna, üniversiteler fuhuş evidir diyerek genç kızlarımızı fahişelikle suçlayan Ebubekir SOFUOĞLU'nun bu suçlamalarına karşı gerekli tepkiyi koyamayan, bunun takipçisi olamayan, bu şahsın hakkettiği cezayı almasını sağlayamayan,  genç kızlarımızın ve kadınlarımızın haklarını, yeteri kadar savunamayan, ama yeri gelince İstanbul Sözleşmesinden çıkılmasını eleştirmesini bilen, tüm sivil toplum kadın kuruluşlarımıza ve sair her türden tüm sivil toplum kuruluşlarımıza,  barolarımıza, bizi yalnız bıraktıkları için sitem ettiğimizi, belirtmek istiyorum.

Güner Yiğitbaşı

14/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Fotoğrafa iyi bakın
Bu fotoğraf 1941 yılında İkinci Dünya Savaşının kıtlık, yoksulluk yıllarında çekilmiş, bir ilkokulun önünde çocuklar dizilmişler çoğunun ayağı yalın, üstleri başları perişan.
Hitler Almanya’sı baştan başa Avrupa’yı işkal etmekte. Almanlar Yunanistan’a kadar gelmişler, Türkiye’ye de vursak mı vurmasak mı tereddüdü içinde kâh Cumhurbaşkanı İnönü’ye, “gel bizimle Rusya’ya karşı savaşa gir, size silah verelim” diye baskı yapmaktalar. İnanır mısınız İstanbul’da, “Alman uçakları bombalar” diye geceleri karatma yapılıyormuş.   “Milli Şef” İnönü cesurca direnir Türkiye’yi bu insanlık tarihinin en çok insan kaybının olduğu (65 milyon insan öldü) savaşa İnönü’nün dirayetli çabası ile girmedi.
Öte yandan Savaşın sonlarına doğru bilinçsiz bir vatandaş İnönü’ye cahilce şöyle sitem edermiş, “Paşam bizi savaşa sokmadınız, erkekliğimizi öldürdünüz” gibi densiz bir laf edince, Cumhurbaşkanı İnönü o kişiye şöyle ibretlik sözü der, “evet savaşa sokmadım ama ben sizi aç susuz bıraktım ama anasız babasız bırakmadım”. Evet gerçekten de başta Almanya, Rusya olmak üzere her devletten milyonlarca insan yaşamını yitirmiş, her evden bazen birkaç tane ölü çıkmış, dünyaya yıkım getirmiş.
O zamanları ülkede kıtlık var, ekmek karne ile veriliyor. Askerlik dört yıla çıkmış, devletimiz iki milyondan fazla asker besliyor. Halktan daha fazla vergi alınıyor, savaşa girersek sıkıntıya düşmeyelim diye buğday stoklanıyor. Devletimiz buğdayı koyacak silo bulamadığı için bazı tren yolu kıyısındaki az kullanılan camilere buğday stoklanıyor. Şimdi günümüzün tutucu politikacılarından bazıları bilinçsizce veya CHP ye iftira etmek için İsmet İnönü ve CHP’yi kötülemek amacıyla, “camileri kapattınız, ekmeği karne ile verdiniz” gibi en vicdansız lafı ediyorlar. Öyle ki bu iftira sözü bizzat AKP’nin Genel Başkanı R. T. Erdoğan tarafından yıllarca defalarca insafsızca söyleniyor CHP için. CHP ye atılan bu iftira öylesine cahil halkın bilincine yerleşmiş ki, CHP günümüze kadar doğru düzgün iktidar olamamıştır. Oysa sınırlarımıza dayanan insanlık tarihinin en kanlı dünya savaşı olmakta, hangi devlet adamı olursa olsun böylesine tedbir almak zorundadır. Ülkemiz Osmanlının yıkılış enkazından zorlukla doğmuş, hemen hemen her evden birer çifter şehitler olmuş ve Anadolu yoksulluk içinde. Bu koşullarda İkinci Dünya Savaşı’na girmek daha büyük yıkımlara neden olabilirdi. İşte bunun bilincinde olan Cumhurbaşkanı “Milli Şef” İsmet Paşa, ki Birinci Dünya Savaşı’nda nice cephelerde yokluklar yoksulluklar içinde savaşmış, savaşın ne olduğunu bilen kişi, Enver Paşa(1) şımarıklığına kapılmıyor, ulusumuzu bu savaşa sokmuyordu.
O yıllarda halkımız yoksul, halkın çoğunluğu okuma yazma bilmiyor, ayrıca öylesine kıtlık varmış ki, insanlar ot yemek, hayvan leşi yemek zorunda kalmışlar. 1950 li yıllarda küçüklüğümde yaşlı kadınlardan dinlemiştim, aklımda kaldığı kadarı ile kadın şöyle anlatıyordu: “kocalarımız çocuklarımız askere alındı, ekin ekilemedi, gıtlık vardı, gırandan ölmüş bazı hayvan leşlerini çocuklara göstermeden gizlice kesip çocuklara yidirdim, çocuklarım aç kalmasın diye”. 1940 lı yıllarda hayal meyal anımsıyorum, köy halkı askerden gelen mektupları okutacak kimse bulamazlardı, biri ata binip komşu köylerden mektup okutmak için köy köy okuma yazma bilen insan ararlardı, bunları küçüklüğümde çok duymuşumdur. Atatürk’ün hamlesi, çabası ile Harf Devrimi okuma yazma seferberliği, millet mektepleri, köy enstitüleri girişimi ile kültür devrimi yapılarak bir iç cephe savaşı veriliyordu.

Bu kültür devrimi yaşanırken, bir yandan da o kıtlıklar içinde İkinci Dünya Savaşı yıllarında köylüler, kağnılarına yükledikleri buğdaylarını askerimiz için kullanılmak üzere en yakın tren istasyonlarına (bizim yörede Yağşıhan’a) götürüyorlardı.  
Fotoğraftaki çocukların kıyafetine bakarsanız ayakları yalın, üstleri başları lime lime. Köylerde doğru düzgün ne okul var ne öğretmen. O yıllar köy enstitülerinin de açılmaya başladığı yıllar.  
Türkiye’nin bu savaşa girmediği ama yoğun tedbirler aldığı o yıllarda, tarlada çalışan üreten en genç nüfus askere alındığı için tarlalar doğru düzgün ekilip biçilemediğinden üretim düşmüştü. Yine de stoklanmış buğday depolarından, Hitler Almanya’sının işgaline uğrayan Yunanistan’a bile Türkiye zorda olan Yunan halkına buğday yardımında bulunmuştur.
Sonuç olarak gerek Birinci Dünya Savaşı gerekse İkinci Dünya Savaşı yıllarında halkımız dayanılmaz çileler çekmiş, acılar yaşamıştır. Günümüzdeki enflasyon ve ekonomik sıkıntılara gelinceye kadar Osmanlıdan beri tarihsel sürecimize bakarsak, yöneticilerimiz, ülkeyi iyi yönetemediklerinden halkımıza çile çektirmişlerdir. Yönetim hatalarından kaynaklı sıkıntılara değinmişken Cumhuriyet tarihinde görülmemiş pahalılık ve enflasyona bir göz atarak yazımızı noktalayalım. Şunu iyice bilelim ki, tek adam yönetimi çok yanlıştır, çünkü tek adam bir kişi, hepimiz teker teker her şeyi iyi bilemeyiz, buna ne gücümüz ne kudretimiz de yetmez. Öyleyse gelecek sandıkta şimdiki tek adam yönetiminden kurtulmalı gerçek bir demokrasiye ulaşmalıyız. Batılı ülkeler şimdiki zenginlik ve refaha zenginliğe gerçek bir demokrasi ile ulaşmıştır.
Bu bağlamda son cümle; 20 yıllık AKP-RTE iktidarı, yüz yıllık Cumhuriyetin nice yatırım ve eserlerini özelleştirme adı altında satıp paralarını lüks saraylara, millet bahçelerine saçıp savurmasa da tarıma ve sanayiye yatırsa idi, inanın bu enflasyon ve Cumhuriyet tarihinin en büyük pahalılık günlerini yaşamazdık, üretim artar, halkımız işsiz kalmazdı. Gelecek yıllarda gerçek demokrasiye kavuşmak dileğimle.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

(1)Enver Paşa, Almanya’nın teşviki ve verdiği altınlarla Osmanlıyı yokluk yıkılış yıllarında Birinci Dünya Savaşı’na sokmuştu.

Altılı masa siz seçmene değil seçmen size güvenecek Seçmene güven vermeden seçmenden güven ve oy bekleyemezsiniz
Altılı masa bileşeni partilerin liderleri ve kurmayları, yeri geldiğinde,  sürekli, ”Türkiye Cumhuriyetinin 13. Cumhurbaşkanı, altılı masanın belirleyeceği ortak aday olacaktır” lafını geveleyip durmaktadırlar. 


Altılı masa; acaba, seçmenden beklediği bu güven ve garantiyi,  hak ediyor mu?


Altılı masa bileşeni partilerin, seçmene güvenebilmeleri için, öncelikle; kendilerinin  samimiyetleri konusunda seçmene güven vermeleri zorunludur. 


Altılı Masa olarak; öncelikle siz, eylem ve söylemlerinizle,  partilerinizin  değil, ülkenin geleceği için bir araya geldiğiniz konusunda seçmenlere güven veriniz ki; seçmen de sizlere güvensin ve oyunu versin, almadan veren'in  bir Allah olduğunu,  asla unutmayınız. 


Altılı masaya bakıyoruz, şurada seçimlere çok az bir zaman kaldığı halde, hala uzun aralıklarla,  bir türlü bitmez ve tükenmez nafile toplantılarına devam ediyorlar. 


Bizim anlayamadığımız bir konu da şu; o hafta hangi lider toplantıya ev sahipliği yapacaksa, altılı masa bileşeni partilerin liderlerini kapı kapı dolaşarak ziyaret ediyor ve ikili görüşme yapıyor. 


Niçin kardeşim, bu saçmalığın zaman kaybının mantığı ve  haklı gerekçesi nedir?


Toplantılarınız çok uzadı ve çok aralıklı, seçimlerin ayak seslerini hala duyamıyorsunuz. 


Biriniz çıkıyor ve  hala ortak aday konusunda akılları bulandıran açıklamalar yapıyor, diğeriniz çıkıp,  cumhurbaşkanı dışındaki diğer beş liderin de imza yetkisi olacak diyerek,  çatlak ses çıkarıyor ve seçmenlerde,  demek ki; bunlar birbirlerinin sözlerine ve samimiyetlerine güvenemiyorlar, bir icraat yapacaklarında altılı imza peşindeler diye düşünecekler ve bu altılı masayı iktidar yaparsak, aralarında imza sorunu çıkacak birbirlerine veto uygulayarak vaat ettikleri icraatları yerine getiremeyecekler diye bir güvensizlik oluşacak ve bu güvensizlik de sandığa olumsuz yansıyacaktır. 


ERDOĞAN; bu zaafınızı çok iyi kullanmakta usta bir siyasetçidir. Bak gördünüz mü,  bu altılı bir koalisyon olup, iktidar olduklarında, altı imza gerekeceği için aralarında uzlaşıp icraat yapamayacaklar diyerek,  altılı masa aleyhinde propaganda yapacaktır. 


KILIÇDAROĞLU'nun; söylemleriyle ve vücut diliyle, altılı masanın ortak aday olduğunu çok net bir şekilde ortaya koymasına rağmen, bize göre; altılı masa bileşenlerinin,  hala ortak adayı isimlendirememeleri ve kamuoyuna açıklayamamaları, altılı masanın içinde,  aday konusunda bir belirsizlik ve güvensizlik olduğunu ortaya koymakta ve bu belirsizlik ve güvensizlik görüntüsü, seçmenlerin;  altılı masaya yönelik samimiyet algısını ve güvenini yıpratmaktadır. 


Artık AKŞENER de;  İMAMOĞLU ile yaşadığı siyasi flörte son vermelidir. İYİ Parti'nin;  İstanbul İl Kongresine,  İBB Başkanı ve İstanbul’un ortak adayı sıfatıyla İMAMOĞLU'nu davet etmesi,  doğal ise de; CHP'li bir İMAMOĞLU'nun, başka bir partinin bir siyasi toplantısı olan İl Kongresinde konuşma yapması da,  asla kabul edilemez. 


Konuşturanı da, konuşanı da,  CHP adına, onun bir seçmeni olarak kınıyoruz.

Güner Yiğitbaşı

10/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Seçimde T.C.Nin Olmazsa Olmaz  Üç Temel Ana Taşıyıcı Kolonları
Altılı masa ve tüm muhalefete sesleniyoruz. 


Bırakınız, kaprislerinizi, hassasiyetlerinizi, egolarınızı, fikir ayrılıklarınızı, onu bunu bölücü ve PKK'lı parti olarak suçlamayı, ülke elden gitmiş, bu seçimlerde alınacak başarılı bir sonuçla, ülkenin ve devletimizin  çöküşü önlenmeyecek, ekonomisiyle,  yargısıyla, devletin yönetimi anlayışı ve tarzıyla çöken devletin enkazından yeni bir T. C. yaratılacak. Aksi halde, çöken T. C. nin enkazını toplayacaklar ve hurda fiyatına gidecek ülkemiz ellerimizden. 


Mevcut oy dağılımına göre, ülkenin çöken enkazından yeni bir T. C. yaratabilmenin son imkanı olan önümüzdeki seçimlerden muzaffer çıkabilmek için, üç parti,  T. C. Devletinin üç temel taşıyıcı ana kolonu olarak gözükmektedir. 


Bunlar; 


CHP


HDP


İYİ PARTİ lerdir. 


Ülkenin gerçeği budur, bu gerçeği herkes, tüm muhalefet kesimi ve muhalefet partileri kabul etmek ve buna göre vaziyet almak zorundadırlar. 


SAADET, GELECEK, DEVA,  DEMOKRAT PARTİ ve diğer muhalefet partileri de, taşıyıcı üç ana ve temel kolonu birleştirecek ve bu kolonların aralarını örerek kapatacak olan  tuğlalardır ve onlar da çok önemlidirler. 


HDP dahil,  hiçbir ana kolon, tek başına  kilit parti değildir. Üçü de kilit parti olup birbirlerine muhtaçtırlar, biri olmadı mı,  T. C. Devletini,  ana kolonları üzerinde dimdik ayakta tutmak asla mümkün değildir. 


HDP'nin dışlanması çok büyük tehlikedir. HDP; beni de altılı masaya dahil edin dememektedir. Ancak, bize de saygılı olun ve bizimle de diyaloga girin demektedirler ve haklıdırlar bu istemlerinde. 


Taşıyıcı ana kolon durumundaki CHP, HDP ve İYİ PARTİ'den birinin dahi bu birlikteliğin dışında tutulması halinde,  binanın çökeceğini kimse aklından çıkarmamalıdır. 


HDP haklı olarak, dışlandığı ve kendisiyle diyaloga girilmediği için bu aşamada kendi adayını çıkaracağını ilan etmiştir. Aslında, en az diğer partiler kadar ülkesini seven HDP'liler de,  son aşamaya kadar bir diyalog çağrısı alırlarsa, binanın ana kolonu olmaya razıdırlar. 


Bu birliktelik sağlanmaz ve taşıyıcı ana kolonlardan birisinin olmaması nedeniyle,  T. C. Devletinin tamamen çökmesi halinde, bunun sorumlusu;  bölücü ve PKK lı  olmakla suçlanan HDP olmayacak, CHP ve İYİ PARTİ, bırakınız ülkeyi bölücü PKK'lı  damgasını yemeği, ülkeyi yıkan ve yok eden partiler olarak lanetlenecektir.

Güner Yiğitbaşı

08/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Aşk Ve Gurur
Beni sürekli izleyen sadık okurlarım bilirler, hukukçu ve aydın kimliğimizle,  daha çok ülkenin sorunlarını ilgilendiren, iş başındaki iktidarın aksayan yönlerini dile getiren eleştirel makale ağırlıklı yazılar yazarız çoğu kez. Arada bir de amatörce şiirler yazıp siz değerli okurlarla paylaşıyoruz. 


Bugün değişik bir konuya değineceğiz, hayat tecrübelerimize ve gözlerimize dayalı olarak. 


Yazının başlığından da anlamış olacağınız gibi, aşk ile gurur arasındaki yakın bağı değerlendirmeye çalışacağız bu yazımızda. 


Çoğu kişinin;  aşk ve gurur bir arada olamaz, gururun olduğu yerde aşk biter tezinin aksine,  aşk ve gurur bir arada olabileceği gibi, hatta gurur aşkı besler ve güçlendirir bize göre. 


Peki, aşk nedir? Önce aşkın tanımı ile başlayalım. 


Aşk; tanımı birçok kişiye göre değişen bir kavram olmakla birlikte,  en klasik tanımıyla; karşı cinse duyulan, kişinin aklında,  yüreğinde ve hayatında sadece sevdiği kişinin sevgisini taşıdığı, üçüncü kişiye asla yer vermeyen, sadakat ve güven gibi sonuçlar doğuran, insanların iştahını kesen, uykularını kaçıran, insanı rutin işlerini yapmakta dahi zorlayan, kalbinin atışını hızlandıran ve insanı heyecanlandıran,  sevginin en üst üst noktası,  aşırı ilgi ve bağlılık, tutku derecesinde sevgi olarak nitelendirilir aşk.  


Gurur nedir?


Gurur; bir negatif anlamı,  bir de pozitif anlamı olan çok yönlü bir kavramdır. 


Gurur'un negatif anlamı,  en basit tanımıyla; kibir ve kendini beğenme anlamına gelmektedir. Negatif anlamda aşırı gurur,  kişinin kolay bir şekilde alınmasına neden olur. 


Gururun pozitif anlamına gelince, pozitif anlamdaki gurur;  kişinin kendisinin ve sevdiği karşısındaki kişinin, geçmişi, halihazır durumu, üstün vasıfları, ahlakı ve başarıları ile övünmesi ve haz alması hali ve duygusudur. 


Gurur'un yukarıda tanımlarını yaptığımız negatif gurur ile aşk,  asla bağdaşamaz. Hele, her iki taraf da negatif anlamda gurur sahibiyse, kibirli ve kendilerini beğenmiş kişilikleri varsa, burunlarından kıl aldırmıyorlarsa, koşulsuz benim dediğim olacak diyorlarsa, aşkın hüsranla son bulması kaçınılmaz olacaktır. 


Pozitif anlamdaki gurur ile aşk birbirine çok yakışır. Pozitif gurur, aşkı besler ve daha da güçlendirir. Birbirlerini karşılıklı olarak seven  her iki cinsin de pozitif anlamda gurur sahibi olmaları halinde, seven kişiler birbirlerinden büyük haz duyarlar, yaşadıkları aştan mutlu olurlar,  birbirlerine karşı daha saygılı olurlar, bu saygı da aralarındaki sevgi ve aşkı daha da büyütür. 


Pozitif gurur sahibi İnsanlar, karşısındakinin de gurunu düşünürler. Ben ne yaparsam yapayım, ne söylersem söyleyeyim, karşımdaki kişi şayet beni seviyorsa,  beni olduğum gibi kabul etmelidir,  inadına ve yanlışına düşmezler. 


Zamanla, pozitif  gururun negatif gurura dönüşmesi tehlikesine karşı sevenlerin çok dikkatli olması gerekir. Çünkü,  böyle bir risk vardır maalesef. 


Sevgi ve aşkı besleyen pozitif gururun, negatif gurura dönüşmesi, taraflardan birinin veya her ikisinin, kibirli ve kendini beğenmiş bir duyguya kapılarak, kendisini her istediğini rahatça yapabilecek, söyleyebilecek ve karşısındakine kabul ettirebilecek güçte görmeye başlaması halinde, tehlike çanları çalmış demektir. 


Tüm sevenlere;  karşılıklı olarak pozitif gururla birbirlerini sevmelerini, sevdiği kişiyle gurur duymalarını, onun tüm iyi yanlarıyla övünmelerini,  karşılıklı olarak gururlarına saygılı olmalarını diliyoruz. 


Sevgi ve aşkınız hiç bitmesin.

Güner Yiğitbaşı

07/01/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget