Sevgili Okuyucular,
Çağdaş eğitimin öncü adlarından iki profesör, Özgönül ve Erdem Aksoy
adına İTÜ’de bir anma toplantısı yapıldı. Trabzon Üniversitesi’nin
kuruluşuna bütün varlıklarına adayan o genç üniversite üyeleri
Türkiye’nin geleceğinin Anadolu’da kurulacağına inanıyorlardı.
Bu yazıyı dünyadan koparıp alınan Erdem ve Özgönül Aksoy’un anısına,
Anadolu’nun Türk kültür geleneği bağlamında bir not düşürmek için
yazdım. Eğitim, öğretim olgularını Anadolu-Türk tarihinin çağdaşlaşma
aşaması çerçevesine yerleştirebilirsek, toplumun geleceği yolunda daha
sağlıklı düşünebilir ve davranabiliriz.
Göçer Türkler her sürekliliği Anadolu’da kurdular: Türkçe konuşan bir
Anadolu, Türk Beylikleri, Konya Selçuklu Sultanlığı, Osmanlı Beyliği ve
İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti. Bu ülkeye gelen, olasılıkla bir
milyondan az göçer Türk’ten bugünkü milyonlara uzanan bir koca devlet
var.
Ortaçağdan bu yana, dünyanın Türkiye diye bildiği bir anayurtta
yaşıyoruz. Burada bizden başka dilleri olan toplumların da anayurtları
var. Bunların yan yana ya da üst üste düşmesi sadece bir tarihi tesadüf
olsa da, bugüne gelen sonuçlarıyla var olan yadsınamayacak tarihi ve
coğrafi gerçeklerdir. Yeniden uydurmak olanaksız. Bu süreçte Türk
Anadolu ile bütünleşmiştir. Almanya ile Almanların, Fransa ile
Fransızların bütünleşmesi gibi. Bizim tarihimiz Malazgirt’i
Alparslan’la, Konya’yı Selçuklu ailesi ve Mevlana ile, Bursa’yı Yeşil
Cami ile, İstanbul’u Süleymaniye ile, Edirne’yi Selimiye ile,
Cumhuriyeti Anadolu ile özdeşleştirir.
Anadolu halkının direnişi, Kuvayı Milliye, Kurtuluş Savaşı,
Anadolu’da kurulan Türk devletleri gibi, fedakarlık, kan ve
kahramanlıkla kurulan bir Cumhuriyet yatarmıştır. Ankara’ya Cumhuriyeti
kurmaya gelen aydınların çabaları, Anadolu’nun gelişmemiş küçük
kentlerinde, ortaçağdan kalmış ortamlarda çalışan, gencecik öğretmenler,
subaylar ve memurların fedakarlığı, hatta kahramanlığı... Köy
Enstitüleri gibi özgün, cesur kurumların, bugün düşündükçe içimizi
ısıtan coşkusu ile, çağdaş kültürümüzü yaratan bir Cumhuriyet...
Bu tarihi perspektif üzerinde kendimizi Türk dünyası, İslam, Osmanlı,
Asya, Avrupa istediğiniz ilişki içinde düşünebilirsiniz. Fakat günümüze
atılan tek köprü Anadolu ve Türk diline dayalı çağdaş kültürümüzdür.
Bunlar gelenek hikayeleri; para, politika ile ne satın alınabilir ne de
değiştirilebilir.
Kulluktan demokrasiye, bir mucize
1923’de başlayan yeni bir dünya yaratma kavgası 1950’den sonra da
devam etti. Tarihin küresel boyutta ve en yıkıcı savaşından çıkılmıştı.
Yıkık bir dünya vardı. Onarılması gerekiyordu. Türkiye savaşa
girmemişti. Fakat parası yoktu, yolu yoktu, otomobil yoktu, gökdeleni
yoktu. Ama direnci, iradesi ve umudu vardı. Türk halkı henüz ne olduğunu
bilmese bile, yeni bir dünya yaratmak için hazırdı. Toplum yüzeysel
olarak politize olmuş olsa bile, bunun henüz farkında değildi. Bugün
dünyanın 1945’den sonraki ‘Euphoria’sını anlatmak zordur.
Demokrat Parti iktidarı, yeni biten dünya savaşından sonra onarılmaya
başlayan bir dünyayı, yeterince farkına varmadan izlese de, dünyanın
yenileşme coşkusunu yansıtıyordu. Bu yenileşme çabası 1960 Devrim’inde
devam etti. Türkiye’de sayısız yeni program ve projeler geliştirildi.
Türk halkının, ilk kez, kendi adına yapılan şeylerden haberi oluyordu.
Yüzyıllarca sultan kulu olarak yaşamış bu halkın demokrasiye ulaşması
bir mucizeydi. Sandık demokrasisi bir mucizeydi. Trabzonda bir Mimarlık
Fakültesi bir mucizeydi. Anadolu’nun her yerinden okullara gelen gençler
yerinde duramayan genç taylara benziyorlardı. İlk kez özgürlük denen
bir şeyin farkına varmışlardı. Bu özgürlük bugün anladığımız anlamda bir
kişi özgürlüğü belki değildi. Fakat yeni bir dünyanın farkına varma,
yeni bir dünya yaratma özgürlüğü idi.
Yeni bir dünya yaratma gerekçesi, Demokrat Parti olayına karşın,
Türkiye’nin Cumhuriyet devriminde kanında duyduğu bir sarhoşluktur.
Eğitim bunun ağırlık merkeziydi. Bu en büyük aşamasını gerçekten özgür
bir eğitim kurumu olan Köy Enstitülerini yaratarak başladı. Bu sonradan
politik ideolojik bir içerik kazanan bir konu oldu. Fakat bize özgü
büyük bir devrimci projeydi. Yarıda kalmış olsa bile, yüzyıllarca kul
olmuş olan Türk halkının büyük bir yaratıcı güce sahip olduğunu
kanıtladı.
Türkiye’nin kurumsallaşmanın, evrensel politik kutuplaşmanın dışında
kalması olanaksızdı. Bu değişmenin ilk aşaması, yeni dünyanın
tohumlarının atıldığı ve yeni bir dünya yaratma heyecanının Komünist,
Faşist, Kapitalist, Sosyalist New Deal’ci Amerika’yı, ve Gandi ve Mao
gibi liderlerin devleştiği, bütün dünyanın sarhoş olmuş, yenileşme
çığlıkları attığı bir çağdır. 1950’ye kadar bütün eski sömürgeler
ayaklandılar. Britanya İmparatorluğu devrildi; Müslüman Türkiye de
Mustafa Kemal ve Cumhuriyetle çağdaşlaşma devrimine bütün gönlü ile
katıldı.
1918’den sonra bütün bu köktenci değişimler evrensel bir yenileşme
rüzgar estiriyordu. Soğuk savaş döneminde bu yeni dünya perspektifi
sağ-sol kavgasına indirgendi. Sağcı-solcu, faşist-komünist-kapitalist
birbirlerine girseler de, yeni bir şey yapmak için adeta çıldırmış bir
dünya vardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika ve Kapitalizm
gelişmeye egemen oldu. Ve yönlendirdi. Cumhuriyet, 1980’e kadar bu
değişmenin adıdır.
Dünyayı yeniden yaratma dönemi
Yüzlerce yıllık geri kalmasının boşluğunu bir hamlede bir sıçrayışta
atlayıp geçmek için sadece Kemalistler değil, demokratlar da
heyecanlıydı. 1960’da askerler işbaşına geldiklerinde, 20.yy.ın dünyayı
yeniden yaratma ortamı devam ediyordu. Bu çaba hiçbir zaman yok olmaz.
Çünkü dünya ile birlikte akıyoruz.
1980’den sonra kapitalist ve emperyalist söylemin müşterisi olduk. Bu
hem Türk, hem İslam söylemine aykırıdır. Çünkü bizim hiç katılmadığımız
hatta dışladığımız ve bizi dışlamış bir dünyanın ürünüdür. Fakat
1923-1950, 1950-1960, 1960-1980 arasında devrimci, sağcı-solcu darbeci
herkes Mustafa Kemal, İnönü, Menderes, Cemal Gürsel, generaller, Demirel
ülkeyi kendilerine göre değiştirmeğe, bir tür çağdaşlaştırmaya soyunmuş
adamlardı.
Bugün yenilik çabaları olsa bile 1980’den önceki incelmiş çizginin
devamı değildir. Ama, sürüklenerek de olsa, dünyanın peşindeyiz.
İki pırıl pırıl insan
Özgönül ve Erdem Aksoy o yılların çocuklarıdır. Benim en sevgili
öğrencilerim arasında özel yerleri olan Özgönül ve Erdem, İstanbullu,
fakültedeki statüleri belli, pırıl pırıl insanlardı. Her sıkıntıya kafa
tutarak, çağdaş bir mimarlık fakültesi kurmak ve oraya İstanbul’daki
yenilikleri taşımak ve yerleştirmek için olağanüstü bir çaba ve
fedakarlıkla çalıştılar.
1944’den sonraki yıllar İTÜ’nün büyüme ve olgunlaşma çağıdır. Her gün
yeni bir adım atan büyüyen ve büyümenin enerjisini yayan güneşli ve
aydınlık, çalışma ve şevk dolu bir dönemdir. Trabzon Teknik
Üniversitesi’nin mimarlık fakültesinde ortam İTÜ’nün ilk yılları
gibiydi. 1967’den sonra Trabzon Teknik Üniversitesi olağanüstü yaratıcı,
fokurdayan bir kurum olmuştu. Erdem’le Özgönül ve oraya giden herkes bu
coşkuya katıldı.
Sonradan gelişen tepkiler karşısındaki direnme ve stres, o kahraman
insanların yaşamlarına mal oldu. Bu toplum en iyi evlatlarını kolayca
yiyen cahil bir toplum olmaktan kurtulamadı. Fakat fedakar, çalışkan
insanlar çağdaş bir Türkiye’nin yapısını kurdular.
Erdem ve Özgönül Aksoy gibi öğretim öncülerinin, öğretim yaşamlarının içeriği bu uzun tarihi fon üzerinde daha iyi anlaşılır.
Ben onları hep bir kahramanlar kuşağı olarak gördüm.
Doğan Kuban
Yorum Gönder