Eylül 2012
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Asıl Örgüt Kim? - Mine Kırıkkanat
“Çok değil, birkaç gün önce dışarıyı içeriden izliyorduk. Şimdi dışarıdayız. İki yıl mahpusluk bize çok şey öğretti. Tecavüze uğramış bir kadının cinselliği öğrendiği gibi, uçurumdan itilenin yerçekimini öğrendiği gibi hukuku öğrendik. Olanlar bize olması gerekenleri gösterdi.
Gelin size nasıl Silivri’ye gittiğimizin hikâyesini anlatalım…
Tarih 20 Ağustos 2010…
Muhafazakâr görüşleri ile bilinen emniyet müdürü Hanefi Avcı, poliste cemaat yapılanmasını anlattığı, Haliç’te Yaşayan Simonlar, kitabını çıkardı.
Aradan bir ay geçti. Avcı, 28 Eylül’de Marksist-Leninist Devrimci Karargâh Örgütü’ne yardım ve yataklıkla tutuklandı. 2 gün sonra basın önünde kitabını anlatacaktı. Olmadı.
Yetti mi? Yetmedi… Hanefi Avcı içerdeydi ama kitabı hâlâ dışarıdaydı. Sıra kitaba geldi.
29 Eylül’de polis televizyondaki tartışma programlarını izlemeye, gazeteleri okumaya başladı. Dikkatle dinledikleri ‘özel yetkili gazeteciler’, aynı şeyi söylüyordu: ‘Bu kitabı Hanefi Avcı değil, Ergenekon yazmış olmalı.’
***
İstanbul Emniyeti bu basın dökümleri eşliğinde, 20 Ekim’de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na bir yazı yazdı: ‘Hanefi Avcı’nın bahse konu kitabının iddia olunan Ergenekon Silahlı Örgütü tarafından bir dezenformasyon faaliyeti kapsamında yazdırılmış olabileceğine dair yayınların da yapıldığı tespit edilmiş olup…’Polis medyada konuşulanlarla bir soruşturma izni istiyordu.Olmaz demeyin. Olur.Savcı, aynı gün soruşturma izni verdi:  ‘Şüphelinin yazmış olduğu Haliç’te Yaşayan Simonlar isimli kitabının bu kapsamda incelenmesi, varsa iddia olunan Ergenekon Silahlı Terör Örgütü ile arasındaki örgütsel irtibatı ortaya koyacak tüm delillerin toplanması…’Farkındaysanız, metinde bir anlatım bozukluğu var ki, Freud’un bilinçaltı tezlerini doğruluyor. Savcı, yazarı Avcı’nın değil, yazdığı kitabın örgütsel bağlantısı olduğunu söylüyor. ‘Kitap tutuklanacak’ demiştik. İşte film karesine bu sırada Soner Yalçın giriyor.
Kasım ayında bir cemaat gazetesinde Soner Yalçın’ın Halk TV’yi satın alma girişiminde olduğu haberleştirildi. Haber kaynağını bilmiyoruz, ama biz belgelerde ilginç bir rastlantıyla karşılaştık. Neredeyse iki yıldır telefonları çeşitli gerekçelerle dinlenen Yalçın’ın iddianameye giren 286 konuşmasından 285’i bu tarihten itibaren anbean raporlanmaya başlıyor.
***
2011 yılının ocak ayında senaryoya Yalçın Küçük giriyor. Küçük, Silivri davalarının sanıklarını milletvekili adayı yapma projesi için siyasi partilerle görüşmelere başlıyor. Telekulak Yalçın Küçük’ü de anlık takibe alıyor. Sonradan öğrendik ki; aynı günlerde Ahmet Şık polis içindeki cemaat yapılanmasını anlattığı kitabını hazırlıyor. Nedim Şener ise Hrant Dink cinayetinde aynı polislerin ihmalini yazdığı kitapları nedeniyle 30 yıl ile yargılanıyor. 20 Ocak 2011 günü biz, iki Barış’ın telefonları dinlemeye alınıyor. Soner Yalçın’ın televizyon projesinin aynı günlerde ete kemiğe büründüğünü hatırlatalım. 3 Şubat’ta Odatv bilgisayarlarına özel hedefli sosyal mühendislik saldırısı, yani virüs gönderme başlıyor, başarısız oluyor. 4 Şubat günü biz Barış’lar hakkında mahkeme tarafından e-posta izleme kararı alınıyor. 5 Şubat’ta yeni takip altına alınan maillere virüs saldırısı gerçekleşiyor. Bu kez başarılı oluyor ve bilgisayarlar ele geçiriliyor. Ve içlerine iddianamede yer alacak ‘delil dosyaları’ yükleniyor. Peki bilgisayarları resmen izleyen polislerin bu sırada virüs saldırısına tanık olmuş olması gerekmez mi? Görmediler diyelim…
***
14 Şubat günü Odatv’ye operasyon yapılıyor. Birbirini ilk defa duruşma salonunda gören sanıkların organize bir şekilde kitap yazdığını, haber yazdığını iddia eden o sözde belgeler, binlerce haber kasetinin ve CD’nin, onlarca bilgisayarın içinden hemen bulunuyor. Soner Yalçın televizyon anlaşmasını imzalamasına 3 saat kala içeri alınıyor. Yalçın Küçük’ün milletvekilliği projesi, Hanefi Avcı ve Ahmet Şık’ın kitapları, Odatv’nin gazeteciliği, Nedim Şener’in araştırmaları örgüt imalatı sayılıyor. Kırılacak yumurtalar aynı sepete atılıyor. Can alıcı soruyu soralım… Polis, Odatv baskınını neye dayanarak yaptı? Ya geldiğinde bütün davaya dayanak olan bilgisayarlar tamirde olsaydı? O zaman ne olacaktı? Pardon mu diyecekti? ‘Dijital belgeleri’ bulacağına nasıl böyle emin oldu? Örgüt olmakla yargılandığı sanıklarla duruşmada tanışan bizlerin sanık olma hikâyesi böyle. Sizce biz mi örgütüz? Yoksa…”
BARIŞ PEHLİVAN ve BARIŞ TERKOĞLU*

*Sızıntı/Wikileaks’te Ünlü Türkler (Kırmızı Kedi, 2012) kitabının yazarları.
‘G’ NOKTASI
Yine uyanmıyasıya uyumuyor musun böyle
Benim nefesim kesilir
Ağrı’lara mı Erciyes’lere mi çıksam
Yoksa artık ALAY EDEN seninle
Şu aydan mı şu yıldızdan mı şu güneşten mi
Söyle nereden şu mezarlıklardan mı
Nereden çıksam da bağırsam
“Artık yetişir yetişir
Atatürk gelmez ikide bir
Gelmez kırk yılda bir MİLLETİ KENDİNE İŞ EDİNEN ŞAİR
Sen akarsularına kadar durgun
Şarkılarına kadar mahzun memleketim.”
 
SELÂHATTİN ALDEMİR
Gerçek, zorbaların kendi görüşlerine taktıkları isimdir.
ALPHONSE KARR

Yazımın başlığını şiddetle destekliyorum; “Vallahi billahi darbe olabilir”. İzin verin, bu önemli iddiamı kanıtlayacağım. Şimdi efendim, Balyoz davası kararları çıktığından beri, “yetmez ama evetçiler”, “Başbakan ve Cumhurbaşkanı uçağına binmek için her türlü yalakalığı yapanlar”, KCK operasyonlarından yüzlerce seçilmiş hapsi boylarken, pankart açan öğrenciler yedi yıl yerken, eğitim sistemimiz kimselere sorulmadan altüst edilirken, PKK’li ve asker yüzlerce genç ölürken, yaşadığımız rejimin demokrasi bile değil ileri demokrasi olduğunu söyleyenlere bir hal oldu. Birdenbire verilen kararların hukuk dışı olduğundan, aşırı ceza verildiğinden söz etmeye başladılar. İşte ben bundan korkarım.
Çünkü bunlar her devrin adamı olduklarından, araziye uymakta sonsuz bir yeteneğe sahip olduklarından, bunların burnu iyi koku alır. Demek ki ufukta bir darbe gözükmeye başladı. Siz bana inanın.
Şimdi bunlar ansızın dönemezler, usuldan dönmeye başlarlar, bunda çok mahirdirler. Şimdiden tedbirlerini almaya başladılar. Hatta bazıları korkularını apaçık söylüyorlar. Ve ekliyorlar; yeni bir darbe çok daha yıkıcı ve kanlı olacaktır.
Öyleyse usuldan mevzi almak gerekir. Bilirler ki, hiçbir darbe Amerikan hükümetinin bilgisi dışında yapılamaz! Bunu bildikleri halde, döküldüğü apaçık görülen ordunun sadece kendi iradesiyle darbe yaptığı yalanını söylemek işlerine gelir. Oysa bilirler, ordu sadece bir araçtır.
İşte işin püf noktası burada. Durum biraz karışık, Irak’ta ne yaptığı pek anlaşılmayan ama bir milyon sivilin ölmesine neden olan, Afganistan’dan bir türlü çıkamayan Amerikan hükümetinin, daha doğrusu çokuluslu silah, ilaç ve gıda devlerinin ne yapacakları pek kestirilmiyor. Bu Arap Baharı da kafaları iyice karıştırdı.
Kendi askerlerinin ölmesini istemeyen -çünkü bu konuda epey bir muhalefet var- Amerika’nın bizim orduya bakışında şiddetli bir değişim olabilir. Epey bir zamandır Türk ordusunun itibarının ve gücünün kendi ülkesinde apaçık sorgulanmasına göz yuman Amerika, birdenbire orducu kesilebilir. Çünkü Arap Baharı umulan neticeyi vermekten oldukça uzak görünüyor. Bu durumda bölgede kuvvetli bir orduya gereksinim var. Bu da Mehmetleri pek bol olan Türk ordusundan başkası olamaz!
Öyleyse edilen sözlerin, yapılan hakaretlerin usul usul geriye çekilmesi ve yeniden orduya duyulan güvenin geliştirilmesi gerekiyor. İşleri durum değişikliğini sezmek ve kendini bu yeni duruma hemen uydurmak olanlar, usuldan ağız değiştirmeye başladılar.
Öte yandan, AKP hükümetinin başı acayip belada. Çünkü “yaz” bitti, “kış” geliyor. Üretmeden, gelir eşitliğini düzenleyici reformlar yapılmadan, başkalarının parasıyla yaşadığımız tatlı yaz bitti. Doğru dürüst vergi toplayamayan hükümet, hemen en kolay yola başvurup bütçe açığını bizlerin sırtına yıktı. Zamların ucu bucağı belli olmuyor.
Türkiye halkı son derece pratik bir halktır. Cebindeki paraya bakar. Cebindeki para azaldı mı canı fena yanar. AKP’nin gereğinden fazla bel bağladığı din faktörü de gücünü yitirir. Durum bu.
Şimdi gelelim, ekonomik durum kötü, ordunun yeniden güç kazanması gerek, ölümler artık alışılmış bir şey olmaya başladı, bu durum nasıl düzelecek?
Ansızın bir sabah tanklar yollara dizilebilir ve bir kriz hükümetine geçebiliriz.
Benden söylemesi.
Umarım sabah sabah canınızı sıkmadım. Eh Neşet Ertaş da öldü. Onunla birlikte muhteşem bir gelenek de öldü. Çünkü gidenin yerine ne yazık ki yenisi gelmiyor. Mehmet Ali Aybar’ın, Aziz Nesin’in, Uğur Mumcu’nun ve daha pek çok kıymetli insanın ölümüne en çok bunun için yanarım. Yerine yenisi gelmiyor. Neşet Ertaş’a, herkese örnek olması gereken duruşu ve güzelim türküleri için binlerce teşekkür.
Ve her zaman, hiçbir şeyden korkmadan, eğilip bükülmeden düşüncelerini söyleyen, her daim muhalif Bülent Ersoy’a da teşekkürler. 12 Eylül darbesi ve yaşadığımız günler üstüne söylediği muhalif sözleri Habertürk programında tartışılınca programa telefonla bağlandı ve kendisini bıyık altından gülümseyerek izleyen ve çok önemli olduklarına pek bir inanan gazetecileri bence mosmor etti. Türkçesi, “Benim hiçbir yerden çıkarım yok, ya sizin” dedi. Helal olsun!

Bugün AKP’nin 4. Büyük Kongresi toplanıyor. Parti yöneticileri, delegeler, yerli ve yabancı üst düzey konuklar, diplomatlar, ulusal ve uluslararası medya ve 30.000 kadar partili izleyecek bu kongreyi.
Bilindiği gibi Başbakan, 2002-2012 yılları arasındaki dönemi üç evreye ayırmış, bunları “çıraklık”, “kalfalık” ve “ustalık” aşamaları olarak adlandırmıştı. Herhalde bu kongreyle başlayacak yeni dönemin adı da “büyük ustalık” olacak.
Ne yalan söyleyeyim, AKP ile ustalık sözcüğü yan yana geldi mi üzerime bir tedirginlik çöküyor, endişeleniyorum. AKP’nin sütünden ağzımız az yanmadı çünkü.
Anımsıyor musunuz? AKP’nin çıraklığa başladığı 2002 yılında 1 kg etin fiyatı 5.50 TL, 1 lt benzin 1.66 TL, devletin borcu 242 milyar dolar, kredi borçlusu kişi sayısı ise 1.6 milyondu. 2012 yılında ise 1 kg et 26.00 TL, 1 lt benzin 4.61 TL, devletin borcu 518 milyar dolar, kredi borçlusu kişi sayısı da 13.9 milyon oldu. Emlak fiyatları, ilköğretimden üniversiteye özel okul ücretleri, ulaşım, elektrik, doğalgaz, tütün ürünleri, alkollü içecekler gibi daha birçok kalemle bu liste uzatılabilir.
Öbür yanda derinleşen Kürt sorunu, terör, Ortadoğu açmazı, AB ilişkileri, komşularımızın neredeyse tümüyle kavgalı olma durumu, sınav rezaletleri, yargı adaletsizlikleri… Tüm bunlar AKP’nin “ustalık dönemi” hanesine eksi (-) olarak düşülecek notlardır.
***
Ne var ki Başbakan’ın lügatında “özeleştiri” diye bir sözcük yoktur. Bugün kürsüye çıkacak, iki saat boyunca hükümetinin “üstün başarılarından” söz edecek, partisini övecek, öbür partileri aşağılayacaktır. Doğal ki bunlarla yetinmeyip Beşar Esad’a sopa gösterecek, Rusya ve İran’a laf dokunduracak, ABD’den “dostumuz, müttefikimiz” diye söz ederken başta Almanya olmak üzere birçok Batı Avrupa ülkesine ve İsrail’e çatacaktır. Belki biraz da başkanlık sisteminin nimetlerine vurgu…
Yandaş basın, yeni şeyler söylemeyecek olsa da Başbakan’ın yapacağı konuşmayı büyük bir ilgiyle bekliyor. Bizim ise böyle bir beklentimiz yoktur.
Başbakan’ın çok konuşkan olduğunu biliyoruz. Cenaze törenlerinden çeşitli kuruluşların genel kurullarına, uçak yolculuklarından temel atma şenliklerine, yurtiçi gezilerden yurtdışı ziyaretlerine kadar her yerde, her olanakta konuşuyor. Konuşacak yeni bir şey kalmadı mı eski anlattıklarını boyayıp cilalayarak yeniden anlatıyor.
***
“Bir yandan mücadele ederken öbür yandan da müzakere etmek” Kürt ve terör sorununun çözümü için öngörülen stratejinin yeni başlığıdır. Başbakan kongrede yapacağı konuşmada bu başlığın altını doldurmaya çalışacaktır. Hem kendisi hem de Adalet Bakanı bunun işaretini önceden vermişlerdir. Başlayacak yeni Oslo (başka bir yer de olabilir) görüşmelerinin çıkışı kongrede verilecektir. BDP devre dışı bırakıldığına göre müzakereler Kandil ve/veya İmralı ile yürütülecektir.
Kürt sorunu önümüzdeki dönemde iktidar partisi, dolayısıyla Başbakan için bir paratoner işlevi görecektir. AKP’nin bu paratonere gereksinimi vardır. Ekonomik göstergeler yakın bir gelecekte ülkemizi üstesinden gelinmesi kolay olmayan sıkıntıların beklediğini gösteriyor. Bu tartışmalarla kamuoyunun dikkatinin giderek büyümekte olan ekonomik sorunlardan uzaklaşacağı düşünülüyor. Mustafa Sönmez arkadaşımızın, “Tarzan zor durumda…” diye bitirdiği cuma günkü yazısı bu sorunlara ışık tutuyor; okunmasını öneririm.
***
Ha, bir de AKP’de “yapısal değişiklik” konusu var öne çıkarılan. Değişiklik bizim anladığımız anlamda bir değişiklik değil, üç dönemlik görev süreleri dolan parti yöneticileri ile bakanlar gidecek, yerlerine aynı kafa yapısına sahip başkaları gelecek. O biçim bir “değişiklik” yani!
Hedef 2014 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı halkoylamasında “büyük ustanın” Çankaya düşünü gerçek kılmak, köşkü saraylaştırmak.
Her şey bunun için!

Bugün Ankara’daki AKP Kongresi’nin önemini vurgulamak gereksiz. Başbakan 3-4 gündür televizyon programlarında pek çoğu kendi seçkin gazetecilerinin sorularını yanıtlıyor. Bugüne kadar ancak seçim dönemlerinde rastlayabileceğimiz bir halkla ilişkiler hazırlığı ile bu programlara çıktığını görüyoruz (propaganda, şirin gözükme, giyim-kuşam-makyaj, görünüm, konuşma biçimi, gülme, rahatlık, sinirli görünmeme gibi...).
Neden diye sormayın... Bu, önümüzdeki en az iki, en çok üç yıllık bir kısa gelecek tasarımının ilk adımı, ilk halktan beklenti girişimiydi...
Başbakan cumhurbaşkanlığına hazırlanıyor, bu bir. Başbakan, sanki başkanlık-yarı başkanlık sistemi kurulmuş da bu sistemin Çankaya’ya çıkacak ilk sahibi gibi davranıyor, bu iki. Üçüncüsü, Başbakan, Çankaya’dan Başbakanlığı (hükümeti) yönetebileceği bir parti tasarımını gerçekleştiriyor...
Başbakan, tüzüğe dayanarak, aslında partinin önde gelenlerinin hepsini (mesela Arınç gibi) bir seçim adı altında safdışı bırakıyor. Bu ona parti ve hükümeti yeniden tasarlama ve Çankaya’dan yönetim için en elverişli ortamı yaratıyor. Bunu, şimdi, en güçlü olduğu zamanda yapıyor...
***
Üç yıllık zamanlamaya bakalım: Başbakan ve parti lideri 2014’te Çankaya’ya çıkacak. Başbakanlık ve parti liderliğinden ayrılacak. 2015’te genel seçimler var. Bu seçimlerde partinin en önemli kişileri seçimlere katılamayacak. Bu iki yıllık süre içinde, Çankaya’dan partiyi, genel seçimleri kazanıp AKP iktidarını yönetmek için her şeyi hazırlaması gerekiyor.
RTE, başkanlık sistemi için anayasada değişiklik yapılmasını şart görür mü? Hayır, bu, bugünkü Meclis aritmetiğinde en zor işlerden biri... Meclis’te beş-on kişi daha bularak, anayasa değişikliğini referanduma götürecek bir oy sayısı (333-367) elde etse bile, referandumun kabulünü sağlamak için yeniden yollara düşmesi gerekiyor. Ki, bu kez bir hüsranla karşılaşma olasılığı güçlüdür. Bunu yapmayacaktır...
Ama sanki anayasada başkanlık sistemine geçilmiş gibi, Çankaya-Başbakanlık-parti üçgenini yönetecek bir “organik” siyasi düzen kurma peşinde ve bunu da saklamıyor. Tabii, bu yeni düzenin anayasayı pratikte ruhen rafa kaldırmak olduğunu da söylemeliyiz.
RTE, hükümete ve partiye, bu sistemin tıkır tıkır çalışmasını sağlayacak yeni insanlar vitrine koyacak. Kurtulmuş da bunlardan biri. Yeni isimlere itiraz edebilecek güçlü konumdaki eski arkadaşları, tüzük gereği önemli mevkilerden tasfiye edilecekleri için, şimdiden “topal ördek” konumuna düşmüşlerdir ve fazla itiraz edecekleri bir durum yoktur!
Yani Başbakan’ın takvimi sanki pürüzsüz işleyecek!..
***
En önemli pürüz, Cumhurbaşkanı Gül’dür. Bu konuyu Başbakan nasıl çözecektir?
Gül, daha 7-8 ay önce “Üç Koltuk Boşalıyor” yazı dizisinde belirttiğim gibi, kendisini Erdoğan’la tam eşit görüyor. İsteği şu: Sen, varolan Cumhurbaşkanlığı yetkileriyle Çankaya’ya çıkarsın, ben de Başbakanlık’a... Başbakanlık da Çankaya’dan değil, Başbakanlık’tan yönetilir...
Burada işin içine Cemaat ayağı ve yeni ittifak girişimleri bile gündeme girer. RTE’nin kafasında bu sorunun çözümü için neler dolaşıyor?..
Tabii, bütün bu takvim, bugünkü koşullar için söz konusudur. Mesela Davutoğlu, ilk kez Suriye ile savaşa tutulmanın faziletlerinden dem vurdu! Savaş, bütün planları çöpe atacak bir sonuç doğurabilir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi garanti midir? İki yıl sonraki koşulların RTE için ne üreteceği bilinmez. İki yıl, önümüzdeki önemli istikrarsızlık unsurları göz önüne getirildiğinde, muhalefetin de bir aday üzerinde birleşmesi durumunda, Çankaya hayalleri suya düşebilir... Ayrıca 2015 genel seçimlerinin sonuçlarını şimdiden kestirmek de bu nedenle mümkün değildir. Bütün denklemleri bozacak gelişmeler yaşanabilir. Bu nedenle, 2013’e kadar bir RTE- AKP yönetimi hayallari kuran siyaset yorumculara şaşıyorum. ABD’li Neocon’lar da 1990’larda “Dünyada 100 yıllık Amerikan Rüyası” kurmuşlardı... ABD bugün tepetaklak gidiyor!
***
Başbakan’dan bugün “ön balkon konuşması” bekliyorum. “ÖN” diyorum, çünkü bugüne kadarki balkon konuşmaları seçimleri kazandıktan sonra yapılmıştı... Şimdi, üç yıllık yüklü takvim öncesi, RTE bütün bu yönetim planlarının/tasarımlarının gerçekleşmesine yönelik olarak bir konuşma yapacak.
Üç yıla “yatırım konuşması” diyebiliriz!
En önemli vurgu, Kürt meselesi üzerine olacak gibi. RTE’nin Kürt meselesi çözümü-programı bilinmiyor. İktidar sadece bazı “kültürel adımlar” attı. Ama Kürtlerin gündeminde, seçmeli değil anadilde eğitim ve federatif yapılar var. Bir ay kadar önce hükümetten gazetelere yansıyan yerelde tek büyük belediye ve daha çok güçlü yetkiler projesi, Kürtlerin federasyon dayatmasına karşı RTE’nin ilk yanıtı olacak gibi duruyor.
İmralı ile görüşmeleri başlatabiliriz, sözünü, PKK’nin giderek yaygınlaşan ve RTE iktidarını köşeye sıkıştıran terör ve katliam saldırılarını durdurmaya yönelik olarak değerlendiriyorum. RTE, üç yıllık programı boyunca Kürt meselesini çözdük çözüyoruz, böyle işler bir günde olmaz, “uyutma politikası” uygulayabilir mi? PKK de burada bir umut görürse, niye olmasın? 2010 genel seçimleri öncesinde, terörü durdurmak için sağladığı ateşkes gibi, RTE’nin şiddetli bir sessiz döneme ihtiyacı var! BDP’lileri, PKK’lilerle arazide kucaklaştı diye yargıya talimat veren RTE’nin, bizzat PKK lideri ile kucaklaşmasındaki garabeti anlayan varsa beri gelsin!
Burada Kürt meselesini çözeceğiz diye, buna yatan bir CHP’yi iyice ufalayabilir! Bu konuda CHP’ye ihtiyacı var, ama bütün diğer konularda CHP’yi boğan bir kişidir! Burada mesele Kılıçdaroğlu değil, CHP’dir!
Başka? “Demokratik” görünüme önem verecektir. Üç yılın ruhu bunu gerektiriyor. Ancak unutmayalım ki, RTE ve adamlarının önceki balkon konuşmalarındaki sözde hoşgörü dilekleri, demokrasi anlayışı, demokrasiyi budama anlayışı olarak gerçekleşmiştir. RTE’den asla hoşgörü ve demokrasi çıkmaz. Bir genel affı resmen dile getirmese de (erken) bu konuda umut verebilir...

Muhteşemdiler! Olağanüstüydüler! Eşsizdiler!.. Unutulmaz, benzersiz bir gece yaşattılar.
Sir Simon Rattle yönetiminde Berlin Filarmoni Orkestrası ve iki solistinin Efe Baltacıgil ve Fora Baltacıgil’in yaşattıkları geceden söz ediyorum.
Bugüne dek bu sayfalarda onlar için ayrıntılı yazılar söyleşiler okudunuz. Ben o gecenin duygu ve düşünce yoğunluğunu paylaşmaya çalışacağım…
Dünyanın en iyi orkestrası diye de tanınan bir orkestra… Birikim ve deneyimini, ileriye dönük açılımlarla bütünleyen, müziği misyon edinmiş bir şef… Dünya müzik arenasında hızla yükselen iki genç solist: Efe ve Fora Baltacıgil…
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın “40. yıl özel konseri” sadece efsanevi şefleri ve orkestranın niteliği açısından değil, iki genç solisti açısından da çok özeldi.
Schubert’in “Bitmemiş Senfonisi” (8. Senfoni) ve Beethoven’in 7. Senfonisi ve Giovanni Bottesini’nin keman – kontrbas-orkestra için bestesinin, viyolonsel ve kontrbas ve orkestra için düzenlenmiş şekli…
İki senfoniyi bugüne dek bin kez dinlemiş olsanız bile bu farklıydı: Mükemmeldi. Her çalgıyı, her sazı tek tek duyabiliyor, sadece o saza yoğunlaşabiliyordunuz. Sanki koca orkestrada her bir müzisyen, konserin solistiydi. Ve hepsi bir bütündü. Sadece her çalgıyı değil, her notayı ve her susuşu da duyabiliyordunuz.
Maestro Simon Rattle hiçbir abartıya kaçmayan, adeta “minimalist” diye niteleyebileceğim bir şef. Minicik bir kıpırtı, bir devinim, bir bakışıyla sanki yerkürenin en derinlerinden (ya da müzisyenlerin ruhundan) istediği notaları/sesleri çıkarıp bize sunuveriyordu… Şef, sanki orkestradaki her müzisyenin her çalgının uzantısı bir parçasıydı.
‘Bizim çocuklarımız’
Gelelim iki soliste… Efe Baltacıgil ve Fora Baltacıgil…
O akşam, Haliç Kongre salonunu dolduran belli bir yaşın üzerinde ne kadar insan varsa, hiç kuşkum yok, hepsi onları kendi çocukları gibi gördü… Onları kucaklamak, bağırlarına basmak istedi… Arada en çok duyduğum söz “Bizim çocuklar” sözü oldu… (Babaları, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası kontrbasçısı aynı zamanda cazcı ve rock’çu Yaz Baltacıgil ve Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’ndan anneleri Nilgün Marmara, keman ve kemençe çalan avukat dedeleri – yani birkaç kuşak müzisyen aile umarım bu sahiplenmeye bozulmaz!)
Çellist Efe (d.1978) ve kontrbasçı Fora (d.1983) İstanbul Devlet Konservatuvarı’ndan sonra kazandıkları burslarla yurtdışında eğitim aldılar. Girdikleri her yarışmadan ödüllerle döndüler. Her ödül onlara yeni konserler ve farklı orkestralarla çalışma olanağı verdi. (Tümünün dökümü bu köşeye sığmaz!) Halen ikisi de ABD’de çok önemli orkestraların grup şefleri: Efe Baltacıgil Seattle Senfoni Orkestrası’nın çello grubu şefi; Fora Baltacıgil New York Filarmoni’nin kontrbas grubu şefi…
Bottesini’nin eseri ve sonraki “bis” parçalarında sadece yetenekleri, ustalıkları değil, tüm orkestrayla, şefle ve birbirleriyle ilişkileri de görülecek (işitilecek) bir şeydi… Bir de alçakgönüllü halleri, çevrelerine sevgi saygı yüklü gülümseyişleri… Şef Simon Rattle’ın onları yüceltişi, sevgi yumağıyla saran tavrı, ilk andan başlayarak biz dinleyicilere de bulaştı. Ve o andan sonra “Bizim çocuklar” oldular!
Son zamanlarda birçoğumuz için sevinecek, mutlu olacak, umudu yeşertecek herhangi bir şey yoktu ülkede… Baltacıgil kardeşler bize ihtiyacımız olan o sevinci, umudu ve en önemlisi gururu verdi. Onlarla kıvanç duyduk, yüceldik ve kanatlandık!
Konseri gerçekleştiren ve katkıda bulunanları kutlarım.
Çok önemli bir konferans
Sevgili Okurlar,
3 Ekim’de saat 16.00’da Boğaziçi Üniversitesi’nde Barış Eğitimi Araştırma Merkezi’nce düzenlenen önemli bir konferans var. Dünyada barış çalışmalarıyla ünlenmiş Prof. Johan Galtung “Ortadoğu’daki Anlaşmazlıklara Olası Çözüm Önerileri” başlıklı bir konferans verecek.
1959’da ilk Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü’nü Oslo’da kuran, bu konuda elli kadar kitabı bulunan, 1987 de Nobel Barış Ödülü’ne alternatif bir ödül olan “The Right Livelihood Award”a sahip Johan Galtung, uzman danışman olarak Somali, Yugoslavya, Kuzey İrlanda, Bask ve İspanya, İsrail ve Filistin, Çin, Tibet gibi çatışma bölgelerinde barış için, Güney ve Kuzey Kore arasında arabuluculuk etkinliklerinde, Ekvador ve Peru sınır çözümünde çalıştı. İlgilenenlere duyurulur…

Nüfusu 750 bini aşan illerimizi “büyük” şehir yapacak tasarının yasalaşması eli kulağında… Çünkü Başbakan, ziyaretlerinde “büyükşehir olacaksınız” dedi.
Bu gibi sözlerinin TBMM’den onaylanması ise son yılların adeta “yasama kuralı.” Bu nedenle 2013 Ekim’inde yapılacağı söylenen “erken” yerel seçimlerde 750 binden fazla nüfusu olan illerimizde “büyükşehir belediye başkanı ve meclisi”nin de seçilmesi bekleniyor.
Peki, bu kural başta “şehircilik” olmak üzere kentleşme ve yerel yönetimlerle ilgili tüm bilimlere, planlama ilkelerine, toplumsal gerçeklere ve hatta “kent ve demokrasi” ilkelerine uygun mudur?
Meslek odaları, birikimli sivil toplum kuruluşları ve bazı akademik çevreler konuyu sorgularken özellikle “büyükşehir adayı” illerimizde tam tersi bir süreç yaşanıyor… Yasayı asıl irdelemesi gereken “demokratik” kurumların başında gelen “siyasal partiler”in gündeminde “büyükşehir seçimlerini de kazanmak” var.
Aklı başında herkesin “yanlış” dediği bir oluşuma “muhalefet” etmek yerine, aynı yanlışa “aday bulma” yarışına girmiş “muhalefet partileri”nin akıllarını başlarını almaları nasıl sağlanabilir?
Çünkü sonuçta kim kazanırsa kazansın, bu denli bilim dışı bir büyükşehir yapılanmasıyla olanlar kentlerimize, “belediyelerini yitirecek” kimlikli beldelerimize, hatta “mahalleye dönüşecek köyler”imize olacak.
Gelişmiş ülkelerde demokrasinin kaleleri belediyeler giderek çoğaltılırken Türkiye’nin eldeki belediyelerini de kapatarak sözde demokratikleşmenin ucube örneklerini sergilemesine muhalefet partileri de “oy uğruna” ortak olacaklar!
Yazık...
Gökova’dan sesleniş
Büyükşehir “metropol”ün Türkçesidir. “Bütünleşmiş kentsel yerleşimler” için geçerlidir. Aralarında onlarca-yüzlerce km mesafe bulunan ilçelerin, beldelerin, köylerin asla “büyükşehirin semtleri” haline gelemeyeceğini bilmeyen şehircilik öğrencisi sınıf geçemez.
Bu nedenle her ölçekteki yerleşmenin kendi kimlik değerlerini yaşatarak “yerinden yönetim” ilkeleriyle yönetilmesinin evrensel kural olduğunu; hatta Türkiye’nin bunu öngören uluslararası sözleşmelerde imzası da bulunduğunu “muhalefet partileri”miz anımsamazken Gökova Körfezi’nin kıyısındaki Nail Çakırhan’dan miras “doğaya uyumlu evler”i ve ormanla denizin öpüştüğü kıyılarıyla ün yapmış Akyaka beldesinin sakinleri ayağa kalktı...
Uluslararası “Yavaş Şehir” (Cittaslow) hareketine ülkemizde Seferihisar’dan sonra üye olabilen birkaç “sakin” yerleşmemiz arasındaki Akyaka’nın bilinçli insanları, Muğla büyükşehir olduğunda Ula ilçesinin “mahalle”sine dönüşmelerine isyan ediyorlar.
Akyaka’nın Sesi gazetesince duyurulan ve “Akyaka Yerel Yönetim Platformu”nun başlattığı “Büyükşehir Yasasına Hayır” imza kampanyasına katılanlar diyorlar ki;
“Doğayla uyumlu imar ve yaşam kültürümüzü, eşsiz beldemizin onca gayret ve özveriyle gözetilen tüm güzelliklerini, demokratik temsilcimiz ve çağdaş yönetim birimimiz belediyemizle birlikte yaşatmak için Akyaka’nın bağımsız varlığını yok edecek, yerel yetki ve haklarımızı elimizden alacak, Türkiye’nin yüz akı Yavaş Şehir üyeliğini ve kazanımını ortadan kaldıracak, bizi mahalleye dönüştürecek yasayı istemiyoruz.”
İşte bu düşüncenin ürünü olan imza kampanyası 30 Eylül’de, yani bugün sona eriyor. Belki uzatırlar ama alkışlar Akyakalılara…
Düzmece büyükşehirleri önlemek yerine şimdiden aday olma telaşına giren siyasilere ve partilerine ise edep dahilinde ne denebilir ki?

Büyük Halk Ozanı (4): Kırşehir Abdalları’nın Yoksulluk Feryadı
Neşet Ertaş’ın çağdaşı ve yine Kırşehir Abdallarından Aydın Çekiç, Neşet Ertaş için, “Neşet üzerine mızrap koyacak mızrap tanımıyorum” demektedir.
Abdallık, çalgıcılık mesleği, öylesine bir meslektir ki, tiyatro sanatçısı gibi yerine göre, durumları, koşulları ne olursa olsun, değme sanatçı gibi rol yapmak zorunda kalabilmekteler. Bu konuda Kırşehir Çiğdem Gazetesinde 1990 da yayınlanan bir röportajda Abdallar şöyle yakınmaktalar:
Ne acı ki, ölüsüne bile ağlamaya fırsat bulamayan bir mesleğin sahibiyiz. Bunu belki hiç düşünemeyen insanlarımız var. En büyük yakınını, anasını, babasını ve hatta eşini, yavrusunu kaybeden insanlar olarak, aynı acılı günün haftasında, ekmeğine gitmek için düğünlerde çalıp oynamak durumunda kalıyoruz. Ekmek parası için, cenazemiz olsa bile, sarhoşları, nice değişik tipli insanları eğlendirmek zorunda kalıyoruz. Ölümüze ağlayamayan insanlarız biz. Bu şartlarda bile, Kırşehir’e çok şeyler verdik biz.  Bazen kendi parlak neslimize attığımız gibi, Kırşehir’e de sitem ettiğimiz oluyor. “ Başka bir meslek yok muydu, bize bunu niye öğrettiniz? Diyoruz, büyüklerimize…  Kırşehir bize bir şey vermedi diyoruz. Ezikliğimizi, tükenmişliğimizi anlatmak istiyorum, Kırşehir’in “Teber Uşağı’na.
Nesiller boyu onur duyarak icra ettiğimiz mi meslek (Abdallık, çalgıcılık), maalesef bizi açlık zoruyla ölüme mahkûm etti. Bunun için bu mesleği bizden çok önce ölmüş görüyoruz. Çünkü açız. Çünkü çocuğumuzun istediği üç beş kuruş harçlığı veremeyen insanlarız. Bir babanın en büyük yıkıntısı evladının kendisinden bir şey isteyip de onu verememesidir. İşte biz bu yokluklar içinde sürünen, çırpınan insanlarız. Ama şükür ki, çocuklarımız başarılı. Yeter ki çocuklarımızın ellerinden tutulsun. Bizler, Pir Sultan’dan gelen Abdallarız…
Ama Kırşehir bize ne vardı? Kırşehir bizim elimizdekini de aldı. Artık bize dalımıza meyve vermeyecek aşı vurulmuş.
Benim çocuğumun, komşumun çocuğunun onur duyduğumuz neslimizden gelen bu mesleği yürütmesine imkân yok artık…
Eğer şu anda sanatımız adına birazıcık küçük didinmeler varsa; o da aç kalmamak içindir. Yoksa eskiden olduğu gibi bu mesleği yaşatmak için değil…       
 Yusuf Ustaların, Sarı Veli’lerin, Muharrem-Neşet Ertaş’ların Çekiç Ali’leri, Hacı Taşan’ları bağrından çıkaran bu ocak sönüyor, daha doğrusu söndürülüyor…
Hangi belediye başkanı, hangi vali, hangi milletvekili, hangi kurum, hangi vakıf, hangi iş adamı, sanayici çıkıp da “ çocuklarınızın eğitimine yardımcı olalım” dedi? Hangisi  “Devlet konservatuarında okutalım” dedi?
Yaralıyız… Üzgünüz… Ama söylemek durumundayım, neslim adına… Bizlerden hep alındı, hep istendi, ama hiç verilmedi. Tüm olup bitenlere karşı gerçekten cömert, gerçekten özverili toplumuz. Nesli tükenmiş “kelaynak” kuşları gibi ortada kaldık. Bunu gören yok, ama arayan çok ve de yine toplumumuza hizmete devam ediyoruz.
Bazen Kırşehir’lilerin, derneklerin düzenlediği gecelere gideriz, “Bizim ustalar olmadan olmaz” diyen muhteremlerin çoğunun sanatımızın toplumun kültür yapısı içindeki müstesna yerinden haberi yok. Bize yeterli değeri vermiyorlar. Biz insanı insan biliriz, bu toplum da bizi insan bilsin!     
Umudumuz kırık. Adamlarımız oğluna buyuramıyor; çocuk ondan önce karşı çıkıyor, aile fertlerine… “Sen benim arzumuzu, ihtiyaçlarımı karşılayamıyorsun. Kalemimi, çantamı bile alamıyorsun” yavrularımız var. Biz yavrularımıza karşı büyük bir utancın içindeyiz; çocuklarımızı okuturken, büyük bir eziklik altındayız. Okullarda öğretmenlere bu durumumuzu açıklayamıyoruz. Çocuklarımız şefkate yardıma muhtaç durumda… Yardım ve desteğe muhtacız. Nesilden nesile icra ettiğimiz bu sanatımızda ne bir sosyal güvencemiz, ne bir dayanağımız var. Muhasebecilerin yardım ve desteği ile üç beş arkadaşımız yeni yeni Bağkur üyesi olmaya başladılar.
Zaman içinde maliyece “kazanç vergisi” adıyla bizlere karne çıkarmışlar. Taksitleri ödeyemedik. Dayanağımız olmadığından neslimiz bu mesleği terk etmek durumunda kalmıştır. Devam edenler aç kalmamak için bu işi yapıyorlar.
Bağbaşı’nın “Teber Uşağı” sınırları Kırşehir’i aşan halk türkülerinin, ezgilerinin, bozlağının, davulunun, zurnasının, sazının, kaşık oyununun ocağı oldu. Bağbaşı’nın “Teber Uşağı”ndan hiç kimse incinmemiştir.   
Biz tükendik… Aslında, kökleri derinlerde olan bir soyağacı, bir kültürüz biz.
Artan ekonomik baskılar, düğünlerdeki çalgı-orkestra değişimi nedeni ile iş değiştirmek zorunda kalan, Abdalların içinden çıkıp onların gururu olmuş Neşet Ertaş, umarız Abdalların son temsilcisi olmaz. Ta Orta Asya’dan kopuzları, dutarları, Şamanları, ezgileri, türküleri ile günümüze kadar gelip Neşet Ertaş’la zirvesini bulan Abdallar geleneği kaybolmaz”.
İşte bu yakınmalar, sızlamalardan sonra, folklorumuzun en seçkin temsilcileri olan Kırşehir Abdallarından 30 kadar sanatçıya Kültür Bakanlığı döner sermayesinden destek için asgari ücretten maaş ödemeye başlamıştır. (Destek maaşı alana Kırşehir, Kaman, Keskin Abdallarının listesi kitabın sayfalarındadır)
Kırşehir’in bağrından çıkan, bu yoksul, garip Abdallardan, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş Baba oğul, Kırşehir başta olmak üzere, Türk Folkloruna çok büyük değer katmışlardır. Dadaloğlu’nun dizelerinden doğan, bir ağıt, feryat destanı olan bozlakları, yurdun her yanına dalga dalga yayan, Kırşehir’in cefakâr baba oğlun anıtlarını, Kırşehirliler bir vefa borcu olarak, dikmek isterler.
Almanya’da bulunan Neşet Ertaş’a, babasının adına “Muharrem Ertaş Ozan Anıtı” yapılacağı söylendiğinde, unutulmuşluğun hasretiyle yanan Neşet Ertaş müthiş bir heyecana kapılıp büyük bir sevinç duyar. Yüreğinden kopan özlem ve sevgi ile şu dizeleri ile şükranlarını iletir:
Kırşehir’e dikilen Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş anıtları ile bozlakları şaha kaldıran, nesilden nesile aktarılmasına vesile olan, baba oğlun anıtları böylece ebedileşir.[1]

ABDALLAR VE NEŞET ERTAŞ HAKKINDA

“Terim olarak “gezgin, derviş, deli, sofu, veli, mecnun, divane, şaşkın” gibi anlamlarla anıldıktan başka, “Abdal” sözcüğü, IX. yüzyıldan sonra tasavvufi bir anlamda da kullanılmıştır. Yerleşik inanç sisteminin dışında konumlanan, Kalenderilik ve Bektaşilik ile sıkı bir ilişki içinde biçimlenen bu topluluk, Anadolu’da aşiret yapısı içinde örgütlenmiştir. İnançları ve ayinleri açısından büyük oranda Anadolu Alevîliği kapsamında yer alırlar ve diğer Alevî zümreleri ile ortaklıklar gösterirler. Türkmenlik gibi tek bir etnik kökene indirgenemeyecek kadar karmaşık bir tarihî olan Abdalların -kimi ortak özellikler taşımakla birlikle- Çingenelerden de ayrı bir etnik yapıları olduğu düşünülmektedir. Bazı yerel araştırmacıların ortaya koyduğu verilerden hareketle. Abdalların “gizli” ve “özel” bir dilleri olduğu da söyleniyor.
Başta Orta Anadolu (Kırşehir, Yozgat, Konya, Kayseri, Keskin), Çukurova (Toroslar, Adana), Doğu (Antep, Diyarbakır, Kahramanmaraş) ve Ege illeri olmak üzere ülkenin birçok yerine dağılmış olan bu göçmen topluluk, günümüzde büyük oranda yerleşik hayata geçmiş bulunuyor. Anadolu’da elekçilik, sepetçilik, kalaycılık, nalbantlık, davulculuk gibi el sanatlarıyla uğraşan Abdalların en yaygın mesleklerinden biri “çalgıcılık” yani müzisyenlikti.
Abdalların bulundukları yerlerde dışlandıklarına, marjinal (sıra dışı) bir hayata hapsedildiklerine dair birçok veri ve örnekten bahsedilebilir. Bu duruma yoksulluk, kendini topluma uyarlamak için kimliklerini törpülemek ya da kapalı mahallelerde “savunma” duygusu ile yaşamak gibi olguları eklemek de mümkün. Dolayısıyla, hâkim toplumsal yapıya kendini adapte etme çabası, sonuçları itibariyle bir asimilasyon sürecine dönüşme tehlikesi taşıyor.
Abdalların yaygın uğraşlarından olan müzik üretiminin önemli kanallarından biri Kırşehir bölgesinde bulunmaktadır. Bulduk Usta ve Yusuf Deveci’nin yanında çıraklık eğitimini aldıktan sonra kendi özgün yorumuyla bir ekol oluşturan Muharrem Ertaş (1913–1984) bu zincirin önemli bir halkasını temsil ediyor.
Onu Hacı Taşan, Çekiç Ali gibi yerel sanatçıların takip ettiğini belirtelim. Abdal müziğini yerel üretimin sınırları dışına çıkaran ve geniş dinleyici kesimleriyle buluşturan ilk popüler isim ise Neşet Ertaş olmuştur.
Neşet Ertaş 1938′de Kırşehir’in Kırtıllar (Tırtıllar) adlı bir Abdal köyünde doğdu. Daha çocukluk döneminde, 5–6 yaşlarında iken “köçek” olarak babasının yanında düğünlere giden Ertaş, ihtiyaca göre zil, keman, cümbüş gibi çalgılar çaldı; daha sonra bağlamayla devam etti. Gururu kırıldığı için köçekliği bırakıp Ankara’ya gitti. Yıllarca pavyonlarda, düğünlerde, turnelerde müzik yaptı, İstanbul’da plaklar doldurdu. En sevilen şarkılarını bu dönemde besteledi. 1978 yılında alkol nedeniyle sağlığı bozuldu, tedavi için Almanya’ya gitti ve yıllarca dönmedi, hatta öldüğü yolunda haberler çıktı. 1999 yılında Kalan Müzik, Ertaş’ın bütün eserlerini bir CD külliyatı olarak yayınlamaya başladı. Müzik yaşamıyla üç kitaba konu oldu: B. Bilge Tokel. Bir Neşet Ertaş Kitabı, (Akçağ Yay 1999); O. Özcan, Neşet Ertaş; Yaşamı ve Bütün Türküleri, Simurg, 2001); H. Akman, Gönül Dağında Bir Garip, İş Bankası Kültür Yay 2006, Neşet Ertaş hakkında Can Dündar tarafından hazırlanmış bir belgesel film de Garip: Neşet Ertaş Belgeseli, Kalan Müzik, 2005 bulunuyor.
Abdal müziğinin yaşayan bu son büyük temsilcisi, yaşamıyla,  müziğiyle ve kimliğiyle 70 yıldır yürüyen bir Abdal Neşet Ertaş, yaşamından ilginç kesitleri kendi ağzından bir söyleşide içten duygularla aşağıda anlatmakta.
“Abdallarda 5–6 yaşına gelen erkek çocukları düğünlere götürmeye başlarlar. Önce boş durmaması için bir zil verirler eline. Köçeklik yapılırdı bizim memlekette. Erkek çocukları böyle başlardı, biraz büyüyünce kaşıklarla oynarlardı. Bu süre içinde bizim cemlerde, cemiyetlerde nasıl oturulur kalkılır, gözlemlerlerdi. Yaş 11-12′yi geçtikten sonra da kabiliyeti gereği saz, keman, davul, birini alır, devam ederdi. Hiçbirine yeteneği yoksa köçekliğe devam ederdi. Babam da ustasından dinlediği türküleri, bozlakları havalandırarak başlamış. Kendisi cemlere zakir (zikir eden) olarak katılırdı. Dedenin yanında Pir Sultan Abdal’dan, Hatayî’den deyişler çalıp söylerdi. Babamın bu yönü cemlerimizde kalırdı. Cem dışında semah çalıp söylemezdi. Düğünlere gidilince, dışarıya göre hareket edilirdi. Karacaoğlan, Âşık Kerem gibi Abdal kanalından gelen ozanların türkülerini havalandırırdı. Abdal geleneği çok eskilere dayanan bir kanaldır.
Birbirimize bir şey dememize gerek olmazdı. Her vardığımız yerde “Abdallar geldi, Abdallar gitti” derlerdi; artık üstlenmiştik bunu. Ülkemizdeki çeşitli milletleri sayarlar, en son “Cingan” derlerdi. Biz Cinganlardan bir önce gelirdik; “Dertli Yoldaş” adlı türkümde de söylemiştim:  “Zengin isen ya bey derler ya paşa / Fukara isen ya Abdal derler ya Cingan, hâşâ.” Bize de davul-düğün çalgıcıları, Abdallar derlerdi. O dönem pek bilemezdik ama sonradan okuduğumuza göre Horasan’dan gelirmiş Abdallar.
Beni 6 yaşındayken zille çalgı çalmaya başlattı babam. Hem köçeklik yapardım, hem zil çalardım. Darbuka da çalardım. Babam saz çalardı, ben onun yanında saz çalamazdım. Abim keman çalıyordu, ben de cümbüşe başladım.
Tatsız bir olay sonucunda köçekliği bıraktım. Kırıkkale’de bir köye gitmiştik, fasıl etmemiz gerekmişti. Babam oynamamı teklif etti, saygıyla kabul ettim. Bu arada bir ses kulağıma geldi: “Vah yazık, pek gençimiş” gibilerden. Ritim zillerini babamın önüne koydum. Anladı. Bilirdik birbirimizi, arif insandı, hiçbir kelime söylemedi. O da üzüldü böyle bir davranışa maruz kalmama.
Abdal köylerinde yaşıtlarımla oynardım. Abdallardan olmayan çocuklar bizimle oynamak istemezlerdi. Ancak ben babamın arkadaşıydım, bir köye gittiğimizde babam saz çalardı, ben de yanında olurdum. Fazla yük olmamak için uzun süre kalmazdık. Çok fazla arkadaşlık edecek durum olmazdı. Çocukluk yaşımı yaşayamadım. Fakat bizim dışımızdaki çocuklar bizimle arkadaşlık etmezdi.  Bir gün bir köyde çocuklarla oynadığım sırada birinin “Biz topraktan hâsıl olmuşuz, siz fışkıdan” dediğini duydum. Bunu babasından duymuş ki bize söylüyor. Bunlar fesat yaratan paslı beyinlerin, cahilliğin ifadeleri.
İnsanlar aşağılanınca incinir. Ben bunu kabul etmiyorum. Bir atasözü haline gelmiş, “Kızı kendine bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya” diye. Bu ne demek? Bizi bahane ederek, aşağılayarak, kızlarının gönlüne gem vurarak, kendi istedikleri yere veriyorlar. Gençtik, gittiğimiz köylerde âşık oluyorduk. Ama bir Abdal’ın böyle bir şey yaşamasına imkân verilmezdi. Kendi çevremizdeki üç-beş Abdal ailesi kendi içinde evlenirdi. Diyemiyorduk ki “Biz âşık olduk, gönlümüz başkasında.” Bırakın benim gençlik yıllarımı, bugün bile bize kız vermezler. Oğlum Almanya’da bir okul arkadaşına âşık oldu. Kızın ailesi “Bunlar Abdal’dır” diye vermedi, kız kendi aklıyla gelinimiz oldu.
Hangi birini anlatayım? Sadece benim değil, tüm Abdalların kaderi böyle. Evcilik oynadığım kıza âşık oldum ben, ondan sonrasında âşık bir çocuk oldum. Gittiğim her yerde âşık oldum. Babam da böyleydi, ikimiz de âşıktık. Göze yasak yoktu, görüp sevdalanırdık. Anam ölünce babam beş öksüzünü yükleyip bir hayvanın sırtına, köy köy gezerek bize ana aramıştı. Kimse bize kızını, dul gelinini vermedi. İnsan insan olsaydı belki kardeşim üç aylıkken bakımsızlıktan ölmeyecekti.
Bizim sevdiğimiz kadına, kıza bakmamız mümkün değildi.  Mümkün mü? Konuşmayı bırak, ona bir dönüp de bakabiliyor muydun? Ona baktığın bir görülsün hele. Kapısının önünden bir geç bakalım. Kafamızı kaldırıp bakamazdık bile. Bunlar bizim için tehlikeydi [gülüyor]. Öte yanına gitmeyin, “Bakamazdık bile” diyorum, daha ne diyeyim?
Köyün hemen hepsi “deşirme” yani dilenmeyle geçinirdi. Babam askere gidince, köylülerden biri dedi ki “Al babanın sazını, benimle dolaş.” 8 yaşındaydım. Köy köy, kapı kapı gezdik. Un, buğday, bulgur, ne verirlerse onla geçindik. On beş köy gezdik, kimse bana demedi ki “Şu sazı bir çal, dinleyeyim.”
Bizim başka gelirimiz yoktu. Bu işi yapmak zorundaydık. Babam beş öksüzü hangi duvarın dibine bıraksın da gitsin? Çaresizlik içinde kalıyordu. İnsana yakışmayan bu aşağılamaları istese de kabul etmişti, istemese de.
Ümit yokluğu içindeydik. O sıra radyo diye bir şey kuruldu, toplanıp dinlerdik. Orada dayım Hacı Taşan’ı duydum. Onun sesini duyunca, yerimde duramaz oldum. Kimseye haber vermedim. Aldım sazı, bindim otobüse, Ankara Radyoevi’ne gittim. İlk gün kimseyle konuşamadık. Ertesi gün nihayet içeri girdim, Muzaffer Sarısözen hocayı gördüm, oturuyordu. Orda babamın bir bozlağını havalandırdım. Hoca kalktı, karşı tarafa notasını yazdı. Beğendiler. Kayıttan sonra döndüm köye. Üç ayda bir de mektup gelirdi. Çağırırdı, söylerdim.
Sonra İstanbul’a gittim, günlerce karın tokluğuna iş aradım. Nihayet Şençalar Plak stüdyosuna gittim. Orda çaldım, mukavele imzaladım. Kadri Şençalar beni aldı, Beyoğlu Saz’a getirdi, öğle ve akşam orada yemek yiyeceğim, akşamları da saz çalacağım. Plak başına 25 kuruş alacaktım ama, nerde. İki sene İstanbul’da böyle çalıştıktan sonra Kırşehir’e döndüm ama tutunamadım oralarda. Ankara’ya gittim, orda pavyonlarda çalıştım.
Ankara’da Bayram Aracı’dan çok esinlendik. Mahzuni’yi dinlerdim, o da beni dinlerdi. Orhan Gencebay’ı da dinlerdim, sözleri sağlam olduğu için. Davut Sulari’nin sazını da sesini de severdim; kendine has bir tavrı vardı. Veysel’imize saygımız var, ‘şair’ derim ben ona. Abdal olmayan herkes ağamızdı.
Her sabah kalkar çarşıya giderdik, akşam olmadan da evimizin ihtiyacını alır, dönerdik, İstanbul’dayken gördüm, orda herkes birbirine denkti. Ona sebep, ben de Kırşehir’de şapka takmamıştım. Yolun kenarında cami vardı. Yaşlılar caminin kenarında oturuyorlardı. Dönüşte caminin önünden geçerken çocuklar beni taslamaya başladılar, Bağbaşı mahallesinde şapkasız geziyorum diye. O tarihlerde Abdalların şapkasız dolaşması olacak iş değildi, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Bizler saçımızı tarayıp da insan içine başı açık çıkamazdık, kabul edilmezdi, hazmetmezlerdi. Şapka takmak da yetmezdi, kaşımıza kadar indirirdik, gerisini siz anlayın. Düğün-derneklerde de sürekli şapka takardık. Abdal olmayan herkes, büyüğü de küçüğü de bizim ağamızdı. Onlara hürmet göstermek zorundaydık. Beş yaşında bir çocukla bile “Ağamın oğlu, ağamın kızı.” diyerek konuşurduk.
Bizi aşağılayan insanlara, verecekleri bahşişe muhtaçtık O da bilirdi. Biz onlara muhtaçtık. Onlar düğününe çağıracak ki biz çalıp bahşiş alıcaz. Kimi şikâyet edelim? Öyle bir cesaretimiz yoktu, aç kalırdık. Ondandır ki ayrıldım o topraklardan. Çeşitli türkülerde de isyan ettim buna.
‘Abdalların şapkasız dolaşması olacak iş değildi, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Bizler saçımızı tarayıp da insan içine başı açık çıkamazdık, kabul edilmezdi. Şapka takmak da yetmezdi, kaşımıza kadar indirirdik, gerisini siz anlayın.” “Almanya’da evimdeyim, TRT’de ‘rahmetli Neşet Ertaş’tan alınan şu türkü’ deniliyordu. Herhalde ölmemizi istiyorlardı, ama bizden evvel gittiler.”
Bir mantık olmalı insanda. Bizim ozanlarımız kendilerini  Tanrılaştırmışlar. Bunların hiçbiri doğru değil. Sen Tanrı isen hepimiz Tanrı’yız, sen kulsan hepimiz kuluz. Neyin kuluyuz? Gönül kuluyuz.
“Almanya’da evimdeyim, TRT’de ‘rahmetli Neşet Ertaş’tan alınan şu türkü’ deniliyordu. Herhalde ölmemizi istiyorlardı, ama bizden evvel gittiler.”
Bir mantık olmalı insanda. Bizim ozanlarımız kendilerini  Tanrılaştırmışlar. Bunların hiçbiri doğru değil. Sen Tanrı isen hepimiz Tanrı’yız, sen kulsan hepimiz kuluz. Neyin kuluyuz? Gönül kuluyuz.
Genç yaşlarımızda hiçbir şey düşünmeden âşık oluruz. Çalışmaya başladım, evlendim ama yüreğimdeki aşk sönmedi. Yani âşık olmadan evlendim. Bu doğru değildi. Evlenecek bir insanın, evlenmeden evvel yaşadıklarını ruhundan çıkarması lazım ki evliliğine yönelsin. Mutlaka yüreğe iz eden olaylar vardır, onlar ayrı. Ben evliliğe saygıdan bahsediyorum. Keremler gibi yanarken, bekâr hayatından kurtulmak için evlenmem gerekiyordu. Böyle bilinçsiz adımların sonucu ayrılık oldu.
Anadolu’da nahiye ve kazalar dâhil, hep gezdim. Yorulmak nedir bilmiyordum. Ben kendi özgür düşüncemle, kendi türkülerimi söylemeyi seçtim. Deyiş söyleyebilirdim ama deyişler arifçedir, önemli olan cahili eğitmektir. Bütün kötülükler cahillikten kaynaklanıyor: “Suçun sorumlusu ruhtur, vücudun günahı yoktur.” Ben 2-3 yaşlarında evcilik oynarken âşık olduğum o kıza söylediğim türküyü baştan sona bitiremem; “Bugün bana bir hal oldu / Yardan kara haber geldi.” Kuru kuru, belki kendimi kontrol edip söyleyebilirim, içkili olursam söyleyemem. ‘Hata Benim’ albümünde de bir yerde takıldım. O albümdeki türküler bir nokta üzerindedir. Kendimizi bildik, hatalarımızı anladık, af diledik, kabul edilirse.
Benim ayağım yalın, karnım açtı. Çocukluğum, gençliğim böyleydi. Ankara’nın kalabalık caddesinde bir yoksul gördüm mü ona ne gerekiyorsa verirdim. Böyle bir dünyam vardı. Kaç kişiyi evlendirdim, bilmiyorum. Zaman oldu parmaklarım durdu. Evvelden de çalarken ufak tefek olurdu ama “Kalsın” derdim. Alkol, gıdasızlık. Sabah kalktığımda aç karnına bir dolu bardak susuz rakı içmezsem kendime gelemiyordum. Bizim sanatta nereye gitsen önce içki gelir. Ankara’da pavyondayım, perdeye basmak istiyorum, basamadım. Korkularım da var, evvelden. Gövdemden biı su boşaldı, sahneden indim. Hacettepe Hastanesi’nde hemen müdahale edecek imkân yokmuş. İsviçre’den bir doktor gelmiş. Sabaha karşı evini bulduk. Masaya yatırdı beni, ucu iğneli telefon fişi gibi bir kabloyu parmaklanma soktu, cereyan verdi, “Başka bir şey yapamam” dedi. Evimin kirasını ödeyemedim. Bir tanıdığa anlattım, “Böyle böyle” diye. Kravatını düzeltti, “Hı, hı” dedi, gitti. Sonra kardeşimin gönderdiği bakım kâğıdıyla Almanya’ya gittim. Gurbetçilerin geçtiği köprüden aynı şekilde ben de geçtim.
Karacaoğlan ne demiş? “İyi günde yaren, yoldaş çok olur / Dar gününde dost bulunmaz, nedendir?” Çalıp söyleyemiyordum, evden çıkmak zorunda kaldım. Çocuklarım analarının yanındaydı. Tedavi Almanya’da da 5–6 ay sürdü. O sürerken de düğünlere gidiyordum, bize ekmek lazımdı. Buradan gittiğimde çok etkilendim. 20 küsur sene Almanya’da kaldım. Evime gelmek şöyle dursun, bir gün bir telefon eden, “öldün mü, sağ mısın?” diye soran olmadı. Aha, geldim, gidiyorum, duymadım. Hâlâ yok. İki-üç senedir, Telif Hakları Kanunu çıktı da türkülerimi okuyacak birisi olursa Kalan Müzik’i arıyor, firma da bana soruyor.
Ben radyoya imtihanla girmiştim, ayda iki defa 15 er dakika program hakkı verdiler bana. Nida Tüfekçi Ankara’ya Halk Müziği Şube Müdürü olarak gelmişti, ilk işi bizi dışarıya atmak oldu. Âşık Veysel’in bütün türkülerini, benim türkülerimi listeden çıkartmış, 5 tane türkümü bırakmışlardı. Bir daha radyoya uğramadım. Şimdi yenilik yapmak zorunda kaldıkları için benim türkülerimi de ekliyorlar.
Almanya’da evimdeyim, TRT’de “rahmetli Neşet Ertaş’tan alınan şu türkü” deniliyordu. “Gitse de kurtulsak” mı diyorlar, nedir? Kimseye bir zararım da yok, kimsenin türküsünü çığırmıyorum. Alnımızda “ayrı bir millettir” diye yazmıyor. Herhalde ölmemizi istiyorlardı, ama bizden evvel gittiler, 55 senedir sahnedeyim, türküler veriyorum. Biz bir renkiz, ben de bu ülkenin bir sanatçısıyım. TRT halkın vergileriyle yasayan bir kanal; benim diğer kanallarda, şov programlarında ne işim var? Şov sanatçısı mıyım ben? 70 yaşına gelmişim.
Ne demek devlet sanatçılığı? Hepimiz bu devletin vatandaşıyız, bu memleketin sanatçısıyız. Ayrıca bir “devlet sanatçısı” ne demek? Ben burada bir “ayrım” gördüğüm için kabul etmedim.
Korsan kasetçiler maalesef ruhumu çok yıprattı. Neler neler. Yarım asır geçmiş, firmanın sahibi ölmüş, oğluna geçmiş; o ölmüş, onun oğluna. Burada Kalan Müzik’e teşekkür ediyorum. Ortada, ayaklar altında kalmış eski plakları derledi, topladı, düzgün bir şekilde yeniden sundu. Bazı kanallarda görüyordum, türkümü söylüyorlar, adımı söylemiyorlar. “Bu türkü kime ait?” diye soruyor, kimisi “Naçizane” diyor. Bunlar da beni rahatsız etti, bahane oldu, geldim. Harbiye konserinde şaşırdım oranın dolu olduğunu görünce; sevindim de tabii. Bu cesareti de Hasan [Saltık] sağladı, ona borçluyum bunu.
Anadolu’da, her yerde, son yıllarda gençlerin türkülerime rağbetini görüyorum. Üniversiteler özel konserlere davet ediyorlar gidiyorum. Konser bitiyor, etrafıma doluşuyorlar, sorular soruyorlar. Ben söylediğim türkülerin sözlerini “Sorusu da cevabı da içinde” olarak söyledim. Gençler, talebeler bunun ne olduğunu anlıyorlar. Yıllar önceki konserlerimde yaşlılar, orta yaşlılar olurdu. Bugün ise daha ziyade gençler dinliyor.
Son yıllarda Abdal kimliğimi özgürce ön plana çıkarmaya başladım. Evet. Madem “şu, şu” dendi, ben Abdal’ım, neslim de Abdal. Yani şu Laz, şu Kürt, şu Çerkez, Tatar ise, beni zaten —ben söylemeden- karşımdaki söylüyor: “Abdallar” diyor, ben de “Evet, Abdal’ım” diyorum, “benim adımı sen koydun.” Ben diyorum ki, insan ve insanoğlu var. Bunlara ayrı ayrı isim takmak suçtur. Bu bir ayrımcılıktır, doğru değildir. Kim söylediyse suç işlemiştir. Bir aşağılık, bir yukarılık. Bu ayrımcılığın sonu kavgadır, kavganın kârı var mı?
Birbirine düşman olan Fransa, Almanya, öteki beriki gelmişler bir araya, insanca anlaşmışlar, sınırlarını açmışlar birbirlerine, ne güzel. Bütün dünya eninde sonunda birleşecek.
İzmir’de müstakil bir evim var orda. Aşiretler geliyorlar, oturuyok, dertleşiyok. Bir de küçük bahçem var. 11–12 çeşit meyve dalı diktim, onlarla vakit geçiriyorum. Kanaryam Almanya’da kaldı. Hep bir kanaryam olurdu. Serbest bırakırım; kafesi vardır ama kapısı açıktır, yemini yer, çıkar. Onu bağlayamam ben. Kuşların en güzel seslisidir o.
Kendi görüşüm bu. Bektaşi’yim ben, deyişler çocuğuyum. İnsanlara doğruyu onların anlayacağı şekilde söylemek gerekiyor. Şu kısa ömürde insanlar dünyaya geliyor, nereye geldiğini bilmeden gidiyor çoğu: “Vücut ölür ama ruhlar ölmez / bunca mahlûkat var, hiçbiri gülmez / Cehennem azabı zordur çekilmez / Azap çeken hayvanları görmeli.” Kendi doğrularımı söylüyorum.
Abdallarda kadın sanatçı yok, çıkmaz. Yok, bizde kadın müzisyen yok. Çalmazlar da, okumazlar da. Aile şeyi böyle. Yarım asır geçmiş, şimdi bile yok. Çünkü gidip geldiğimiz yerler erkek yerleri; düğünlere gidiyoruz. Varsa da, kendi aralarındadır.
Günümüzde Kürt Abdalları da var. Neden Kürt Abdalı? O da babalarımız gibi, gitmiş, Kürt köyünün içinde kalmış, Kürtlerin düğünlerinde çalmış, Kürtçe öğrenmiş. Onlara da “Kürt Abdalı” derler. Herkes nerede ise oranın Abdalı olmuş, biz de Anadolu’nun Abdalıyık.
Bizim çocuklarımız şapkalarının gölgesinden çıkamıyorlar. Duygusal insanlar bunlar, davet edilmeyen yere gitmeyen insanlar. Başkaları bizim türkülerimizi televizyon kanallarında söylüyor. Bizimkiler o cesarete sahip değiller. Eskiden düğünlerde “Cin işi, şeytan işi” derlerdi, kimse elini uzatmazdı saza, kemaneye, davula, zurnaya. Okula giden gençler baktılar ki cinin de, şeytanın da fotoğrafı yok, aldılar davul-zurnayı, sazı ellerine. Bizimkiler aç kaldı. Tahsilleri yok, aç kalanlar da dağıldı her tarafa. Benim bütün hısım-akrabalarım İzmir’e gelmiş.
Şimdi hanımlar ev temizliğine gidiyorlar, kalanlar da hanımlarının yolunu bekliyor, bir cigara parası getirecek diye. Kendi mesleklerini yapamıyorlar. Bu gelenek, bu kaynak yok oluyor tabii. Abdallar dağıldı gitti. Bu türkülerin kaynağı kuruduğu zaman bu kültür ölmüştür.
Bu kültüre Kültür Bakanlığı’nın el atması lazım. Bakanlığın, Türkiye’nin dört köşesindeki kaynakların özüne inmesi lazım. Abdallara aylık verilmesi lazım, “Siz bu kültürde doğal olanı devam ettirin” denmesi lazım. Benim ricalarımla Kırşehir’den ve Keskin’den 15er kişi bakanlığa alındı. Sözleşmeliler; kadroya alınmadılar daha. Bu insanların tahsili yok. Gençler okuyor ama bu sefer de sazı bırakıyorlar. Saz bize ecdattan gelen bir kanaldır, kaybolmaması gerekiyor”.[2] Alıntı.
Kaynak: Halk Kültüründe Abdallar ve Bozlaklar Cevat Kulaksız 2012 kitabından alındı.

ABDALLAR DESTANI

            Düğünlerde saz çalarak ekmeğini kazanan                                                                                                     
             Kırşehir’de “Abdallar” diye anılan
             Ustalarımızı saygıyla selamlıyorum.
Cevat Kulaksız
Tanrı’nın dili Türk olsun, Rum olsun, Arap olsun âşıkların dilidir”. Mevlana-
Tanrı her insana rızk vermiş,
Ustam kazanır ekmeği saz ile
Onlar davul sazdan ün almış,
Abdallar kazanır saz söz ile

Onlar “aptal” değil Abdallar,
Her düğüncü onları kollar,
Kırşehir’de şen şakır kullar,
Abdallar öğünür siz biz ile.

“Aptal” deme onlar ustalar,
Severiz onları eşler dostlar,
Meftun olurlar iyiler hastalar
Düğünde aranırlar herkes ile.

Ustalarla oynar oluruz şen,
Kırşehir’de var düğün nişan
Ustalarla alırız şöhret şan
Abdallar kazanır rızk saz ile.

Bağbaşı Kaman’da Kömevler,
Onlarla şenlenir bütün evler,
Dağılır saz ile gam ile keder,
Eve döner usta elde kaz ile.

Yanık olur sazlı bozlaklı ağıt,
Sazla verirler nasihat öğüt,
Abdalla gamı kederi dağıt,
Kemanda yanar içi köz ile.

Düğün için gurbette yolları,
Kış gelince zor olur halleri,
Tanrım rızksız koma kulları,
Düğüne yola giderler tez ile.

Onlarsız olmaz nişan düğün,
Usta şeref şan katar o gün,
Kırşehir’li sen onunla öğün,
Ustalar da sevinir siz biz ile.

Neşet Ertaş bizim gururmuş,
Onlar ile şen olur öğünürüz,
Çekiç Ali, Neşet onurumuz,
Getirirler gelini sazla kız ile.

Alamancıdır düğünlerin hası,
Bahşişle artar şendir çalgısı,
Az paraya azca çalar bazısı,
Bahşişi de süzerler göz ile.

Kaman’da Bahri-Tufan Altaş,
Bağrından çıktı Neşet Ertaş
Onlarla düğün olur arkadaş,
Koşarlar düğüne saz söz ile.

Sazla kemanla ekmek parası,
Bahşişte olmaz ölçü pahası,
Rızk çalgıdan var mı dahası,
Çalarlar çalgıyı içten öz ile.

Günah neresinde sazın hoca,
Varmıdır içinde dışında baca,
Rızka koşarlar borca harca,
Böyle rızk kazanırlar az az ile.

Bozlak söyler dilimiz bizim,
Doğru çalar telimiz bizim,
Eşe dosta malum halimiz,
Kırmayız kimseyi bir söz ile.

Davuldur düğünlerin sesi,
Zurnadır çalgıların da hası,
Geldi bahşişe damat ağası,
Alırlar emekle bahşiş hız ile.

Bizde usta, Abdal, Tahtacılar,
Gurbete gelin oldu kız bacılar,
Dinsin dertler, bitsin acılar.
Bitirdik gamı, acıyı saz ile.

Söylenir bizde içli bozlaklar,
Kestik düğüne tavuk oğlaklar,
Bahşişe damat cebini yoklar,
Halaya duralım el kol diz ile.

Zor olur gariplerin düğünü,
Gelirler ustalar düğün günü,
Alamancı getirdi garibin gelini,
Garibin düğününe gelir naz ile.

Ustanın Ustası Hacı Taşan,
O sözünden sazından taşan,
Düğüne koşup dağları aşan,
Zengin düğününe gelir tez ile.

Düğün var gidelim mi Balâ’ya,
Çalsın davul duralım halaya,
Gelin kaçtı düğünden halaya,
Yalvar yakar gitti niyaz ile.

Kayın geldi Büyük Teflek’ten,
Kınacı gitti Kaman Yelek’ten,
Düğüne un eledik ince elekten
Düğün aşı pişer ateş köz ile.

Davul zurna Saz, kemani,
Geçti mi yosa kına zamanı,
Nerde geline altın küpe hani,
Kınacı gittik coştuk haz ile.

Tavuk, kaz, içki nerede rakı,
Damadın adı da Kara Hakkı,
Düğün şanı bumudur hakkı.
Kınada istediler hindi söz ile.

Davulum var has deriden,
Damat da gelir mi geriden,
Gelin kız göründü beriden,
Gelin gider gurbete yoz ile.

Pişti mola acep düğün aşı,
Kimler çekecek halay başı,
Gelin gider döker gözyaşı,
Gelin götürürler yaz güz ile.

Oğlum Ali öğren şu sazı,
Belle şu ekmek kapımızı,
Usta ol düğüne gidek bazı,
Öğrenir usta sazı naz ile.

Yosa kravatlı memur ederim,
Memur eder süründürürüm,
Belle şu sazı sitem ederim,
Memuru da az görür itiraz ile.

Şahan Usta iyi çalar zurnayı,
Avazı indirir gökteki turnayı,
Geline de taktık çifte burmayı
Düğünümüz oldu hoş haz ile.

Geline aldılar sandık çeyiz,
Başlık da çok ne edeceğiz,
Yelek’ten geldi okuntu ceviz,
Davulla geldi assap kaz ile.

Damat bizim gelin de bizim,
Geldi okuntu bahşiş kızın
Çekemedik kayının nazın,
Çektik derdini inat naz ile

Düğün nişan bir de sünnet,
Çalarız sazı etmeyiz minnet,
Düğünü sünneti ister millet,
Gider döneriz rızk gaz tuz ile.

Düğünde taklitçi Kel Nönü,
Başına da takmış bir honü,
Güldük kırıldık düğün günü,
Kınacı geldi bohça bez ile.

Pirimiz de Pir Sultan Abdal,
Ondan dediler bize Abdal,
Bizi yanlış bilenler aptal,
Anarız pirimizi saz öz ile.

Hoca şeytan yok sazımızda,
İçimizde hile yok sözümüzde,
Dünya malı yok gözümüzde
Gideriz düğüne elde saz ile.

Kız anası nerdedir kız anası,
Gelsin bu gelinin kaynanası,
Yakılsın eline gelinin kınası,
Kına yakın davulum baz ile.

Davul saz var mıdır köçek,
Gelin alayı köyden geçecek
Kınacı yakın geldi gelecek,
Assap geldi yemiş çerez ile.

Gelin gelsin de nikâh kıyalım,
Azığına da tavuk mu koyalım,
Davulcu gelsin bir görelim.
Davulsuz olmaz boz boz ile.

Sözüm çok bitmedi destanım,
Geline dar mı geldi fistanım,
Ona feda olsun bağ bostanım,
Mutluluk dileyin içten niyaz ile.

Düğüne attı dokuzlu dabanca,
Damat vuruldu boylu boyunca,
Cenderme geldi olayı duyunca,
Düğün dernek dağıldı şapaz ile.

Atmayın düğünde dabancayı,
Ağlatırsın kardaş, ana bacıyı,
Söndürürsün ocağı bacayı,
Yoksa ana baba yanar köz ile.

Uzaktan hoştur sesi davulun,
Damat vuruldu siz sağ olun,
Düğüne bitti hemen savulun,
Düğüne nazar değdi göz ile.

Ağam nerde düğünün senin,
Varmıdır köyde ünün senin,
Şenmidir hanen günün senin,
Çalar şen ederiz davul saz ile.

Biz Türküz Oğuz boyundan,
Ahiler Abdal pir soyundan,
İçtik Oğuz, Avşar suyundan,
Geldik Horasandan saz ile.

Geldi kınacılar hani ya siniler,
Taklit çıkarır dı Kel Nönüler,
Taklide kahkaha ile güldüler,
Güldük düğünde hoş naz ile.

Yapardı sünnet Veysel Usta,
İyi oldu pipi olmadı hasta,
Hem sünnetçi hem de usta,
Ustaya bahşiş verdik kaz ile.

Ustaya verdik bahşiş çorap,
Bolca içtiler rakı ile şarap,
Sarhoş oldu da ettiler harap,
Sarhoştan bıktık dilbaz ile.

Bayrak kalktı nerde ustalar,
Düğüne gelsin eşler dostlar
Pişti düğüne börek pastalar.
Ocak yaktık tezek ile köz ile.

Köçekler taktı çifte zilleri,
Bozlak türkü söyledi dilleri,
Bahşiş için kestiler yolları,
Assapçı göründü herkes ile.

Veysel usta yaptı bin sünnet,
Etmedi hiç kimseye minnet,
İki işte de eder idi hizmet
Yapardı sünneti niyaz ile…

Yetti Cevadî bitti mi kalem
Ustam sizlere olsun selâm
Düğünde size haber salam
Tam çalgı saz gelin tez ile

BOZLAK DESTANI


Cevat Kulaksız
Oğuz Türkmendir aslımız
Avşar’dan gelir neslimiz.
Türküdür bizim destanımız
Bozlaktır bizim türkümüz.

Bozlaklar bizim sazımızda
Türküler kışımız yazımızda
Sevgidir çoğumuz azımızda

Bozlaktır bizim türkümüz.


Bitimola Kırşehir’in gülleri
Acep değiştimola halleri
Yine bozlak söyler mi dilleri
Bozlaktır bizim türkümüz.

Sazımız ekmeğimiz aşımız
Dertten azade değil başımız
Türkü olur bize gözyaşımız
Bozlaktır bizim türkümüz.

Neşet Ertaş, Hacı Taşan
Türkülerde coşup taşan
Gurbetten sıladan koşan
Bozlaktır bizim türkümüz

Bozlak söylenir dillerde
Türkü ile gurbet ellerde
Bozlak var dertli dillerde
Bozlaktır bizim türkümüz.

Terme, Özbağ, Âşık Paşa,
Yiğit dayanır dertli başa
Bozlak söylenir coşa taşa
Bozlak bizim türkümüz.

Türkü dilde sazımızda
Varlık yokluk azımızda
Ağıt türkü bol yazımızda
Bozlaktır bizim Türkümüz

Bozlak bir ağıt feryattır
Türkümüz bizlere ağıttır
Atadan bize bir öğüttür.
Bozlaktır bizim türkümüz.


Bozlaktır bizim türkümüz
Dost sevmektir ülkümüz
Aşkistandır bizim ülkemiz
Bozlaktır bizim türkümüz.

Bozlakta gizlidir derdimiz
Sazın avazındadır sırrımız
Türkü bozlaktır sesimiz
Bozlaktır bizim türkümüz.

Çekiç Aliler, Hacı’lar, Neşet
Bize de bir bozlak bahşet
Bizim sazımıza kuşattılar şet
Bozlaktır bizim türkümüz.

Ağıdımız derdimiz türkü
İçimizdeki ulu Atatürk’ü
Severiz türküyü Türk’ü
Bozlaktır bizim türkümüz.

Fırgat gelir Kızılırmak’tan
Ağıt olur bize yakın ıraktan
Bozlak olur ağıt feryattan
Bozlaktır bizim türkümüz


Türkü çalar telli sazımız
Allı turnadandır avazımız
Bozlak söyler ağzımız
Bozlaktır bizim türkümüz.

Yiğit biner arabatına
Dağlar aşıp gider yâdına
Kemlik mi getirir adına
Bozlaktır bizim türkümüz.

Bize engel mi karşı dağlar
Sılaya mı gider allı durnalar
Gurbette yar yaren ağlar
Bozlaktır bizim türkümüz.

Ölüler, diriler, düğünler,
Bozlak ile geçti günler
Bizde türkü ile öğünürler
Bozlaktır bizim türkümüz

Gönül takıldı kaşı karaya
Destan oldu bahtı karaya
Acep ilaçmıdır bu yaraya
Bozlaktır bizim türkümüz.

Kızılırmak nettin yiğidimi
Kanlı selin yiğidimi yedimi
Mahzun kodun çifte yetimi
Bozlaktır bizim türkümüz.

Gurbet olur dağlar arası
Döne dolana sılaya varası
Bozlak olur gönül yarası
Bozlaktır bizim türkümüz

Bir ağıt geldi bozlaktan
Türkü olur acılar dertten
Bozlak içten, acı yürekten,
Bozlak bizim türkümüz.

Destan:  Cevat Kulaksız

[1] Türkülerden Kırşehir Abdallarına. http://mesaj.antoloji.com/?sayfa=profil&kisi
[2] http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=6530

Ünlü Halk Ozanı Neşet Ertaş’ın Yaşamı 1 - Cevat Kulaksız

Büyük Halk Ozanı Neşet Ertaş -2:Neden “Ertaş” Soyadını Almış

Büyük Halk Ozanı (3) : “Seçim-Geçim-Gurbet Neşet Ertaş”

Büyük Halk Ozanı (4): Kırşehir Abdalları’nın Yoksulluk Feryadı


CHP TBMM grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in kızının usulsüz bir şekilde "Hacettepe ingilizce Tıp Fakültes'ne naklini TBMM gündemine taşıdı.
Tarhan, Çelik'in kızının 200 bin öğrencinin hakkını yediğini söyledi.
Faruk Çelik'in yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığı'na verdiği soru önergesinde, basında Zeynep Çelik'in Acıbadem Üniversitesi'nden yatay geçişle Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin İngilizce bölümüne naklinin yapıldığı bilgisinin yer aldığını hatırlattı. Hacettepe Üniversitesi ingilizce Tıp Fakültesi'nin, üniversite sınavında en yüksek puanlı öğrencilerin giriş yaptığı bölümlerden biri olduğunu kaydeden Tarhan, "Bu bölümü ancak ilk bin kişi arasındakilerin tercih etmesi mümkün olmaktadır. Bölüme yatay geçiş ise aynı oranda zor koşullara bağlıdır. ''

Bu koşulları YÖK belirlemekte ve koşullara ilişkin değerlendirme konusunda, üniversitenin ilgili organlarında karar alınması gerekmektedir. iddiaya göre, Zeynep Çelik isimli öğrenci, bu seçkin fakülteye yatay geçiş koşullarını taşımamasına karşın rektör Murat Tuncer'den bu öğrenci için bir çözüm bulması rica edilmiş ve gereği yapılmıştır. Buna göre, öğrencinin yatay geçiş için belli bir süre içerisinde ve bizzat başvuruda bulunması gerekmesine rağmen, sürenin bitmesinden bir hafta sonra rektör 24 Ağustos günü Üniversite Senatosu'nu acele toplantıya çağırmış, rutin olarak Çarşamba günü yapılması gereken toplantı, başka bir günde yapılmış ve öncesinde de yatay geçiş koşullan değiştirilmiştir" dedi.


Kindarlığın körüklediği hesaplaşma duygusunun peşinden koşanlar, Atatürk'ün mirasına saygısızlıkta adeta yarış ediyorlar.
Dün yazdığım gibi, onun ulusuna armağan ettiği Atatürk Orman Çiftliği'ndeki talan tüm hızıyla sürüyor.
200 milyon liraya çıkacağı söylenen Başbakanlık Sarayı için binlerce ağaç kesiliyor.
Gözleri karartan acımasızlık, Atatürk'ün bozkırın çorak topraklarında yarattığı zümrüt değerindeki görkemli eseri adeta silindir gibi ezip geçiyor.
Onun bir ağaç dalına bile büyük saygı duyduğunu, köşküne zarar veren ağaç dallarını kestirmek yerine, binayı kaydırdığını bilmiyorlar!
Bilseler bile, anlamak istemiyorlar!
O halde biz anlatalım.

***

Yıl 1930... Yaz ayları... Yalova'daki Millet Çiftliği...
Büyük önder çiftlikte dolaşırken, mütevazı köşkün yanındaki çınar ağacının bazı dallarının kesileceğini öğrenir.
Sonrasını usta tiyatrocu Müjdat Gezen'in 29 Ekim'de galasını yapacağı “1881-...'' adlı oyundan izliyoruz:
(SAHNENİN SOLUNDAKİ IŞIK YANDIĞINDA YALOVA'DAKİ KÖŞK VE YANINDAKİ AĞAÇ GÖRÜNÜR. TÜRKÜ SÖYLEYEN BİR İŞÇİ, ELİNDEKİ BALTAYI AĞACA İNDİRMEK ÜZEREDİR... O SIRADA ATATÜRK, ÜÇ ARKADAŞIYLA GELİR...)

ATATÜRK: Dur çocuk... Ne yapıyorsun sen?
İŞÇİ: Ağacı kesiyorum!
ATATÜRK: Sen hayatında hiç ağaç diktin mi ki o ağacı kesiyorsun?
İŞÇİ: Ne yapmamı emredersin paşam?
ATATÜRK: O bir canlı. Bir canlının yetişip büyümesi bu hale gelmesi ne demek sen biliyor musun?
İŞÇİ: Yok paşam.
ATATÜRK: Ağaç kesilmez.
İŞÇİ: Ne yapmamı emredersin paşam?
ATATÜRK: Neden kesiyorsun ağacı?
İŞÇİ: Köşke zarar veriyor. Dalları neredeyse köşkün içine girdi girecek.
ATATÜRK: O ağacı kesmeyeceksin çocuk.
İŞÇİ: Emrin olur. Peki ne yapayım?
ATATÜRK: Köşkü kaydırın.
İŞÇİ: Buyur?
ATATÜRK: Duydun işte köşkü kaydırın.
İŞÇİ: (KÖŞKÜ GÖSTEREREK) Bunu mu?
ATATÜRK: Başka köşk var mı?
İŞÇİ: Yok.
ATATÜRK: Söyle amirlerine onlar bir çaresini bulurlar.
İŞÇİ: Emrin olur paşam.
ATATÜRK: Unutma, ağaç kesilmez, o da canlı.

***

Atatürk'ün emri yerine getirilir ve ağacın kesilmesinden vazgeçilir.
Peki ne yapılır?
Köşk, yan tarafa doğru 5-6 metre kaydırılır!
İstanbul Belediyesi'nin Fen İşleri ekipleri, önce köşkün çevresini kazarlar. Temel ortaya çıkınca, altına tramvay rayları yerleştirilir. Böylece köşk hiç zarar görmeden kaydırılma işlemi gerçekleşir.
Müjdat Gezen “1881-...''de bu anı canlandırıyor.
Köşk, sahnede kaydırılıyor!

***

Atatürk bırakın kesmeyi, ağacın dalına zarar gelmemesi için köşkünü kaydırmayı göze alıyor.
Bunlarsa onun emaneti üzerinde saraylarını inşa ederken, binlerce ağacı acımasızca kesiyorlar.
Gözleri öylesine kararmış ki, kestikleri dalın, bindikleri dal olduğunu bile göremiyorlar!


Tevhit, bir­le­mek de­mek­tir. Bu­nun­la kas­te­di­len; in­sa­nın ve gerçeğin bir ve tek ol­du­ğu­nun bir şu­ur ha­li ve ha­yat an­la­yı­şı ola­rak be­nim­se­nme­si­dir.

Var­lık ve oluş­ta her şey Bir'le ve Bir, her şey­le iliş­ki için­de­dir. Şu şart­la ki, var­lık ve olu­şun şu­ur­lu ve be­lir­le­yi­ci gü­cü o Bir ola­cak­tır. Tevhit, ol­muş ve ol­mak­ta ola­nı o Bir'in gö­züy­le gör­mek ve oluş serüveninin bü­tün coş­ku­su­nu yi­ne o Bir'le be­ra­ber ya­şa­mak­tır.

Kur'an, tevhidi an­la­tan ki­tap­tır.

Re­a­li­te­nin te­me­lin­de, bir ya­ra­tı­cı şu­ur var­dır.

Bü­tün oluş­lar, ge­liş gi­diş­ler, bü­tün ha­yat se­rü­ve­ni bu ya­ra­tı­cı şu­u­run açı­lıp sa­çıl­ma­sı, çe­şit­li renk, şe­kil ve de­sen­ler ha­lin­de ken­di­ni or­ta­ya koy­ma­sı­dır. Tasavvufta buna ‘tecelli’ denir. Ve tecelli sonsuzdur. O hal­de, oluş son­suz­dur. Var­lık­sa, son­lu ol­mak­la bir­lik­te sı­nır­sız­dır. (bk. Kur'an, Fâ­tır, l; Zâri­yât, 47 ) Ve o hal­de, var­lık ve oluş­ta ba­şı­boş­luk, rast­lan­tı, çar­pık­lık ve sü­rek­li çe­liş­ki yok­tur. Di­ya­lek­ti­ğin ser­gi­le­di­ği çe­liş­ki ve düa­li­te, ge­çi­ci ve izafîdir. Baş­lan­gıç ve son, bir­lik ve ahenk­tir.

Tevhidin, Kur'an’dan alınan for­mül cüm­le­si şu­dur: Lâ İlâ­he İl­lel­lah: Al­lah'tan baş­ka tan­rı yok­tur. Bu for­mül cüm­le­ye Ke­li­mei Tevhit de­nir. Al­lah gü­ze­lin, iyi­nin, mut­lu­lu­ğun ve ölüm­süz­lü­ğün mut­lak kay­na­ğı­dır. Bu­na da­ya­na­rak di­ye­bi­li­riz ki, tevhit, in­sa­nın, ka­de­ri­ni öz ben­li­ği­nin elin­de tut­ma­sı ve ha­ya­tı­na gü­zeli ve ölüm­sü­zü ege­men kıl­ma­sı­dır. Al­lah de­nin­ce bu de­ğer­le­ri ha­tır­la­ma­yan bir ben­lik, Kur'an'ın ta­nıt­tı­ğı Tanrı’ya inanmış ola­maz.

For­mül cüm­le Ke­li­mei Tevhit iki bö­lüm­den olu­şur: Ne­ga­tif bö­lüm, (Lâ İlâh), po­zi­tif bö­lüm (İl­lel­lah)... İs­lam li­te­ra­tü­rün­de bun­la­rın bi­rin­ci­si­ne nefy, ikin­ci­si­ne is­bat de­nir. Var­lık ka­mı­şı­nın içi iyi bo­şal­tıl­maz­sa (nefy ger­çek­leş­mez­se) son­su­zun ez­gi­le­ri doğ­maz. İn­san ben­li­ği "Al­lah" de­di­ği an­da, Al­lah dı­şın­da­ki her şey (mâsi­va) şu­ur­dan si­li­ne­cek ve ben­lik, Ya­ra­tı­cı'yla do­la­cak­tır. Ben­li­ğin, Al­lah dı­şın­da de­ğe­re la­yık gör­dü­ğü ikin­ci bir şe­yin şu­u­ra ta­kı­lı kal­ma­sı tevhidi şirke dönüştürür.

O hal­de tevhit, özü ba­kı­mın­dan, bir ke­li­me ve söz işi de­ğil, bir şu­ur ve oluş ha­li­dir. Da­ha­sı, tevhit, ölüm­sü­ze ka­tılmak, olu­şu onun­la ya­şa­mak­tır.

Tevhidin ilk şar­tı, bir­li­ğin önü­ne di­ki­len sa­yı­sal en­gel­le­ri de­vir­mek­tir. Bil­mek ve inan­mak ge­re­kir ki, Al­lah bir­dir, var­lık bir­dir, in­san­lık ve fi­kir bir­dir, za­man ve ta­rih bir­dir. Bil­gi ve sez­gi de bir­dir. Ama iş bu­nun­la bit­mez. Ya­ra­tı­cı Kud­ret'in ta­sar­ruf­la­rı­na, baş­ka bir de­yim­le, ha­ya­tı­mı­za ka­tı­lı­mı­na da or­tak koş­ma­mak ge­re­kir.

Tevhit sır­rı­nın in­san ha­ya­tın­da­ki an­lam bo­yut­la­rın­dan bi­ri de şu­dur: Al­lah dı­şın­da her şey va­sı­ta­dır. Ser­vet, ço­cuk, ka­dın, iba­det, hat­ta din, hat­ta pey­gam­ber. Bun­la­rın hep­si, ga­ye­le­rin ga­ye­si olan Ya­ra­tı­cı'yla be­ra­ber­lik şu­u­ru­na yol aç­tık­la­rı, imkân ha­zır­la­dık­la­rı için de­ğer ta­şır­lar. Eğer bu­nu sağlaya­mı­yor­lar­sa, biz­zat ken­di­le­ri tevhit yo­lu­nun di­ke­ni olur­lar. Kin­le­re, in­ti­kam­la­ra, vur­gun­la­ra, yıp­rat­ma­la­ra, çı­kar­la­ra âlet edil­miş din iddiaları ve bu iddiaların kümelendiği mabetler, iş­te bu yüz­den­dir ki, hiç dur­ma­dan "Al­lah bir" de­dik­le­ri hal­de, in­san­lı­ğa ıs­tı­rap­tan baş­ka bir şey ve­re­miyorlar.


DOKUNULMAZLARA DOKUNUNCA…


Kur'an, Al­lah dı­şın­da her ­han­gi bir şe­yin, Al­lah'ın ya­pı­cı ve be­lir­le­yi­ci gü­cü­ne or­tak ko­şul­ma­sı­na şirk de­mek­te­dir. Şirk, Allah’a imanı olup da güveni olmayanların dinidir. Şirk ateizm değildir. Şirk mensupları Allah’ın varlığını, yüceliğini kabul ediyorlar ama her şeyin onunla bitmeyeceğini söylüyorlar. Müşriklere göre, Allah ile insan arasında ‘aracılara, yaklaştırıcılara, şefaatçılara’ ihtiyaç vardır. Bunlar, efendiler, zevâtı kirâm denen dokunulmazlardır. Şirk kodamanları, bu ‘dokunulmazlar’la servetlerine dokununcaya kadar size asla dokunmazlar. Yedek ilah yapılan efendilerle kodamanların servetlerine dokunduğunuz anda şirkin hedefi olursunuz.

Hz. Muhammed, işte bu iki dokunulmaza dokunuyordu; dokunuyordu ne demek, tarihin en sert vuruşuyla vuruyordu. Mekke şirk kodamanları, Hz. Muhammed’e işte bu dokunulmazlara dokunduğu için düşman kesildiler. Yoksa onlar da Muhammed gibi namaz kılıp oruç tutuyor, Kâbe’yi tavaf ediyor, gusül abdesti alıyorlardı. Sarık ve sakal onların da saygın değerleriydi. Kavganın sebebi bunlar değildi, kavganın sebebi ‘yedek ilahlar’ ve ‘servetler’ idi.

Sözü, büyük sûfî mirasın (tarikat mirası değil) şu muhteşem tespitiyle bağlayalım:

Her in­san­da ken­din­den ve ken­din­de her in­san­dan bir par­ça bul­ma­yan, tev­hit­ten ha­ber­siz­dir...


“Daniel Dumoulin” Belçikalı Düşünür
Tüm dün­ya li­der­le­ri, dü­şü­nür­le­ri, ta­rih­çi­le­ri; “mu­ci­ze za­fer­le­ri, ola­ğa­nüs­tü dev­rim­le­riy­le­” Ata­tür­k’­ü yir­min­ci as­rın li­de­ri ola­rak ta­nım­lı­yor­lar.
An­cak Ata­tür­k’­ün çağ­daş uy­gar­lık dü­ze­yi­ne ta­şı­dı­ğı Türk hal­kı, “El­ham­dü­lil­lah şe­ri­at­çı­yız, ya­ni Ata­tür­k’­ü de­ğil Hu­mey­ni­’yi ör­nek ala­ca­ğı­z” di­yen bir ki­şi, bir par­ti, bir zih­ni­ye­ti yüz­de 50 oy­la ik­ti­dar ya­pı­yor. Böy­le bir ga­ra­be­te Af­ri­ka­’ nın ka­bi­le dev­let­le­rin­de bi­le ta­nık olun­mu­yor. Hiç­bir ül­ke­nin med­ya­sı, ay­dın­la­rı kor­ku ya da men­fur çı­kar­lar uğ­ru­na bu den­li il­kel­li­ğin, ka­ran­lı­ğın des­tek­çi­si ve söz­cü­sü ol­ma zil­le­ti­ne dü­şe­mez.
Ül­ke­yi so­yup, so­ğa­na çe­vi­ri­yor, Su­ri­ye ba­ta­ğın­da can çe­ki­şi­yor­lar. Öy­le­si­ne ha­ta­lar ya­pı­yor, koz­lar ve­ri­yor ki; bun­la­rın yüz­de bi­ri baş­ka bir ül­ke­de ya­şan­sa yer ye­rin­den oy­nar, mu­ha­le­fet bun­la­rı hal­laç pa­mu­ğu­na çe­vi­rir, dar­ma da­ğın eder­di. Or­du mil­le­tin or­du­su ol­mak­tan çı­kı­yor. AK­P’­nin or­du­su olu­yor. Yar­gı mil­le­tin adı­na de­ğil AKP adı­na ka­rar­lar ve­ri­yor. AKP, “de­mok­ra­si­nin ol­maz­sa ol­ma­zı la­ik­lik kar­şı­tı oda­k” olu­yor. Tür­ki­ye­’de yap­rak kı­mıl­da­mı­yor. Mu­ha­le­fet par­ti­le­ri bu re­zil­lik­le­ri hal­ka an­la­tıp, bun­la­rın ip­li­ği­ni pa­za­ra çı­kar­ta­mı­yor. Baş­ba­kan, “dün­ya­nın hiç­bir ül­ke­sin­de as­ker bu den­li yıp­ra­tıl­ma­z” di­ye dert ya­nı­yor. “Ge­nel­kur­may Baş­ka­nı (Nec­det Pa­şa) 40 yıl­dır va­ta­na hiz­met edi­yor. Onu yıp­rat­mak hak­sız­lık­tı­r” di­yor. Baş­ta ana mu­ha­le­fet “ya­hu sen mil­let­le alay mı edi­yor­sun? As­ker­lik yan ge­lip yat­ma ye­ri de­ğil­dir di­yen, şe­hit­le­ri kel­le di­ye ni­te­le­yen kim­ler­di? Or­du­ya 50 yıl onur­la hiz­met eden ön­ce­ki Ge­nel­kur­may Baş­ka­nı Baş­buğ Pa­şa­’yı te­rö­rist­ba­şı di­ye zin­da­na at­tı­ran, 2002’de te­rö­rü sı­fır­la­yan kah­ra­man ko­mu­tan­la­rı (te­rö­rist giz­li ta­nık­lık­la­rıy­la) pran­ga­lat­tı­ran, sa­nal, seh­ven ka­set­ler­le or­du­nun ko­lu­nu ka­na­dı­nı kır­dı­ran­lar baş­ka ge­ze­gen­den mi gel­miş­ler­di­” di­yen de ol­mu­yor.
Vak­tiy­le İra­n’­da oy­na­nan oyun şim­di Tür­ki­ye­’de sah­ne­le­ni­yor
Fi­kir ba­zın­da kal­mış, ey­le­me geç­me­miş bir dü­şün­ce suç ol­maz. Si­liv­ri hu­ku­kun­da dü­şün­ce ger­çek­leş­miş gi­bi ce­za gö­rü­yor. Tüm hu­kuk oto­ri­te­le­ri, bil­gin­le­ri, Si­liv­ri­’de­ki ya­sa dı­şı uy­gu­la­ma­lar­la ada­let ve hu­ku­kun kat­le­dil­di­ği­ni be­yan edi­yor. Türk düş­man­la­rı­nın ek­me­ği­ne yağ sü­rer­ce­si­ne or­du­nun bu den­li çö­ker­til­me­si­nin “ni­çin, ne­yin uğ­ru­na han­gi amaç­la ya­pıl­dı­ğı­nı­” ulus­ça sor­gu­la­yıp, bun­la­rın mas­ke­le­ri in­di­ri­le­mi­yor. Tüm bun­la­ra kar­şın “A­na­ya­sal Baş­ko­mu­tan Çan­ka­ya Sır­ça Köş­k’­te­”, “fi­ili Baş­ko­mu­tan da ka­rar­ga­hın­da­” dut ye­miş bül­bül ke­si­li­yor. “So­ğan­cı Öz­kök Pa­şa­’nın fet­va­la­rıy­la­” as­ker­le­ri­ni kur­da ku­şa yem edi­yor­lar. Baş­ba­ka­n’­ın sü­rek­li bir­bi­ri­ni nak­şe­den söy­lem­le­ri, dev­let dü­ze­ni­ni ala­bo­ra edi­yor. Ön­ce­le­ri yük­sek yar­gı­ya yap­ma­dı­ğı ha­ka­ret kal­mı­yor. Şim­di yar­gı uy­du “ka­dı­lı­k” ha­li­ne ge­ti­ri­lin­ce “yar­gı ka­rar­la­rı kut­sal­dır, say­gı duy­mak ge­re­ki­r” di­yor. Tür­ki­ye bu den­li sa­hip­siz, ba­şı­boş bir du­rum­da ka­lın­ca vak­tiy­le İra­n’­da oy­na­nan oyun şim­di Tür­ki­ye­’de sah­ne­ye ko­nu­yor. O dö­nem­de Hu­mey­ni Fran­sa­’ya ka­çıp ora­dan dev­rim mu­ha­fız­la­rı, mi­lis­ler­le hal­kı ör­güt­le­yip “is­te­me­zü­k” halk dar­be­siy­le din dev­le­ti kur­du­ru­yor. Şim­di­de bir ho­ca efen­di “ok­ya­nus öte­sin­de­n” ce­ma­ati­ni ör­güt­lü­yor. As­ke­ri­ye­yi, ad­li­ye­yi ve mül­ki­ye­yi (dev­le­ti) ele ge­çi­rin ta­li­ma­tıy­la ay­nı şe­yi ya­pı­yor.
Ye­ni CHP’­li­ler
Ül­ke, so­nu meç­hul bir ba­di­re­ye sü­rük­le­ni­yor. CHP bun­la­rı re­zi­li-rüs­va ede­cek bir var­lık gös­te­re­mi­yor.
Ata­tür­k’­ün par­ti­si ye­ni CHP adı al­tın­da sü­rek­li Ata­türk um­de­le­rin­den uzak­laş­ma gaf­le­ti gös­te­ri­yor. Din­ci­ler­den oy kay­bı kay­gı­sıy­la la­ik­li­ği ağız­la­rı­na al­mı­yor­lar.
Ye­ni doğ­muş la­ik Cum­hu­ri­ye­ti boğ­ma­yı amaç­la­yan Kürt Der­sim is­ya­nı­nın bas­tı­rıl­ma­sı­nı eleş­ti­ri­yor. Baş­ta 6 okun dev­let­çi­lik ve mil­li­yet­çi­lik, (ulu­sal­cı­lık) il­ke­le­ri­ne kar­şı çı­kı­yor­lar.
Bi­re­yin yap­ma­dı­ğı ya da ya­pa­ma­dı­ğı iş­le­ri ka­mu ya­ra­rı ge­re­ği dev­le­tin yap­ma­sı olan Ata­tür­k’­ün özel sek­tör ağır­lık­lı (kar­ma eko­no­mi) dev­let­çi­li­ği;
Yi­ne Ata­tür­k’­ün din, dil, ırk renk far­kı gö­zet­mek­si­zin mil­le­ti­ni yü­celt­mek ve ya­şat­mak ül­kü­sü olan Ata­türk mil­li­yet­çi­li­ği­ni an­la­ma­ya­cak ka­dar eb­leh­lik gös­te­ri­yor­lar.
Ata­türk anıt­la­rı­nın önü­ne çe­lenk koy­mak ya­sak­la­nı­yor. Ata­türk il­ke ve in­kı­lap­la­rı okul ki­tap­la­rın­dan çı­kar­tı­lı­yor.
30 Ağus­tos Za­fer Bay­ram­la­rı, 29 Ekim re­sep­si­yon­la­rı ip­tal edi­li­yor.
Ye­ni CHP’­li­ler 81 il­de bu re­za­let­le­ri te­l’­in mi­ting­le­riy­le ulu­su şah­lan­dı­rıp gök kub­be­yi bun­la­rın baş­la­rı­na in­di­re­mi­yor.
Ye­ni CHP, Os­lo pa­zar­lı­ğı­na kar­şı çık­mı­yor. Cid­di ve güç­lü bir dev­let te­rö­rist­ler­le gö­rüş­mez. “İm­ra­lı ile gö­rüş­mek te­rö­re bo­yun eğ­mek ül­ke­yi PKK’­ya peş­keş çek­mek, şe­hit­le­ri­mi­zin ru­hu­nu sız­lat­mak­tı­r” di­ye­mi­yor.
CHP bu ül­ke­nin tek umu­du­dur. Tür­ki­ye ve CHP an­cak Ata­türk fel­se­fe­si ve il­ke­le­riy­le ıs­lah ve ha­ya­ti­yet bu­la­bi­lir. Ye­ni CHP’­li­ler bu bi­linç­ten yok­sun bu­lu­nu­yor.
Tek ça­re De­niz Bay­ka­l’­ın en­gin de­ne­yi­mi, kül­tü­rü, be­la­ga­tiy­le Kı­lıç­da­roğ­lu­’nun ener­ji­si ve iyi ni­ye­ti­ni sen­tez­le­yip bir “Eş Baş­kan­lı­k” sis­te­miy­le kad­ro­la­rı bü­tün­leş­tir­mek güç bir­li­ği yap­mak­tır. Ar­tık sen-ben da­va­sı­nın za­ma­nı de­ğil­dir.

http://sozcu.com.tr/turkiye-ataturku-allaha-borclusun-geri-kalan-her-seyi-de-ataturke.html


Siz bu yazıyı okurken Ankara'da AKP'nin 4. büyük kongresi başlamış olacak.
Bir gün öncesinden ne olabileceğini tahminederek kaleme aldığım bu yazıyı bir 'acemi müneccim' tahminleri de sayabilirsiniz; saklayıp nasıl bir bir gerçekleştiğini de takip edebilirsiniz.
2023'te de AKP iktidarda olacakmış da o zamanki kadroları şimdiden seçiyorlarmış da... Sanki demokrasiyle değil de padişahlıkla yönetiliyoruz.
Aslında MHP'ye ait olan 2023 projesini AKP'nin ele geçirip böyle kullanması tam bir psikolojik harp taktiğidir.
'Türkiye'yi ele geçirdim; bir daha asla başkasına bırakmam. Rakip olanların da her yolu deneyip hakkından geleceğim.'
Gitti Osmanlı hanedanı; geldi AKP hanedanı...

İLK HEDEF AKP'Yİ ELDE TUTMAK
Siz 2023 havalarına bakmayın. Bu kongrenin hedefi 2014'tür. Yani cumhurbaşkanlığı seçimidir.
Başbakan Erdoğan, Köşk'e çıkarken yetkilerini çok kuvvetlendirmek peşindedir. Türkiye, başkanlık sistemi üzerinden  postmodern padişahlık devrine iteklenmek isteniyor.
AKP Lideri; partinin yönetimini de bırakmak istemiyor. İşte Cemaat ile Erdoğan arasındaki tek çelişki buradadır. Cemaat; 'Sen Köşk'e çık ama partiyi de Abdullah Bey'e bırak.' diyor. Tayyip Bey ise başbakanlık koltuğunda bir mutemedinin bulunmasını istiyor. Bu AKP'yi 2023'e hazırlama propagandası; bir ayağı ile Köşk'ten partiyi yönetme projesidir.

KÖŞK KOLAY DEĞİL
Türkiye; ekonomik olarak darboğazdadır. Yapılan insafsız zamlarla bütçe dengesi tutturulmaya çalışılsa da halk er geç bunun sorumlusunun Başbakan Erdoğan olduğunu anlayacak ve tepki gösterecek. Çünkü alt katmanlar  milli gelirden giderek daha az pay alırken zenginler tabakası azmanlaşıyor.
İkincisi de azan terör olayları... Hükümetin 10 yıl içinde terörü bitirmek değil artırmak biçiminde bir politika izlediğini en sıradan insan bile görüyor. AKP yönetimi; 2007 genel seçimleri öncesinde PKK ile aracılar üzerinden anlaştı. Kuzey Irak'ta Kürt devleti kurmasına izin verilen Barzani; bütün Kürtlerin AKP'ye oy vermesini açık açık istedi ve PKK da bu süreci baltalamadı.
2011 genel seçimlerinden önce de hükümet ile PKK temsilcilerinin, Oslo'da İngiltere'nin gözetiminde anlaştıklarını belgeler gösteriyor.
Ama geldiğimiz dönemde PKK dört koldan saldırıda. İktidarın Güneydoğu'da 'demokratikleşme' adına attığı adımları örgütün 'yeniden büyüme ve şehirlere ele geçirme' biçiminde çok ustaca kullandığı ortaya çıktı. Vatandaş bunu görüp kızıyor; Köşk yolu dikenlerle doluyor.

HÜRRİYET İŞARETİ VERDİ
Hürriyet Gazetesi'nde geçen gün yer alan 'İmralı iyi Kandil kötü' biçimindeki uyduruk haber bunun en açık göstergesidir. Bu gazete; dezenformasyon görevini üstlenip kamuoyunu kandırmaya çalışmaktadır.  Demekki Öcalan ile pazarlık yapılacak. Bu duyulacak. İşte toplum buna hazırlanıyor.
Mizaha bakar mısınız: Öcalan'ın işaretiyle hareket eden Kandil'deki teröristler kötü de bunların lideri Öcalan iyi... Öcalan'ın seçtirdiği BDP'liler kötü de Öcalan iyi...  İşte bugünkü  kongre bunun üstünü örtme kongreğsi de olacak.
***
Bu arada bol bol ileri Türkiye, demokrasi nutukları dinleyeceğiz; CHP'ye vuruşları seyredeceğiz ama İmralı'ya verilecek 'Barışalım!' türü ince mesajlar da bunun arasına sıkıştırılacaktır.
Ne yazık ki Türkiye şu an terör karşısında çaresizdir. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir hükümet, terör örgütü  saldırırken onunla müzakere yapmamıştır.
Güç, hükümetin elinde iken yapılacak işi, güç karşıda iken yapmaya kalkışmak, teslim olmanın utangaç yoludur. Millet bunu bir anlarsa Çankaya hesapları alt üst olur. İnşallah Başbakan Erdoğan beni yanıltır; AKP'liler haklı çıkarlar...

Ortaklardan birisi de Beşir Atalay - Saygı Öztürk
Ül­ke­miz­de araş­tır­ma şir­ke­ti çok ama bun­la­rın “a­raş­tır­ma­”dan çok “yön­len­dir­me­” amaç­lı ça­lış­ma­lar yap­tı­ğı si­ya­si­ler­ce sık­ça gün­de­me ge­ti­ri­lir, şir­ket­le­re ağır eleş­ti­ri­ler­de bu­lu­nu­lur. İş­te tar­tış­ma­nın fi­ti­li­ni ateş­le­yen son an­ket­te, hal­kın yüz­de 51’i­nin Cum­hur­baş­ka­nı ola­rak Ab­dul­lah Gü­l’­ü, yüz­de 23’ünün de Re­cep Tay­yip Er­do­ğa­n’­ı gör­mek is­te­di­ğiy­le il­gi­liy­di.
Baş­ba­kan, bu ko­nu­da “Ba­zı­la­rı, Ab­dul­lah Be­y’­le ara­mız­da pa­ra­zit oluş­tur­ma­ya ça­lı­şı­yor. Ama bu tür baş­lık­la­rı atan­lar bu işin far­kın­da de­ğil­ler. Bu an­ket­le­rin kıy­me­ti har­bi­ye­si yok. Bu an­ket­ler ara­mı­za ni­fak to­hum­la­rı ek­mek için ya­pıl­mış­tı­r” de­di. Biz de, bu ola­yın izi­ni sür­dük.
Şir­ke­tin or­ta­ğı Be­şir Ata­lay
Baş­ba­ka­nı kız­dı­ran, Cum­hur­baş­kan­lı­ğı ile il­gi­li araş­tır­ma­yı Met­ro­poll Araş­tır­ma Şir­ke­ti yap­tı. Şir­ke­ti­nin sa­hi­bi Özer Sen­car, ANAR An­ka­ra Sos­yal Araş­tır­ma­lar Mer­ke­zi Li­mi­tet Şir­ke­ti­’nin de or­ta­ğıy­dı. Baş­ba­kan Yar­dım­cı­sı Be­şir Ata­lay da sem­bo­lik ol­sa bi­le or­tak­lar ara­sın­da. Di­ğer or­tak Emin Kuz ise Ata­la­y’­ın TRT’­den so­rum­lu Dev­let Ba­kan­lı­ğı dö­ne­min­de TRT Yö­ne­tim Ku­ru­lu üye­li­ği­ne ge­tir­di­ği, an­cak üye­li­ği Da­nış­tay ta­ra­fın­dan ip­tal edi­len isim­di. Kuz, ha­len Cum­hur­baş­kan­lı­ğı Ge­nel Sek­re­ter Yar­dım­cı­sı ola­rak gö­rev ya­pı­yor.
Met­ro­poll şir­ke­ti­nin 2007 yı­lın­da Cum­hur­baş­kan­lı­ğı ile il­gi­li yap­tı­ğı araş­tır­ma­da “Er­do­ğan Cum­hur­baş­ka­nı ol­ma­sı­n” so­nu­cu çık­mış­tı. “Er­do­ğan Cum­hur­baş­kanı ol­maz­sa, AK­P’­den kim ol­su­n” so­ru­su­nun ce­va­bı ise Ab­dul­lah Gül ol­muş­tu.
Met­ro­pol­l’­den ön­ce Özer Sen­ca­r’­ın 2004 yı­lın­da kur­du­ğu Araş­tır­ma şir­ke­ti­nin adı da Poll­mark. Bu şir­ke­tin or­tak­la­rı­nı me­rak edi­yor­su­nuz. Kar­şı­nı­za bu kez, kı­sa sü­re ön­ce YÖK Baş­kan­lı­ğı­’n­dan ay­rı­lıp Bü­yü­kel­çi ola­rak Po­lon­ya­’ya ata­nan Yu­suf Zi­ya Öz­can çı­kı­yor. Bu ki­şi de, Gü­l’­e ya­kın isim­ler ara­sın­da yer alı­yor­du. Sen­car ve Öz­can da bu şir­ket­ten da­ha son­ra ay­rıl­dı­lar. İb­ra­him Dal­mış ve Er­tan Ay­dı­n’­ın or­tak­lık­la­rı ise de­vam edi­yor.
Ka­nal A’­da Ömer Şa­hi­n’­in sun­du­ğu “Gö­rüş Far­kı­” prog­ra­mı­na 1 Ni­sa­n’­da ka­tı­lan Sen­car, ade­ta son an­ke­tin so­nuç­la­rı­nı ver­miş­ti. Sen­car, “Gül ve Er­do­ğan aday olur­lar­sa Cum­hur­baş­kan­lı­ğı­na Ab­dul­lah Gül se­çi­lir. CHP’­li­ler ve MHP’­li­le­rin ço­ğu Gü­l’­e oy ve­ri­r” de­miş­ti. Baş­ba­kan, “Ab­dul­lah Be­y’­le ara­mız­da pa­ra­zit oluş­tur­ma­ya ça­lı­şı­yor­lar, Bu an­ket­ler ara­mı­za ni­fak to­hum­la­rı ek­mek için ya­pıl­mış­tı­r” de­di­ği­ne gö­re, bu­nun ni­çin, ne amaç­la ya­pıl­dı­ğı­nı, or­tak­la­rı­nın kim­ler ol­du­ğu­nu da bi­li­yor­dur… Be­şir Ata­la­y’­ın par­ti­de ve hü­kü­met­te­ki ko­nu­mu na­sıl olur onu bi­le­me­yiz.
“Ar­tık on­lar­la il­gim yo­k”
Met­ro­poll şir­ke­ti­nin sa­hi­bi Özer Sen­ca­r’­la ko­nuş­tum. Sen­car, son araş­tır­ma­la­rın­da Cum­hur­baş­kan­lı­ğı se­çi­mi­nin araş­tır­ma­nı­nın çok kü­çük bir bö­lü­mü ol­du­ğu­nu be­lir­ti­yor,
“Ül­ke­nin ge­nel gi­di­şa­tı, te­rör olay­la­rı, eği­tim sis­te­min­de­ki son dü­zen­le­me­ler gi­bi gün­cel ko­nu­lar ne ya­zık ki ba­sın­da yer bi­le al­ma­dı. Bu ka­dar önem­li ko­nu­la­rın gö­rül­me­me­si hay­ret edi­le­cek bir du­rum­du­r” di­yor.
Sen­ca­r’­a, Baş­ba­kan Yar­dım­cı­sı Ata­la­y’­la or­tak­lı­ğı olup ol­ma­dı­ğı­nı so­ru­yo­rum. “Doğ­ru, ANAR şir­ke­ti­nin or­tak­la­rı ara­sın­da Be­şir Ata­lay da ve Emin Kuz bu­lu­nu­yor­du. An­cak, ben ANA­R’­dan 2003 yı­lın­da kop­tum. Poll­mar­k’­ı kur­dum. Or­tak­la­rı­mın fark­lı an­la­yı­şı olun­ca da ora­dan ay­rıl­dım ve Met­ro­pol­l’­ü kur­dum. Şir­ke­ti­miz­de AKP yö­ne­ti­min­de yer alan her­han­gi bir or­ta­ğı­mız yok. Si­ya­si par­ti­ler­le de iliş­ki­miz yo­k” di­yor.
Özer Sen­ca­r’­ın an­la­tı­mın­dan, ya­pı­lan çok önem­li araş­tır­ma­la­rın ba­sın ta­ra­fın­dan gör­mez­den ge­lin­di­ği­ni an­lı­yo­ruz. Te­rör, zam­lar baş­ta ol­mak üze­re top­lu­mun du­yar­lı­ğı ol­du­ğu birçok ko­nu, ar­tık ga­ze­te­le­re gö­re “ha­ber de­ğe­ri­” ta­şı­mı­yor ola­cak ki, tek sa­tır bi­le yer ve­ril­mi­yor. Açık­ça­sı, AK­P’­yi ra­hat­sız ede­cek araş­tır­ma so­nuç­la­rı gör­mez­den ge­lin­me­ye de­vam edi­le­cek.
AK­P’­de, araş­tır­ma so­nuç­la­rı­na bi­le ta­ham­mül edi­le­mez­ken, bu tür araş­tır­ma­la­rı ya­pan­la­rın da üze­rin­de na­sıl bir bas­kı ol­du­ğu­nu va­rın siz tah­min edin…
“Ha­ya­li Re­cep Be­y” de kur­tul­du
TÜRKİYE­’nin en çok tar­tış­tı­ğı ve ka­mu­oyun­da “Bal­yo­z” ola­rak bi­li­nen da­va­nın “ka­rar öze­ti­”n­de il­ginç ay­rın­tı­lar var. Mah­ke­me he­ye­ti 364 sa­nık­tan 362’si ile il­gi­li ka­ra­rı oy bir­li­ğiy­le al­dı. Mah­ke­me Baş­ka­nı Ömer Di­ken, Kor­ge­ne­ral Tev­fik Öz­kı­lı­ç’­a ve­ri­len 18 yıl ha­pis ce­za­sı­na, üye Ali Efen­di Pek­sak ise Al­bay Ab­dul­lah Za­fer Arı­so­y’­un be­ra­at ka­ra­rı­na mu­ha­le­fet şer­hi koy­du.
İs­tan­bul C. Baş­sav­cı­lı­ğı­’nın 6 Tem­muz 2010 ta­rih­li id­di­ana­me­siy­le, Te­kir­dağ-Mal­ka­ra nü­fu­su­na ka­yıt­lı Re­cep Ya­vuz hak­kın­da 20 yıl ha­pis is­te­miy­le ka­mu da­va­sı açıl­dı. An­cak, da­va aşa­ma­sın­da UYA­P’­ta ya­pı­lan in­ce­le­me­de Türk Si­lah­lı Kuv­vet­le­ri­’n­de Re­cep Ya­vuz isim­li bir ki­şi­nin bu­lun­ma­dı­ğı an­la­şıl­dı. Bu yüz­den, mah­ke­me, “Ha­ya­li Re­cep Be­y” hak­kın­da­ki ka­mu da­va­sı­nı da dü­şür­dü. Mal­ka­ra­lı Re­cep Ya­vuz ise ka­rar­dan son­ra de­rin bir ne­fes al­dı… “Bal­yo­z”­un ge­rek­çe­li ka­ra­rı çık­tı­ğın­da öğ­re­ne­ce­ği­miz çok şey ola­cak.

Saygı Öztürk

http://sozcu.com.tr/ortaklardan-birisi-de-besir-atalay.html

Bir tarih tezi ve Türkiye’nin dönemeci - Merdan Yanardağ
Amerikancı bir sivil darbe ile iktidara gelen AKP-Cemaat koalisyonunun yürüttüğü Balyoz ve Ergenekon soruşturmalarıyla Türkiye’de son Kemalist kadrolar ordudan, bürokrasiden ve geleneksel iktidar blokundan tasfiye edildi. Böylece 60 yıla yayılan karşı devrim, emperyalizmin bölgesel ihtiyaçlarıyla örtüştüğü için yakaladığı tarihsel fırsatı utanç verici yöntemlerle değerlendirerek başarıya ulaştı.

Ergenekon operasyonu ve soruşturmasının (Balyoz ve benzer diğer davalar dâhil) Cumhuriyet tarihinin en önemli siyasal ve toplumsal kırılma noktalarından biri olduğu açıktır. Bu siyasal hamle ve saldırı üzerinden düşük yoğunluklu bir İslamizasyon projesinin (ılımlı İslam) hayata geçirilmek istendiği, artık tartışılmayacak şekilde ortaya çıkan bir gerçekliktir.

Bu operasyon ve davalar, Birinci Cumhuriyeti tasfiye siyaseti ve stratejisinin en önemli, dahası belirleyici etabıdır.

Durum böyle olunca, AKP-Cemaat koalisyonunun siyasal hedeflerine ulaşmasının önünde engel oluşturabilecek kurumların, kadroların, yargı bürokrasisinin, toplum önderlerinin, aydınların, gazetecilerin, askerlerin ve politikacıların siyasal şiddet de kullanarak tasfiye edildiği bir süreç yaşandı.

Balyoz davasında verilen kararın siyasal ve tarihsel anlamı budur.,

Sonuç olarak, Ergenekon operasyonunun demokratikleşme ve derin devletin tasfiyesiyle ilgisinin bulunmadığı; gerici ve karşı devrimci bir dönüşüm projesinin hayata geçirilmesinden başka bir anlam taşımadığı tatmin edici şekilde ortaya çıktı.

***

Türkiye’de Birinci Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımı oluşturuyor.

İslam’la laikliğin olamayacağı, eleştirel akla ve bilime dayalı bir toplumsal ve siyasal düzen kurulamayacağı; dolayısıyla Batılı anlamda “demokratik” rejimlerin Doğu’da maddi, kültürel ve tarihsel temellerinin bulunmadığı ileri sürülüyor. Bu nedenle “Doğu’ya özgü” ve “düşük yoğunluklu” bir demokrasinin, örneğin sandığa dayalı çoğunlukçu bir düzenin yeterli olacağı belirtiliyor. Dinsel dogmaların birey ve toplum hayatını belirlediği fakat mutlak şekilde Batı yanlısı olacak bir model/rejim öneriliyor.

Batılı emperyalist ve oryantalist teorisyenler genel olarak Doğu’nun, özel olarak da İslam dünyasının, Batı’da gerçekleşen aydınlanma ve modernleşme yolundan ilerleyerek laik düzenler kurup kendilerini yakalamasından korkuyorlar. Bu nedenle kötü ve yozlaşmış örnekleri gösteriyorlar ve bakın “olmuyor” diyorlar. Aralarındaki en başarılı model olan Türkiye’de ise Cumhuriyeti tasfiye ediyorlar.

Bu anlayışı Doğu’nun İslamcı ve muhafazakâr yazıcıları da tersinden destekliyorlar. Onlar da seküler modernleşme modelinin başarısız olduğunu ileri sürüp, “Batı’nın ilmini ve fennini alıp, kültürünü reddetmeliyiz” diyorlar.

Oysa sorun tam da burada yatıyor. Çünkü Batı’yı Batı yapan tam o reddedilmesini istedikleri “kültür” oluyor. O kültür, insan aklının özgürleştirildiği, laik bir toplumsal düzen, felsefe eğitimi, akla ve bilime dayalı bir devlet yönetimidir.

Burada sorun Doğulu kimliğini, yerel kültürünü, geleneklerini ve değerlerini korumak değildir. Aynı İslamcılar ve muhafazakârlar bütün bunların ayaklar altına alınmasına hiç ses çıkarmadılar.

***

Durum böyle olunca İslam dünyasının tarihine, coğrafyasına, kültürüne (dinine) ve toplumsal dokusuna özgü; Batı’yla uyumlu yeni bir modelin oluşturulması gerekiyordu. Bu model uzunca süredir Batı medyasında ve akademik çevrelerde tartışılmaya başlandı. Dolayısıyla, "ılımlı İslam" kavramı ve stratejisinin, ABD ve Batılı ortaklarının çıkarları için geliştirilmesinin yanı sıra, böyle fikri bir arka plana ve tarih tezine de dayanıyordu.

Bu tezin yaşama geçirilmesi için öncelikle bir model oluşturulması gerekiyordu. İşte bu model Türkiye oldu.

Elbette Türkiye için istenen yeni bir Suudi rejimi değildi. Türkiye’yi İslam dünyasına daha çok yakınlaştıracak, hatta bu ülkelere liderlik yapmasını sağlayarak radikal eğilimleri terbiye edecek düşük yoğunluklu bir İslamizasyon yeterli görülüyordu.

Türkiye’de rejimin çok partili ve seçimli bir İslam Cumhuriyeti yönünde dönüştürülmesi; ABD’nin doğrudan ve tam olarak sağlayamadığı bölge hegemonyasının Ankara üzerinden tahkim edilmesi demekti. Elbette bu projenin tek bir koşulu vardı; Türkiye-ABD ilişkilerini bozmayacak nitelikteki İslamcı kadroları iktidara taşımak ve orada kalmalarını sağlamak...

İşte AKP, bu ihtiyacın ve siyasal toplu durumun ürünüydü.

ABD’li siyaset planlamacıları şöyle düşünüyordu; laik ve Cumhuriyetçi Türkiye, İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar bu ülkelerden uzaklaştı. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için, öncelikle (biçimsel bakımdan da olsa) İslam’la demokrasiyi buluşturacak bir siyasal düzen yaratmak gerekiyordu.

Müslüman toplumlar artık laik bir ülke olma ve kalkınma (sanayileşme) hedefini artık bir yana bırakmalıydı.

Türkiye’deki AKP-Cemaat darbesinin ve bölgedeki “Arap Baharı”nın ve genel olarak Büyük Ortadoğu Projesi’nin aktüel ve tarihsel anlamı budur.

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget